Köy öğretmeni kızı olan Tülin Akın henüz üniversite öğrencisiyken tarımla ilgili bir iş yapmayı kafasına koydu. Çiftçilerin bilgiye erişiminin çok zor olduğunu fark eden Akın, Türkiye’nin ilk tarımsal bilgilendirme ve tarımsal e-ticaret sitesini kurdu. Çiftçilerin bilgi alabileceği ve ürünlerini satabileceği bir platform olan sitenin ardından sms’le bilgilendirme, çiftçiye özel kredi kartı gibi pek çok girişimde bulundu. 2015’e gelindiğinde ise çiftçiyle teknolojinin daha çok buluşması gerektiğine inanarak Aydın’da Türkiye’nin ilk akıllı köy projesini hayata geçirdi. Kendi de buraya taşınan Akın sekiz senedir bu köyde çiftçilere en yüksek teknolojiyle tarım yapmanın yollarını gösteriyor. Türkiye dışında dünyanın dört bir yanından çiftçiler son teknolojilerle tanışmak için Aydın’a akın ediyor. Akın 2018’de Davos Ekonomi Forumu’nda Dünyanın En İyi Sosyal Girişimcisi ödülünü kazandı. Son olarak geçen hafta Avrupa Kobi Haftası’nda İspanya’da Avrupa İşletme Teşvik Ödülü’ne layık görülen Akın’dan kendisinin ve Akıllı Köy’ün hikâyesini dinledik.
ÖNCE İNTERNET SİTESİ
“Üniversite döneminde istediğim bölüme giremedim. Ben de bir şirkete girdim çalışmaya başladım, bir yandan muhasebe kurslarına gittim. Bilgisayar kullanmayı öğrendim. Biraz para biriktirdim, bu kez istediğim bölüm olan Akdeniz Üniversitesi’ne tarımsal pazarlama bölümüne girdim. Bu bölümü okurken çiftçilerin pazarlama anlamında çok eksikleri olduğunu fark ettim. Bu alanda internette çiftçilerin bilgilenmesi gerektiğini düşündüm ve hem ürünlerini satabilecekleri hem de bilgilenebilecekleri bir site kurmaya karar verdim. 2004 yılıydı, sosyal medya yoktu, bilgisayar kullanımı çok azdı. İnternetten tanıştığım bir öğretmen arkadaşın yazılım desteğiyle tarımsal pazarlama sitesini kurdum.”
‘KIZ TORUNUM KAHVEDE’
Akın bu siteyi kurmuş kurmasına ancak tarımla ilgilenen kişilerin internet kullanımının henüz yaygınlaşmadığı dönemler... Köylerde internetin olmadığı çiftçilerin bilgisayarlarının olmadığını kısacası altyapının olmadığını fark eden Akın tarım dünyasına farklı bir vizyon getirmiş ancak bu iş için henüz erken olduğunu düşünmüş: “Türkiye’deki ilk tarımsal ilanları topladık ama işler yürümüyordu. O dönemlerde iş modeli kurmak o tarz bilgilerim de yok... Aslında kafamdaki plan çiftçilerin bilgilenebileceği bir platform olsun, tohumcular, gübreciler de sitemize reklam versin. Tarım işçileri buradan iş bulabilsin, ürünlerini satabilsin istemiştim. Ben bu işlerle uğraşırken ailem de şaşırıyordu. Dedem, kız torunum köy kahvesinden çıkmıyor diyordu.”
ÇİFTÇİ KREDİ KARTI
Seçmen, Mart 2024’te yerel seçim için sandığa gidecek. Yıllarca çeşitli sivil toplum kuruluşlarında kadınların siyasetteki varlığını artırmak için çalışan akademisyen Ayşe Kaşıkırık, 2021’de 6 kadın arkadaşıyla Küresel Eşitlik ve Kapsayıcılık Ağı Derneği’ni (KAPI) kurdu. Kadınların yerel siyasetteki sayısını artırmayı hedefleyen Kaşıkırık, Türkiye’deki 50 bin muhtarın sadece 1.134’ünün kadın olmasının büyük bir problem olduğunu söylüyor.
Köy köy gezerek kadınların muhtar olması için çalışan KAPI Derneği “Bir Kapı da Sen Aç” kampanyası kapsamında pek çok ilde eğitimler veriyor. Hem halihazırdaki kadın muhtarlara hem de muhtar olmak isteyen kadınlara ulaşan derneğin hikâyesini Kaşıkırık’tan dinliyoruz:
“Derneğimiz kadınların belediyelerde ilk kez seçme ve seçilme hakkını eline aldığı 3 Nisan 1930 tarihinin yıldönümü olan 3 Nisan 2021’de kuruldu. Küresel sorunların çözümünün yerelde olduğunu düşündüğümüz için ismini Küresel Eşitlik ve Kapsayıcılık Ağı koyduk. Cinsiyet eşitsizliği küresel bir sorun ama biz bununla mahalleden başlayarak mücadele edebiliriz; yerel ulusala, ulusal da küresele olumlu katkı sunar.”
DESTEĞE ÇAĞIRIYOR
Siyaset bilimi ve kamu yönetimi alanında doktora çalışmasını sürdüren araştırmacı Ayşe Kaşıkırık, yüksek lisansını da belediyelerde toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı bütçeleme alanında yapmış. 3 yıl Kadın Adayları Destekleme Derneği’nde (KADER) projeler koordinatörü olarak görev alan Kaşıkırık, akademik kariyere yöneldiği sırada 6 kadınla birlikte yereldeki kadının güçlenmesi için dernek kurmaya karar vermiş. Derneğin ilk ses getiren çalışması da 6 Haziran 2021’de çeşitli sebeplerle boşalan azalık ve muhtarlık koltukları için yapılan ara seçim olmuş. “Eşit temsil ve eşit katılım muhtarlıktan başlar. Aslında iki hedefimiz var. Hem kadın muhtar adayların sayısını artırmak hem de seçmeni kadın adaylara destek vermeye davet etmek” diyen Kaşıkırık Türkiye’deki durumu şöyle özetliyor:
YERELDE TEMSİL DAHA AZ
“Bazı siyasi partiler kota koydu. Ancak yerel siyasette kadının görmezden gelindiğini söyleyebilirim. Kadınlar belediye meclis üyeliğinde yüzde 11, muhtarlık seviyesinde yüzde 2 temsil ediliyorlar. Bu rakamlar korkunç. Kadınlar açısından yerel seçimlerin en zayıf halkası muhtarlık. Şu an Türkiye’de 50 bin muhtarın kadın oranı 1134.”
Peki bunun sebepleri neler? Kaşıkırık’a köy köy dolaşarak yaptığı çalışmaların sonucunda gözlemlerini soruyorum. “Kadınlar için hiçbir şey kolay değil ama yerel siyaset hiç kolay değil” diyen Kaşıkırık: “Yerel siyaset Türkiye’de daha çok rant, imar, ihale üzerinden dönen bir sistem. Türkiye’de temiz siyasete ihtiyacımız var. Dünyada yapılan araştırmalar, kadınların yolsuzluk ve rüşvet işlerine erkeklere oranla çok daha az girdiğini gösteriyor.”
Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde doğup büyüyen, 17 yaşında evlenen ve iki çocuğu olan Özlem Can, 25 yaşına geldiğinde hem ev ekonomisine katkı sağlamak hem de kendi ayakları üzerinde durabilmek için bir arayışa girdi. ‘Diyarbakır tarihinde çok önemli bir yeri olan ipek kozasından bir şeyler yapılamaz mı?’ sorusuyla yola çıktığı yolculuğunda adeta yeni bir sektör yarattı. İpeğin kumaş, kravat, eşarp ve çarşaftan ibaret üretimine yeni bir soluk getiren Can, ipek kozasından tablo, bebek ürünleri, ipek çiçek, biblo ve daha pek çok ürün üretmeye başladı. 15 sene boyunca ipek kozası eğitimi veren Can, 300’den fazla kadını eğitti, 40 civarı ipek kozası eğitimcisi yetiştirdi. ‘Pasur İpek’ ismiyle yeni bir dükkân açan Can’a hikâyesini sordum.
İKİ ÇOCUKTAN SONRA BAŞLADI
“Liseyi bitirip, 17 yaşında evlenip, iki çocuk sahibi olduğumda aklıma ileride sanatçı olabileceğim gelmezdi” diyerek başlıyor sözlerine: “Kulp küçük ama Diyarbakır’ın çok önemli ilçelerinden. Türkiye’nin yaş ipek kozası yetiştiriciliğinin yüzde 60’ı burada yapılıyor. 25 yaşında hem çalışmak hem bir şeyler üretme isteğiyle arayıştayken elişi sanatları kursuna gittim. Burada farklı elişleri öğrendim, ahşap ve daha farklı elişleri türlerinde sergilerimiz oldu. Bu sergilerde benim işlerim çok beğenilince kaymakamlık benden eğitimci olmamı istedi.
Kendimi geliştirerek elişleri konusunda eğitimci oldum. Ama kafamda daha farklı bir şeyler vardı. Diyarbakır’ın tanıtımına katkı sunan bir şey olsun istiyordum. İpek kozasından dekoratif ürünler yapmayı denedim. Başarılı da oldu. İpek kozasından aklınıza gelebilecek her türlü dekoratif ürün yapılabiliyor. Resmi dairelerde duvara asılacak bayraklardan tutun da bebek ürünlerine, kıyafetlerden aksesuvarlara, yapay çiçeğe kadar her şey yapılabiliyor.”
Özlem Can
KRAVATTA, EŞARPTA KALMASIN
İpek kozasının Diyarbakır kültürü için çok önemli bir malzeme olduğunu belirten Can, “Eskiden ipek sadece fular, mendil, çarşaf olarak kullanılıyordu. 16. yüzyıldan beri Diyarbakır ipek dokumasında öncü bir kent. Osmanlı döneminde Diyarbakır ipeği yine çok önemsenen bir ürün. 1993 yılında Almanya’nın Münih kentinde Süryanilerin ürettiği ipek ürünler dünyada birincilik kazandı. Ancak ben ipek üreticiliğinin kravatla, eşarpla sınırlı kalmamasını istedim. Bunun ham, henüz ipliğe çevrilmemiş halinden de birçok ürün üretilebileceğini düşündüm” diyor.
OYUN Atlası girişiminin kurucusu Gökçen Göksel, oyuna ve gezmeye meraklı bir çocukluk geçirmiş. Yıllarca sivil toplum kuruluşlarında çalışan Göksel, çocukluktan beri merak ettiği, üniversite yıllarından sonra da arşivini tuttuğu ‘eski oyunları’, yeniden tasarlayarak gelecek nesillere aktardığı Oyun Atlası sosyal girişimine çevirmiş. Projenin bir ayağı tarihi bölgeleri gezerek arşivleme çalışması yapmak, diğer ayağı oyunları yeniden tasarlamak. Son ayağı ise her yaştan insanın katılabileceği atölyelerle bu oyunları ve bu antik rotaları insanlarla paylaşmak, onlara kültürel miras sevgisini oyunlar aracılığıyla aşılamak. Göksel bu çalışmasıyla bu yıl Sabancı Vakfı tarafından Fark Yaratanlar arasında gösterildi. Göksel’e, Oyun Atlası’nın kuruluş hikâyesini soruyorum:
ARŞİVLEYEREK BAŞLADI
“Uzun yıllardır sivil toplum alanında çalışıyorum. Üniversite döneminde gönüllülükle başladım, proje koordinatörlüğü gibi pek çok pozisyonda sivil toplum alanında çalışmaya devam ettim. AKUT Çocuk Akademisi’ni kurdum, KODA’da eğitim koordinatörü olarak çalıştım. Bizim sivil toplumda çocuklara bir şey öğretmek için en önemli aktarma yöntemimiz oyundur. Çocukluktan beri hem antik kentlere hem de oyunlara kişisel bir merakım var. Ailem beni çok farklı antik şehre götürürdü. ‘Aaa burada o yıllarda da oyun oynuyorlarmış’ şaşırmamla aslında bu ilgim başladı. Bu merakımdan dolayı üniversitede turizm ve otelcilik okudum. Sürekli yeni şeyler keşfetmek ve oyun oynamak benim en büyük tutkularımdı. Üniversite döneminde gezdiğim antik şehirlere ait oyunları arşivlemeye başladım.
Gökçen Göksel
5 BİN YILLIK OYUNLAR
Örneğin 9 taş oyununa hepimiz aşinayız ya da tavlaya...Bunların 5 bin yıllık tarihi var. Ben onları keşfetmeye başlayınca, toparlamaya başlayınca farklı detayları fark ettim. Aslında orada oyun olduğunu kimse bilmiyor. Değerli hocalar bunları elbette fark ediyor, envantere kaydediyor ama turistik olarak gidenler orada bir oyun olduğunun farkında değil. Çocuklar ve gençlerin kültürel miras algısının gelişmesi çok önemli. Eğer aileleri ya da okulları gezdirmezse, bir çocuk bu miraslarla ancak 18 yaşından sonra kendi iradesiyle tanışabilir. Eğer tanışmadılarsa büyük bir kayıp var. Ben oradaki açığı oyunları anlatarak, o hikâyeleri göstererek kapatmamız gerektiğini düşündüm ve bu oyunları toplamaya başladım. Sivil toplum deneyimim de bu hedefimle birleşince Oyun Atlası projesi hayata geçti.”
YENİDEN TASARLIYOR
Peki Oyun Atlası’nda arşivleme çalışması dışında neler yapılıyor? Göksel: “Oyun Atlası’nın bir kolu araştırma, gezdikçe gördükçe yeni tarihi oyunları keşfediyoruz. Envanterde olan ama orada olduğunu bilmediğimiz oyunlar var ve bunları ortaya çıkarmayı hedefliyoruz. Arşivleme çalışmasından sonra bu oyunları yeniden tasarlıyoruz ve üretiyoruz. Sonrasında atölyeler kısmı var, hem çocuklar hem yetişkinler için oyunları öğrettiğimiz, Türkiye’nin oyun tarihi hikâyelerini aktardığımız atölyelerimiz ve antik kentleri oyunla gezdirdiğimiz gezi rotalarımız var.”
Grafik tasarımcı Tansel Baybara yıllarca yayıncılık sektöründe çalıştıktan sonra kendi hikâyelerini anlatmak için “Tasarım Hikâyecisi” isimli kreatif ajansı kurdu. Kardeşi şef Ebru Baybara ile birlikte Mardinli kadınları kalkındırmak için ‘Hayatım Yenibahar’ projesini geliştiren Baybara yıllar içerisinde bu projeyi Anadolu’nun farklı şehirlerine yaydı.
EL EMEKLERİNİ TASARLIYOR
Baybara, Anadolu kültürünün mirasını peştemal, broş, şal ve daha pek çok ürünle birleştirerek satıyor. Farklı bölgelerden gelen farklı el emeği ürünler Baybara’nın tasarımlarında buluşuyor. Baybara’nın eli şimdiye kadar Bursa, Balıkesir, İzmir gibi pek çok şehirden 100’den fazla kadına değmiş. Kurumsal şirketlerden ve internet satışlarından yoğun sipariş alan ekibin İstanbul İdealtepe’deki atölyesi her daim yoğun bir çalışmaya ev sahipliği yapıyor. Baybara, “Burada kadınlar bir araya geliyor hem iş yapıyoruz hem sohbet ediyoruz hem yeni şeyler üretmenin tadını çıkarıyoruz” diyor.
GEÇMİŞTEN YARINA MİRAS
Serginin küratörü Özlem Özdemir uzun yıllar gazetecilik yaptıktan sonra kişisel olarak merak duyduğu Cumhuriyet kadınlarının hikâyelerinin yeterince medyada ve tarih sayfalarında görünür olmadığını fark etmiş. Bu kadınların mutlaka gelecek kuşaklara aktarılması gerektiğini düşünen Özdemir, 2017 yılından bu yana öncü kadınların hayatını anlatan kitaplara ve biyografilere imza atmış. Şimdi Cumhuriyet’in 100. yılı şerefine, aralarında Türkiye’de patoloji bilimini kuran ve ‘Şevki metodu’ ile literatüre geçen Kamile Şevki Mutlu, matematik profesörü Selma Soysal, ralli şampiyonu Samiye Cahid Morkaya, modern astronominin kurucusu Nüzhet Gökdoğan, veteriner Sabire Aydemir ve Afet İnan’ın da bulunduğu Cumhuriyet’in 20 öncü kadının hikâyesini bir sergide buluşturmaya hazırlanıyor. Sergi İstanbul’daki Maslak 42’de bulunan Artopol Sanat Galerisi’nde 27 Ekim Cuma günü açılacak ve 2 Kasım’a kadar devam edecek. “Müthiş başarılara imza atmış, Cumhuriyet vizyonunu gösteren bu kadınların hikâyelerinin belgelenmesi gerekiyordu” diyen Özdemir ile hem kendi hem de Cumhuriyet’in öncü kadınlarının hikâyelerini konuştuk.
HİKÂYELERİ HİÇ YAZILMADI
“Biyografilere ve tarih kitaplarına hep ilgim vardı. Yıllarca çeşitli dergi ve gazetelerde gazetecilik yaptıktan sonra Türkiye’de neler oluyor, bunu anlayabilmek için tarihe daha çok odaklanmaya başladım. Türkiye’deki öncülük yapmış kadınların hikâyelerinin hiç yazılmadığını fark ettim. 2017 yılından itibaren bana ilham veren kadınların hikâyelerini yazmaya karar verdim. Bunları unutmuş olmamız beni çok üzdü. Önce isimleri keşfettim. Çok az kaynak var, hikâyeleri ortaya çıkarmak gerçekten çok zor bir iş. Gazete arşivlerinden faydalandım, TV’lerdeki röportajları buldum, onları anlatan anı kitaplarını taradım, bu isimlerin, çocuklarına torunlarına ulaşmaya çalıştım. Her bulduğum bilgiyi iki üç farklı yerden doğrulatmaya çalıştım. Çünkü araştırmacılara referans olabilecek güvenilir kitaplar olsun istiyorum. Gerçekten büyük emek sarf ederek bu gizli kalmış hikâyeleri ortaya çıkarmayı kafaya koydum. Bu çalışmalarımın sonunda İlham Veren Cumhuriyet Kahramanları: “Öncü Kadınlar” ve ardından da eşitlik olması açısından İlham Veren Cumhuriyet Kahramanları: “Öncü Erkekler” kitaplarını kaleme aldım.”
100 ÖNCÜ KADIN
Özdemir’e sergi fikrinin nasıl ortaya çıktığını soruyorum, yanıtlıyor: “İki yıldır sergi fikri aklımda var. Bu tip kitapları okuyan insan sayısı belli. Farklı bir anlatımla bir sergi yapmak istiyordum. Cumhuriyet’in 100. yılında Açık Holding desteğiyle bu sergi fikrini ortaya koyduk. Dört bölümden oluşan tarihi bir sergi. Farklı mesleklerden 20 öncü kadın var, kapsamlı biyografileri ve fotoğrafları bulunuyor. Türkiye’de seçme ve seçilme hakkını kazandığımız zaman dünyada durum neydi? Bunu haritalı bir anlatımla gösterdik. Ayrıca sergide detaylı incelediğimiz kadınlar ışığında hem aramızdan ayrılmış hem de yaşayan Cumhuriyet’in 100 öncü kadınının listesini yaptık.”
‘AFET İNAN’I HİÇ TANIMAMIŞIZ’
Merkez Bağlar ilçesi Muradiye Mahallesi’nin muhtarlık binası bir an olsun boş kalmıyor. Çünkü buranın muhtarı 2013 yılından bu yana Diyarbakır merkezinin ilk kadın muhtarı olan Dilek Demir.
Mahallelinin “Dilek Anne” diye seslendiği Demir, 13 yaşında zorla evlendirilmiş, 16 yıl boyunca şiddetle dolu bir evlilik yaşadıktan sonra küllerinden yeniden doğmuş. Demir’in muhtarlığa geldikten sonra ilk hedefi Diyarbakır’da çocuklarını küçük yaşta evlendirmeye çalışan aileleri durdurmak olmuş. İki dönemdir muhtarlık yapan Demir, bu hedefine fazlasıyla ulaşmış. Şimdiye kadar 40 kız çocuğunu zorla evlilikten kurtaran Demir en az 40 çocuğun da istismara uğradığını tespit ederek Sosyal Hizmetler Kurumu’yla birlikte duruma müdahale etmiş. Demir’in film gibi hayat hikâyesi son olarak “Dilek Kutusu” ismiyle belgesel yapıldı. Film 10’dan fazla ülkede festivallerde gösterildi. Son olarak Altın Koza Film Festivali’nde yer aldı. Biri evlatlık olmak üzere 5 çocuk annesi Demir’e hikâyesinin başlangıcını soruyorum:
13 YAŞINDA EVLENDİRİLDİ
“Çocukken okul hastasıydım. O kadar istekliydim ki saat 6’da okulun kapısında dersi beklerdim. Orta ikinci sınıfa geldiğimde ailem beni okuldan aldı ve evlendirmeye karar verdi. Ben buna evlilik diyemiyorum, hayatımı kabûsa çevirdi diyorum. Gözyaşlarıyla, dayakla, şiddet zoruyla yapılan bir evlilikti. Ben 13, adam 27 yaşındaydı. Bunun adı evlilik değil çocuk istismarı. Babam beni 13 yaşında nişanladı, beni 3 taksitle verdi. Taksitler bitince de evlendirdiler. Ailem beni maalesef çok ürkek yetiştirdi. Bizde ne yapsan ‘saygısızlık’ olarak algılanırdı. Birisi ‘höt’ dese hemen korkar, sinerdim. Ama demek ki cesaret benim içimde bir yerlerde varmış. Eşimden ayrıldıktan, ayaklarım üzerinde durmaya başladıktan sonra içimdeki gücü fark ettim. O güçlü Dilek aslında varmış ama çıkmaya korkuyormuş.”
16 YIL ŞİDDET GÖRDÜ
Demir, 16 yıl boyunca her türlü hakaret ve şiddete maruz kalarak çocuklarını büyütmüş. Ancak çocuklar durumu anlayacak yaşa geldiğinde annelerinin yaşadığı zulme sessiz kalamamış: “Bir gün eski eşim tam bize şiddet uygulayacakken büyük oğlum, ‘Artık yeter, ya sen ya ben bu evden gideceğiz’ dedi. Çocuklarımla birlikte kararımızı verdik. Babam tabii ki karşı çıktı, ‘Evlatlıktan reddederim’ dedi. Ama şunu anladım; bardak taştığı zaman kimse sizi durduramıyor.”
KÜLLERİNDEN DOĞDU
Ferda Salık, Diyarbakırlı 20 kardeşli bir ailenin 15’inci çocuğu. Hemşire ablasının desteğiyle tarih öğretmeni olan Salık, öğretmenliği bir meslekten çok bir varoluş biçimine çevirmiş. Öğrencilerinin tarih, bilim ve çevre bilinciyle donanmış bireyler olması için büyük bir mücadele veriyor. 46 yaşında iki çocuk annesi olan Salık, 21 yıllık öğretmenlik hayatına muazzam başarılar sığdırmış. Hikâyesini ondan dinleyelim:
‘AÇILIN BEN ÖĞRETMENİM’
“Ben kendimden biliyorum, kız çocukları doğru yönlendirildiğinde önce kendisini sonra da toplumu değiştirebilir. Ailem pek okumamı istememişti ama ablam arkamdaydı ve onun desteğiyle okudum. Okulu bitirdikten sonra sınıf öğretmeni olarak atandım. İlk on yıl Diyarbakır’ın köylerinde sınıf öğretmenliği yaptım. İlk yaptığım iş çocukların eğitime odaklanmasını engelleyecek maddi koşulları ortadan kaldırmaktı. Okulun fiziki koşullarını düzenlemek, kütüphaneler kurmak, maddi sıkıntı yaşayan ebeveynleri işe sokmaya çalışmak, anneleri istihdama katmaya çabalamak... Bir çocuğu eğitime kazandırabilmek için bu yan faktörlere odaklanan pek çok çalışma yaptım. Doktorlar bir hasta gördüğünde ‘Açılın ben doktorum’ der ya ben de çocukla ilgili bir sorun olduğunda ‘Açılın ben öğretmenim’ diyorum.”
Salık ve öğrencileri hem tarih hem de çevre duyarlılığını birleştiren bir de kutu oyunu tasarlamış. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi bu oyundan depremzede çocuklara dağıtmak üzere 1000 tane satın almış. Salık’ın hedefi kutu oyunu projesini 81 ilde hayata geçirmek.
‘SEN GÜL ÇOCUK’
Salık, 2016 yılında halen görev yaptığı Diyarbakır Kayapınar Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi’ne tarih öğretmeni olarak atanmış. Öğrencileriyle birlikte proje geliştirmeye başlayan Salık’ın ilk projesi “Sen Gül Çocuk” olmuş: “Kendi öğrencilerimden bir ekip kurdum ve devlet koruması altında olan, Çocuk Esirgeme Kurumları’nda kalan okulöncesi çocuklara atölye çalışmaları yaptık. Bu çocukların aileden göremediği değer yargılarını edinmelerini sağlamayı amaçladık. UNICEF’in ‘çocuğun iyi olma hali’ kavramını benimsedik. Öğrencilerim; uzman psikologlar ve öğretmenler eşliğinde ‘İyi ki Varsın Çocuk’ dergisini çıkarttı. Bu atölyelerde çocuklar dayanışmayı, çalışmayı, yardımlaşmayı öğrendi. Bu çalışmamızı Aile ve Sosyal Çalışmalar Bakanlığı’na yolladım, onlar da çalışmayı beğenerek sürdürülebilir kıldılar. Bu çalışma modeli şu an 12 bin çocuğa uygulanıyor.”
Avrupa’daki turistlere rehber kitaplardan oluşan ünlü Droste gezi kitapları serisinin İstanbul ayağı, göçmen bir ailenin üçüncü kuşak üyesi Özge M. Kabukçu’nun kaleminden okuyucuyla buluştu. Almanlar başta olmak üzere tüm Avrupalılara İstanbul’un hem sevilen hem de gizli kalmış yerlerini tanıtan Kabukçu aynı zamanda göçmen kadınların Almanya’daki görünürlüğünü sağlamayı amaçlayan ve devlet tarafından kurulan Migra Töchter (Göçmen Kızları) platformunun yöneticisi. Esas mesleği gazetecilik olan Özge M. Kabukçu yaşadığı Monheim am Rhein şehrinde belediye meclis üyeliği görevini yürütüyor.
HEM ALMAN HEM TÜRKÜZ
Kabukçu ile Almanya’da buluştuk ve hem İstanbul’un en mutlu köşelerini anlattığı kitabını hem de üçüncü kuşak göçmenlerin sorunlarını konuştuk. Yozgatlı bir ailenin çocuğu olan Kabukçu ailesinin kaderi, dedelerinin Düsseldorf’a işçi olarak çalışmaya gelmesiyle değişmiş. “Dedemlerin ne kadar zor şartlarda çalıştığına dair hikâyeler dinleyerek büyüdük” diyen Kabukçu, “Biz üçüncü kuşak, hem Alman hem de Türk’üz. Birinden birini seçmek bizim için imkânsız. Çünkü ben Almanya’da okudum, burada çalışıyorum, burada bir hayatım var. Ama aynı zamanda Türk kültürüne sahibim. İsmimden ve görünüşümden dolayı beni yabancı olarak nitelendirmeye çalışanlar oluyor. Artık insanların soru sorma biçiminden ne demeye çalıştığını anlıyoruz” ifadelerini kullanıyor.
HEP DAHA ÇOK ÇALIŞTIK
Annesi kuaför, babası ise tesviyeci olan Kabukçu bir göçmen çocuğu olarak üniversite bitirmek için hâlâ normalden daha fazla emek verilmesi gerektiğini anlatıyor: “Annem ve babam bana her zaman ‘Diğer çocuklar 100 alacak kadar çalışıyorsa senin 120 alacak kadar çalışman lazım. Ancak o zaman iyi okullara girebilmek için bir şansın olur’ derlerdi. Örneğin ağabeyim iyi bir liseye girebilecek iken okul müdürü onu meslek lisesine göndermek isteyip babamlara, ‘Almanya’nın işçiye ihtiyacı var’ demişti. Ama ağabeyim de ben de kalıpları kırdık, iyi okullardan mezun olduk. Benim kitaplara ve gazeteciliğe ilgim ilkokulda başladı. Üniversite sırasında çalışmaya başladım, çeşitli medya kuruluşlarında görev aldım, şu anda Almanya’nın resmi TV kanalı olan SWR’ye bağlı olarak Instagram’da yayın yapan Migra Töchter (Göçmen Kızları) platformunun yöneticiliğini yapıyorum.”
NOTLARI REHBER OLDU
Tam bir İstanbul aşığı olan Kabukçu’ya kitabının hikâyesini soruyorum: “Üniversite döneminde Ankara’ya Erasmus’la ODTÜ’ye geldim. Ardından İstanbul’a gelip bir medya kuruluşunda staj yaptım. O dönemde İstanbul’u daha iyi keşfetme fırsatı buldum. Yıllar içerisinde İstanbul tutkum herkes tarafından bilinir oldu. Alman arkadaşlarım İstanbul’a gelmeden önce arayıp bana soru soruyorlardı. Ben de İstanbul’la ilgili bir not defteri oluşturmaya başladım. Mekânlar, restoran ve kafeler, gizli kalmış gezilecek noktaları not alıyordum. Almanların ve Avrupalıların İstanbul’a büyük bir ilgisi var. Bu notlarım son olarak dünyadaki önemli şehirlerle ilgili rehber kitaplar basan Droste serisinin İstanbul kitabına dönüştü.”
Çiçek Solon Şensoy, tam 63 yıldır koşu pistlerinde tozu dumana katıyor. Lisansını İstanbul Üniversitesi Astronomi Matematiği Bölümü’nde tamamlayan Şensoy, çocukluk tutkusu olan sporu mesleği haline getirmiş. “Sporda emeklilik yoktur” diyen Şensoy, 35 yaşından sonra bir yandan antrenör olarak yüzlerce çocuğu atletizm ve sporla tanıştırırken bir yandan da master derecesinde yarışlara katılmış. Karşımda Balkan Oyunları’nda 100 metreyi 20.49’la koşmuş bir rekortmen var. Şensoy’dan hayat öyküsünü ve sağlıklı yaşamın sırlarını dinlemek üzere sohbete oturuyorum.
KADROLU ANTRENÖR
İlk sorum spor tutkusunun ne zaman başladığı. Şensoy anlatıyor:
“Spor tutkum çocukluk yaşlarımda başladı. İlgim hep koşudaydı ama benim dönemimde okullarda branşlar yoktu. Bu sebeple voleybol oynayarak lise dönemine kadar ulaştım. İstanbul Üniversitesi Astronomi Matematiği Bölümü’nde okudum, yan dal olarak da gazetecilik bölümünü bitirdim. İstanbul Üniversitesi’nde spor kulübü vardı ama yine atletizm yoktu. Voleybola yazıldım. Ama içimde hep koşu tutkusu vardı, atletizm kulübü açmaları için idarecilerle konuştum. Onlar şubeyi açana kadar ben mezun olmuştum zaten. Bir süre basketbol oynadım. Koşuya ise 1965 yılında lisanslı sporcu olarak başladım. Okul zamanında da okul bittikten sonra da harçlığımı çıkartabilmek için bir sürü işte çalıştım. Ancak gönlüm spordaydı. Bu sebeple faal atlet olarak koşarken antrenörlük ve hakemlik kurslarına katıldım. 1974’te Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın kadrolu atletizm antrenörü oldum. Bir yandan spor bir yandan antrenörlük bir yandan hakemlik yaptım.”
Araştırmacı Arzu Ulaş adeta bir yeraltı dedektifi. Özel izinler alarak İstanbul’un Tarihi Yarımada’sını adım adım gezip, Osmanlı belgeleri ışığında yeraltı yapılarını tespit eden Ulaş, yüksek lisans tezi çalışmasını Temmuz 2023’te kitap haline getirdi. Peki 3 çocuk annesi genç araştırmacı, yerin altındaki gizemi çözmek için harekete geçiren ne oldu? Kendisi “Benim çocukluktan beri yeraltında olup bitene merakım var. Köstebekler, solucanlar çocukluğum bunlarla geçti. Yerin altı benim için hep büyülü bir yer olmuştur” diye yanıtlıyor. Ulaş ile bir araya geldim ve çalışmasının detaylarını sordum.
3 ÇOCUKLA ÜNİVERSİTELİ
“Ben 3 çocuktan sonra üniversite okumuş biriyim. Lise eğitimimi İmam Hatip Lisesi’nde tamamladım. 28 Şubat dönemi başladığında tam liseyi bitirdiğim dönemdi. Bir karar vermem gerekiyordu. O koşullarda üniversite okumak, başörtümü çıkarmak istemedim. Evlendim ve 3 çocuk yaptım. Bu süreçte de tek kopamadığım şey kitaplardı, okumaktı. Çayımı yudumlarken kitaplar bana eşlik etti. Bir daha üniversite okuyacağımı hiç düşünmüyordum, çocuklar tüm enerjimi alıyordu. 2013 yılında üniversitelerde başörtüsü serbest olunca tekrar üniversiteye girmeye karar verdim. Eşim ve kayınpederim okumamı çok destekledi. İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü’ne girdim. O isteğimle, enerjimle çok iyi bir üniversite dönemi geçirdim. Yüksek bir ortalamayla okulu bitirdim. Bir de formasyon aldım.
OSMANLI TÜRKÇESİ ÖĞRENDİ
Osmanlı Türkçesi diye bir ders vardı. İmam hatip mezunu olduğum için Arap harflerine aşinalığım vardır. Ama Osmanlı Türkçesi benim için yeni bir pencere oldu. Arapça harfle Türkçe okumak bana çok ilginç geldi. Daha sonra kurslara giderek ilerletmek istedim. Devlet arşivleri, yazılı metinler benim Osmanlı merakımı daha da pekiştirdi. Üniversite okurken 3 yıl içerisinde Osmanlıcamı iyi bir seviyeye getirdim.”
DÖNÜM NOKTASI AYASOFYA
“Peki yüksek lisans fikri nasıl ortaya çıktı?” diye soruyorum. Ulaş yanıtlıyor: “Okulla birlikte Ayasofya gezisi yaparken Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde görevli hocamız Prof. Dr. Hasan Fırat Diker ile tanıştım. Kendisi bana yüksek lisans yapmamı önerdi. Lisansımı tamamladıktan sonra mimarlık ana bilim dalına bağlı olan Kültürel Mirasın Korunması ve Yönetimi Bölümü’nde yüksek lisans derslerine girmeye başladım. Bölüm dışından öğrenciler de alıyorlardı. Yarım dönem özel öğrenci olarak derslere girdikten sonra sınavlara girdim ve yüksek lisansa girdim.”
İSTANBUL Şişli’de yürürken karşısında Kadınlar Matinesi isminde bir dükkân görenler başta buranın kadınlara yönelik bir gazino olduğunu düşünebilir. Ancak burası Nesteren Şencan’ın buram buram kadın dayanışmasıyla kurduğu bir ikinci el mezat dükkânı. Peki diğerlerinden farkı ne? Bu dükkân 2016 yılından bu yana yüzlerce kadının ikinci el ürün alıp satabilmesini sağlayan, onlarca mezatçı yetiştiren bir mekân. Bu dükkânda sadece kadınlar satış yapabiliyor. Şencan’ın ifadeleriyle, “Erkeklere satış yapılabiliyor ama erkeklerle satış yapılmıyor.” Nesteren Şencan kadın istihdamına yönelik yarattığı paylaşım odaklı iş modeli sayesinde bu yıl Sabancı Vakfı Fark Yaratanlar Programı’nın 14. Sezonu’nda “Fark Yaratan” seçildi.
25 YILDIR YENİ ELBİSE ALMADI
Ödülünü Güler Sabancı’nın elinden alan Şencan ile bir araya geliyoruz ve dünyada az örneği olan bu çalışmasının nasıl başladığını soruyoruz: “İnsanları robot haline getiren alışveriş kültürüne hep karşı oldum. Zaten 25 yıldır ben de eşim de ikinci el dışında hiçbir kıyafet giymedik. Topkapı’da her şeyin yerlerde olduğu bit pazarından alışverişimizi yapardık. 90’lardan sonra yeni üretim ürünler birkaç sene içerisinde yıpranırken eski ürünler ise çok daha kaliteli ve uzun yıllar kullanılabilir. Ben de bu bilinçle hep ikinci el ürün tercih etmek istedim. Yeni ürün satın alarak o tüketim çılgınlığının parçası asla olmak istemedim. Bana göre ben çok şık giyiniyorum. Kimsenin üzerinde göremeyeceğiniz parçaları benim üzerimde görebilirsiniz. Bu bir paylaşım ekonomisi ve ben bu şekilde evrene olan borcumu ödediğimi düşünüyorum.”
FERİKÖY PAZARI’NDA TEZGÂH AÇTI
Şencan’a “Bir danışmanlık şirketiniz varken ikinci el işine girmek nasıl aklınıza geldi?” diye soruyoru. “Aslında her şey Feriköy ikinci el pazarında başladı” diyor ve devam ediyor: “Feriköy Pazarı’nı görünce çok mutlu oldum ve buradan bir tezgâh sahibi olup elimdeki kullanmadığım ürünleri satayım dedim. Zaman içerisinde müşteride de esnafta da kadın satıcılara yönelik ötekileştirici, cinsiyetçi tavırların olduğunu fark etmeye başladım. Mezatlarda kadınlar yoktu. Erkekler kadınların mezatlarda bir şeyler satmalarına bir şekilde izin vermiyordu. Dört sene boyunca bu pazarda tezgâh açtım ve gözlem yaptım.”
İKİNCİ ELLE BAŞ KALDIRDI
“Bu oyunu kadınlar lehine tersine döndürmeye karar verdim. Kadınlara yönelik bir eskici platformu kurdum. İsmini Kadınlar Matinesi koyduk. İlk önce mezat yapmaya karar verdik. Ardından sadece antika ürünler değil kıyafetten ev eşyasına her türlü eski ürünün alınıp satılacağı bir platform olsun dedik. Komşu Kapısı Derneği’ni kiraladık ve burada her salı hem mezat hem de ikinci el pazarı kurduk.”
Kadınlarla yüzyüze iletişimin kendileri için çok önemli olduğunu belirten Şencan, “Biz kadınlarla sarılmalıyız, dertleşmeliyiz, birlikte çalışmalıyız, bu yüzden bu online yapılabilecek bir iş değildi” diyor.
Onun içindeki futbol sevgisi henüz Türkiye’de kadınların futbol oynayabileceği hiçbir imkan yokken başlamış. Bursa’da yaşayan ailesinin yanından gizlice Bursaspor’un ilk kez yaptığı kadın futbolcu seçmelerine katılan Çelik henüz 13 yaşında futbol hayatına başlamış. Bol transferli, inişli çıkışlı hayatında tam 3 kez kanseri atlatan Çelik “En kötü anımda bile maçları düşünerek, kulübümü düşünerek bu sıkıntıları atlattım” diyor. Hayatını Çelik’in ağzından dinleyelim:
FUTBOLLA TANIŞMAM
“Futbolla Bursa’da tanıştım. 1993 yılında daha Türkiye’de kadın futbolu denilen bir şey yoktu. İlgimin sebebi hem babamın koyu bir Galatasaraylı oluşu hem de çocuk aklımla platonik olarak bir Roman Kosecki’ye aşık oluşum oldu. O dönemde Bursaspor’un kız çocuklarına yönelik futbolcu seçmesi açtığını duydum. Ailemden gizli gizli o seçmelere katıldım. Eve geç geliyordum, daha sonra aileme yakalandım sanki suç işlermişim gibi Bursaspor’da oynadığımı söyledim. Babam bu işe çok sıcak yaklaştı ama üvey annem, ‘çeyizini dik, kız kısmı futbol mu oynar?’ diyerek sitem etti. Ancak ikisi de şu anda yaşasa ve durumumu görse çok gurur duyarlardı diye düşünüyorum.”
BAŞKA İŞLERDE ÇALIŞIYORDUK
İstanbul-Adana arasındaki hayatını tamamen dünyaya en az zarar verme mantığıyla geçiren Canan Günaştı, tam 3 senedir yalınayak yaşıyor. 10 senedir tekstil alışverişi yapmayan, marketlerin atık sebzelerini toplayarak ekolojik döngüyü savunan Günaştı, ayağına bir şey batmasını engellemek için dünyada trend olan yalınayak sandaleti giyiyor. Türkiye’de üretilmeye başlanan bu sandaletlerin yüzü haline gelen Günaştı’nın hayatını dinledik.
“1990 doğumluyum. Adana’da büyüdüm. Galatasaray Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler okudum. Lisede tiyatro yapıyordum, üniversitede de tiyatroya devam ettim. Bir süre sonra profesyonel tiyatroya geçtim. Sarı Sandalye diye bir ekibimiz var, tiyatro yapıyoruz. Bu yaz depremden etkilenen insanlarla birlikte Adana’da bir tiyatro projesi yapıyoruz. Afişimizi depremzede çocuklar hazırladı. İlk gösterimi Adana’da yapacağız daha sonra eğer imkân bulabilirsek depremden etkilenen bölgeleri gezmek istiyoruz.”
ALMANYA’DA KARDA BAŞLADI
Peki nereden çıktı bu yalınayak yaşama meselesi? “Ben bir anda vegan olmadığım gibi bir anda yalınayakla gezmeye başlamadım. Farkındalığım yavaş yavaş gelişti. İlk defa lisedeyken gittiğim Almanya’da kar yağdığında yalınayakla gezme geleneği olduğunu öğrendim. Yalınayakla dışarıda gezilebileceğini ilk düşünmem böyle oldu. Ama her zaman yerel ürün tüketmeye önem veren biriydim. Gündelik hayatta çevreye ne kadar zarar verdiğimizi fark ettim. 18 yaşından beri hayvanlar üzerinde test yapmayan kozmetik ve temizlik ürünlerini kullanıyorum. Yiyecek içecek meselesinde de her zaman bana konum olarak en yakın yerel üreticiden ürün satın almayı önemsedim. En az atığı nasıl üretebilirim? Aslında kafamdaki soru buydu.
6 Şubat depreminde büyük yıkım yaşayan Hatay’da, kalıcı barınma çözümleri üretmek için pek çok gönüllü grup büyük emeklerle çalışmaya devam ediyor. Onlardan biri de Hatay’ın doğa dostu ve sürdürülebilir bir şehir olarak ayağa kalkmasını amaçlayan Yuva Projesi. Proje depremin ardından gelen gönüllülerin çabalarıyla başlamış, Hataylı mimar Gizem Cabaroğulları’nın projeye katılmasıyla da başka bir boyuta ulaşmış. Cabaroğulları anlatıyor:
GÜÇLERİNİ BİRLEŞTİRDİLER
“Hatay Samandağlıyım. Depremde 6 yakınımı kaybettim. Mart ayında bir barınma projesi üzerine çalışmaya başladım. Bir yan-dan da başka bir gönüllü grup Yuva projesini hayata geçirmek için çalışıyordu. Güçlerimizi birleştirerek Yuva projesini yaygınlaştırmaya karar verdik. Zaman aleyhimize işliyordu. İhtiyaç büyüktü. Ben ve arkadaşlarım tüm yerel bağlantılarımızı bu proje için seferber ettik. Eski bir mobilya atölyesini bulduk burada çalışmaya başladık.”
Eski bir mobilya atölyesinde inşa edilen ‘Yuva’ların yapımında 16’sı kadın 33 kişi çalışıyor.
16 KADIN ÇALIŞIYOR
Cabaroğulları ahşap ev yapmanın ağır bir iş olduğunu düşünerek başta kadınları çalıştırmayı düşünmemiş ancak onun fikrini değiştiren bir olay yaşamış: “18 yaşında bir genç kız bizimle çalışmak istedi. Çok ağır bir iş diye şüpheyle yaklaştım ama canla başla çalıştı. Onun öncülüğünde kadın çalışan sayısını artırdık. Şu anda 33 kişilik ekibin 16’sı kadın. Ekibimizdeki kadınlar gerçekten pratik çözümleriyle ve titizlikleriyle Yuva’yı yuva haline getiriyor. Yuva, yapı işini bilmeyen depremzede gençlerimize aynı zamanda iş öğretme yeri haline de geldi.”
22 TANE TESLİM EDİLDİ
DİLEK Dündar’dan Datça’nın ve Muğla’nın tüm Türkiye’ye örnek olacak dönüşümünü dinledik.
Dündar, 40 yaşına kadar hiç ilgisi olmadığı halde engelli haklarıyla ilgili çalışmaya nasıl başladığını şöyle anlatıyor:
“Doğma büyüme İstanbulluyum. Kendi şirketimde o kadar yoğun çalışıyordum ki hep emeklilikte sahil kasabasında yaşamayı ve bir yandan da kimsesiz çocuklarla ilgilenmeyi hayal etmiştim. Günde 15 saat çalışıyordum. Emekli olduktan sonra ise bende bir arayış başladı. Toplumsal bir şeylerle ilgili çalışmak istiyordum. Bir gün gazetede tekerlekli sandalyeli bir kadının röportajını okudum ve aklıma yıllardır görmediğim engelli kuzenim Ömer geldi. Ömer ile Facebook üzerinden sohbet etmeye başladık.
SAHİL KASABASI ARIYORDUM
Onunla birlikte İstanbul’da vakit geçirirken tekerlekli sandalyeyle İstanbul’da yaşamanın ne kadar zor olduğunu fark ettim. Otobüse binmek problem, kaldırımlar problem... Aslında Ömer kendisini idare edebilen birisi ama aslında biz ona engel oluyoruz. Bunu fark ettiğimde engellilerle ilgili bir şeyler yapmaya karar verdim. İstanbul’da belediyeye, İETT’ye ve onlarca kuruma bu konuyla ilgili dilekçeler yazdım. Ama tek tek şikâyet ederek çözülecek bir sorun değildi. O sırada taşınmak, emeklilik hayalimi gerçekleştirmek için bir sahil kasabası arıyordum.
Dilek Dündar, kuzeni Ömer Hakan Babacan ile.
İLÇENİZ ENGELLİ İÇİN UYGUN MU
İnternette Datça’yı gördüm. Ömer ile birlikte tatile gelmek istedik. Ancak öncesinde belediyenin mail adresine bir mail attım ve ‘İlçeniz engellilere uygun mu?’ diye sordum. Birkaç saat sonra telefonum çaldı. Datça’nın o dönemki Belediye Başkanı Şener Topcan beni arıyordu. Ben inanamadım. Topcan, “Mail’inizi yeni gördüm. İlçemiz maalesef engellilere hiç uygun değil. Ben de yeni seçildim, bu konuyla ilgili bir şeyler yapmak istiyoruz. Ama ne yapabileceğimizi bilemiyoruz. Gelin, bizim misafirimiz olun ve Datça’da ne değiştirebileceğimize birlikte bakalım’ dedi.
Doğma büyüme Hataylı olan Çiğdem Kıral, Ankara Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni yarıda bırakmasına rağmen hayat onu yeniden işletmecilikle buluşturmuş. Eşiyle birlikte açtığı ‘Kebo’ isimli restoran zincirini 27 yıldır büyütüp, geliştirmek için uğraşan Kıral, bir yandan da yarım bıraktığı üniversite eğitimini bitirmeye çalışıyor. 2017 yılında işkadını arkadaşlarının çağrısıyla KAGİD’e üye olan Kıral, 6 senedir bölgede kadın girişimci sayısını artırma peşinde. Depremden sonra büyük zarar gören Hatay’ı bir an önce eski günlerine döndürmek için projeler geliştiren Kıral, “Tüm arkadaşlarıma bunu söylüyorum; bizler Antakya’ya geri dönmek zorundayız. Eğer dönmezsek o çok sevdiğimiz Antakya başka bir yere dönüşecek” diyor. Kıral, hayat hikâyesini anlatmaya başlıyor:
BENİM İÇİN DEĞERLİSİN...
“90’larda tavuk döner çok seviliyordu. Ustalarla anlaştık, 5 metrekarelik bir dükkânda tavuk döner satmaya başladık. Ancak iki ayın sonunda dibe vurduk. Ustaları işten çıkararak 2.5 sene boyunca kendimiz eti nasıl en güzel hale getirebiliriz diye uğraştık. Çok az para kazanıyorduk ama bu bizim için önemli bir ARGE çalışması oldu. Bu süreçten sonra kendimize özel bir tat yakaladık. Sosumuzu, mayonezimizi kendimiz yaptık. Dışarıdan aldığımız malzemelerde hep kimyasal vardı. Biz sattığımız ürünün katkısız olmasına özen gösterdik. 2000’lerin başında gıdalarda kâğıt kullanan yoktu, herkes en ucuz ürünü kullanırdı. Biz Antakya gibi küçük bir şehirde, ambalajlarımızı kâğıttan yapmaya başladık, sürdürülebilirliği önemsedik. 2008 yılında ıslak havlu vermeye başladık. Biz hizmette, ‘Sen benim için değerlisin’ mesajını vermeye çalıştık. Uluslararası bir danışmanlık şirketiyle çalıştık. 2012’de üretim tesisi açtık. Pandemi öncesinde 15 mağazamız vardı. Yarısı bizim yarısı franchise. Pandemi döneminde 2 franchise mağazamızı satın aldık. Pandemiden sonra tekrar gaza bastık.”
2017’DE KAGİD YOLCULUĞU
Kıral, özveriyle çalıştığı restoranda yaşadığı üzücü bir olayla kendisini geriye çekmiş:
“2015 yılında, tüm dükkânlarda otomasyona geçtik. Ama ilk mağazamızda, ben bizzat orayı yönetmeye devam ettim. Hiçbir müşterimin ne yediğini unutmam. Bir daha geldiğinde, ‘Her zamankinden mi yersiniz?’ diye sorarım. Bir gün yine bir müşteri geldi, tanıdığımız biriydi. ‘Çiğdem Allah senin gözünü doyursun’ dedi. ‘Neden?’ dedim. ‘Ankara’da dükkânlar açtınız, franchise verdiniz sen hâlâ burada çalışıyorsun’ dedi. Bu bakış açısı beni çok üzdü. Eşimle birlikte Antakya şubesini de otomasyona geçirmeye ve benim arka plana geçmeme karar verdik. Bu olay bu bakış açısını yıkmak için kadın girişimcileri daha çok desteklememe sebep oldu. 2017 yılında da KAGİD’e katıldım.
Mümkün olduğunca tüm toplantılara katılarak hem kendimi geliştirdim hem de diğer girişimci kadınlara el verdim. Bu dünyaya çok hızlı girdim ve çok keyif alarak çalışıyorum. Sadece kadınlarla ilgili değil aynı zamanda çocuklarla ilgili projeler de yapıyoruz.”
FUNDA Onar profesyonel sporcu olma hayalleriyle başladığı basketbolu önemli bir kol kırığı sebebiyle bırakmış, daha sonra ise hem oyuncu hem antrenör hem de spor yöneticisi olarak sahalardan hiç ayrılmamış bir isim. İstanbul Ünversitesi’nde Histoloji ve Embriyoloji Ana Bilim Dalı’nda araştırmacı olarak görev alan Onar, kız çocuklarını sporla tanıştırabilmek ve ülkeye iyi sporcular katabilmek için yetenekli kız çocuklarını altyapıda yetiştiren ekibin içerisinde yer alıyor.
KOLU KIRILINCA...
Onar, sporcu geçmişini “83 yılında basketbola başladım. Beşiktaş’ta genç takımda oynarken kolum kırıldı ve profesyonel basketbol kariyerim bitti. Ben de üniversite hayatıma konsantre oldum ama spordan hiç kopmadım. 87 yılında İstanbul Üniversitesi’nde biyoloji bölümüne girdim. İstanbul Üniversitesi bir sporcu için çok güzel bir yer. Fakülteler arasında müsabakalara katıldım, aynı zamanda Boğaziçi Spor Kulübü’ndeydim” sözleriyle anlatıyor.
İÜ SPOR FABRİKASI
Onar kulübün tarihçesinden ise şöyle bahsediyor: “1950’li yıllarda hükümet, İTÜ’ye ve İstanbul Üniversitesi’ne ‘Biriniz kadın, biriniz erkek basketbol takımı kurun’ diyor. İstanbul Üniversitesi kadın takımı kurmayı tercih ediyor. Şu an halihazırda kulüp hem kamu kuruluşu olarak üniversiteye bağlı hem de özerk bir yapısı var. İlk zamanlar sporcular İstanbul Üniversitesi’nin öğrencilerinden oluşurken, kulüp özerkleştikten sonra altyapıya önem veriyor. Işıl Alben, Nevriye Yılmaz, Meltem Topaloğlu gibi çok önemli onlarca sporcu yetiştiriyor ve bir sporcu yetiştirme kurumuna dönüşüyor. İstanbul Üniversitesi’nde 2007 ve 2012 yılları arasında tam 41 branş vardı. Yönetim tamamen akademik insanlardan oluşuyor. Bu yüzden belki de daha önüne koyan, sporcu yetiştirmeyi hedefleyen kulüp olduk.”
SPORCU YETİŞTİRMEK TUTKU
Onar’ın kendi hikâyesi ise oyunculuktan antrenörlüğe oradan da spor yöneticiliğine evrilmiş: “Aslında basket oynarken yönetici olacağımı hiç düşünmezdim. 1996 yılından bu yana İstanbul Üniversitesi’nde araştırmacı biyolog olarak görev alıyorum. Bir yandan da basket oynuyordum. Bir süre sonra antrenörlük unvanı aldım. Erkek takımlarında yardımcı antrenör ve sonra antrenör olarak çalıştım. Daha sonra Spor Birliği’nde müdür yardımcılığı teklif edildi ve zevkle kabul ettim. Spor ve sporcu yetiştirmek çok büyük bir tutku.
TUĞLA KOYMAK GİBİ...
17 yaşında evlenen 3 çocuk annesi Yeter Kuş, gençliğinden beri profesyonel aşçılık yapmak istiyordu. Ancak hem aile yaşamı hem çocuk büyütme telaşı bu hayale engel oldu. O da sürekli yeni yemekler deneyip akrabalarına, arkadaşlarına ikram etti. Kendisi gibi güzel yemek yapan ve kendi parasını kendisi kazanmak isteyen pek çok ev kadını olduğunu fark eden Yeter Kuş, “İyi yemek yapan kadınlar olarak keşke bir arada olsak, bir oluşum kursak” fikrini gelini Zeynep Kuş’la paylaştı. Bir şirkette çalışan Zeynep Kuş da kayınvalidesinin hayalini gerçekleştirmek için kolları sıvadı ve ‘YaptırYe’ platformunu hayata geçirdi. Yemek yapmak isteyen kadınlar internet sitesinden bir form dolduruyor. Ardından da platform üzerinden kendi mutfaklarında yaptıkları yemekleri satıyor.
PASTACILIKLA BAŞLADI
Yeter Kuş hikâyesini şöyle anlatıyor: “Kahramanmaraşlıyım, ilkokuldan sonra okulu bıraktım, 17 yaşında evlendim. Eşimin işinden dolayı 1999 yılında İstanbul’a geldik. Beni anneannem büyüttüğü için el lezzetimi ondan aldığımı düşünüyorum. Yaptığım yeni tarifleri sürekli ev halkına yediren, yeni yemekler deneyen biriyim. Hayatım boyunca aşçı olarak çalışmak istedim. Ama malum aile yapısı buna fırsat vermiyor. 3 çocuk doğurdum. Bir keresinde 6 ay kadar bir kafede işe girdim, yemek yaptım ama ev kadını olunca dışarıda çalışmanın pek çok zorluğu oluyor. Ben de pastacılık kursuna gittim, yemek konusunda kendimi geliştirdim. Bu işten kendi paramı kazanmak en büyük arzumdu.”
ELİ LEZZETLİ KADINLAR
‘YaptırYe’ platformunu kurduktan sonra ev kadınlarından büyük ilgi gördüklerini belirten gelin Zeynep Kuş ise, “İş hayatına dahil olma fırsatı olmayan eli lezzetli çok sayıda kadın var. Para kazanarak kendi ayakları üzerinde durmak istiyorlar. Biz aslında bu fırsatı yaratmak istedik” diyor. Zeynep Kuş, şöyle devam ediyor:
SAĞLIKLI ANNE YEMEĞİ
“Eşimle ilk tanıştığımda Yeter annem ilkokul mezunuydu. Ancak yıllar içerisinde açıktan lise mezuniyetine kadar ulaştı. Onun bu azmi beni çok etkiledi. Ben Bilgi Üniversitesi Sivil Havacılık Kabin Hizmetleri Bölümü’nü bitirdim. Şu anda bir şirkette müşteri ilişkileri bölümünde çalışıyorum. Ama Yeter annemin bu hayalini gerçekleştirmesi için ona yardımcı olmak istedim. Aslında sadece Yeter anne değil onun gibi binlerce kadın olduğunu biliyorum. Bu insanlar temiz yemek yapıyor, çok lezzetli yemek yapıyor, sık sık fast food yemek zorunda kalan, sağlıklı anne yemeği yemek isteyen çok fazla insan var. Bu iki grubu birleştirecek bir proje ürettik ismini de YaptırYe koyduk.”
Türkiye’nin ilk, dünyanın ikinci engelli kadın ralli pilotu Kübra Denizci’yi hem belediyedeki işi hem yaptığı klinik psikoloji yüksek lisansı hem evlilik hazırlıkları hem de yarış antrenmanları arasında yakalıyoruz. 35 yaşındaki Denizci, tüm bunları aynı anda yapıyor. 16 yaşında yüksekten düşme sonucunda boynunda kırık oluşan ve hayatı tamamen değişen Denizci, koyduğu hedefleri hayata geçirmekten geri durmayan bir isim. Önce uluslararası ilişkiler bölümünden mezun olup, sonra yeniden sınava girip psikoloji bölümünü kazanan ve bunu da tamamlayan Denizci, bir yandan yüksek lisans yaparken bir yandan da pistlerde rüzgâra kafa tutuyor...
16 YAŞINDA YÜKSEKTEN DÜŞTÜ
Sınır tanımama hikâyesini merak ediyorum ve Denizci ile sohbete başlıyorum: “Bursa’da doğup büyüdüm. Lise birinci sınıfta yüksekten düşme sonucunda boyun kırığı yaşadım ve bu sebeple liseyi açıktan bitirmek zorunda kaldım. Aslında o dönemlerde de psikoloji okumak istiyordum ancak Bursa’dan ailemden uzaklaşamazdım, bu yüzden Uludağ Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler okudum. Bilgi Üniversitesi’nde MBA yaptım. Henüz üniversitedeyken Bursa’da belediyede memur olarak işe başladım. Aslında psikolojiye olan ilgim hiç bitmedi, 10 sene sonra yeniden sınava girerek bu kez Üsküdar Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü kazandım. Geçen yıl bölümü bitirdim, bu sene de yine aynı üniversitede klinik psikoloji alanında yüksek lisans yapıyorum.”
TEKERLEKLİ SANDALYEYE BAĞLANMAK...
Olayın gerçekleşmesinden sonra tekrar hayata karışma sürecinin nasıl olduğunu soruyorum. Denizci yanıtlıyor: “Olay ilk gerçekleştiğinde uzun süre Ankara’da fizik tedavi hastanesinde kaldım. Tekerlekli sandalyeyi kabullenmek çok uzun sürdü. Olayın ardından tekrar hayata karışmam 3 yılımı aldı. Aslında üniversite sınavı bana bir motivasyon oldu. Çünkü üniversite sınavını kazanırsam hayatımda bazı şeyleri değiştirebileceğimi düşünüyordum. Aynı yıl belediyede işe girmem sosyal hayata katılmamı ve özgüvenimi de yeniden kazanmamı sağladı. Sonra üniversiteye başlamak ve iş hayatı beni eski hayatıma döndürdü. Hayatın durmadığını, devam ettiğini bana göstermiş oldu.”
OTOMOBİLLE ÖZGÜRLEŞTİM
SON yıllarda sosyal medyada “İstanbul Maratonu’nda bağış toplamak için koşuyorum” tarzında paylaşımları görmeyen yoktur. ABD’de başlayan “hayır koşusu” kavramını Türkiye’ye getiren ve bu sayede onlarca derneğin binlerce TL bağış toplamasına vesile olan isim Prof. Dr. Itır Erhart... 15 senedir akademisyenliğinin yanı sıra hayatının önemli bir bölümünü sivil toplum alanındaki çalışmalara adayan Erhart’ın Adım Adım Derneği ile şimdiye kadar 130 bin koşucu, farklı sivil toplum kuruluşları için 1 milyon bağışçıdan 153 milyon TL’den fazla bağış topladı. Erhart, Adım Adım Derneği’nin yanı sıra Türkiye’de şeffaflık ve hesap verebilirliğin artmasını hedefleyen Açık Açık Derneği’nin de kurucusu.
ABD’DE MERDİVEN ÇIKTI
Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri Edebiyatı ve Felsefe bölümlerinden mezun olan Erhart, Cambridge Üniversitesi’nde master ve Boğaziçi Üniversitesi’nde doktora yapmış. Doktora çalışması sırasında Amerikalı eski eşinin peşinden ABD’ye taşınan Erhart, üniversite dönemi boyunca yaptığı gönüllülük faaliyetlerini ABD’de de sürdürmüş: “Doktora döneminde bir çocuk hastanesinde çalışma yürütürken, hastanede çalışan bir grubun hasta çocuklar için bağış toplamak amaçlı 100 küsur katlı bir binada merdiven çıkacaklarına ilişkin duyurularını gördüm. Çok ilgimi çekti, antrenmanlara katıldım ve ben de merdiven çıkarak çevremden o hastanedeki hasta çocuklar için 1300 dolar bağış topladım. Daha sonra ABD’de derneklerin koşu takımları olduğunu ve bireylerin bu dernekler için bağış topladığını fark ettim.
ŞİKAGO MARATONUNDA KOŞTU
Örneğin ‘Maraton koşmayı zor mu sanıyorsun? Bir de kemoterapiyi dene’ diye bir afiş gördüm. Maratonda koşarak kanser hastaları için bağış topluyorlardı. O gruba da katıldım ve doktora dönemimi bu şekilde antrenmanlar, hayır koşuları ve ders çalışma arasında geçirdim. 2004 yılında Şikago maratonunda koştum, aktif bağış toplamanın nasıl olduğunu öğrendim. Bu sistemin Türkiye’de mutlaka olması gerektiğine ikna olmuştum. Ancak o dönemlerde Türkiye’de hayırseverlik kavramı çok varlıklı insanların gelirlerinin bir bölümüyle okul, yurt gibi şeyler yaptırması gibi algılanıyordu. Bizim gibi orta gelir grubuna ait insanların gönüllülük yapması yaygın değildi. 2005 yılında o dönemki eşimle birlikte Türkiye’ye taşındık. Kafamdaki en büyük hedeflerden biri bu koşu meselesini Türkiye’ye getirmekti.”
6 KİŞİDEN 130 BİN KİŞİYE
- BİR yandan akademik kariyeri devam eden Erhart bir yandan da farklı farklı sivil toplum kuruluşlarında çalışıyor: “Ben bu işlerin bu kadar büyüyeceğini tahmin etmiyordum. Ancak o kadar heyecan verici bir şey ki... 6 kişi başladığımız koşma yolculuğu şu anda 130 bin kişinin koştuğu bir organizasyona dönüştü. Bu ekosistem beni daha sonra ihtiyaç haritası ve pek çok farklı oluşumla tanıştırdı. İnsan kendisinden daha büyük bir amaç uğruna çalıştığında yaşamını daha anlamlı hissediyor. Topluluk oluşturmayla ilgili önemli bir bilgi birikimim var. Bana nerede ihtiyaç varsa oradayım.”
Doçent Dr. Burcu Soysev hem opera sanatçısı hem de eğitmen olarak kariyerine devam ederken 2019 yılında sosyal medyada Neşet Ertaş’ın “Yazımı Kışa Çevirdin” eserini yorumlamasıyla büyük yankı uyandırdı. Opera tekniğiyle söylediği türkülere devam eden Soysev, mayıs ayında Âşık Veysel’in “Uzun İnce Bir Yoldayım” eserini single olarak yayınladı. Türküleri evrensel müzik teknikleriyle birleştirerek daha da ölümsüz kıldığını ifade eden Soysev, “Çok kıymetli türkülerimiz var bunları opera tekniklerine uydurarak aslında biraz da içimden geldiğim gibi yaptığım uyarlamalarla insanlara operayı sevdirdiğimi düşünüyorum” diyor.
HEM AVUKAT HEM SANATÇI
Ankara’da doğup büyüyen Soysev aynı zamanda Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu bir avukat. Soysev anlatıyor: “Ankara’da doğup büyüdüm, ailem müzisyen. Babaannem TRT radyosunda keman sanatçısıydı. 5-6 yaşındayken keman dersleri vermeye başlamıştı. Normal okuluma devam ederken yarı zamanlı olarak konservatuvarda koro bölümünde okumaya başladım. Ortaokul ve lisede Ankara çoksesli korosu olarak pek çok uluslararası festival gezdik, ödül kazandık. Ama bir yandan da derslerim çok iyi gidiyordu. Üniversite zamanında hem hukuk bölümünü hem de yetenek sınavıyla konservatuvarı kazandım. Ancak kolumda altın bilezik olsun diyerek hukuk fakültesini tercih ettim.
AKLIM HEP MÜZİKTEYDİ
Hukuk fakültesi son derece zordu, kıymetli bir okuldu ama benim kafam hep müzikteydi. Okulu bitirdim stajımı da tamamladım ama müzikten hiç kopmamıştım. Stajımı bitirdikten sonra sözleşmeli olarak Devlet Opera ve Balesi’ne girdim. Ardından TRT Haber dairesinde 5 sene boyunca seslendirmede ve sabah haberleri kısmında çalıştım. Müzik eğitimini tam anlamıyla almamış olmak beni üzüyordu. TRT’de çalışırken 28 yaşında bu kez Bilkent Üniversitesi’nde konservatuvara girdim. 3 senede konservatuvarı bitirdim ardından aynı üniversitede yüksek lisans ve doktoramı tamamladım. Aslında benim için önemli olan sahneye çıkmaktı ama yapabiliyorken ve olanağım varken okul kısmını tamamlamış olmak, eğitmen kimliği kazanmak istedim.”
Daha sonra Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlayan Soysev 2013 yılında Devlet Opera ve Balesi’ne kadrolu olarak kabul edilmiş. Hacettepe’deki görevinden istifa ederek İstanbul’a taşınan Soysev aynı zamanda Haliç ve Bahçeşehir Üniversitesi konservatuvar bölümlerinde hocalık yapmaya devam ediyor.
DÜNYADA 250 milyon görme engelli yaşıyor. Teknoloji herkesin olduğu gibi onların hayatına da önemli dokunuşlar yapıyor. ODTÜ Kimya Mühendisliği Bölümü’nde okuduğu süre boyunca görme engellilerin hayata eşit katılımıyla ilgili sivil toplum faaliyetleri yürüten kimya mühendisi Ersin Güray, bir süre özel sektörde çalıştı. Daha sonra ise görme engellilerin hayatını kolaylaştırmayı hayal ederek PoiLabs projesini hayata geçirdi.
İÇ MEKÂN NAVİGASYONU
Sivil toplum kuruluşu YGA’nın desteğiyle 2015 yılında kurulan PoiLabs, görme engelliler için bir iç mekân navigasyon sistemi. Bu uygulamayla kullanıcı alışveriş merkezlerinde önünden geçtiği dükkânın adını sesli olarak duyabiliyor.
Proje alışveriş merkezleriyle de sınırlı değil. Pek çok mekânda görme engelliler PoiLabs sayesinde yolunu daha rahat buluyor. Güray, “Görme engelliler günlük hayatlarında bir çok erişilebilirlik sorunu yaşıyorlar.Bu sorunların en önemlilerinden biri de yön bulma. Bu onların günlük hayatlarında sürekli olarak başkalarına bağımlı olmalarına sebep oluyor. Bu nedenle çoğu izole bir şekilde yaşıyor. Biz de görme engelliler ile birlikte çalışarak iç mekân navigasyon teknolojisi geliştirdik. Bu sayede görme engelliler gittikleri mekânlarda özgürce ve kimseye ihtiyaç duymadan hayata katılabilmeye başladılar” diyor.
81 İLDE 150’DEN FAZLA YERDE
Proje ilk olarak 2015 yılında İstinye Park AVM’de hayata geçmiş. Uygulama kullanıcının konumunu tespit ederek etrafındaki mekân bilgisini bildiriyor. Güray’a soruyoruz,“Bu teknoloji 8 yılda nasıl bir yol aldı?”
“Daha fazla görme engelliye ulaşabilmek için Turkcell ile işbirliğine gittik. Turkcell’in görme engelliler için geliştirdiği ‘Hayal Ortağım’ mobil uygulaması vardı. Bu uygulama sesli kitaplar, eğitim, köşe yazıları gibi görme engellilerin gündelik yaşantılarındaki ihtiyaçlarını karşılıyordu. Biz de bu mobil uygulamaya entegre olarak navigasyon çözümümüzü sunmaya başladık.
Parlak bir öğrenci olarak önce bornova anadolu lisesi’ni sonra boğaziçi üniversitesi’ni bitiren sezen sungur saral’dan (40) önemli şirketlerde işe girmesi bekleniyordu. kendisinden bekleneni yaptı ama 8 yıllık kurumsal iş deneyiminin ardından e-kitap okuyucuyla tanışması, kariyer yolculuğunu farklı bir noktaya taşıdı. “Bu alet Anadolu’daki eğitim konusunda çığır açabilir” duygusuyla kendi şirketini kurmaya karar veren Saral ile bugün 500’e yakın çalışanı bulunan bir teknoloji fabrikası sahibi olmasını sağlayan girişimini konuştuk:
E-KİTAP’LA KARİYER DEĞİŞİMİ
“2005’te Boğaziçi’nden mezun oldum. Biz mezun olduğumuzda girişimcilik kavramı bu kadar yaygın değildi. Okuldan mezun olan herkes büyük şirketlere giriyordu. Benim derslerim iyiydi, kayak sporcusuydum. Uluslararası fuarlar yapan CNR Holding’e girdim. Bir kadın girişimcinin şirketiydi ve çalışanların yüzde 80’i kadındı. Bu iş sayesinde dünyada pek çok fuar gezdim ve orada tüm sektörlerden KOBİ’lerle tanıştım. 8 sene orada çalıştım, genel müdür yardımcılığına yükseldim. O sırada dünyada e-kitap okuyucu furyası başladı. Eşim Boğaziçi’nden mezun bir mühendis. Ben de büyük bir edebiyat tutkunuyum. Hemen kendimize e-kitap okuyucu aldık. Alet bozuldu ve yenisini sipariş ettik. Daha sonra eskisini tamir edip onu internetten sattık. İnanılmaz bir ilgi olduğunu fark ettik.
İLK ADIM ÇİN’DEN ATILDI
O noktada ben bunun gelecekte tüm Türkiye’ye yayılacağını Anadolu’daki çocukların kitaba erişim sorununun bu sayede çözüleceğine inandım. Tam da ‘Beyaz Zambaklar Ülkesinde’yi okuyorum... Bir hayal kurdum. Ama bir yandan eşim de ben de şirketlerimizde genel müdür yardımcısıyız. Ardından Çin’den e-kitap okuyucu alıp Türkiye’de satmaya başladık. Daha sonra Boğaziçi’nden arkadaşlarımızın firmalarıyla görüşmeye başladık. Bu aleti yaygınlaştırmak istiyorduk. Büyük bir şirket bize sipariş verdi. O siparişin ardından şirket kurduk. Biz e-kitap okuyucu işini oturttuktan sonra tabletler yaygınlaşmaya başladı. Tablet getirtip satmaya başladık. Distribütörlük almak istedik ancak kimse bize vermedi. Tayvan’da bir markadan distribütörlük istediğimizde bize ‘Biz Türkiye pazarına girmeyelim ama sizin kendi markanızı oluşturmak için üreticiyle tanıştıralım’ dediler.
Sezen Sungur Saral
MARKA İÇİN ARABASINI SATTI
"ÇOK zayıf bir çocuktum ergenlikten bir iki yıl sonra beni mutsuz edecek kadar çok kilo aldım. Kilosu yüzünden aldığı kıyafetleri kendine yakıştırmayan, bundan dolayı gerçekten mutsuz olan bir çocuk haline geldim. Sürekli diyetler ve nefret ederek yapılan sporlar... Daha sonra kendimi dışarıdan dayatılan kalıplar yüzünden ne kadar yıprattığımı ve baskıladığımı gördüm.” Bu cümle standart güzellik kalıplarının mutsuzlaştırdığı çocuklara yönelik “İşte Bu Benim Bedenim” kitabını kaleme alan yazar Seda Yılmaz’a ait.
KALIBA SOKMAYA ÇALIŞIYORLAR
Yılmaz tarihten bu yana süregelen ancak son yıllarda zirveye ulaşan güzellik ve kusursuzluk dayatmalarına karşı çıkıyor. Yılmaz, kitabını kaleme aldığı süreci şöyle anlatıyor: “Koç Üniversitesi sosyoloji mezunuyum. Uzun yıllar moda alanında yazarlık ve editörlük yaptım. Moda dünyasındaki tüm o şaşaalı dünya bana çok güzel gelse de uzun yıllar boyunca kadın yazarların kitaplarıyla ‘kadın olmak, bedenimizdeki değişimler’ ve daha pek çok konuyu sorguladım. Ben moda dergilerinde çalıştığım süre boyunca beden olumlama hareketi başladı. Bu sebeple dergide artık daha çok balık etli ya da farklı vücut formundaki kadınları görmeye başladık. Ancak bunun iki taraflı bir baskı oluşturduğunu görmeye başladım. Çünkü bir taraftan dış dünya sana bir “güzel” tanımlıyor ve bu kalıba girmeni istiyor.
Seda Yılmaz
KUSURSUZ OLMAK MI KUSURLARINI SEVMEK Mİ
Bir yandan da başka bir söylem ‘kendini sev, kendinle barış, bu senin görevin’ baskısını dayatıyor. Özellikle gençlik çağındakiler bu çelişkili mesajlara maruz kalarak zor bir durumun içine sokuluyorlar. Bütün kusurlarımızı örtüp kusursuz olmak mı daha iyi yoksa kusurlarımızı sevmek mi? İşte bu yüzden bu beden konusuyla ilgili meseleyi gençlere yönelik bir kitap olarak tasarladım. Bu çelişkili mesajlardan kurtulmanın kolay olduğunu asla söylemiyorum ama farklı örneklerle ve farklı bakış açılarıyla gençler için bu meseleyi daha kolay hale sokmak için bu kitabı kaleme aldım.”
BEDENİMİZ BİR PROJE DEĞİL
Seda Yılmaz sosyal medya dönemiyle birlikte herkesin kendi vücudunu bir proje gibi ele aldığını söylüyor: “Sanki bedenimiz bir proje ve biz onu hep daha nasıl iyi bir hale getirebiliriz gibi bir telaş tayız. ‘Yaşlanıyor musun? Kırışıklıklarını şu şekilde sakla...’ Neden o bedenin doğal akışına izin vermeyip dışarıdan müdahale ederek sürekli onu belli bir algıya göre ‘daha iyi’ kılmaya çalışıyoruz? Diziler, filmler, reklamlar sürekli kusurlu yerlerimizi kapatarak herkesin kendisini daha iyi sunması gerektiğini söylüyor. Peki kusur nedir? Eksiklik nedir? Tüm bunlara kim karar verdi? Kadınların bedenleri vazo, elma, armut gibi adlandırılıyor. Benim bedenim bir meyve ile özdeşleşemez.”
14 Mayıs seçimlerinde, Giresun’un ilk kadın vekili CHP adayı Elvan Işık Gezmiş, Nevşehir’in ilk kadın vekili MHP adayı Filiz Kılıç olurken, AK Parti adayı Derya Yanık ve CHP adayı Asu Kaya Gedik de Osmaniye’nin ilk kadın vekilleri olmayı başardı.
İLKLERİN REKTÖRÜ
MHP adayı olarak girdiği seçim yarışında Nevşehir’in ilk kadın milletvekili olan Filiz Kılıç, Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Kılıç, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisans ve doktora çalışmalarını tamamladı. 1987 yılında araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladığı Gazi Üniversitesi’nde 2005 yılında profesör unvanını aldı. 2008 yılında Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi kurucu rektörlüğüne atanan Kılıç, bu görevi 2017 yılına kadar sürdürdü. 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde MHP’nin Nevşehir Belediye Başkan adayı olarak Nevşehir tarihinin ilk kadın başkan adayı oldu. Filiz Kılıç, 2023 genel seçimlerinde de TBMM’ye girmeyi başardı.
ECZANEDEN MECLİS’E
GİRESUN Milletvekili Elvan Işık Gezmiş, 25 yıldır eczacı. Kentin yakından tanıdığı Gezmiş’e, kendisini milletvekilliğine götüren süreci soruyorum. Başlıyor anlatmaya: “Ben 25 yıldır eczacılığı severek yapan biriyim, aynı zamanda sosyoloğum. Çok uzun yıllar sivil toplum kuruluşlarında aktif bulundum, yöneticilik yaptım. Atatürkçü Düşünce Derneği’nde ve kendi meslek örgütüm Giresun Eczacılar Odası’nda çalıştım. CHP içerisinde de yıllardır aktif çalışmalar yürütüyorum. Gençlik Kolları’ndan Kadın Kolları’na kadar pek çok alanda bulundum. Giresun 100 yıldır kadın vekil çıkaramamış bir şehirdi, bunun büyük bir eksiklik olduğunu düşünüyordum. Karadeniz kadını çok çalışkandır, güçlüdür. Doğu Karadeniz’den genel olarak çıkan kadın vekil sayısı çok az. Ama bu elbette ki sadece kadınlık erkeklik meselesi değil. Ben yıllardır hem çocuk hem genç hem de kadın hakları konusunda çalışmalar yürütüyorum. Siyaset bilimi ve sosyoloji masterı yapıyorum ve akademide beyin göçü çalışıyorum. Karadeniz’in hem yurtiçi hem yurtdışına göç verme sorunu var. İlimizle ilgili yoğun çalışmalar yaptık, saha çalışmalarında bulunduk. Sahada insanların büyük bir değişim istediğini gördüm. Yeni yüzlere, yeni insanlara ihtiyaç var. Aday olmam Giresun’da büyük bir sevinç yarattı. Gençler artık değişim istiyor.”
İLK İŞİ FINDIĞA EL ATMAK
REKLAMCI ve pazarlama uzmanı Renan Tan Tavukçuoğlu, Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirdikten sonra ABD’de yüksek lisansını tamamladı ve 8 yıl orada yaşadı. Türkiye’ye döndükten sonra pazarlama alanında çalışan Tavukçuoğlu kurumsal şirketlerin ‘hayır işi’ olarak ayırdıkları bütçelerin doğru yerlere ulaşmadığını ve sivil toplumun güçlenmesi gerektiğini düşünerek ‘Puduhepa ve Kız Kardeşleri’ projesini hayata geçirdi. Tavukçuoğlu, 2018’de başlayan projenin hikâyesini şöyle anlatıyor:
“Toplum için fark yaratan bir şeylerin içinde olmak istiyordum. Temel olarak çalışmak istediğim alan aile içi şiddet ve etkilediği çocuklardı. Çocuklar bu şiddet ortamında büyüyor. Ancak yetişkin kadınlar ve erkekleri dönüştürmek çok zor. Bu yüzden çocuklara yatırım yaparak bir toplumsal dönüşüm yaratmayı hedefledim. 6-10 yaş arası çocuklara yönelik müfredatta olmayan yaşam becerilerini desteklemek için bir proje yapmak istedim. Kız çocuklarına sorun çözebilme, özgüvenli olma, düştüğü zaman kalkabilme gibi mesajlar vermeyi arzu ediyordum. Bu mesajları doğru verebilmek için de bez bebeklerin doğru bir aracı olduğunu düşündüm.
HER YIL 155 KIZ ÖĞRENCİYE BURS
HATAY, 6 Şubat gecesi yaşanan depremde en büyük hasarı aldı. Yaraların sarılmaya çalışıldığı kentten yaklaşık 700 bin kişi başka şehirlere göç etti. Ancak tamamı ilk fırsatta kentlerine geri dönmek istiyor. Bir grup Hataylı’nın sosyal medyada açtığı “Buradayız Hatay” hesabı ise derneğe dönüştü. Derneğin kurucularından Derya Gümüş Türkoğlu, deprem anına kadar gündelik sorunları dışında Hatay’da mutlu bir hayat sürdüklerini anlatarak, o gece yaşadıklarını şöyle ifade ediyor:
GÜN HİÇ AYDINLANMADI
“Evliyim, iki çocuğum var. 46 yaşındayım. Oğlum 17, kızım 10 yaşında. Deprem anında eşime kızıma ve oğluma sarıldım. O apartmandan çıkabildiğimize şükrediyoruz. Apartman tanınmaz hale geldi ama görevini yaptı ve yıkılmadı, ağır hasar aldı. Evden kendimizi kurtarıp karşı binanın tek kat haline geldiğini gördüğümde olayın boyutunu anladım. İşyerim yıkıldı. Cehennem gibi bir geceydi. O gece, gün aydınlanacak ve sevdiklerimizi göreceğiz, toparlanacağız diye düşünüyorduk. Ancak o tarihten beri gün bizim için aydınlanmadı. Dostlarımızı, sevdiklerimizi, akrabalarımızı kaybettik. Türkiye’de çok güzel yürekli insanlar var. Onlar bizi hayatta tutmak için büyük bir umuttu ama ne kadar umutlara tutunsak da biz o tarihte kaldık.”
Derya Gümüş Türkoğlu
ÇARESİZLİKTEN GİTTİLER
Türkoğlu, “Hatay’dan herkesin gitmesi bizi çok endişelendiren bir durumdu” diyerek şöyle devam ediyor: “Bizim bir köy evimiz var ve o köy evinin önüne çadır kurduk. İnsanlar evlerinden çıktığında gidecek hiçbir yerleri yoktu. Buradan giden kimse, bu şehri bırakıp gidelim diyerek gitmedi. Çaresizlikten bu şehri terk etti insanlar. Benim dershanemin çalışanlarını düşünün, işini kaybetti, evini kaybetti. Hataylıların hepsinin gönül bağı baki ama tekrar fiziki bağını kurabilmek için işyerlerinin tekrar toparlanması lazım. Biz şunu biliyoruz; Hataylılar ilk fırsatını bulduklarında şehirlerine geri dönecekler ama bizim bunu hızlandırmak için bir şeyler yapmamız lazım.”
SOSYAL MEDYADAN KÖPRÜ
Bu fikirlerle “Buradayız Hatay” isimli oluşumu kurmuşlar:“İlk günlerde kardeşim Mehmet Ali Gümüş ile birlikte su ve çocuklara okul kitabı konusunda yardım toplamaya başladık. Ancak şehir tamamen yok olmuştu. Biz Antakyalıların pek çok farklı kültürel değeri vardır. Örneğin içtiğimiz kahve Hatay usulü öğütülmüştür, kaynatılmıştır ve çay bardağında içeriz. Kardeşim sosyal medyada bu kahvenin bir yerde satıldığını paylaşınca Antakyalılardan yüzlerce mesaj aldık, ‘Çok özledik’ diye. Bizi biz yapan ufak detaylardır. Yaşama dair basit ipuçlarının ne kadar değerli olduğunu fark ettik. ‘Hayat yavaş yavaş filizleniyor’ diyerek bunları paylaşmaya ve haber vermeye başladık. İnsanlar kahvecinin, künefecinin, baharatçının açıldığını görünce daha çok umutlandı. Mallarını kurtarabilmiş esnaf bazen konteynerde bazen kaldırımda tekrar satış yapmaya başladı. Hatay’daki normalleşmenin esnaftan ve eğitimden başlayacağına inandık. Sosyal medya hesabımız ‘Buradayız Hatay’ dan yardımseverler ve esnaf arasında bir köprü görevi üstlendik. Bir şehri şehir yapan ayakkabıcı, terzi, dershane, bakkal, kumaşçı... Biz onları geri döndürürsek, Hataylıların geri dönmesine yardımcı olacak bir ortama katkı sunabileceğimizi düşündük.”
İÇMİMAR Ayşe Zülal Çakıcı (27) binlerce insanın evini kaybettiği depremlerin ardından depremzedelere kalıcı konut olacak Tiny House üretmek için kolları sıvadı. Türkiye’den Almanya’ya Tiny House tasarlayıp üreten bir şirketin sahibi olan Çakıcı, sosyal medyadan iş ortaklarına, ustalara ve gönüllülere çağrı yaptı. ‘1 ayda 100 Tiny House’ hedefiyle yola çıkan Çakıcı, büyük bir gönüllü grubunu organize etti. Ardından sürekliliği ve kendi ekonomisi olan bir ekolojik köy oluşturma fikri geldi. Hatay Valiliği de Antakya Kuzeytepe’de 66 dönümlük bir tarım arazisi tahsis etti. Projeye ‘Örnek Evler’ ismi verildi. Çakıcı, üç mimar arkadaşı Hamide Göksan, Oktay Yalçın ve Beyza Kanmaz ile birlikte projeyi hayata geçirdi. Şu anda altyapı çalışmaları devam eden ‘Örnek Evler’de depremzede 100 aile, nisan ayı sonunda Tiny House’lara yerleşecek.
BİR AYDA 100 TINY HOUSE
Ekolojik köy için son hazırlıkları yapan Çakıcı, projeyi anlatıyor: “Üniversiteden mezun olduğumdan beri Tiny House projelerinde çalışıyorum. 2 proje üzerinde çalışırken, deprem haberiyle hepimizin hayatı değişti. Yıkılan evleri ilk gördüğüm andan itibaren Tiny House’ların depremzedeler için en iyi çözüm olduğunu düşündüm. Depremin ertesi günü hemen Tiny House yapmam ve bölgeye göndermem gerektiğine karar verdim. Ancak böyle bir gücüm yoktu. Sosyal medyada bu niyetimi anlatan bir paylaşım yaptım. Bu zamana kadar çalışıp para kazandırdığım firmaları etiketledim. Bu paylaşımımı inşaat ve mimarlık sektöründen arkadaşlarımın olduğu büyük bir WhatsApp grubuna yolladım.
Doğanın içinde minimalist bir yaşam tarzı sunan Tiny House’lar şimdi depremzedelere kucak açacak.
TÜYAP’TA FABRİKA
Bu elbette çok büyük bir iş ve herkesin taşın altına elini koyması gerekiyordu. Herkes büyük bir dayanışma gösterdi ve çağrıyı yaptığım günden iki gün sonra malzemelerin büyük bir bölümünü toplamıştık. Büyükçekmece Belediyesi bize çalışmamız için TÜYAP’ta büyük bir salon ayarladı. ‘1 ayda 100 ev yapmayı planlıyoruz’ dedik. 100 ev 1 ay gibi bir zaman için çok yüksek bir rakam. Herkesin insanüstü bir çabayla çalıştığı bir dönem geçirdik. Ben 6 Şubat gecesi Almanya’ya yolladığım bir Tiny House projesinin tasarımını sadeleştirip, bir gecede projeyi yazdım. Malzemeleri toplayıp 10 Şubat’ta üretime başladık. İlk gece 2 usta, 3 mimar üretime başladık. Hiç uyumadan çalışmaya başladık. Sonra sosyal medyada yaptığımız çağrılarla bir anda akın akın insanlar gelmeye başladı. Mimarlık öğrencileri başta olmak üzere farklı meslek gruplarından insanlar üretime yardım etti. İlk hafta 30, iki haftanın sonunda 94 evin iskeletini hazırladık. İki gecede bir fabrika kurduk diyebilirim.
4 BİN GÖNÜLÜ ÇALIŞTI
Prof. Dr. Burcu Özsoy hayatını iklim değişikliğine ve Türkiye’nin bu alanda bilim yapmasının ne kadar önemli olduğunu anlatmaya adamış bir isim. Türkiye’nin ilk kutup araştırma merkezi olan İstanbul Teknik Üniversitesi Kutup Araştırmaları Uyg-Ar Merkezi’nin kurucularından olan Özsoy’dan hayatını ve ayağının tozuyla döndüğü 7. Ulusal Antarktika Bilim Seferi’nin hikâyesini dinliyoruz:
BİLİME YÖNLENDİREN HOCA
“Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Jeodezi-Fotogrametri Mühendisliği okudum. Lisans son sınıftayken uzaktan algılama diye bir şey olduğunu öğrendim. Almanya’da doktora yapan bir hocamız NASA’ya ait uydulardan alınan görüntülerle dünya yüzeyi hakkında sonuçlara ulaşılabileceğini büyük bir heyecanla anlatıyordu. Beni bilime yönlendiren dönem üniversite son sınıf oldu. O derste kendime ‘uydu görüntüleriyle uğraşmalıyım, NASA’ya giden Türk bilim insanı olmalıyım’ diyerek bir hedef koymuştum. Yüksek lisansta beni bu yola sokan o hocamla çalıştım.”
VE HEDEF ANTARKTİKA
Özsoy’un yüksek lisans yaptığı dönemde 1999 İzmit depremi sebebiyle TÜPRAŞ’taki petrol denize sızmış ve bu da Özsoy’un uydu görüntüleriyle ilgili yapacağı ilk çalışma olmuş: ”O dönemde uydu görüntüleriyle sızıntının nereye kadar ulaştığına ilişkin çalışmalar yaptım. Doktora için ABD’ye, yine uydu görüntüleri ve uzaktan algılama verileriyle ilgili çalışmak için Texas Üniversitesi’ne gittim. 2005 yılıydı, iklim değişikliği o dönemlerde küresel ısınma olarak anılıyordu. Hocam bana bu konuyla ilişkili Antarktika’daki deniz buzları ya da Mars yüzeyinde araştırmalar yapabilirsin dedi. Ben bir haritacı olarak yersel doğrulama yapabilmek amacıyla Antarktika’yı çalışmaya karar verdim. Bir yıl boyunca çok ciddi araştırmalar ve çalışmalar yaptım. Önce masa başında araştırma yapmam ve ardından Antarktika’ya gitmemiz gerekiyordu.”
NASA’DA ÇALIŞMA FIRSATI
Özsoy’un hayatındaki bir diğer dönüm noktası da o dönem bu alanda çalışan tüm hocaların Avustralya’da gerçekleştirdiği bir toplantıya gitme fırsatı olmuş: “Ben bir öğrenci olduğumu ve bu toplantıya katılmak istediğimi ifade ettim. Beni kabul etmeleri rüya gibiydi. Toplantıda yaptığım sunumda öğrenci özgüveniyle o yıl NASA tarafından gönderilen uyduda çalışmayan yönleri anlattım. O uyduyu gönderen bilim insanı beni NASA’ya davet etti. Bu davetin ardından NASA’da çalışma yapma fırsatı buldum. Daha sonra beni Avustralya’ya davet eden hocam Texas’taki üniversitemde çalışmaya başladı. Bir süre sonra Antarktika’da çalışma yapabileceğimi söyledi. 2006 yılında National Science Foundation’ın Antarktika seferinde bir kota olduğunu ve buna katılabileceğimi öğrendim. Hem Antarktika’ya sefer nasıl düzenlenir, gidince bilimsel çalışma nasıl yapılır tüm bunları deneyimleme fırsatım oldu.”
Fransa’da işçi bir ailenin kızı olan 24 yaşındaki Gülfem Zengin, aslen Yozgatlı. 4 yıldır TIR şoförlüğü yapan Zengin, deprem haberini uzun yolda almış ve bir an önce taşıdığı yükleri teslim edip Fransa’dan nasıl yardım edebileceğinin yollarını aramaya başlamış:
4 GÜN UYUMADAN YOL ALDI
“Fransa’da yaşayan tüm Türkler depremi duyunca büyük bir üzüntü yaşadık. Ağabeyim, ablam zarar görmüş gibi hissettim. Nasıl yardım edebilirim diye düşünürken, çok sevdiğim bir şoför arkadaşım bana, yüzlerce koli yardım toplandığını ancak bunu götürecek TIR bulunamadığını söyledi. Geçiş için gerekli tüm belgeleri almışlardı, ben de yükümü boşaltıp bir an önce bölgeye gitmek istiyordum. Depremin 5’inci günü temas kurduk. Altıncı günü kolileri alıp yola çıktım.
Normalde biz TIR şoförleri 9 saat yol gider, 9 saat dinleniriz. Bu zorunludur. Ama bu kuralları hiçe saydım. Gerekirse ceza yerim ama mutlaka bu yardımları hızlıca ulaştırırım diye düşündüm. Allah da güç verdi. 4 gün boyunca hiç uyumadan yol yaptım. 2.5 günün sonunda Kapıkule’den Türkiye’ye girdim. 1.5 günün sonunda da Kahramanmaraş’a ulaştım. Zorunda kalmadıkça durmamaya, dinlenmemeye çalıştım. Tek hedefim çok hızlı bir şekilde bölgeye ulaşmaktı.”
Gülfem Zengin’in yardımları getirdiği anın fotoğrafı 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde İstanbul’daki Galata Kulesi’ne yansıtıldı.
TIR’DA YATTIĞIM İÇİN UTANDIM
400’ü aşkın yardım kolisini AFAD merkezine götüren Zengin burada büyük bir dayanışmaya şahit olmuş:
“Hiçbir şey kalmamıştı ve her şeye ihtiyaç vardı. Yardımları dağıtmak için çalışmaya başladım. Anneme hemen döneceğime dair söz vermiştim ama birkaç gün bölgede kalarak yardımlara devam ettim. Acı, üzüntü ne demek orada gördüm. Bizi babam ‘Türkiye’deki herkes senin kardeşin’ diyerek büyüttü. Kardeşlerim zarar gördü. Karmakarışık duygular içerisindeydim. Maraş’ta herkes çadırlarda yatıyordu. Ben TIR’cı olduğum için araçta yatağım var. Burada uyumaktan bile utandım.”
Afgan Mülteciler Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği Kurucu Başkanı Zakira Hekmat, 14 yıldır göçmenlerle ilgili çalışan bir hekim. Liseden sonra Türkiye’den aldığı devlet bursuyla önce Ankara’ya daha sonra da üniversite sınavlarını kazanarak Kayseri’ye gelen Hekmat, Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu. Göçmenlerle ilgili yaptığı çalışmalar son olarak ABD Dışişleri Bakanlığı’nın ’Uluslararası Cesur Kadınlar Ödülü’yle taçlandı. ABD, bu ödülü 2022 yılında dünyanın farklı ülkelerinde yaptığı çalışmalarla topluma fayda sağlayan 11 kadına verdi.
ORTAOKULU GİZLİ BİTİRDİM
Hâlâ Washington’da temaslarını sürdüren Hekmat ile online buluştuk. “Ödülü almak bir dakika ama onun arkasında tam 20 yıl var” diyen Hekmat’tan hikâyesini dinledik.
“Ben Afganistan’ın Gazne eyaletinde doğdum. İlkokulun ardından Taliban yönetime geldi ve kız çocuklarının okulu, kadınların da çalışmayı bırakmasını emretti. Hep başarılı bir öğrenciydim. Okul yasaklanınca gönüllü öğretmenlerin ve ailemin desteğiyle, evlerde gizli gizli okuyarak ortaokulu bitirdim. NATO ve uluslararası kuvvetler Afganistan’da geçici hükümet kurunca okula dönebildim ve liseyi tamamladım. O sırada uluslararası bursları araştırmaya başladım. ABD, Hindistan ve Türkiye’den burs kazandım. Türkiye’yi tercih ederek 2006 yılında önce Bursa’ya sonra Ankara’ya geldim. Dil eğitimimi Ankara’da aldım ve üniversite sınavlarına girdim. Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandım. Afganistan’dan geldiğimde nişanlıydım. Eşimle evlendik ve o da benimle Kayseri’ye geldi.”
Boğaziçi Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’nden mezun olan Beren Kayalı, Kraliyet bursu kazanarak İngiltere’ye gitti. Master yaparken ortağı olan Paul Mendieta ile birlikte kumaş beton teknolojisini su deposuna uygulayarak Deploy Tech isimli bir şirket kurdu. Güney Amerika ve Afrika’daki ihtiyaçtan yola çıkarak kurdukları şirket hem İngiltere’den hem de özel şirketlerden yatırım aldı. Kayalı, 700 bin sterlin yatırım alan fikrin nasıl oluştuğunu şöyle anlatıyor:
“Dünyada temiz suya ulaşma büyük bir problem. Paul, Ekvador’da kakao tarlalarında yaşanan sorunları biliyordu. Yüksek lisans sırasında ziyaret ettiğim Nairobi’deki Afrika’nın en büyük gecekondu mahallesindeki su ve kanalizasyon problemini görünce, bu konunun önemini daha iyi kavradım. Halihazırda var olan kumaş beton teknolojisini su deposuna nasıl çevirebiliriz diye düşündük ve 3 yıllık AR-GE çalışmasının sonunda Deploy Tech’i kurduk. Bunlar 14 tonluk su depoları, bir balon gibi şişiyor. Bu sebeple taşınması çok kolay. Ama en önemli özelliği normal su depolarının altında beton bir zemin döşemek gerekiyor. Bu betonun mukavemetinin oturması 21-28 gün arasında değişiyor. Ancak bizim su depomuz böyle bir beton zemine ihtiyaç duymuyor, suyla temas ettiğinde sertleşen bir yapıya sahip. Ayrıca zor ulaşılan arazilere ulaştırılması çok kolay. Çünkü bir pikap aracın bagajında bile taşıyabiliyoruz.”
DEPREMLE HAREKETE GEÇTİ
Şirket Hindistan, Güney Amerika ve Afrika’ya satış yapıyor. Kayalı, Türkiye’de 11 ili etkileyen depremle birlikte bu depoların bölgeye büyük fayda sağlayacağına inanarak harekete geçmiş: “Arkadaşımın ailesinin Hatay’da enkazın altında kalması ve gelişmeleri takip etmek, bizi herkes gibi televizyon karşısında çaresiz bıraktı. 4 aylık bir bebeğim var ve Galler’de yaşıyoruz. Ama bu teknolojinin çadır kentlerde, temiz suya ulaşamayan bölgelerde faydalı olacağını düşündüm. Özellikle depremin 4’üncü gününden sonra depremzedelerin tuvalet, hijyen sorunu ortaya çıkmaya başladı. Suya ulaşılamadığı için uyuz vakaları, ishal vakaları başlamıştı. Ortağımla konuşup 3 su deposunu bölgeye göndermeye karar verdik. Darüşşafakalılar Derneği ve Darüşşafaka Spor Kulübü de 4 depo için sponsor oldu.”
ÇEKTİĞİ VİDEO VİRAL OLDU
Beren Kayalı depoları yollamak için deprem bölgesindeki yetkililere ulaşmakta sıkıntı yaşayınca sosyal medyadan su depolarını anlatan bir video çekmiş. Kayalı bu videonun viral olması sonucunda sivil toplum örgütleri ve gönüllülerle iletişime geçebilmiş. İlk önce Türk Hava Yolları’nın bu depoları taşıması için konsoloslukla temas kurmuş: “Su depolarının kurulumunu ilk olarak bizim yapmamız, daha sonra bunu kendileri yapabilecek ekiplere öğretmemiz gerekiyordu. Yolların karpuz gibi ikiye ayrıldığı, büyük araçların geçemeyeceği bölgelere su deposu ulaştırabilirdik. Bu yüzden kendimiz gitmeye karar verdik. Depremin 10’uncu gününde su depolarını Adana’ya indirdik. Kendimiz de Hatay bölgesine doğru yola çıktı. Kurulumu bizden öğrenecek ekiplerle iletişime geçtik. İlk aşamada İskenderun, Antakya, Samandağ ve Osmaniye’de kurulum yaptık. Gün içerisinde bölgeyi dolaşarak nerelerin daha çok ihtiyacı olacağını tespit etmeye çalıştık. Özellikle çadır kent ardından konteyner kent olacak, yakınlarında sahra hastanesi olan büyük nüfusa ulaşabilecek noktalara kurmaya özen gösterdik.”
DEFNE’DEKİ DEPREMDE BÖLGEDEYDİ
Gaziantepli yemek yazarı ve gazeteci Ayfer Tuzcu Ünsal (70), deprem felaketi sırasında Hatay’ın Arsuz ilçesindeydi. Felaketin ardından Arsuzlu üreticilerden bahçelerindeki limonların ağaçta kaldığını öğrendi. Üreticilerin, “Normalde ürünlerimiz Rusya’ya giderdi, artık gitmiyor. Sadece 10 günümüz var, bu 10 gün içerisinde limonun toplanması gerek. Eğer limonlar ağaçta kalırsa, ağaç tekrar çiçek açmaz, seneye ürün vermez” sözlerini duyan Ünsal, hemen harekete geçti. Üretici depremden dolayı evini kaybetmişti, Arsuz’da limonları toplayacak insan bulunamıyordu. Ortada ne limonları kesecek makas ne toplayacak işçi ne doldurulacak meyve kasası ne nakliyeci ne de alıcı vardı.
Kurumsal market zincirleriyle bağlantısı olan kişilerle irtibata geçen Ünsal, sosyal medyadan çağrıda bulundu ve “Arsuz’un limonunu ziyan etmeyelim. İstanbul’da yaşayanlar! Yediğimiz limon o kadar kötü ve kalitesiz ki Arsuz’un limonunu yeseniz, limon yediğinizi anlarsınız” dedi.
ARSUZLULARIN UMUDU OLDU
Sosyal medyadan yaptığı bu çağrı hızlıca yayıldı ve 15 Şubat’ta Metro, Migros, CarrefourSA gibi pek çok market Ünsal’a ulaştı. Migros, 18 Şubat günü narenciye toplayabilmek için gerekli ekipmanları Arsuz’a ulaştırdı. İlk limon kamyonu da 20 Şubat’ta yola çıktı. Hafta sonuna kadar Arsuz’daki limon bahçelerinden 30 ton limon toplandı. Ünsal yaşadıklarını Hürriyet’e şöyle anlattı: “Bu organizasyona giriştikten sonra limonları almak isteyen çok sayıda şirket oldu. Ama imkânsızlıklar vardı. Limon kesecek işçi bulmakta zorluk çektik. Her evde en az bir cenaze vardı, işçiler gelmek istemiyordu. Bir yandan da üreticilerin kimlikleri, cep telefonları enkazda kaldığı için devletin istediği hiçbir belgeyi bulamıyorduk. Fatura kesemiyorduk, irsaliye veremiyorduk. Bu sorunu Migros, Mersin Kadın Kooperatifleri üzerinden halletti. CarrefourSA ise bizi kendi tedarikçisine yönlendirdi. Tüm bu çalışmaların sonunda 24 Şubat’ta Arsuz limonu farklı şehirlerdeki marketlere ulaştı. Evini, işini, arabasını kısaca tüm variyetini kaybetmiş Arsuzluların umudu oldu limon.”
Hatay’ın dört bir yanında AFAD, valilikler, belediyeler ve tüm gönüllülerin çalışmalarıyla çadır kentler oluşturuldu. Deprem felaketinin ardından ilk günlerde çadırların, elektriğin ve suyun depremzedelere ulaşması konusunda yaşanan sıkıntılar depremin 15. gününde bir nebze azalmış durumda. Hatay’ın en büyük 4 çadır kentini ziyaret ederek depremzedelerle buralardaki durumu konuştuk. Ziyaret ettiğimiz dört çadır kentte toplam 8 bin kişiden fazla insan konaklıyor. Şehrin en büyük çadır kentlerine ise kentin üç stadyumu ev sahipliği yapıyor. Yeni Hatay Stadyumu, Samandağ Stadyumu ve Kırıkhan Stadyumu bölgenin en büyük üç çadır kentinin başında geliyor.
TEK PROBLEM ISITICI
AFAD’ın Hatay’da kurduğu ilk ve en büyük çadır kentlerden olan Yeni Hatay Stadyumu’ndaki çadırkentte düzen hâkim. Kırıkhan Stadyumu’nun hemen bitişiğindeki geniş halı saha alanı ise Kırıkhanlı depremzedelerin yeni evi haline geldi. 127 çadır bulunan Kırıkhan çadır kentinde tüm depremzedelere sabah çorba ikram ediliyor öğle ve akşam sıcak yemek çıkıyor. Beykoz Belediyesi ile Gençlik ve Spor Bakanlığı bu kentte işbirliği yapıyor. Pek çok şirket de çadır kente malzeme desteğinde bulunuyor. Örneğin Arçelik çadır kente çamaşır makineleri kurmuş. Milli Eğitim ile Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın psikologları ve rehber öğretmenleri depremzedelerle ve çocuklarla atölyeler düzenliyor. Çocuklar futbol ve voleybol oynuyor. Çadır kentte süren tek problem yerlerde sentetik malzeme olduğu için yangın riskine karşı ısıtıcıların kullanılmasına izin verilmiyor.
‘GİTMEYİN ÖĞRETMENİM’
Samandağ Stadyumu’ndaki çadır kentte de yaşayanlar durumlarından memnun. İlk günlere göre yardımların daha sistemli ulaştığını belirtiyorlar. Elektrik ve suyun bulunduğu çadırda duşlar önceki gün kurulmuş. Bakanlık görevlisi rehber öğretmen Özlem Kayım Bursa’dan gelmiş ve çadır kentteki çocukların sevgilisi haline gelmiş. Kayım, “Ben cuma döneceğim” deyince tüm çocuklar ona sarılıyor ve “Gitmeyin öğretmenim” diye bağırıyor. Çocuklar rehber öğretmenlerle pek çok atölye gerçekleştiriyor.
MASKOT BONCUK
Samandağ’daki stadyumda 250 çadır bulunuyor. Çadır kentte dolaşırken Bedia Samsun ve köpeği Boncuk’u görüyoruz. Samsun, “Evimiz yana yattı, oğlum ‘Anne Boncuk’u kurtar’ diye bağırdı. Boncuk’u aldığımız gibi kendimizi dışarı attık” diyor. Boncuk tüm çadır kentin maskotu haline gelmiş.
‘İHTİYAÇLARIMIZ KARŞILANIYOR’
Kahramanmaraş merkezli çifte depremde en fazla yıkımın olduğu kentlerden Hatay önceki akşam iki depremle daha sarsıldı. 3 dakika arayla meydana gelen 6.4 ve 5.8 büyüklüğündeki depremler, panik ve korkuyla kentten kaçışı da hızlandırdı. Başta Antakya, İskenderun ve Defne olmak üzere kentin büyük kısmı, hayalet şehre döndü.
Rıza Özel, Ece Çelik Hatay'dan bildiriyor
EŞYALARINI KURTARMAK İSTERKEN
6 Şubat tarihinde gerçekleşen depremin ardından evleri büyük hasar görmüş ama tam yıkılmamış pek çok depremzede, bazı eşyalarını alabilmek için harekete geçmişti. AFAD, ağır hasarlı binalara girmenin tehlikeli olduğu açıklamasını yapsa da bölgede her gün onlarca depremzedenin vinç ve kamyonlarla eşya taşıdığı görülüyordu. Önceki gün 20.04 ve 20.07 saatlerinde gerçekleşen iki deprem, depremzedeleri tam da eşyalarını almaya çalışırken yakaladı. Hasarlı evlerin yıkılmasıyla 6 kişi hayatını kaybetti, 294 kişi yaralandı. Depremlerin ardından çok sayıda vatandaş bölgeyi terk etti.
BİR ŞEHİR ENKAZA DÖNDÜ
Elektriklerin kesik olduğu Hatay gece boyu artçı depremlerle de sarsıldı. Günün doğmasıyla zaten yıkılmış olan Hatay sokaklarının artık tamamen enkaza döndüğü görüldü. Enkaz yığınlarıyla dolu kentte binalara yaklaşılmasına izin verilmiyor. Yetkililer, sürekli uyarı yapıyor. Tarihi kentin sokaklarında güvenlik güçleri ve gazeteciler dışında kimse yok. Devriye görevini ise özel harekât birimleri yapıyor.
Medeniyetler şehri Hatay’da Bayezid-i Bistami Türbesi büyük ölçüde yıkıldı. Kırıkhan ilçesinde bulunan 2 bin yıllık türbe yüksek bir alanda bulunuyor, yıkılan türbenin tüm taşları depremin etkisiyle aşağı düşmüş ve türbeye çıkan yolları kapatmış durumda. Birinci derece sit alanı olan ve günlük bin ziyaretçi alan türbenin imamı İsmail Bağ, “Türbenin girişi, içindeki çeşme, su kemeri büyük ölçüde yıkıldı.1886 yılında eklenmiş olan balkon kısımları tamamen yıkıldı. Türbenin kendisi de büyük zarar gördü” dedi.
Bağ, vakıflar müdürlüğü ile görüştüğünü ve türbenin orijinal çiziminin ellerinde olduğunu, kısa sürede türbenin onarılıp eski günlerine döneceğini söylediklerini aktarıyor. Ortaçağda Haçlı Seferleri’nde kullanılan yapı 1200 yıldan beri cami olarak kullanılıyor.
Ece ÇELİK ve Rıza ÖZEL Hatay'dan bildiriyor...
GERİYE ÇİZİMLER KALDI
Antakya merkezde bulunan Aziz Pavlus Ortodoks Kilisesi de depremin etkisiyle yerle bir olan yapılardan oldu. Kilisenin bulunduğu cadde komple yıkılırken kiliseden geriye sağlam kalan birkaç duvardaki çizimler ve yere düşen kilise çanı kaldı.
Hürriyet Caddesi’nde bulunan Aziz Patrus Rum Ortodoks Kilisesi’nin yapımına 1830 yılında başlanmış, 1872 depreminde büyük zarar görmüştü. Kilise yeniden inşa edilmiş, 1900’lerde ibadete açılmıştı.
Hatay’daki Atatürk Parkı’nda Beşiktaş taraftar grubu Çarşı büyük bir çadır kent kurdu. Çarşı’ya Antalyaspor, Sakaryaspor ve Trabzonspor taraftarından da desteğe gelen çok sayıda kişi oldu. Çarşı grubu ilk günlerde arama kurtarmalara da yardım ederken bir yandan da bu çadır kenti kurup yardım organize etti.
Ece ÇELİK ve Rıza ÖZEL Hatay'dan bildiriyor...
Şehirde özellikle kıyafet yardımlarının düzensiz bir şekilde dağıtılması problem yaratıyor, etrafta yığın halinde çok sayıda ikinci el kullanılmış kıyafet görülüyor. Çarşı gönüllüleri çocuk iç çamaşırlarını yaşlarına göre ayırmış, tüm kıyafetleri bir düzen içerisinde depremzedelerin isteğine göre veriyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi de alana dev bir ekran kurmuş, bu ekranın karşısında çocuklar çizgi film izliyor. Yaklaşık 2 bin kişinin konakladığı bölgede tüm çadırların üzerinde Çarşı grubunun sprey boyayla yazdığı mesajlar dikkat çekiyor. Çadırlara ve etraftaki duvarlara “Çarşı Hatay’ın yanında”, “Çarşı Hatay deplasmanında” gibi mesajlar yazan taraftarlar dönüşümlü bir şekilde bu çadır kentte gönüllü olarak çalışıyor.
‘DAYANIŞMA BÜYÜK’
Antalyaspor taraftarı olarak Çarşı’nın çalışmalarına katılan Ferhat Yüceer, “Burada büyük bir dayanışma var. Sahada rekabet depremde kardeşlik var. Biz dağcılar olarak ilk günlerde kurtarma çalışmalarına katıldık bir yandan da yardımları organize etmek için uğraştık” diyor. Şırnak’tan yardım etmek için gruba katılan Serkan Uygur, “Ben inşaat işçisiyim, Çarşı’yla birlikte güzel çalışmalar yaptık. Özellikle ilk gün kendi imkânlarımızla enkazdan çok fazla insan çıkarttık. Şimdi de burada yardımları organize ediyoruz” diye konuştu.
Depremde 11 yakınını kaybeden AK Parti Hatay Milletvekili Hüseyin Yayman, deprem gününden bu yana Hatay’ın Kırıkhan ilçesindeki tabur komutanlığı binasındaki araçta kalıyor. Yardımların ihtiyaç sahiplerine ulaşması için tüm gününü çalışarak geçiren Yayman, “Allah bana kardeş acısı gösterdi. Hiçbir yere sığamıyorum, acım çok büyük bu yüzden kendimi çalışmaya verdim. Halkımızın acısıyla kendi acımı biraz olsun unutmaya çalışıyorum” diyor.
AK Parti Hatay Milletvekili Hüseyin Yayman ile deprem yardım çalışmalarının koordinasyon merkezi olan Kırıkhan’daki tabur komutanlığında bir araya geliyoruz. Yayman’ın acısı yüzünden okunuyor, başsağlığı dilediğimizde “Allah bana kardeş acısı yaşattı, çok büyük bir üzüntü yaşıyorum, sabır sabır sabır diyorum” diyor.
BENİM HİKÂYEM TÜRKİYE’NİN HİKÂYESİ
Yayman’a depremin iki haftasını nasıl geçirdiğini soruyorum. Yayman yanıtlıyor:
“Biz 9 kardeşiz, 2’si gitti, en yakınlarımdan 11 insanımı kaybettim. Allah kimseye yaşatmasın. Bizim binadan bir ağabeyim ve bir ablam vefat etti, bir ablam ve ağabeyim de sağ kurtarıldı. Kader böyleymiş demek beni bu noktada rahatlatıyor. Benim hikâyem aslında Türkiye’nin deprem hikâyesi. Deprem meselesi Türkiye için bir milli güvenlik meselesi olmalıdır. Burada şiddeti büyük, ölçeği büyük bin yılda bir olacak bir deprem oldu. Elbette pek çok dersler çıkartıldı. Kırıkhan’da dağa yapılan evler sağlamken ovada olan neredeyse tüm evler yıkıldı. Artık İstanbul depremine konsantre olmalıyız. Hatay depremi bize ders olacak ve İstanbul depremine hazır duruma geleceğiz, gelmek zorundayız.
KARDEŞ ACISI ÇOK ZOR
Hassa, Kırıkhan, Antakya, Samandağ ilçelerindeki depremzedelerin ihtiyaçlarını öğrenmek için tüm gün geziyorum. Bu aslında terapi yöntemim oldu. Tek başıma kaldığım zaman çok kötü oluyorum. Ama birilerinin yardımına koştuğum zaman yaşadığım acıyı unutuyorum. Herkese yardım ettim ablama edemedim. Kardeş acısı çok zor.
Hatay’daki Hayvan Hakları Federasyonu (HAYTAP) sahra hastanesinde kurtarılan hayvanların ilk tedavileri yapılıyor, hayvanlar çipleri okutularak sahiplerine ulaştırılmaya çalışılıyor. Dostluk Parkı’na kurulan hastanede gönüllü veterinerler, teknikerler sadece kedi ve köpekler için değil tavşandan balığa kadar yüzlerce hayvan için seferber olmuş durumda. Gönüllüler bir yandan da hasar almış evlere giderek mahsur kalmış hayvanları kurtarıyor.
Ece ÇELİK ve Rıza ÖZEL Hatay'dan bildiriyor...
ÜÇ ARABA BİR VİNÇ
HAYTAP gönüllüsü Ömer Semih Çelik, çalışmalarını Hürriyet’e anlattı:
“Biz federasyon olarak Manavgat yangınlarından büyük bir deneyim kazandık ve bu tip afet konularına çok hazır bir durumdayız. Bu depremde de çok hızlı koordine olarak önce bölgeye yakın gönüllüler sonra tüm Türkiye’den gönüllüler buraya geldi. Çadırımızı Bursa’daki emekli hayvanlar çiftliğinden getirttik. Ortalama 20 gönüllü çalışıyoruz. Depremden bu yana her gün enkazda ya da evlerinde mahsur kalmış hayvanları kurtardık. Üç arabamız ve bir vincimiz gelen ihbarlara göre hayvanları kurtarıyor. Almanya ve ABD’den de iki hayvan arama kurtarma ekibi geldi. Onlarla da koordineli çalıştık. Yıkılmayan hasarlı evlerden kurtarma operasyonları yapıyoruz. Jandarmalar, polisler kendi köpekleri için ya da depremde buldukları hayvanlar için bizden ilaç yardımı istiyorlar. Meksika arama kurtarma ekibinin enkazda yaralanan köpeği burada tedavi görüyor. Çok güzel bir dayanışma ortamı oluştu.”
Antakya ilçesine bağlı Demirköprü köyü depremde eşine az rastlanır bir olay yaşadı. Köyün ortasından geçen fay hattı, evleri ikiye böldü. Asi Nehri’nin kenarına kurulmuş köyde fay hattı çiftçilikle geçimini sağlayan Şahan Ailesi’nin evini tam ortadan ikiye ayırdı, fayın oluşturduğu yarık suyla doldu. Kenan Şahan, eşi Ayşen Genco Şahan ve oğulları Ahmet Şahan ile birlikte yarığın içine düştü. Kenan Şahan “Cehennemi, kıyameti yaşadık” dedikleri deprem gecesini şöyle anlattı:
Ece ÇELİK ve Rıza ÖZEL Hatay'dan bildiriyor...
YARIĞA DÜŞTÜK
“Hem ineklerimiz hem köpeklerimiz tüm gece uludu. Deprem olacağına hiç ihtimal vermedik. Büyük bir sarsıntıyla ne olduğumuzu şaşırdık. Deprem bizi bir oraya bir buraya fırlattı. Bir anda evin ortasında bir yarık açıldı, hepimiz onun içerisine düştük. Bizim yatak odamız ve oğlumun odası bitişikti. Şu anda arasında 15 metre mesafe var. Açılan yarığa Asi Nehri doldu. Ben askerliğimi komando olarak yaptım, çukurdan çıkmayı başardım. Oğlum ve eşim boğazına kadar suya gömüldü. Su balçık, aşağı doğru çekiyor. Onları çekiyorum, başaramıyorum. Yeniden atladım. Birbirimize sarıldık, ‘Öleceksek birlikte ölelim’ dedik. Ardından su deposunun patlamasıyla kendimize geldik, ben yeniden çıktım. Oğlum alttan ittirdi, ben yukarı çıkıp tekrar çektim, eşimi kurtardık sonra da oğlumu. O sırada köpeğimiz Çilek de suyun içinde debeleniyor, onu çıkarttım. Zifiri karanlık, neresi çukur neresi düzlük göremiyoruz. Çilek bizi bir an olsun bırakmadı. Havlaya havlaya önümüzden giderek yolu gösterdi ve bizi cehennemden kurtardı. Biz koşarken önümüzde yol durmadan yarılmaya devam ediyordu.”
Kızı Mersin’de turizmci olarak çalışan, kendisi Rusya’da yaşayan Olya Kuznesova depremin üçüncü gününden beri Hatay’daki Kızılay mutfağında gönüllü çalışıyor.
İNANILMAZ YARDIMLAŞMA
Rusya’da Zavitinsk şehrinde yaşayan turizmci ve antika dükkânı sahibi Olya Kuznesova, Mersin’de yaşayan kızının sabaha karşı ‘Deprem oluyor’ mesajıyla uyandı. Televizyonda izlediği görüntülerden çok etkilenen ve gönüllü olarak çalışmak için bölgeye gitmeye karar veren Kuznesova ertesi gün iş yerinde depremzedeler için 40 bin TL yardım topladı. İstanbul’a gelerek arkadaşlarıyla topladığı parayla yardım malzemelerini alan ve bunları yardım kuruluşlarına teslim eden Kuznesova depremin 3’üncü gününden bu yana Kızılay mutfağında yemek pişirmekten temizliğe kadar her göreve koşuyor.
Olya Kuznesova
Günde 7 bin kişiye yemek çıkaran mutfakta işleri bittikten sonra dağıtım ekibiyle köyleri de dolaşan Kuznesova, Kızılay mutfağında disiplini ve sempatisiyle tanınıyor ve diğer gönüllüler ona “Olya anne” diyor. Kızılay mutfağında ziyaret ettiğimiz Kuznesova, “Depremin olduğu gece uyuyamamıştım. Kızımdan saat 04.30’da gelen deprem mesajıyla büyük üzüntü yaşadım. Rusya’daki arkadaşlarım yardım etmek istedi ve topladığım parayla İstanbul’a geldim. Yardım malzemelerini temasta olduğum derneğin tırına yükledim. Gönüllü arkadaşlarla birlikte Malatya’ya geldik. Hatay’da durumun kötü olduğunu duyunca taksiyle Hatay’a geldik. Kızılay yetkililerine ulaştım. ‘Gönüllü olarak ne yapabilirsin’ diye sordular. ‘Her şeyi yaparım’ dedim. Geceleri arabalarda uyuduk. Yeni bir aile kazandım diyebilirim. İnanılmaz bir yardımlaşma var” diye konuştu.
BEN TEŞEKKÜR EDERİM
Rusya’da boş vakitlerinde yaşlılara gönüllü hizmet veren Kuznesova, “Hayatımda hiç bu kadar teşekkür duymamıştım. Yabancı olduğum için sanıyorum insanlar bana çok teşekkür ediyor. Gönüllüler, depremzedeler, halk gerçekten bir aile olduk ama ben bunun insanlık görevi olduğunu düşünüyorum. Esas bu dayanışma için ben teşekkür ederim” diye konuştu.
Antakya İl Sağlık Müdürlüğü binasının önündeki merkezi ziyaret ettiğimizde, çadırın önünde büyük bir yoğunluk var. Muğla, Kütahya, İstanbul gibi şehirlerden gelen eczacılar, depremzedelerin istediği ilaçları temin etmeye çalışıyor.
Rıza ÖZEL ve Ece ÇELİK Hatay'dan bildiriyor...
Hatay Eczacı Odası Başkanı Sedat Aközcan da depremde yakınlarını kaybeden, evi ve eczanesi yıkılan bir depremzede. Buna rağmen 2’nci gün sahra eczanesini kurmak için harekete geçen Aközcan çalışmaları şöyle anlatıyor:
Hatay’ın büyük ve turistik ilçelerinden Samandağ depremde ağır hasar alan noktalardan biri oldu. Merkeze arabayla 1 saat uzaklıkta olan ilçenin iç bölgelerinde çok sayıda ev yıkılmış, büyük hasarlar meydana gelmiş. Denize kıyısı bulunan, otellerin ve yazlıkların yoğunlukta olduğu sahil kısmında ise hasar yok denecek kadar az. Samandağ’ın depremden en çok zarar gören mahallesi ise Sutaşı. Mahallelinin deyimiyle Sutaşı’nda yüzlerce bina yıkılmış, her aileden çok sayıda insan hayatını kaybetmiş. Dağlık alana doğru geniş bir bölgeye yayılmış olan mahalledeki depremzedelerin bir bölümü ailelerinin yanına göç etmiş, büyük bölümü ise yıkılmış evlerinin önüne çadır kurmuş.
İHTİYAÇ ÇOK
Evlerini terk etmek istemeyenler ilk 6 günü sandalyelerde geçirdiklerini söylüyor. Çadır bulmak için merkeze gitmekte sorun yaşadıklarını anlatan Sutaşılılar, gönüllülerin çabalarıyla çadırlar kurmuş. Demirleri bükerek ve üzerine naylon örterek yaptıkları çadırlarda yaşam mücadelesi veren depremzedeler 100’er kişilik çadır bölgeleri oluşturmuş. Naylon çadırların üzerine geceleri yağan çiy yüzünden sabahları yorganlarının sırılsıklam olduğunu, tuvalet ihtiyaçlarının bulunduğunu, bu koşullarda ne kadar dayanacaklarını bilmediklerini söylüyor ve merkeze sesleniyorlar: “İhtiyacımız çok, sesimizi duyun.”
EMİNE ABLA’NIN ATLIKARINCASI
Samandağ’da zor koşullarda yaşam mücadelesi veren çocukların yüzünü İstanbul’dan gelen Emine Ablaları güldürdü. Depremi duyar duymaz Hatay’a koşan Emine Yavuz, yardım çalışmalarından kalan zamanlarında ilçede bulduğu bir seyyar atlıkarıncayla çocukları eğlendiriyor.
Uzman Doktor Sare Aydın’ı, Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde nöbette yakalıyoruz. Aydın’ın hikâyesini en başından dinlemek istiyorum: “Tokat’ın Yeşilyurt ilçesinde doğdum, büyüdüm. Evde kitaplar okurdum, okuma yazmayı yaşıtlarımdan daha erken öğrendim. İlkokula geç başladım, o dönemin koşulları şimdiki gibi değildi. Ailem benim okumaya olan ilgimden dolayı başka bir ilçeye taşınma kararı aldı. Okulda fiziksel koşullar engelli çocuklara uygundu. Tahtaya çıkıp soru da çözdüm, teneffüste arkadaşlarımla oyun da oynadım. Bence benim özgüvenimin temelleri orada atıldı. 8. sınıfa kadar orada okudum. O okulun meslek lisesi olarak devamı vardı, yine engellilere uygun bir eğitimdi ancak benim hedeflerim daha büyüktü, doktor olmak istiyordum. Ve liselere giriş sınavlarına çalışmaya başladım.”
HEKİMLERİNE HAYRANLIK DUYDU
Bu noktada araya giriyorum, “Doktor olma hayalini ne zaman kurmaya başladınız?” Aydın yanıtlıyor: “Küçük yaştan beri doktorları gördüğümde onlara hayran hayran bakardım. Hekimler de bu ilgimi biliyordu. Bana ‘Sen de doktor olacaksın, bizim yerimizde sen olacaksın’ diyorlardı. Bulunduğumuz ilçedeki liseyi kazandım. Hep ders çalışmayı seven bir çocuk oldum. Kitap okumayı, çalışmayı ama en çok da bir problemle uğraşmayı çok seviyorum. Başladığım şeyi bitirme, didinme, uğraşma... Bunlar tam bana göre.”
LİSEDE YALNIZ GEÇEN 2 YIL
Aydın, liseye ilk girdiği dönemler biraz yalnız kaldığını anlatıyor: “Bence o dönemde onlar bana hazır değildi. Sınıf arkadaşlarım ‘Bir şey söylersek Sare kırılır’ gibi bir düşünceyle benden uzak durdular. 2 yıl kadar yalnız geçirdim. Zaman geçtikçe birbirimize alıştık. Örneğin okulda telefon yasak, biri telefon getireceği zaman sandalyemin minderine saklarlardı. Karşılıklı diyalogla iletişimimiz çok güçlendi. Birlikte çok eğlendik. Öyle güzel dostluklar oluştu ki liseden iki arkadaşım bebeklerine, ‘Sana benzesin’ diyerek benim ismimi verdi. Elbette pek çok olumsuz şey de yaşadım ama güzel şeyleri hatırlamayı tercih ediyorum. Öğretmenlerim ellerinden geldiği kadar fırsat eşitliği sağlamaya çalıştı. Fizik, kimya laboratuvarı üst kattaydı, erkek arkadaşlarım sandalyeyle beni üst kata çıkartırlardı. Liseden mezun olurken çok ağladım. Liseden okul birincisi olarak mezun oldum.”
ÇOCUKLARIN TEKERLEKLİ ABLASI
“İlk dikiş attığım anı hiç unutamam. Hem arkadaşlarım hem de dikiş atacağım hasta bana destek verdiler. Hasta, ‘Benim canım hiç yanmıyor, sakın korkma yapabilirsin’ diye destek verdi. Örneğin ben pediatri stajından çok korkuyordum. Çocuklar daha somut düşünür, tekerlekli sandalyede olmam onlara değişik gelebilir. Ama o da tam tersi çok güzel geçti. Çocukların çok sevdiği ‘tekerlekli doktor ablası’ oldum.”
Lale Orta ülkemizde ‘futbol erkek oyunudur’ algısını yıkan isimlerin başında geliyor. Profesör Doktor unvanına sahip Orta, kariyerindeki sayısız ‘ilk’e bir de Merkez Hakem Kurulu (MHK) Başkanı sıfatını ekledi.
Lale Orta aynı zamanda erkekler Süper Lig maçını yöneten ilk kadın hakem, FIFA Kokartlı ilk kadın hakem, ilk kadın futbol antrenörü, ilk kadın maç spikeri, ilk kadın Merkez Hakemler Kurulu Üyesi, ilk kadın UEFA gözlemcisi ve ilk kadın UEFA eğitimcisi.
Önceki gün MHK Başkanlığı görevine getirilen Orta, bir yandan da Okan Üniversitesi’nde Spor Yöneticiliği Bölüm Başkanlığı görevini sürdürüyor.
HEDEFLERİ BÜYÜTTÜKÇE ‘ERKEK EGEMEN’ FUTBOL DÜNYASININ ENGELLERİ ÇIKTI
Spor tutkusu çocuk yaşta futbol ile başlayan Lale Orta, genç kızlık döneminde Türkiye’de kadın futbol ligi kurmak için çalışmalar yürüttü daha sonra antrenörlük ve kurslarına katıldı.
Orta’nın hakemlikteki başarısı görülünce 20 yıl sürecek hakemlik kariyeri başladı. Lale Orta o yıllarda yaşadığı zorlukları şu sözlerle anlatıyor:
“Ben tam 20 sene hakemlik yaptım. 20 senem mücadeleyle geçti. Hiç şöyle bir hafta arkama yaslanıp da ‘Bu hafta hangi maçı yöneteceğim’ diye rahatça düşünemedim. Hep yerimi korumak, daha yukarıya nasıl çıkarım diye hedeflemek zorundaydım.”
ADANALI girişimci Esra Özden, uzun yıllar kurumsal şirketlerde çalıştıktan sonra 17 yıl önce kendi danışmanlık şirketini kurdu. Özden daha sonra sanayi boyaları, enerji verimliliği gibi farklı alanlarda girişimler yaptı. Çukurova’nın ilk ekonomi gazetesi Refleks’i kuran Özden, bir süre sonra ABD’ye girişimcilik eğitimi almaya gitti. 2016 yılında Adana’ya dönerek Girişimcilik Ekosistemi Derneği’ni kuran Özden’in, 2021 yılında hayata geçirdiği Dijital Kuluçka Merkezi projesi büyük ses getirdi. Girişimcilere ücretsiz mentorluk programı sağlayan proje, aynı zamanda girişimci adaylarına nereden yatırım alabileceğini gösteren bir mekanizma sağlıyor. Hem birbirinden farklı alanlarda fikirleri olanları hem de girişimcileri destekleyerek Anadolu’daki girişimci sayısının artmasını kafaya koyan Özden’in hikâyesini kendisinden dinledik...
BİZDE GİRİŞİMCİLİK VAR
“Adanalı bir ailenin kızıyım. Liseye kadar Adana’da okudum, daha sonra İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdim. O dönemler kamuda çalışma hayalim vardı. Karar mekanizmalarının içinde olmak istiyordum. Mezun olmaya yakın özel sektörün bana göre olduğunu anladım ve kurumsal şirketlerde çalıştım. 9 yıl kurumsal şirketlerin farklı departmanlarında yöneticilik yaptıktan sonra kendi işimin sahibi olmaya karar verdim. Adana’da herkes benim gibidir aslında. Herkes kendi işinin sahibi olmak ister. Şirketlere yönelik eğitim ve danışmanlık şirketi kurdum. Çünkü Çukurova bölgesindeki şirketlerin daha çok gelişmesi gerektiğini ve buradaki enerjinin doğru yerlere kanalize olmadığını düşünüyordum. Şirketlere yönetim, kârlılık, inovasyon gibi pek çok konuda danışmanlık vermeye başladım. Ardından Çukurova bölgesinin ilk ve tek ekonomi gazetesi Refleks’i kurdum. Sonra sanayi boyaları sektörüne girdim. Bu alanda ilerledikten sonra enerji sistemleri sektörüne girdim. İstanbul’daki bir ortağımızla birlikte bölgedeki sanayi kuruluşlarının enerji verimliliğini artırmaya yönelik projeler yaptık. Satın alma zirvesi, iş dünyasının etkinliğini artıracak projeler yaptık.”
BURSALI bir ailenin kızı olan Asude Altıntaş, ODTÜ İşletme Bölümü mezunu. 3 arkadaşıyla birlikte eğitimi ve bilimi köy okulu öğrencilerine yaymak için yola çıktı. Bu yolda 8-14 yaş arası çocuklara yönelik bir robotik ve kodlama seti olan Twin’in kurucu ortağı ile CEO’su olmayı başardı. Twin setleri, şimdiye kadar 750 binden fazla çocuğa ulaştı. Altıntaş’tan, Nobelli Türk biliminsanı Aziz Sancar’ın, “Yunus Emre destanını bilimde yazın” tavsiyesiyle yola çıktığı hikâyesini dinliyorum.
HİNDİSTAN’A GÖNÜLLÜ GİTTİ
“ODTÜ İşletme’deyken ne olacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Üniversite ikinci sınıfta babamı kaybettim. Bu kayıp, ‘Ben bu hayatta ne yapmak istiyorum?’ sorusunu daha net sormama sebep oldu. O dönemde Hindistan’da 2 ay gönüllü projede çalıştım. Sonra karşıma YGA (Young Guru Academy) çıktı, orayı da denemek istedim. YGA zirvesine gitmemle kalbim atmaya başladı. O dönemki YGA Başkanı Gökhan Meriçliler, sahnede görme engellilerle ilgili çalışmaları ve ürettikleri teknolojileri anlatıyordu. Üniversitenin ikinci senesinden itibaren YGA’da 3-4 sene gönüllü olarak çalışmaya başladım.”
ANADOLU’YU DOLAŞTI
Altıntaş, YGA’da bilimi sevdirme üzerine bir projede çalışmaya başlamış: “YGA’da görme engelliler üzerine çalışan bir ekip vardı. Biz yeni bir alan açarak dezavantajlı okullara, mülteci kamplarına, yetim evlerine bilim seansları yapmaya başladık. Çocuklara soru sormayı öğretmek ve sevdirmek çok önemli. Anadolu’da dolaştık. Doğan Cüceloğlu, Sevinç Atabay, Mehmet Toner gibi isimlerden yardım alarak müfredatımızı yazmaya başladık. O zaman kendi çapımızda oyunlar yazıyoruz. Amacımız çocuklardaki bilim merakını açığa çıkarmak. Bu telefonu kullanıyoruz ama bu nasıl çalışıyor. Bu soruyu sorduktan sonra bilime olan sevgi başlıyor.”
İLGİ-BİLGİ-SEVGİ
Altıntaş ve arkadaşları, çocukların ilgisini çekmeden bilimi sevdirmenin mümkün olamayacağını anlamış: “Yaptığımız çalışmalar sonrasında çocukların çok meraklı olduğunu fark ettik. Bu gözlemin ardından neden kendi bilim setimizi oluşturmuyoruz diye düşündük.”
Kaptan pilot Elif Güveyler, sınırları zorlamayı seven bir kadın. 25 yaşında, iki yıllık İngilizce öğretmeni iken, çevresindekilerin söylediklerine kulak tıkayıp tüm birikimini Türk Hava Kurumu’nun uçuş okuluna yatırıp pilot oldu. Şimdi 12 senelik pilot. Güveyler geçtiğimiz ay Kuveyt’in ilk kadın kaptan pilotu olmayı başardı. Zorlukları aşarak başardığı uçuş hikâyesini dinliyoruz:
AİLENİN TEK OKUYAN KIZI
“1985 İzmir doğumluyum. İşçi bir babanın kızıyım. Zor şartlarda büyüdüm. Ortaokuldan sonra Konya’da yatılı öğretmen okuluna gittim. Daha sonra 9 Eylül Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği’nden mezun oldum. Pilot olmak hayalini bile kurmadığım bir meslekti. Kadınsanız öğretmenlik toplumun size çok uygun gördüğü bir meslek. Ailemde bırakın pilot olmayı üniversite okuyan tek kişi benim. Benim için tek çıkış yolu okumaktı. Konya’ya öğretmen okuluna gitmek büyük bir dönüm noktası oldu. Çünkü erken yaşta kendi ayaklarım üzerinde durmamı sağladı ve sonrasında verdiğim cesur kararlarda da etkili oldu. Üniversitedeyken öğretmenliğe başlamıştım, hem okuyup hem çalışıyordum.”
HİÇ DESTEK GÖRMEDİM
Güveyler, üniversitede okutman olarak mesleğine devam etmiş. Fizik tedavi, tıp, mühendislik gibi fakültelerin İngilizce derslerine girmiş:
“Eğitimini aldığım bir meslek var ama KPSS’de bambaşka konulardan bir sınava tabi tutuluyorsunuz. Bunu doğru bulmadığım için sınava girmedim. Üniversitede sözleşmeli olarak çalışmaya başladım. Öğretmenliği çok sevmeme rağmen kendimi daha çok geliştirebileceğim bir alan arayışındaydım. Pilotluk hiç aklımda yoktu. Türkiye’de 15 sene önceye kadar sivil insanlar pilot olamıyordu. Öğretmenliği bırakıp pilot olma yoluna girmem, etrafım tarafından çokça eleştirilen bir karar oldu. Kimse desteklemediği gibi, ‘Ne güzel gül gibi öğretmenlik mesleğin vardı, niye bıraktın?’ tepkileri aldım. Kadına çok yakıştırılan bir meslek değildi.”
ÖZGÜRCE KARAR VEREBİLDİM
Asya Koşal, 17 Ağustos 1999 depremine kadar iki çocuğu ve eşiyle mutlu bir hayat sürüyordu. Ancak yüzyılın felaketi diye adlandırılan depremin yaşandığı gece, hem çocuklarını hem eşini hem de bir kolu ile bir bacağını enkaz altında bıraktı. 5 katlı binanın enkazında 3 gün sürdürdüğü hayat mücadelesini şimdi tek kol ve tek bacakla veriyor. Üstelik yüreğinde iki evlat ve eş acısı taşıyarak... Onun hikâyesini en baştan dinlemek istiyorum:
DEPREMİN YIKTIĞI MUTLULUK
“1970 yılında Kars’ın Kağızman ilçesinde doğdum. 9 yaşındayken Kocaeli’nin Gölcük ilçesine taşındık. İlkokuldan sonra okuyamadım. Biraz büyüdükten sonra aileme destek olmak amacıyla işe girdim. Diş hekimi asistanlığı yaptım. 1989 yılında aynı mahalleden olan eşimle evlendim. O evlilikten bir kızım bir oğlum oldu. 1999 depremi olduğunda kızım 8, oğlum 5.5 yaşındaydı. Hayatım depremden öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılıyor. Deprem sırasında yeni yapılmış 5 katlı bir evde oturuyorduk. Malzemesinden çalınmış bir binadaydık. Daha merdivenleri bile yapılmamıştı, binada kum dökülüyordu. Ben sağlam olmadığını fark etmiştim. 99 depreminden önce olan bir depremde binada çatlaklar da olmuştu. Ancak kayınvalide faktörü yüzünden o bölgeden taşınamıyorduk maalesef. Deprem olduğunda bizim bulunduğumuz ev sallanmadan yıkıldı.”
2 çocuğuyla birlikte eşini de kaybeden Asya Koşal, tek koluyla ilk ilmeği attıktan sonra ikinci hayatına başladı.
ENKAZ ALTINDA 3 GÜN
Koşal deprem sırasında yaşadıklarını ise “Korkunç bir his” diye ifade ediyor: “Çocuklar kendi odasında, ben kendi odamdaydım. Eşim salonda TV izliyordu. Hava çok sıcaktı, uyumak mümkün değildi. Gürültüyü duyunca çocukların odasına hamle yaptım. Yataktan adımımı atar atmaz ayağımın altındaki zemin yarıldı. O sırada duvarların patladığını gördüm. Yatak odasının kapısı dönerek kolum ve bacağıma denk geldi. Ne olduğunu anlayamıyorsunuz, şoktasınız. Bir hamleyle kolumun ve bacağımın üzerindeki kapıyı kaldırmaya çalıştım meğer üzerimde iki kat varmış. Üzerime beton blok düştü. Yarım metrelik bir boşlukta sıkışıp kaldım. Her tarafınızın beton ve toz toprakla dolması, kol bacak sıkışmış çok kötü çok...
BİR DELİKTEN YENİDEN DOĞUŞ
‘KAYNAKÇI’ deyince hemen hemen herkesin aklına özel tulumunu giymiş, yüzünde ısıya dayanıklı maskesiyle fabrika ya da bir atölyede çalışan erkek işçi gelir. İşte bu erkek egemen mesleğe artık kadınlar da el attı. Ana faaliyeti kaynak sektörü olan Gedik Holding’in girişimi Gedik Eğitim Vakfı, İŞKUR ile işbirliği yaparak kadınlara yönelik ücretsiz kaynakçılık eğitimlerine başladı. Türkiye’de otomotiv ve sanayi sektöründe kaynak ustası kadın sayısı bir elin parmaklarını geçmezken, Kadın Kaynakçı Kursları ilk mezunlarını verdi. 15 saati teori 75 saati uygulamalı olmak üzere 90 saat eğitim alan kadınlar, eğitimin ardından uluslararası geçerliliği olan yeterlilik sınavına giriyor ve kaynak ustası olarak çalışmaya hazır hale geliyor.
BABASININ YOLUNDAN YÜRÜYOR
Kadın Kaynakçı Kursu’nun fikir annesi Gedik Holding Yönetim Kurulu Başkanı ve Gedik Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Hülya Gedik, projenin ortaya çıkış hikâyesini şöyle anlatıyor: “Rahmetli babam Halil Kaya Gedik, kaynak mühendisiydi ve bu eğitimi Almanya’da almıştı. Türkiye’ye döndükten sonra ülkemizde kaynakçılık sektörünü geliştirmek için çok çalıştı. Sadece kendi işi için değil, sektörü ayağa kaldırmak için çaba sarf etti. Türkiye’de ilk kez kaynakçılık el kitabını yayınladı. Açtığı okullar, kurduğu eğitim vakfı ile yüzlerce kaynakçı, kaynak mühendisi yetiştirdi. Bugün babamın vizyonuyla Gedik Holding olarak sadece üretim yapmıyoruz aynı zamanda Gedik Eğitim Vakfı sayesinde kaynak malzemelerini kullanabilecek insanları eğitiyoruz.
100 KADINI İSTİHDAM EDECEKLER
Geçen yıl bir sosyal sorumluluk projesi olarak kadınların da bu meslekteki sayısının artması için Türkiye’de ilk kez kadınlara yönelik ücretsiz kaynakçılık eğitimi vermeye başladık. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde başlattığımız projede, ilk yıl 20’ye kadın kaynak ustası yetişti. Bu yıl hedefimiz 100 kadına ulaşmak ve onları sektörde istihdam etmek. Özellikle zor durumda, mesleği olmayan kadınlara eğitim verme amacındayız. Kadınlar eğitimin ardından Meslekte Yeterlilik Sınavı’na girerek çalışmaya hazır hale geliyorlar. Aldıkları sertifika dünyanın heryerinde geçerli.”
ERKEKLERE MAHSUS DEĞİL
Kaynakçılık işinin çoğunlukla erkek işi olarak bilindiğini ancak kaynak mühendisi, akademisyen, eğitmen olarak çok sayıda çalışan kadın olduğunu belirten Gedik, “Onlar öncü cesur kadınlarımız, çok fazla insana ihtiyaç olan bu sektörde çok daha fazla kadının bu alanda çalışmasını istiyorum. Bu iş erkeklere mahsus bir iş değil yeter ki kadınlar istesinler ve başarsınlar” diyor.
Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği, platform olarak 2012’de, resmi olarak ise 2014 yılında kuruldu. Dernek cinsel şiddet yaşamış insanları destek ve güçlendirme, cinsel şiddeti önleme üzerine yoğunlaşmış çalışmalar yapıyor. Derneğin kurucu üyelerinden Hilal Esmer, nasıl yola çıktıklarını, mücadelenin nasıl başladığını anlattı:
KADINLARIN TALEBİ
“Ben grafik tasarımcıyım, Bundan 15 yıl önce Amargi Kadın Kooperatifi’nde gönüllüydüm. 2008 yılında bir grup cinsel şiddet yaşamış kadın bize ulaştı. Cinsel şiddet konusunda savunuculuk yapan bir grup kurmak istediklerini söylediler. Hepsinin davaları sürüyordu. Biz de onlara bir inisiyatif kurmalarını önerdik. Bu inisiyatif onlarca cinsel şiddete uğramış kadının birbirini bulması ve dayanışma kurmasını sağladı.
KELEBEK ETKİSİ
Böyle bir derneğin ne kadar gerekli olduğunu ve kelebek etkisi yarattığını gözlerimizle gördük. Bu inisiyatif derneğe dönüştü. Birçok kadın ‘Ben de cinsel şiddete uğradım’ diyerek anlatamadığı şeyleri anlatmaya başladı. Elbette kadına yönelik şiddetle mücadele eden pek çok grup vardı ama bu konunun ne kadar tabu olduğunu, görmezden gelindiğini fark ettik. Bu platformda kadınlar birbirinin davasını takip etmeye başladı, bilinçlendirme çalışmaları yaptılar.
FETHİYE’DEKİ OLAY
Fethiye’deki toplu tecavüz davasındaki adaletsizlik bu derneğin kurulmasında önemli bir kırılma noktası oldu. Toplumda büyük infial yaratan bir olaydı, üstü kapatılmaya çalışılıyordu. 8 sanık 1.5 yıl sonra beraat etti. Nüfuzlu kişilerdi... Fakat 14 yıl sonra anayasa mahkemesi yargının görevini yapmadığına yönelik karar verdi. Platform bu olaydan sonra çalışmalarına hız verdi. Tabu bir konuydu. Bir tecavüz kriz merkezi kurulması ile ilgili dönemin kadın bakanlarıyla toplantılar yapıldı. Yapılması gereken onlarca şey vardı.”
TÜRKİYE’nin ilk profesyonel kadın boks hakemi Nazan Savaş’ın hayatı, geçen yıl 2 yaşındaki oğlu Alp Rüzgâr’ın ateşlenmesi ve ardından doktorların lösemi teşhisi koymasıyla değişti. Oğlunun 1 senelik kemoterapi süreci sonrasında yeniden ringlere dönen ve ekim ayında Trabzon’da Profesyonel Boks Federasyonu’nun maçında görev alan Savaş’ı Türkiye, ‘anne’ olarak tanıdı. Savaş, ringden inerek oğlunun üstünü örttü ve geri dönüp maçı devam ettirdi.
RİNGE İLK ÇIKIŞ 11 YAŞINDA
Savaş, bir kadın olarak boks hakemi olmak için verdiği mücadeleyi şöyle anlatıyor: “İstanbul’da doğup büyüdüm. Babam boksa çok meraklıydı. Çocukken onunla boks maçları izlerdik. Biz 5 kardeşiz, 4 erkek ben tek kızım. Babam hepimizi birden boksa yazdırdı. Ben 11 yaşındaydım. Boks antrenmanları ağır olur, erkek kardeşlerim tek tek bırakmaya başladı. Hepsi bıraktı ben devam ettim. Babam da benimle boks antrenmanlarına gelirdi. Maçlardan sonra sırtına alırdı. 1 yıl sonra Türkiye turnuvalarına katılmaya başladım. Milli takıma seçildim. Sonrasında hayatım spora dönüştü. Haftanın her günü antrenman yapardık. Yaşım küçükken kamplar çok ağır gelmişti. Ama çok sevdiğim için bokstan asla kopamadım. Kıraç Belediyespor sporcusu olarak devam ettim. İlk olarak babam fedakârlık yaptı, masrafları ödedi. Başarılı oldukça bu işten para kazanmaya başladım.”
OĞLU DOĞUNCA HAKEM OLDU
Bir yandan lise eğitimini tamamladı. 19 yaşındayken de milli boksör olan eşiyle evlendi: “Evlendikten hemen sonra ilk çocuğuma hamile kaldım. Bu yüzden boksa ara vermek zorunda kaldım. Çocuğum doğduktan sonra Fenerbahçe’de boksa devam ettim ama çocukla birlikte antrenmanlara gitmek çok zordu. Ahmet Ali Şimşek hocam hakemlik kursu açtı, bana da hakem olmamı tavsiye etti. Ben de bokstan kopmak asla istemiyordum bu yüzden hakemlik eğitimi aldım ve hakem oldum. Ahmet Ali Şimşek beni yetiştirdi.”
9 YILDIR MAÇ YÖNETİYOR
9 sene önce henüz 21 yaşındayken hakemlik kariyerine başlayan Savaş, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Zamanla milli hakem oldum. Çok sayıda final maçı yönettim, çok ilerledim ve başarılı oldum diyebilirim. Biz hem erkek hem kadın maçları yönetiyoruz. Benden önce kadın hakem olarak Berna Yurtsever vardı. Ben de onunla birlikte bu mesleği sürdürdüm. Ancak ben Türkiye’nin ilk profesyonel kadın hakemi unvanına sahip oldum. Türkiye’ye DBC profesyonel boks müsabakaları gelmeye başladı ve biz artık yurtdışından değil Türkiye’den lisans çıkartabilmeye başladık. Buradaki tek kadın hakem ben oldum. Öyle ki, deneyimli hakemler artık seni AIBA (Dünya Boks Birliği) hakemi olarak görmek istiyoruz diyorlardı.“
HER yıl eylül ayında onlarca şehrin sokaklarında büyük gözlüklü, şapkalı kadınlar gülümseyerek etrafı selamlıyor. Şehirde kadınların bisiklet kullanımını artırmak ve otomobilsiz kentler fikrini yaymak için yola çıkan Süslü Kadınlar Bisiklet Kuru 10. yılını geride bıraktı. Bu sene 25 farklı ülkede 200 şehirde gerçekleşen turun yürütücüleri Sema Gür ve Pınar Pinzutti, Birleşmiş Milletler Bisiklet Özel Ödülü’ne layık görüldü. 39 yaşında bisiklete binmeyi öğrenen tarih öğretmeni Sema Gür ve şu anda İtalya’dan tüm Avrupa’daki belediye ve valiliklere bisikletli yaşam danışmanlığı veren Pınar Pinzutti’nin hayatı Süslü Kadınlar Bisiklet Turu’yla birlikte değişmiş ve dönüşmüş. Binlerce kadına değen turu onlardan dinleyelim...
KASKLI ERKEK DÜNYASINA GİRİŞ
“İlk başladığımızda böyle bir noktaya gelebileceği aklımızın ucundan bile geçmezdi” sözleriyle başlıyor söze Pınar Pinzutti ve şöyle devam ediyor:
“Sema ve ben İzmir Güzelyalı’da kapı komşularıydık. Ben yazılım şirketinde pazarlama departmanında çalışsam da bir yanda Bisikletizm sitesinde yazılar yazan, bisikletli yaşam aktivizmi yapan bir savunucuydum. Sema 39 yaşında bisiklete binmeyi öğrendikten sonra bende farklı bir kapı açtı. Çünkü bisiklet dünyası aslında dışarıdan bakıldığında çok erkek egemen bir dünyaydı. Ben kendim içinde olduğum için farkında değildim ama Sema bunu söylediğinde adeta ayıldım. Özellikle Türkiye’de bisiklete binmek dediğimizde medyada gördüğümüz tek şey bisiklet yarışlarıydı. Kasklı, bisiklet kıyafetli erkekler görürdük.
KURALLARI YENİDEN YAZDIK
Hiçbir zaman bir gazetede çocuğuyla binen, şehir içerisinde ekmek almaya gitmiş bisikletli bir kadın fotoğrafı görmezdiniz. Bu turu düzenlemeye karar verdiğimizde kural olarak hızlı gitmeme, süslenme, etrafa el sallama gibi kurallar getirdik. Bisiklet dünyasında erkek sayısı daha fazla olduğu için kuralları onlar koymuştu biz ise Sema ile kuralları yeniden yazmaya karar verdik ve bisikletli kadın sayısının artması için yola çıktık.”
39 YAŞINDA BİSİKLETE BİNMEYİ ÖĞRENDİ
Hatice Bilginsoy hiç duramayan, sürekli yenilik peşinde olan bir kadın. Şu anda tek hedefi, üç sene önce kurduğu Adam Voleybol Spor Kulübü’nü, Sultanlar Ligi’ne yükseltmek. Üç çocuk annesi, eski bankacı, işinsanı, son olarak voleybol kulübü başkanı Bilginsoy’un inişli çıkışlı hayat hikâyesini dinliyorum:
AİLENİN İLK OKUYAN KIZI
“Gaziantep’te doğdum büyüdüm. Ortaokul ve lise eğitimimi Antep’te tamamladım. Adana Çukurova Üniversitesi’nde elektrik elektronik yüksek okuluna gittim. Darbe dönemi çocuklarıydık, sağ sol olayları çok fazlaydı, bu yüzden okula gitme konusu çok desteklenmezdi. Ben ikinci çocuğum, okumama destek verdi ailem. Ablam çok zekiydi ama onu okutmadılar, geniş ailemde de ilk okuyan kız çocuğu benim. Ortaokulda da lisede de her sınıfta 50-60 erkek öğrenci varsa 2 kız öğrenciydik. Ben hep okutulmayan kız çocuklarının hakkını üzerimde hissettim. O yüzden çok çalışıp bana verilen bu hakkı iyi kullanmak istedim. En iyisini yapmak istiyordum. Eşimle lisede tanıştık. Başarılı bir eğitim hayatım oldu. Okul bitince tekstil şirketinde bilgisayar operatörü olarak işe başladım. Daha sonra banka sınavlarına girdim. Bankacılığı vezneden ibaret zannederdim. Arka planını öğrenince çok sevdim.”
SEKRETERLİKTEN YÖNETİCİLİĞE
Bankanın halka ilişkiler bölümünde sekreter olarak işe başlayan Bilginsoy, daha çok sorumluluk alabileceği bölümlere geçmek istemiş: “Bankanın daha yetkili bölümlerinde çalışmak istiyordum. Kambiyo bölümüne geçtim. Bir yıl çalıştıktan sonra yönetici oldum. Çok çalıştığımı bu yüzden de çok hızlı yükseldiğimi hatırlıyorum. Saat kavramı yoktu, çocuklarım oldu, bu yoğun çalışma temposuyla onları da yürütmeye çalışırdım. Çocuklarım bankamdaki masada büyüdü diyebilirim.”
POLONYA’DA FABRİKA
Bankadaki 10 yılın sonunda eşi ile ticaret yapmaya karar veren Bilginsoy, o dönemi şöyle anlatıyor:
TÜRKİYE’de kadın girişimci denilince akla ilk gelen turizm ve hizmet sektörü oluyor. Sanayici kadın sayısı ise yok denecek kadar az. Bu gerçekten yola çıkan Gaziantep Büyükşehir Belediyesi, Gaziantep Sanayi Odası ve İpekyolu Kalkınma Ajansı, kentte Kadın Girişimci Destek Merkezi (KAGİDEM) kurdu. KAGİDEM’i sıra dışı yapan ise, merkezin sadece kadınların çalıştığı bir organize sanayi bölgesi olması. 2 yıl önce açılan, 1 yıl önce aktif şekilde işlemeye başlayan KAGİDEM’in genel koordinatörlüğünü ise uzun yıllar girişimcilik eğitmenliği yapan Nihal Sabak yürütüyor. Sabak, şöyle konuşuyor:
SANAYİYE GİRİYORLAR
“Temel hedefimiz kadın sanayici sayısını artırmak, işletmeleri büyütmek. Seçilen kadınların işletmesinin ne kadar yere ihtiyacı varsa o kadar büyüklükte bir atölye veriyoruz. Örneğin işletmecinin makineleri için 70 metrekare yere ihtiyacı var ona göre davranıyoruz. 9 yıl boyunca KOSGEB’te eğitim verdim ve şunu gördüm; kadın girişimci destek sürecinden sonra bazen normal hayattaki masrafları hesaplayamayabiliyor. Aldığı destek onu rahata alıştırabiliyor. Bu yüzden bu atölyelerden cüzi de olsa bir ücret almayı daha doğru bulduk. Metrekaresi 10 TL’ye kiraya verdik. Kadınlara KOSGEB’den hibe almak için ön ayak oluyoruz. Proje yazımına destek veriyoruz. Bir kadın girişimci 200 bin TL, bir diğeri 90 bin TL aldı. Bunlar bizi çok sevindiriyor.”
Lokum üreten Emel Shamma
BALIK TUTMAYI ÖĞRETİYORUZ
KAGİDEM’in kuruluşunda büyük emekleri olan Türkiye Belediyeler Birliği Danışmanı ve KAGİDEM Yönetim Kurulu üyesi Filiz Evran da “Bizim amacımız burada kadınlara para yardımı yapmak değil. Bir sanayici olmak için sermayeyi nasıl oluşturursun, yatırımcıya nasıl ulaşabilirsin, bu işin yasal yükümlülükleri nelerdir, e-ticaret sitesi nasıl kurulur, ihracat nasıl yapılır? Bu konularda bilgi sağlıyoruz. Yani balık vermiyoruz balık tutmada eşlikçileri oluyoruz. Çünkü yol onların yolu, kendi yetenekleri, kendi girişimleri. Biz sadece yolda çıkabilecek zorluklar konusunda bir dayanışma ortamı oluşturuyoruz” diyor.
ARTIK PATRON KENDİLERİ
YELKENCİ Başak Mireli, 13 yaşından beri denizlerde. Başarılı bir öğrenci olarak iyi bir eğitim alan ve üst düzey bir kariyer inşa eden Mireli, işten arta kalan her anını ve kazandığı tüm parayı yelkenli sporuna ayırmış. 45 yaşına geldiğinde ise, “Ben hayatımı denizin üzerinde geçirmek istiyorum” diyerek dünya turuna çıkmaya karar vermiş. Çok sayıda eğitimin ardından eşiyle birlikte 5 yıl sürecek dünya turuna başlayan Mireli’yi, Kanarya Adaları’nda yakaladık. Mireli, aralık ayı ortasında Atlantik Okyanusu’nu tek başına yelkenliyle geçen ilk Türk kadını olmaya hazırlanıyor. Mireli’nin hikâyesini kendisinden dinleyelim:
CANIMA TAK ETTİ
“Beden eğitimi öğretmeni olan annem beni 13 yaşındayken Fenerbahçe’nin yelken bölümüne götürdü. Üniversite dönemine kadar yelken yaptım. Daha sonra üniversite sınavlarına hazırlandım ve ODTÜ’yü kazandım. Psikoloji ve sosyoloji çift anadal yaptım. Ankara’da yelkene ara vermek zorunda kaldım. Üniversite hayatımda dağcılık, trekking gibi sporlarla uğraştım. Üniversiteyi bitirdikten sonra sinema televizyon masteri yapmak üzere İstanbul’a geldim. Bir süre setlerde reji asistanlığı yaptıktan sonra uluslararası şirketlerin pazarlama departmanlarında çalıştım. Ta ki canıma tak edene kadar.
DÜNYADA TAM TUR
Dünya seyahati biraz hayatta kalma mücadelesi. 5 yıl sürecek. YouTube hesabı açtık, Instagram’dan paylaşım yapıyoruz. Gezdiğimiz yerlerle ilgili değil yelkenli hayatına dair deneyimlerimizi paylaşıyoruz. Yola çıktıktan sonra coğrafi olarak rüzgârlar sebebiyle geri dönmek çok zor. Tam tur yapmak konusunda istekliyiz. Doğa bize ne şekilde yapacağımızı gösterecek.
PARAMI YELKENE YATIRDIM
ALMANYA’da nereye gitseniz bir dönerciyle karşılaşabilirsiniz. Ancak zengin Türk mutfağının örneklerinin yenilebileceği çok da fazla yer bulunmuyor. 10 yıl önce Türk yemeklerini Almanlara sevdirme arzusuyla yola çıkan iki girişimci arkadaş Arzu Bulut ve Lale Yanık, açtıkları restoranı bugün Berlin’in en önemli lezzet durağı haline getirmeyi başardı. İşçi çocukları olan Bulut ve Yanık, “Önce ismimiz dikkat çekiyor, sonra ortam ve lezzetler. Almanya’da da gastronomi dünyasında erkek egemen bir sistem var. Ama kadınlar çok destekleniyor. Bu lezzetleri Alman gastronomi dünyasına tanıtmaktan çok mutluyuz. Osman’ın kebabı, ahtapot, humus, şakşuka en sevilen yemeklerimizden” diyor.
BAVUL ÇOCUKLARI
Arzu Bulut ve Lale Yanık’ı yakından tanımak istiyorum. Bulut, anlatıyor:
“Almanya’da doğdum, burada yabancılar için anaokulu olmadığı için aileler çocuklarını Türkiye’ye gönderiyordu. Ben de Muş’un Varto ilçesine bağlı bir köyde anneanemin yanında büyüdüm. 4 yaşında tekrar Berlin’e geldim. Burada büyüdüm. Ailede herkesin kafasında çalışıp geri dönelim düşüncesi vardı. Bizlere bavul çocukları denirdi. Türkiye ile Almanya arasında gidip gelirdik. Ailede okuyan olmadığı için üniversite okumak uzak bir fikirdi ama ben okullarda başarılı oldum ve işletme bölümünü bitirdim. Ailemden ayrı eve çıkmak istedim, o dönemlerde bu çok büyük bir istekti. Ailem Berlin’in batı tarafındaydı ben ise Doğu Berlin tarafına kaçtım. Çok kalabalık bir aileden geliyorum. Bütün köyümüz buraya gelmişti. Yaşadığımız binada herkes akrabamızdı. Sürekli yemek yapardık.”
KURŞUNLU köyünde yaşayan Bedriye Berber Engin, tam bir kitap tutkunu. Engin, bugüne kadar okuduğu binlerce kitap nedeniyle Bilecik Valiliği tarafından “En çok kitap okuyan yetişkin”, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından da “Sıradışı Okur” seçildi. Bedriye Berber Engin, zamanla kitaplardan öğrendiği ekoturizme kafa yormaya başladı. Köydeki kadınların da katıldığı çalışmalarla Kurşunlu’yu bir ekoköye çevirdi. Köyü ekoturizme açmadan önce unutulmasın diye köyün kültürüne dair her şeyi yazan Engin, “Oyunlarımız, ninnilerimiz, tarım yöntemlerimiz bunların hepsini gelecek nesillere aktarmak için not alırdım. Ekoturizm için harekete geçerken zaten aslında bu köyün aktarılabilecek kültürel güzellikleri elimdeydi” diyor.
KİTAPLARDAN HAYALLER KURDUM
Kurşunlu Köyü doğal güzellikleriyle doğa severlerin odak noktası oldu ve bir süre sonra yerli ve yabancı turistlerin uğrak yeri haline geldi. Köye gelen yerli ve yabancı turistler için hamur açma atölyeleri, meyve toplama etkinlikleri, yürüyüş turları ve kına gecesi gibi eğlenceler düzenleniyor. Engin ise tüm bunları organize ederken kitap okuyacağı vakitlerden taviz vermiyor. Köyün toplanma alanına büyük bir kütüphane kuran Engin, aynı zamanda okuma etkinlikleri düzenliyor.
Peki bu okuma tutkusu nasıl başladı, Kurşunlu köyü nasıl bu hale geldi? Engin başlıyor anlatmaya: “Ben bu köyde doğdum büyüdüm, Hiç köyümden başka yerde yaşamadım. Tarım, hayvancılık ve arıcılık yapıyoruz. Sabah 5’te giderim ot yolarım, bahçelerime giderim. Üretimin içerisinde bir hayatım var. En çok hayvancılık yaptım. Yaşlanınca hayvancılığı bıraktım. 5 yaşında annemi kaybettim, 7 yaşında ise babaannemi kaybettim. Okuma yazmayı öğrendim o sene. Okuldan hikâye kitapları getirirdim. Onların üzerinden hayaller kurardım. Sonra tamamen kitaplara verdim kendimi. Şu anda 61 yaşındayım ve tamamen kitapların çevresinde bir hayat yaşıyorum. 7 yaşında okumaya başladım hâlâ okuyorum. Babam okumamı çok destekliyordu. Ortaokulu bitirdim. Annem olmadığı için çok büyük bir hoşgörü vardı bana. Babam beni liseye yazdırdı ama ben gitmedim. Şımarıklık işte...”
OKUMAK İÇİN KÜÇÜKBAŞ ALDIM
Geçen yıl açıktan liseye başladığını ve şu anda lise 2. sınıfta olduğunu anlatan Engin, okulu bırakınca kapı komşusunun oğluyla evlenmeye karar vermiş ama içini bir korku kaplamış: “Nişanlanınca bir korku başladı bende, ‘Ya gelin gittiğim yerde okuyamazsam’ diye... Bu durum uykularımı kaçırdı. Gerçekten de ilk evlendiğimde kitap okuyamadım. Çünkü hem ev işi hem hayvancılık yapıyorum, kayınvalidemlerle yaşıyorum, gelin olarak sizden beklenen birtakım işler var. Kitap okumak için küçükbaş hayvan edindim. Küçük altınlarımı verdim küçükbaş hayvan aldım. Planım şuydu; evin yaş olarak en küçüğü ben olduğum için hayvanları otlatmaya beni gönderirler, ben de rahat rahat kitap okurum. Gerçekten de sabah 2 saat, akşam 2 saat kitap okuyabiliyordum.”
KÖY ÖĞRETMENİ BENDEN BIKTI
KÜREK, Türkiye’de hem az sayıda sporcunun yaptığı hem de kadının adının hiç olmadığı bir spor alanıydı. Şimdilerde ise kürekte madalyalar alan bir jenerasyon var. O jenerasyonun en öne çıkan ismi ise son olarak ‘23 Yaş Altı Avrupa Şampiyonası’nda milli formayla altın madalya kazanan Fenerbahçe sporcusu Elis Özbay...
Doğma büyüme İstanbullu olan Elis Özbay (21), çok enerjik olduğu için ailesi tarafından spora yönlendirilen çocuklardan: “Ailemin tek çocuğuyum. Çok hareketli olduğum için ailem deşarj olmam için beni spora yönlendirdi. Uzun yıllar voleybol oynadım. 16 yaşındayken beden eğitimi öğretmenimin tavsiyesi üzerine kürek sporuna yöneldim. Öğretmenim eski bir kürekçiydi. Fenerbahçe’nin kürek kulübüne girdim. Yetenekli olduğum fark edildi. Normalde salon çalışmalarının ardından suya çıkılır.
GAZA GELDİM
Ben hızlıca su antrenmanlarına başlayınca oradaki arkadaşlarım, ‘Neden bu yaşta voleyboldan küreğe geçtin, niye geldin?’ gibi sorular sordular. Kızların gözünü korkuttum sanırım. O tavır beni gaza getirdi. Neden geldiğimi kendime ispatlamak istedim. Aslında ailem de küreği okulumun yanında yaptığım bir hobi olarak görüyordu. İlk dönemlerde gündüz voleybol, akşam kürek antrenmanlarına katılıyordum. Bulgar bir hocam vardı, ‘Senin vücut tipin küreğe çok uygun, kürekten devam etmelisin’ dedi. Boyum uzun ve güçlüyüm, bu yüzden bu vücut avantajını kürekte yaşadım.”
5 YILDA 6 MADALYA
Küreğe yeteneği ve hırsı kısa sürede keşfedilen Özbay, tekneye çıktıktan 9 ay sonra milli takıma kabul edilerek Balkan Şampiyonaları’na katılmış. Henüz 17 yaşındayken 8’li yarıştıkları kategoride Türkiye’ye şampiyonluk getiren Özbay, 5 yıla sığdırdığı madalyalarını anlatmaya başlıyor: “2020 yılında U23 Şampiyonası’nda iki tek kategorisinde birinci oldum. 2021 yılında ise Galatasaray’dan Merve Nur Uslu ile birlikte milli takım ekibi oluşturduk. Olimpiyatlara gitmeyi 3 saniye ile kaçırsak da Zagrep’te Dünya Şampiyonası’nda 3.’lük kazandık. Ardından Çekya’da U23 Dünya Şampiyonası’nda altın madalya kazandık. Bu Türkiye tarihinde kadınlardaki ilk şampiyonluktu. Daha sonra 2021 Avrupa şampiyonu olduk.”
Türkiye’ye çok sayıda madalya getiren ikilinin yolunu sakatlıklar ayırmış. Özbay, “Merve bir sakatlık yaşayınca tek yarışmaya başladım. Bu yıl temmuz ayında İtalya’da U23 Dünya Şampiyonası’nda gümüş madalya kazandım. Daha sonra eylül ayında ise Avrupa Şampiyonu oldum” diyor.
YALOVA’da bir köyde büyüyen, başarılı bir öğrenci olduğu için hep özel okullarda burslu olarak okuyan Mine Ekinci, çocukluğundan itibaren sosyal adaletsizliği dert edinmiş. Burslu girdiği Robert Kolej ile Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirdikten sonra Harvard Üniversitesi’nde yüksek lisans yapan Ekinci, ‘kariyeri’ne köy okullarına dokunarak devam etmeye karar vermiş. Eğitimdeki fırsat eşitsizliğini ortadan kaldırmak için de KODA’yı (Köy Okulları Değişim Ağı) kurmuş.
KODA ile Muş’tan Aydın’a kadar yüzlerce köy okulundaki öğretmenlerle bağlantı kuran Ekinci, ihtiyaçlara yönelik eğitimler organize ediyor, Milli Eğitim Bakanlığı ile birlikte köy öğretmenlerine destek kitapları hazırlıyor, eğitim fakültelerindeki öğretmen adaylarına yönelik çalışmalar yapıyor.
ÇOCUKLUĞU KÖYDE GEÇTİ
Mine Ekinci’nin hikâyesi 99 depreminden sonra ailece babaannesinin köyüne taşınmalarıyla başlamış: “Çocukluğum Yalova’da babaannemin köyünde ve Adapazarı’ndaki annemin köyünde geçti. Bizim köylerimiz çok güzeldi, yemyeşil, altyapıların tam olduğu yerlerdi, bu yüzden benim kafamda çok güzel bir köy algısı vardı. Ben parlak bir öğrenci olduğum için hep özel okullarda burslu okudum. Küçük yaştan beri topluma ve adalet konusuna dair bir şeyler yapmak istiyordum. Yatılı olarak Robert Kolej’inde okudum. Sivil toplumla da o yaşlarda tanıştım. Hafta sonları Yalova’da kent meclisi gibi yerlerde çalışırdım. TEMA ve TEGV’le tanıştım. Robert Kolej’inden sonra Boğaziçi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’ne girdim. Okula ilk girdiğim yıl kaydımı dondurdum.
GÜNEY AMERİKA’DA BELGESEL
O yıl AB’nin bir projesiyle Fransa’ya gittim ve engellilere bakım veren bir projede çalıştım. Üniversitede okurken geçimimi sağlamak için yoğun olarak özel ders verdim. Üniversite bittiğinde çocuk eğitiminin toplumun değişiminde ne kadar önemli olduğunu ve bu konu üzerine çalışmak istediğimi biliyordum. Üniversiteyi bitirdikten sonra bir süre Güney Amerika’da belgesel çekimine gittim, daha sonra bir okulda çalışmaya başladım.”
KAPTAN Ayşe Aslı Başak, dünyadaki denizci kadınlar için çalışmalar üreten bir isim. 31 yaşındaki Başak, 2019 yılında Norveç’in Oslo kentinde düzenlenen Nor-Shipping Fuarı’nda denizcilik alanında “İzlenecek 10 başarılı kadın” arasında gösterildi. Kurduğu SheFarers isimli dernekle her yıl yüzlerce genç denizci adayına mentorluk yaptı. Başak’ın hikâyesi şu anda da tutkusu olan denizlerde başlamış:
İLK YOLCULUK ÇİN’E
“Doğma büyüme Çanakkaleli’yim. Denizi çok seven bir aileden geliyorum. Ufak bir balıkçı teknemiz vardı. Çocukluğumda ailecek balığa çıkardık. Denizi seven bir aileden geldiğim için ben de denizci olmaya karar verdim. İTÜ’de Deniz Ulaştırma İşletme Mühendisliği Bölümü’ne girdim. Bölümde çok az kız öğrenci vardı. Birinci sınıftan itibaren gemideki stajlarımız başladı. Denizciliğin ne olduğunu ilk gemiye çıktığımda anladım. O yaz İskenderun Limanı’ndan gemiye binip 57 tonluk bir gemiyle Çin’e gittim. Çin’den Avustralya’ya giden bir gemiydi. Gemi büyük bir bilinmezlikti benim için. 20 erkek var, tek başıma gidiyordum. Süveyş Kanalı’ndan yola çıktığımızda etraf uçsuz bucaksız denizdi ve içimden ‘Artık hayatın böyle geçecek’ dedim.
6 AY KARAYA BASMADIM
İnsan fiziksel olarak da mental olarak da her şeye adapte olabiliyor. Gemide çok fazla iş var, sorumluluklar var. 7-24 giden ve her dakikasının para ettiği bir geminin üzerindesiniz. Okul süresince her yaz gemiye çıktım. Üçüncü sınıfta 6 ay hiç inmeden gemideydim. Okulu bitirdiğimde de gerekli sınavlara girerek kaptanlık serüvenime başladım.”
HASTALANINCA LİMANA ÇIKTI
Ancak dört yılın sonunda bir sağlık problemi yüzünden kaptanlık kariyerine son vermek zorunda kalan Başak, kendisine yeni bir kariyer yolu açan o günleri şöyle anlatıyor:
ESKİŞEHİR Sivrihisar’da Airshow’un yapılacağı havacılık merkezindeyiz. Semin Öztürk Şener, güler yüzüyle bizi karşılıyor. Uçak sesleri eşliğinde sohbetimize başlıyoruz. Şener, Türkiye’nin ilk sivil akrobasi pilotu Ali İsmet Öztürk’ün kızı. Zaten uçakların içinde doğmuş gibi. Ancak “Babası pilot olduğu için akrobasi pilotu oldu” yorumlarına biraz alınıyor, “Akrobasi pilotluğu benim için büyük bir tutku anlatılmaz yaşanır. Babamın kızı olmaktan gurur duyuyorum. Ama uçağın içerisinde yalnızsınız. Örneğin ablam hiç pilotluğa ilgi duymadı” diyor... Çocukluğu hangarlarda uçak sesleriyle, yakıt kokularıyla geçen Şener anlatıyor:
“Annemin de pilotluk ehliyeti var. Babamla iki kanatlı masallardan çıkmış gibi bir uçağı vardı. Sürekli uçardık. 8 yaşıma geldiğimde, babam uçuşta bana sorardı ‘Hangi tarlaya inelim?’ Bana inişe uygun olabilecek yerleri öğretmişti. Ben de bakardım hangi tarla inişe uygun diye. Ayaklarım pedallara yetmezdi. Altıma minder koyarlar, önümü görmeye çalışırdım. Havacılıkla böyle tanıştım. Bir uçağı kontrol etmenin keyfini de böyle öğrendim.”
İLK UÇUŞ 12 YAŞINDA
Şener, 9 yaşına geldiğinde babası Ali İsmet Öztürk akrobasi uçuşlarına başlamış: “Babam hem helikopter hem uçak pilotu. Havacılıkla ilgili bir işletmemiz vardı. Ama akrobasi uçuşları bambaşka bir şey. Babam akrobasi eğitimleri almaya başladığında ‘Ben de seninle denemek istiyorum’ diye tutturuyordum. Ancak akrobasi uçaklarında paraşüt takmanız gerekiyor. Çok küçük olduğum için paraşüt bana büyük geliyordu. Babam ‘Beklemen lazım’ dedi. 12 yaşımda paraşüt bana olmaya başladı ve ilk akrobasi uçuşumu yaptım. Lisansımı alana kadar babamla birlikte uçtum.”
UÇUŞA HAZIRLIK
“Airshow öncesinde kampa giriyoruz. Günde 2-3 antrenman uçuşu oluyor. Antrenman yapmadığım zamanlarda da kafamda uçuş planı yapıyorum. Aslında yerde de uçmaya devam ediyorum. 2-3 ay boyunca sadece Airshow’a konsantre olduğumuz dönemler yaşıyoruz. Örneğin Airshow’da uçuşu ne zaman yapacaksam antrenmanları da günün aynı saatinde yaparak vücudu hazırlıyorum. Uçuş yaptığımız bölgenin yüksekliği çok önemli. Örneğin geçen ay İzmir’de Airshow vardı. İzmir’deki ve Sivrihisar’daki uçuşlar birbirinden çok farklı.”
TÜRKİYE’nin uzay çalışmaları konusuna öne çıkan biliminsanı, İTÜ Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Demet Çilden Güler, asker bir baba ve öğretmen bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Uzay merakı ise çocukluk yıllarında başlamış. Memur çocuğu olduğu için pek çok farklı şehirde yaşadıktan sonra, İTÜ Uzay Mühendisliği Fakültesi’ni kazanıp, İstanbul’a yerleşmiş. 31 yaşındaki Demet Çilden Güler, uzaya olan merakını, öğrenciliğini ve başarı öyküsünü anlattı:
AKLIM FİKRİM HAVADAYDI
“Çocukluğumdan bu yana uzaya çok meraklıyım. Sadece uzay değil, resim ve yazı yazmayla da ilgili bir çocuktum. Bilim Çocuk Dergisi’nde gezegenlerle ilgili kartlar verilirdi. Bunları inceler, biriktirirdim. Uzay sevgim bu dönemde başladı. Ancak resme ve yazıya meraklı olmanın da akademisyenlikte olumlu etkileri olduğunu düşünüyorum. Akademisyen olmak için yazı yazmayı sevmek gerekiyor. Ayrıca yaptığım işleri görselleştirmem gerekiyor. Çünkü uzay önceden kimsenin görmediği bir alan. Bu üç alanın birleşmesi uzay çalışmalarında işime yarıyor.
LİSEDE KAFAMA KOYDUM
Lise yıllarından itibaren uzay mühendisi olmayı kafaya koydum. Üniversitede okurken de pek çok staj yaptım. Bizim stajlarımız genellikle savunma sanayi şirketlerinde oluyor. Roketsan, Aselsan gibi şirketlerde staj imkânlarımız oluyor. Ben bunun dışında TEKNOKENT’lerdeki alt yüklenici şirketlerde de staj yaptım. Bu dönemde üniversitede kalıp akademisyen olmak istediğime karar verdim. Çünkü üniversitede kendi merak ettiğim konulara eğilebilecektim.”
GEZEGENLERİN MANYETİĞİ
Yüksek lisansını ve doktorasını da İTÜ’de tamamlayan Güler, adını bilim tarihine geçiren çalışmasını şöyle ifade ediyor: “Uzay araçlarının yönelimiyle ilgili çalışıyorum. Örneğin bir arabanın direksiyonunu nereye gitmek istersek o yöne çeviriyoruz. Uzay araçlarında da böyle sistemler var. Örneğin uzay aracımızdaki güneş panellerini güneşe doğru yönlendirmek istiyoruz. Ama güneşin nerede olduğunu bilmiyoruz. Bunu bulmak için algoritmalar yazmak aslında çalıştığım temel konu. Birtakım sensörler var. Bu sensörlerle hem yönü belirliyor hem de uzay aracının yönünü kontrol ediyoruz. Fakat benim çalışmamda esas fark yaratan konu literatürdeki bir eksikliği fark etmemle oldu. Uzay araçlarını etkileyen bazı dış etkenler var.
Bu ay Konya’da gerçekleşen İslami Dayanışma Oyunları’nda pek eşine rastlanmayan bir olay gerçekleşti. Para atletizmde kadınlar T53-54 sınıfı 100 metre finalinde kürsüdeki sporcuların tamamı Türk’tü. Bronz madalyayı Nurşah Usta, gümüş madalyayı Zeynep Acet altın madalyayı ise para atletizmde artık bir efsaneye dönüşen Zübeyde Süpürgeci kazandı. Her yıl ulusal ve uluslararası mecrada göğsümüzü kabartan 29 yaşındaki Zübeyde Süpürgeci’nin hayat hikâyesini dinlemek için Bağcılar Engelliler Sarayı’nda buluştuk.
Güvenlik görevlisi bir baba ve ev kadını bir annenin kızı. Bağcılar’da doğup büyümüş. Ortaokula kadar okula giden daha sonra okulu bırakmış. 15-16 yaşlarına kadar hayattaki tek engelli kişinin kendisi olduğunu düşünüyormuş:
NEDEN HİÇ EVDEN ÇIKMIYORSUN
“Dünyada sadece ben engelliyim zannediyordum. Çünkü okuldaki arkadaşlarımdan kuzenlerimden farklıydım. O dönemde engelliler ya da engellilerin yaptığı sporlar medyada o kadar çok yer almıyordu. Bir komşumuz Bağcılar Belediyesi’nde şofördü. Bir gün “Sen de gel Zübeyde belediyenin böyle bir spor alanı var neden hiç evden çıkmıyorsun” dedi. Ben de kabul ettim.
KOLLARIN ÇOK GÜÇLÜ
İstanbul Üniversitesi Su Bilimleri Fakültesi Deniz Bilimleri Anabilimdalı öğretim üyesi Doç. Dr. Nur Eda Topçu, denizin hem altında hem üzerinde araştırmalar yapıyor. Master öğrencileri ile tekne tutarak Marmara, Ege ve Akdeniz’de dalışlar yapıyor, deniz altındaki gizemli dünyayı keşfe çıkıyor. Daha önce hiç çalışma yapılmayan mercanların yeni türlerini kayda geçiriyor, yeni bulguları derliyor. Bir dalış gününü birlikte geçirdiğimiz Topçu, “Denizin altında inanılmaz bir dünya var, hiç çalışılmamış onlarca konu var. Birçok bulguyu elde ettikten sonra, ‘Bu kadar önemli bir bulgu nasıl daha önce keşfedilmemiş’ diyerek şaşkınlığa uğruyorum” diyor.
BRETONYA’DA OKYANUS BİLİMİ
Ortaokul yıllarında okuduğu bir kitaptan etkilenerek deniz biyoloğu olmaya karar veren Topçu, o süreci şöyle anlatıyor: “Hem bilim yapıp faydalı şeyler yapmak hem de maceralı olması beni çok cezbetti. Fransız lisesinde okuyordum, Fransa’da direkt bu bölümü okuyabilirim diye düşündüm. Bretonya bölgesinde oşinografi yani okyanus biliminde çok iyi bir üniversitede okudum. Yüksek lisansımı da orada yaptım. Okyanuslar üzerinden çalışmalar yapıyorduk ama bir türlü mutlu olamıyordum. Bu hissin sebebi içimdeki Akdeniz tutkusuymuş. Yüksek lisans eğitimime Marsilya’da devam ettim. Orada kendimi buldum. Ben Akdenizliyim ve çalışacağım yer de burası diye düşündüm.”
DOKTORA İÇİN DÖNDÜ
Akdeniz’in okyanuslardan çok farklı olduğunu vurgulayan Topçu, dalış ağırlıklı saha çalışması da olan bir model oturtmaya çalıştığını söylüyor. Topçu, İstanbul Üniversitesi Su Bilimleri Fakültesi eski dekanı Prof. Dr. Bayram Öztürk ile çalışmalar yürütmeye ve onlarla gemilerde dalışlara katılmaya başlamış: “Eşim de o sırada araştırma görevlisiydi. Onunla tanıştım ve yıllar sonra doktora tezimi yazmak için Fransa’dan Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Üç senede doktoramı bitirebilecek iken burada yeniden başlayarak 6 senelik zorlu bir doktora dönemine girdim.”
Yüzlerce yıllık tarihe sahip olan dünyaca ünlü şilebezi, Şileli ustalar tarafından tamamen el işçiliğiyle üretiliyor. En başarılı modacıların kreasyonlarında da yer alan İstanbul’un ilk coğrafi işaretli ürünü şilebezi, kara tezgâhta dokunuyor. Şile’nin sahilinde hırçın dalgalarda yıkanıyor, kızgın kumlarda kurutuluyor. Hem beden gücü hem de sabır isteyen şilebezine hayatını adamış Güzin Bağlar ile buluşuyoruz. 40 yılı aşkın süredir şilebezi dokuyan, modeller üreten ve bugün kendi markasının sahibi olan Bağlar, çırak genç kızlara kadim bilgilerini aktarıyor. Bir yandan da oğlu ve gelinini kendisinden sonra işleri sürdürmeleri için yetiştiriyor.
NAKIŞLA BAŞLADI
Çocukluğu Şile’nin Meşrutiyet köyünde geçen Güzin Usta anlatıyor: “İlkokul mezunuyum, annem beni okula göndermedi. ‘Sen evde dikiş dik, evinde otur’ dedi. Ancak hayatım hiç öyle geçmedi. Yaşamım boyunca dışarıda çalıştım diyebilirim. Bizde küçük kız çocuklarının hepsine nakış öğretilir. Ablalar, anneler çocuklarına öğretir. Ben biraz şanslıydım. İlkokuldan sonra dikiş kursu açılmıştı hemen oraya kaydoldum. Kursun en küçüğü bendim. O kursta her şeyi dikmeyi öğrendim. Daha sonra şilebezi işleyen ablalarımın yanına gidip gelmeye başladım. Dikişi, tasarımı çok sevdiğim için kendimi geliştirdim. Hep daha güzelinin peşinden koştum. Kendimi bir ev hanımı olarak tanımlayamadım, her zaman üretimin içerisinde yer almak istedim.”
ÖNCE PAZARDA
Bağlar, 18 yaşında evlendiğinde Şile’den ayrılıp Üsküdar’a taşınmış. Yıllarca Üsküdar’da dikişnakış yapıp satan Bağlar, o dönemlerde gecelik, sabahlık, namaz başörtüsü, tülbent gibi ürünler dikiyormuş: “Şimdi tülbentte nakış bulamazsınız o dönemde tülbent işlerdik” diyor. 2001 krizinde eşinin işleri bozulunca memleketleri Şile’ye geri dönen çift, iki çocuklarıyla birlikte geçim sıkıntısına girmiş. Bağlar, şilebezi üzerine çalışmaya başlamış.
Turizmci Yasemin Yılmaz üniversite yıllarından beri hayvan hakları için çalışıyor. Hayvan barınaklarını ziyaret eden, doğal afetlerde can dostları kurtaran, ormanlardaki hayvanları besleyip sahiplendiren, tüm gelirini hayvanlar için harcayan Yılmaz’ın hayatı geçen yıl Hopa’da terk edilmiş bir TIR dolusu at bulunmasıyla değişti. Yarısı ölmüş yarısı ölmek üzere olan atlar, Kırgızistan’a düğün yemeği olarak gidiyordu. Yılmaz, Artvinli hayvanseverler ile atları ‘evlat’ edindi. O gece doğan bir ata ise ‘Mucize’ adını verdi. Birkaç hafta sonra terk edilmiş bir TIR daha bulundu. Yasemin Yılmaz, Haydiko Derneği ile birlikte atlar için bir çiftlik kurdu. Adını da ‘Mucizeler Diyarı’ koydu.
HAYVAN HAKLARI SAVUNUCUSU
Hayvansever Yasemin Yılmaz’ı İstanbul’da yakalıyoruz ve yıllardır gittiği Avcılar Barınağı’nda buluşuyoruz. Yılmaz başlıyor hikâyesini anlatmaya:
“Doğma büyüme İstanbulluyum. Ekonomi alanında eğitim aldım, turizm alanında çalışıyorum. Uzun yıllar kurumsal yerlerde çalıştım, son 14 yıldır ise kendi acentem var, yurtiçi ve yurtdışı turlar düzenliyorum. Hayatımda hayvanın olmadığı herhangi bir dönem olmadı. Önce mahallemde sonra öğrenciliğimde hep hayvanlarla ilgili bir şeyler yaptım. 18 yaşından sonra da çeşitli sivil toplum örgütlerinde hayvan hakları çalışmaları yaptım. 1999 depremi benim için bir kırılma noktasıydı. O dönemler hayvanseverler bu kadar iletişim halinde değildik. Depremde birçok insan evlerinden olunca hayvanlarını terk ettiler. Enkazdan yaralı hayvanlar çıkarttık, sahipsiz hayvanları kurtardık. Bu dönemde tanıştığım hayvan hakları savunucularıyla daha sonra da birlikte çalışmalar yaptık.”
BİR KAP SU VE MAMA
KARS merkeze 50 kilometre uzaklıktaki Boğatepe köyündeyiz. Kışı ayrı, yazı ayrı güzel olan köyde, Kars Boğatepe Çevre ve Yaşam Derneği Başkanı Zümran Ömür ile buluşuyoruz. Bizi evinin önünde karşılayan Zümran Ömür ve eşi Celal Ömür, “Bu köyün mücadelesi anlatmakla bitmez” diyerek başlıyorlar söze... Gülümseyerek, “Ahırdan eve, evden ahıra çocuklarını büyüten kadınlarken şimdi aynı zamanda işkadını olduk” diyen Zümran Ömür, hem kendi hem de Boğatepe köyünün hikâyesini anlatıyor:
SATACAK YER YOKTU
“Kars’ın Selim ilçesinde doğdum. Boğatepe’ye 1987 yılında, 15 yaşında, gelin geldim. İlkokul mezunuyum. Köy işlerinin hepsini kayınvalidemden öğrendim. İlk geldiğimde köyde mandıralar ve üretim vardı. Ancak ürünü satacak yer bulamıyorduk. Tüm köy ürettiklerimizi başka şehirlere götürüyor oralarda satmaya çalışıyorduk. O dönem devletin mandıralarla ilgili aldığı kararlar, mandıralarımızın bir bölümünün kapatılmasına sebep oldu.
KÖYÜ YIKAN KAZA
2000 yılındaki kaza ise bu köye felaketi yaşattı. Köyde herkes akraba. Bir trafik kazasında 23 kişi öldü. Ardından iki askerimiz öldü, iki anne intihar etti, iki baba kalp krizinden vefat etti. Köyde büyük bir depresyon yaşandı. Herkesin bahçesinden ağıt sesleri geliyordu. Bu acıya dayanamayan aileler göç etti. Tek bir mandıra kalmıştı. Bizimki yaşamak değildi artık. Kazadan 3 yıl sonra, aynı kazada ağabeyini kaybeden İlhan Koçulu, köye geldi ve adeta köyü kapatma noktasına geldiğimizi görüp, bir şey yapmamız gerektiğini söyledi. Benim de tarım bilgim, hayvancılık bilgim yüksektir. Bir dernek kuralım ve buradaki peynirciliği tekrar hayata geçirelim dedik.”
2015 yılında Diyarbakır’da çatışmalardan en çok etkilenen Sur ilçesinde eski bir Diyarbakır konağındayız. Şehadet Çitil, annesi ve ablası hummalı bir paketleme çalışması içerisinde. TRT Kurdi, TRT Haber ve Habertürk’te muhabir ve editör olarak çalışan Şehadet Çitil tam da Hendek olayları sırasında doğup büyüdüğü şehirde yaşanan olaylardan etkilenerek gazeteciliği bırakıp İstanbul’dan memleketi Diyarbakır’a dönmüş. O dönem hem maddi hem de psikolojik olarak büyük bir yıkım yaşayan bölgedeki kadınlarla birlikte yeni bir tarım modeli geliştiren Çitil, altı senedir “Hevsel Bahçesi” adındaki girişimiyle bölgedeki kadınların ürettiği organik ürünleri alarak Türkiye’nin dört bir yanına ulaştırıyor. Şu anda Diyarbakır, Bitlis, Van, Hakkâri, Şırnak ve daha pek çok şehirde 200’ü aşkın kadın üreticiyle çalışıyor.
ANNEMİN MUTFAĞI YETMEDİ
Çitil hikâyesini şöyle anlatıyor: “Doğma büyüme Diyarbakırlıyım. İstanbul Fatih Belediyesi’nde iş bulunca soluğu İstanbul’da aldım. Üniversite sınavlarına girdim ve Kocaeli Üniversitesi’ni kazandım. Hem okuyup hem çalışıyordum. Daha sonra gazetecilik maceram başladı. 2015 yılına geldiğimizde doğup büyüdüğüm yerlerde Sur olayları başladı. Haber yapmak için beni bölgeye gönderdiler. Geldiğimde camlar yere inmiş, kum torbaları yığılmış, tüm Sur kapanmış. Korkunç bir manzaraydı. Bir Diyarbakırlı olarak şehir bu kadar kötü bir haldeyken İstanbul’da olmak vicdan azabı yaşamama sebep oldu ve ailemin yanına Diyarbakır’a döndüm. İstanbul’daki küçük çevremden salça, kurutmalık gibi ürünler isteniyordu. Ben de ‘anneme yaptırayım, ufak ufak satayım harçlık olsun’ dedim. Sonuç insanlar beğendi ve almaya başladı. Annemin mutfağı yetmemeye başladı.”
Salça ve kurutmalıklar çok beğenilince Çitil, birkaç kadınla anlaşmaya ve onların yaptıklarını da satmaya karar vermiş. Çitil, “Sur’daki kadınlar 7-8 ay evlerinden uzak kalmış, evleri büyük zararlar görmüştü. Teklifimi duyunca, ‘Seve seve kabul ederiz’ dediler. Kimi bizden kazandığı parayla evinin damını tamir ettiriyor kimi bozulmuş buzdolabını yaptırıyordu” diyor.
DÜKKÂNIMIZI SUR’A KURDUK
Sevgi İrak, İstanbul’un Çatalca ilçesinde, ortak olarak çalıştığı emlakçıda yoğunluktan başını kaşıyacak vakit bulamıyor. Mesai saati bitiminde bir araya geldiğimiz Sevgi İrak, “Emlakçılık büyük bir güven ve özveri işi, kafanızı çok çalıştırmanız çözüm odaklı olmanız gerekiyor. Bugünlere gelmek için çok emek sarf ettim. Şimdi çok çalışmaktan da yaptığım işten de çok mutluyum” diyor. Sevgi İrak, filmlere konu olabilecek hikâyesini şöyle anlatıyor:
“Babam oto elektrikçisi. Orta ikinci sınıfa kadar okudum, küçük yaşta da çalışmaya başladım. Önce bir kuaförün yanına girdim sonra çikolata fabrikasında işe başladım. Bu arada çocuklarımın babasıyla tanıştım. Eşimin ikinci evliliğiydi, ailem izin vermeyince kaçarak evlendim. Evlendikten bir sene sonra da ilk kızımı aldım kucağıma. Ancak eşimin aşırı kıskançlığı yüzünden evliliğin yürümeyeceği daha ilk dönemlerden belliydi. Kavgalı bir dönemden geçtiğimiz sırada ikinci çocuğuma hamile olduğumu öğrendim.
DIŞARIDAN OKUDU
Okulu dışarıdan bitirmeye karar verdim. Önce ortaokul sonra lise sonra da iki senelik halkla ilişkiler bölümünü okudum. Lisedeki öğretmenim ‘Neden zamanında okumadınız’ diye sitem etti. O kadar rahat okudum ki 2.5 senede liseyi tamamladım. Genç kızken babamla inatlaşmasaydım eğitim anlamında çok başka yerlerde olabilirdim.”