“Her kitap bir yerden başlamak zorunda. Yürekli bir harf önden gitmeye gönüllü olup inançla kendini satıra yatırmalı, ondan cesaret alan bir sözcük peşi sıra gelmeli, bir cümleyi de ardınca sürüklemeli. Ondan sonra bir paragraf, çok geçmeden bir sayfa toplanıverir” diyor ‘Biçimin ve Boşluğun Kitabı’nın anlatıcısı. Ruth Ozeki’nin anlatıcısı bir ‘kitap’ ve asıl görevi, 14 yaşındaki Benny Oh ve annesi Annabelle’in, evin reisi Kenji öldükten sonra yaşadıkları yasla başa çıkma hikâyelerini anlatmak. ‘Biçimin ve Boşluğun Kitabı’ öte yandan küresel ısınma, tüketim toplumunun akıl sağlığına etkisi, sanatın yok olmaya yüz tutması ve gerçekliğin doğasına kadar çağın çözülmesi gereken en acil sorunları sorgulamaya çalışan 602 sayfalık kalın bir kitap. Öğretmen, yazar ve film yapımcılığının yanı sıra bir Zen Budist rahibi olan Ruth Ozeki, sahip olduklarımızın egemen olduğu bir çağda yaşadığımızın farkında. Kapitalizm, internetle birlikte karşılayabileceğimiz her şeye çok kolay bir şekilde ulaşmamızı sağladı. Zahmetsizce edindiğimiz her şey bizimle konuşmaya başlasa, varlıkları hayatımızı karıştırırken sesleri kafamızı doldursa? Ozeki, dünyayı değiştirecek fikirlerine rağmen insanlığın acı çeken bir gezegen üzerindeki zayıf kontrolünü cisimlere anlattırıyor. Cevapları nesneler vermeye çalışıyor.
Kitap Benny Oh ve annesini şaşkına çeviren trajikomik bir kaza sonucu babası caz müzisyeni Kenji’nin ölümüyle başlar. Kenji’nin ölümü geride bıraktıklarında travma yaratır. Benny’nin hikâyesi başkası tarafından anlatılsa da yazar, hayatının anlatılma şekline ilişkin Benny’nin yorumlarını da aralara serpiştirir. Her şeyi bilen anlatıcının sesi aslında kitabın kendisidir. Benny’nin kendi hayatında farkında olmadığı ayrıntılar karşısında şok olduğunu ifade eder. Kitap bu özel romanın ana karakteri olarak Benny’ye tüm bilgilerin kendisiyle ilgili olduğunu hatırlatır. Anlatıcı yüzyıllardır baştan sona kitaplarda bulunan karakterlerin kendi hikâyesinin kahramanı olduğu ve her kitabın çeşitli şekillerde anlatıldığı, okunduğu ve yorumlandığını belirtir.
Benny ve Annabelle’nin yaşadığı dünya her an parçalanıyor. Travmaya tepki olarak Benny, etrafındaki nesnelerin seslerini duymaya başlar. Aslında tüm nesnelerin kendi yolculukları onları şimdi bulundukları yere getirmiştir. Yani Benny’nin yanına. Benny okulda makasla kendini yaraladığında kimse anlamasa da ona bunu yapmasını makasın kendisi emretmiştir. Babasının külleri usulca onunla konuşur. Buzdolabındaki yiyeceklerin sızlanmalarını dinler. Tüm dünyası sessiz bir düzenden gürültülü bir kaosa dönüşür. Benny bu seslerle başa çıkmak için halk kütüphanesinde saklanmak üzere okulu asar, gürültü önleyici kulaklıklar takar, nesnelerin bağırmasını önlemek için saplantılı şekilde ortalığı toplamaya başlar. Annabelle’nin krizleri ise fazlasıyla gerçek. Kocasının yasını tutarken iyi hissettiren şeyse; satın almak. Alışveriş çılgınlığı yüzünden evi neredeyse bir çöp eve döner. Nesnelerle dolu evde Benny’nin kaosu artar. Annabelle bir gün alışveriş çılgınlığı sırasında sepetine atlayan ‘Derli Toplu Sihir: Antik Zen’in Dağınıklıktan Kurtulma ve Hayatınızı Kökten Değiştirme Sanatı’ isimli kitapta sunulan tavsiyeye uymaya çalışır ama gerekli büyük temizlik onu bunaltır.
Benny ‘Kitap’a kendi işini yapmasını söylüyor. Kendi işini kendi göreceğini de ifade etmesiyle birlikte bu ilişki hikâyeyi yönlendiriyor. Karşılıklı atışmaları ve aralarındaki ironi eserin katalizörünü oluşturuyor. Kitap aracılığıyla Benny’nin psikozuna tanık oluyoruz. Hatta yaşıyoruz. ‘Kitap’ bizimle de konuşuyor. Aslında anlatıcı kendi başına bir karakter, kitap içinde bir kitaptır. Yazar Annabelle’nin istifçiliğini insanların dikkatsizliği ve israfı ile yavaş yavaş yaklaşan ekolojik felakete bağlıyor. Benny’nin duyduğu seslerin gezegendeki diğer varlıklarla akrabalığımızı tanımak için çağrılar olduğunu öne sürüyor.
Zen felsefesi kitabın hemen hemen her sayfasında kendini hissettiriyor. Yazarlığın yanında Ozeki, okuyucusu için öğretmen rolünü de başarıyor. 2022 Women’s Prize Edebiyat Ödülü kazananı ‘Kitap’ın büyüleyici, yaratıcı ve sıcak anlatısı, hayatınızın sonuna kadar unutmayacağınız bir eseri size sunacak.
BİÇİMİN VE BOŞLUĞUN KİTABI
Ruth Ozeki
1930’lardan beri neredeyse tüm Amerikan bilimkurgu ve korku edebiyatı yazarları, Howard Phillips Lovecraft’tan etkilenmiştir. Bu kadar büyük bir yazar grubunu önceleyen ABD’li yazar Lovecraft’ın etkilendiği yazarlar vardı tabii ki. Yazar başyapıtı sayılan ‘Deliliğin Dağlarında’da, Edgar Allen Poe’nun ‘Nantucketlı Arthur Gordon Pym’in Öyküsü’ne açık bir şekilde atıfta bulundu. Poe 1838 tarihli eserinde genç Arthur Gordon Pym’in Grampus isimli balina gemisinde yaşadıklarını anlatıyordu.
Pym, başına gelen gemi kazası, isyan ve yamyamlık gibi olayların ardından Jane Guy isimli başka bir geminin mürettebatı tarafından kurtarılıyor, mürettebattan Dirk Peters ile birlikte Pym’in maceraları daha güneyde devam ediyordu. Karaya çıktıklarında saldırgan siyah derili insanlardan kaçıyorlardı. Roman, Pym ile Peters’ın Güney Kutbu’na doğru yolculuğu sırasında birden bitiyordu. Lovecraft da Poe’nin gemisinin rotasını devam ettiriyor işte. Lovecraft romanın kahramanları biliminsanlarını Antarktika’da yarattığı bir korkunun içine bırakıyor.
Arkham isimli gemi, Miskatonic Üniversitesi’nden jeolog William Dyer, yüksek lisans öğrencisi Danforth, biyoloji profesörü Lake, mühendis Pabodie ve dünyanın soğuk derinliklerindeki sırları keşfetmeye hazır büyük bir bilim ekibiyle Antarktika’nın uçsuz bucaksız genişliğine doğru yelken açıyor. 1931 yılında Antarktika’daki görevi sırasında meydana gelen korkunç olayı jeolog William Dyer’in anlatımından öğreniyor okuyucu. Anlatıcının amacı, 20 araştırmacıdan oluşan ekibin başlangıçta kaya örnekleri almak için gittikleri bölgeden tam kadro olarak geri dönememelerinin arkasındaki sebebi okuyucuya aktarmak. Ve bundan sonra Antarktika’ya gitmek isteyen biliminsanlarını bu korkunç yolculuktan vazgeçirmek.
Ekibin bazıları yanlarında götürdükleri küçük uçaklarla gittikleri bölgede ‘Himalayalar’dan daha yüksek sıradağlarla karşılaşıyor. Anlatıcının deyişiyle ‘Deliliğin Dağları’nda Lake’in önderliğindeki öncü grup şimdiye kadar görülen en tuhaf fosillerle karşılaşıyor. Lake, bu fosillerin dünyadaki bilinen tüm türlerden daha eski olduğunu ve buzulların içinde oldukça da iyi bir şekilde korunduğunu merkez ekibe rapor ediyor. Lake’ten bir süre sonra haber alınamayınca anlatıcı bir kurtarma ekibiyle arkalarından gidiyor.
Anlatıcı, öncü grubun tüm üyeleri ve köpeklerin açıklanamayacak kadar korkunç şekilde öldürüldüğü ve anormal fosillerin birçoğunun kaybolduğu bir dehşet sahnesiyle karşılaşıyor. Buna ne sebep olmuş olabilir? Bunu araştırmak için onlar da ‘Deliliğin Dağları’na dalıyor. Dyer ve Danforth dağların içinde insanların yapmasının imkânsız olacağı yapılar keşfediyor. İkili harabeleri araştırmaya başladıklarında ise aslında şehri Lake’in bulduğu yaratıkların inşa ettiklerini öğreniyor. ‘Yüce Eskiler’in ayrıntılı tarihini ortaya çıkarıyorlar. Tarih, Dünya’ya yerleşmeleri, bir medeniyet inşa etmeleri ve diğer uzay yolculuğu yapan varlıklarla savaştan ve son olarak Shoggotlar adlı köle ırkın isyan etmesi sonucunda toplumlarının çöküşünden bahsediyor. İkili, Lake’in bulduğu ‘Yüce Eskiler’in aslında ölmediği, sadece uzun kış uykusundan uyanmaya başladıklarının farkına varıyor.
H. P. Lovecraft’ın 1936 yılında yayımlandığı anda Amerikan korku edebiyatının en büyük klasikleri arasına giren ‘Deliliğin Dağlarında’, korku ve bilimkurguyu çok iyi bir şekilde harmanlıyor. Bilimsel veriler bile bazı durumlarda korkuyu derinleştirmesinde ona yardımcı oluyor. Film yapımcıları, çizgi romancılar ve yazarlar için ilham kaynağı olan kitap yabancı düşmanlığı, uzaylıların bilinmezliği ve düşmanca tanımlanmasının karşısında duruyor aslında. Anlatıcı ‘Yüce Eskiler’e karşı dokunaklı bir şefkat ve anlayış gösteriyor. Onları uzaylı değil de başka çağın insanları olarak gözlemliyor. Lovecraft doğaüstünü anlattığı önceki çalışmalarının aksine bilimkurguya gerçek bir dalış yapıyor. Yazar kitabıyla okuyucuyu korkuttuğu kadar büyülemeyi de başarıyor. ‘Deliliğin Dağlarında’ korku edebiyatına başlamak isteyenler için uygun bir anahtar olacaktır.
‘Bitkilerin Özel Hayatı’ Keehyun’un arabasındayken bir hayat kadınıyla pazarlık yaptığı anlarla açılıyor. Makyajını ve kulağındaki kocaman küpeleri çıkarırsa ancak anlaşabileceklerini söylediği ve sürekli göğüslerine baktığı kadınla bir süre sonra anlaşmayı başarıyor. Aslında kadınla kendisi için değil bacakları olmayan abisi için anlaşıyor. Romanın anlatıcısı Keehyun, abisine kadın bulma görevini annesinden devralmış. Fotoğrafçılık dahil her şeye yetenekli, ‘altın çocuk’, annesinin gözdesi erkek kardeşinin şimdi, kontrol edilemeyen cinsel dürtüleri içeren korkunç nöbetlere maruz kaldığını öğreniyor. Bir roman için oldukça sert bir giriş olsa da aslında öyle değil. Anlatıcı kısa sürede sevimli, şaşkın ve kesinlikle pişman olarak ortaya çıkıyor. Onun suçluluğu hikâyenin sürmesine ve başka bir yöne evrilmesine neden oluyor. O anlatırken anlamlandırıyor aslında. Kendi anlatısı ailesini anlamasına yardımcı oluyor.
Her şey en başlarda sert ama bir o kadar da komik görünüyor. Anlatıcı o kadar inandırıcı ki, anlattığı hikâye kara komediden hızla insanlık trajedisine dönüşüyor. İçinde bulunduğu trajediyi anlatırken de yavaşlıyor. Aslında her şey abisinin kız arkadaşına âşık olmasıyla başlıyor. Aşkı intikamcı bir saplantı haline geliyor, dolaylı yönlerden abisinin bacaklarını kaybetmesine kadar gidiyor. Tabii bunlar geride kalırken, şansı onu eve geri getiriyor ve çok farklı bir aile hayatının içine atıyor. Bazı şeylerin değişmediği de ortada. Sessiz babası bitkilerle teselli bulmaya devam ediyor. Bahçesine romantik bir âşık gibi bakıyor. Lee Seung-u bitkileri, özellikle de ağaçları, kavuşamayan âşıkların aldığı şekiller olarak kullanıyor. Ağaçlar insan için teselli ve manevi sığınak sunarken her şeyden önce insanlık tarihinin tanıkları olarak hikâyede yerini alıyor. Anlatıcı, özel dedektif olarak iş hayatına devam ederken gizemli bir müşteri ondan bir kadını takip etmesini istiyor. Takip edeceği kadının annesi olduğunu anladığında yazar, hikâyedeki gizem dozunu artırıyor. ‘Bitkilerin Özel Yaşamı’nın altmetinlerine girildikçe, yazarın zekice ortaya koyduğu sırlarla ilgili bir kitap olup çıkıyor.
Kitabın arka kapak yazısında 2008 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Jean-Marie Gustave Le Clezio’nun “Kore edebiyatı, Nobel ödülünü fazlasıyla hak ediyor. Ben kişisel olarak Anatoly A. Kim, Hwang Sok-yong ve Lee Seung-U’nun bu ödülün muhtemel adayları olduğunu söyleyebilirim” sözüne yer verilmiş. Nobel’e yakın bir yazar olarak Lee Seung-U, insanın en önemli kaygılarından birine odaklanıyor: “İnsanların kafasından geçenler.” İnsanlarla konuşmaya başlamak için hiçbir zaman geç değildir. Lee’nin anlatıcısı, insan zihnine girmek için karşıdan gelecek seslere kulak vermek gerektiğini biliyor. Uzun zamandır okuduğunuz en sıradışı aşk hikâyesi için de kitabın sayfalarını çevirmeye başlamalısınız.
İTKİLERİN ÖZEL HAYATI
Lee Seung-U
Çeviren: Tayfun Kartov
Doğan Kitap, 2023
Yorkshire’da ortaokul öğrencisi pis bir çocuk kerkenez bulur ve onu eğitir. Kerkenez, çocuğun zorba okul müdürü ve öğretmenleri tarafından sürekli ezildiği hayatına, buldukları her fırsatta bara giden anne ve abisinin neden olduğu moral bozucu bir ev yaşamına umut ve anlam katar. Barry Hines’in 1968’de yayımlanan romanı ‘Kerkenez’, büyük usta Ken Loach tarafından sinemaya aktarmasının ardından bir külte dönüşür ve işçi sınıfının umutlarını ayakta tutan bir eser olarak sınıf savaşı tarihinin sayfaları arasında parlar durur. O kuş, Kraliyet’e göre doğan, avama göreyse ‘Kerkenez’dir artık.
1960’larda Yorkshire’daki madencilerin yaşadığı mahallede geçen ‘Kerkenez’, Billy Casper’ın hayatının bir gününe odaklanıyor. Billy, üvey olduğunu bilmediği abisi Jud gibi okulu bırakmak üzere ve kaderinde yine abisi gibi ‘çukur’da çalışmak var. İngiliz yazar Barry Hines’in hikâyesi Billy’nin yatağında başlıyor ve aynı yerde bitiyor. Ama bir gün içerisinde her şey değişiyor. Kitap Billy’nin bakış açısından bölümlere ayrılmadan sürekli bir anlatıyı içinde barındırıyor. Hines’in ham ve sade nesri Billy’nin kasvetli çocukluğunun resmini oluşturmasına yardımcı oluyor. Kısa ve öz cümleler Billy’nin değişen ruh halini vurguluyor. Barry Hines, ruh halini hafifletmenin ve her şeyin kasvetli olmadığını göstermenin bir yolu olarak mizahı da kullanıyor.
Billy’nin okulda her zaman başı belaya giriyor. Müdür Gryce tarafından ilk saniye mimlenmiştir. Ayrıca sürekli akran zorbalığına uğruyor. Okuyucu için böyle bir durumda bile bazen Billy’ye sempati duymak çok zor oluyor. Çünkü o, okuyucu için empati kurulması imkânsız sevimsiz bir çocuğa dönüşüyor bazı zamanlarda. Öğretmenleri, akranları ve ailesi ondan vazgeçmeyi seçiyorsa okuyucu neden farklı olsun? Beklentilerin sınırlı, özlemlerin düşük ve disiplinin çok katı olduğu bir işçi sınıfı topluluğunda Billy neden iyi olmaya çalışsın? Zira, ne kadar iyi olmaya çalışsa -sınıf yoklamasında kelime oyunu üzerinden yaptığı espri bile ceza almasına sebep olur- kayaya çarpıyor.
Roman bir günün kronolojik sırasına göre gitse de geri dönüşlerle hikâye detaylanıyor. Billy’nin yavruların olduğu yuvayı bulması ve içlerinden birini alması gibi. Billy, adını ‘Kes’ koyduğu kerkenezle tutkuyu keşfediyor, kuşun sessiz gücünü kendiyle özdeşleştiriyor. Kuş ona başka hiçbir şeyin veremediği güven ve sevgiyi aşılıyor. Kerkenezle arkadaşlığı, öğrenme açlığının kilidini açıyor. Romanın en dikkat çeken bölümünde genelde derslerde sessiz, ilgisiz olan Billy, öğretmeni tarafından yabani kuşu nasıl eğittiği konusunda konuşması için tahtaya davet ediliyor. Billy’nin anlatımı sınıftaki herkesi büyülüyor. Bu konuda bir ders olsaydı Billy kesinlikle en yüksek puanı alırdı.
Barry Hines, ‘Sonsöz’de romanı senaryoya uyarlamak için yaptığı çalışmaları ve klasik haline gelen bir kitabın mirasını yeniden değerlendiriyor. İşçi sınıfının tarihsel gelişimi ya da geri gidişleriyle ‘Kerkenez’i yeniden yorumluyor. ‘Kerkenez’ 55 yıl önce Britanya işçi sınıfından yükselen bir sesti. Şimdi tüm insanlığın Billy ve ‘Kes’ten yükselen ses ve çığlıklara daha çok ihtiyacı var. Billy’nin hayatta yaşadığı zorbalıklara karşı duruşu hâlâ umudu ve dayanıklılığı temsil ediyor çünkü. Eğer bugüne kadar Kerkenez’i okumadıysanız ya da filmini seyretmediyseniz, en kısa zamanda ‘Kerkenez’in kanatlarına takılın derim.
KERKENEZ
Barry Hines
Polisiyenin kraliçesi Amerikalı yazar Tess Gerritsen’in televizyon dizisi de olan ‘Rizzoli ve Isles’ serisinde okuyucuyu içine çeken ve ilk sayfadan son sayfaya kadar bırakmayan bir şey var. Serinin kitaplarından bazıları diğerlerine göre daha iyi olsa da hepsi de sürükleyicilik konusunda aynı performansı sağlar. Gerritsen’in son kitabı ‘Sona Kalan’da da değişen bir şey yok. Yazarın kurguda yaptığı dönüşler, harika karakterler ve ürettiği gerilim buluştuğunda, serinin en iyilerinden biri haline geliyor.
14 yaşındaki Teddy Clock kısacık hayatında iki kez katliamdan sağ çıkmayı başarıyor. İki yıl önce tüm ailesi katledildiğinde zar zor kurtuluyor. Koruyucu ailesinin toplu katliamından da kurtulmayı başaran tek kişi oluyor. Bir kez daha öksüz kalan gencin artık gidecek hiçbir yeri kalmıyor. Ta ki Boston polisi davaya Jane Rizzoli’yi verene kadar. Rizzoli kimseyle iletişim kurmayan Teddy ile konuşmayı başarıyor. Ama çocuğun neden öldürülmeye çalışıldığını anlamlandıramıyor. Serinin diğer ana karakteri adli tıp uzmanı Maura Isles, Maine’de şiddet gören çocukları kabul eden ve bu durumla başa çıkmalarına yardımcı olan Evensong adlı okulda benzer geçmişlere sahip iki çocuk daha olduğunu keşfediyor. Üç çocuk arasında bağlantı var mı? Onları hedef alan tek bir katil mi var? Amacı ne? Başka çocuklar da katilin hedefinde mi? Bu sorular Isles ve Rizzoli’yi daha fazla insan ölmeden neler olup bittiğini anlamaya zorluyor.
Gerritsen gerilimi uç noktalara taşımak için bir an bile bırakmıyor. Yazar, diğer romanlarında olduğu gibi belirlediği ana temayı araştırmak için kendine fırsatlar yaratıyor. Yazar burada aile kavramının da araştırmasına girişiyor. Rizzoli’nin yaşadığı şiddet ortamında dikkatini dağıtan ve onu zor durumda bırakan şey yine ailesi oluyor. Çok daha genç bir kadınla yaşamak için annesini bırakan babası, kadın kendini terk edince geri dönüyor. Annesinin babasına bir şans vermek gibi bir düşüncesi olmuyor. Yazar, Isles’ın iki kitap önce Colorado’da yakınlık kurduğu bir çocukla ilişkisinde aile temasına vurgusunu artırıyor. Çocuk onu annesi gibi görüyor ve yazar yalnızlığı seven Isles’a annelik kavramını dayatıyor. Gerritsen’in romanlarında ‘ilişkiler’ kitaplarının özünü oluşturuyor aslında. Kahramanlar arası diyaloglar ve olay örgüsü bunu güçlü bir şekilde ortaya koyuyor.
‘Sona Kalan’da gerilim kurgusu harika bir şekilde işlenmiş. Çok fazla kan yok. Ara sıra gerilimi artırmak için şok duygusuna maruz kalabilirsiniz. Serinin en iyi kitaplarından biri olduğu açıkça görülüyor. Gerritsen Rizzoli ve yardımcısı Frost’la okuyucunun yönünü tayin edebiliyor. Karanlık ve çıkmaz sokaklarda gezinen okuyucu, yazarın yönlendirmeleriyle sürekli tahmin etmeye çalışıyor. Romanın son düzlüğünde katili tahmin etme şansınız çok yüksek ama seçiminizden emin olmanız konusunda yazarın meydan okumasına da hazır olmalısınız. Rizzoli ve Isles’ın her kitabını seriden ayrı okuyabilirsiniz. Ama karakter gelişimlerini görmeyi seviyorsanız birinci macera yani ‘Cerrah’tan başlamalısınız.
SONA KALAN
Tess Gerritsen
Çeviren: Bahar Yaldız Çelik
Dani, Çin’de köprü şantiyesinde çalışırken bir telefon alır. Yedi yaşındaki oğlu Tom’un sahilde yüzerken boğulduğunu öğrenir. Fransa’ya giden ilk uçağa binip Çin’den ayrılır. Eşi Nora’yı kederden paramparça olmuş halde bulur. Dani, Nora’nın oğlunu morgda görme teklifini reddeder. Tom’u tabutun içinde görmeye razı olmadığı gibi, cenazenin yeri, tarihi, tabut seçimi, tören organizasyonu ve Tom’un giyeceği kıyafetlerin seçimini de karısına bırakır. Nora en azından ölüm kâğıdının alınmasıyla ilgilenmesini istese de bu bile Dani’nin gücünün çok ötesinde bir şeydir. Yasın en karanlık yerinde kendini yapayalnız hisseden Dani gözyaşlarını akıtamaz bile.
Nora depresyona girer. Dani ise duygularını ifade edemediği için kendini patlamanın eşiğinde hisseder. O nasıl bir babadır? Yurtdışındaki büyük şantiyelerde çalışmayıp daha fazla oğluyla vakit geçirse olmaz mıydı? İnanılmaz bir şey olur ve Tom, Dani’ye gözükür. Sanki yaşıyormuş gibi onunla konuşur. Ancak onu gören tek kişi babasıdır. Dani, bunun gerçek olmadığının bilincindedir fakat oğlunun ona verdiği teselliye sığınmayı tercih eder. Dani, Tom’a onu neyin mutlu edeceğini sorar. Tom, “Bir tatile gidelim isterdim. Hiçbir tatilimde burada değildin. Hatırlıyor musun, bir adaya gidecektik, bana fotoğraflarını göstermiştin!” diye cevap verince Dani, Britanya açıklarındaki Belle-Île adasına gitmek için hemen hazırlıklara başlar. Dani’ye iyi bir baba olması için ikinci bir şans verilecek mi? Uzaklardaki işinin ondan çaldığı bu oyun anları kaybettiği zamanı telafi edebilecek mi? Ve en önemlisi yasını nasıl yaşayacak?
Bu kitaba başlarken okuyucunun konudan korkması normal. Elbette bir çocuğun ölümü bir romana konu olabilecek en acı konudur. Ama aslında kitabın tam anlamıyla konusu bu değil. Alain Gillot’nun kitabı yazmak için bahanesi diyebiliriz. Çünkü ‘Bir Ada İcat Etmek’ ölüm hakkındaki bir romanından çok daha fazlası... Baba ile oğlu arasındaki bağın yeniden kurulması, ikili arasındaki güçlü ve yoğun anları, sihri, yaşayamadıkları anları yaşamaları için onlara verilen ikinci şansı anlatan bir roman aslında. Hikâye kapkara hüzünlü bir kitaba malzeme olmuyor, tersine adada tatlılık, büyü ve şefkatin oluşturduğu hava estiriyor. Baba ikinci şansını doğru bir şekilde kullanırsa sevgiden aldığı güçle yasını tutabilecek ve yoluna devam edebilecektir. Esas olana, yani Nora’ya odaklanması gerektiğinin farkına varması için bu adayı kendine icat etmesi gerektiğinin farkındadır. Kitabın anlatıcısı Dani’nin dediği gibi, “Kişisel yolculuğumuzda gidebileceğimiz kadar uzağa gitmiştik ve şimdi ikimiz de bunu biliyorduk. Ne birbirimize vaat edebileceğimiz ne af dileyecek ne de vazgeçecek bir şeyimiz kalmıştı. Yas, yaşayan, içindeki en güçlü tarafa seslenen bir şey ve herkesin yası kendine özgü.”
Alain Gillot, özellikle Tom’un yapay olduğunu bildiğimiz capcanlı varlığında doğru tonu bulmuş, okuyucunun gözyaşı dökmesinden de kaçınmış. Okuyucusuna hassas, yalın, zarif ve samimi bir kitap sunmuş. Kendini yeniden inşa eden ebeveyn ve hayat dolu bir çocukla adaya yolculuk yapmalısınız.
BİR ADA İCAT ETMEK
Alain Gillot
Çeviren: Birsel Uzma
1928’de Avrupa’nın en önemli haftalık dergilerinden Berliner Illustrirte Zeitung’da tefrika edilen ‘Nereye Yuvarlanıyorsun, Küçük Elma...’ ilk baskısıyla 3 milyon okuyucuya ulaştı. Avusturyalı yazar Leo Perutz’un romanının başlığı ise kısa sürede bir deyim haline geldi. Güçlü alegorik temellere sahip sürükleyici bir intikam hikâyesini anlatan roman, başlığını eski bir Rus şarkısından alıyor aslında. ‘Nereye Yuvarlanıyorsun, Küçük Elma...’ iki yılını Sibirya’daki esir kampında geçiren Georg Vittorin’i takip ediyor. Vittorin intikam peşinde yuvarlanırken, okuyucu dönemin tüm ruhu içinde bayır aşağı son sürat ilerleyen insanlığın peşine düşüyor.
1918’de devrimden sonra Sovyetler tarafından serbest bırakılan beş Avusturyalı savaş esiri, kampın komutanı Selyukov’un hücre hapsi verdiği ve hastalanınca ölmesine göz yumduğu bir subayın intikamını almaya ant içiyor. Gruptakilerden biri olan Vittorin’in daha kişisel bir nedeni var gibi görünüyor. Bir Avrupalı subayın onurunun çok önemli olduğu bir zamanda, Selyukov’un sırf yapmaktan memnuniyet duyduğu için ona kasten hakaret etmesini kendisine yediremiyor.
Ne geleneksel bir gerilim ne de bir tarih kitabı olan eseri kategorize etmekte zorlanıyor okuyucu. Savaş sonrası Avrupa ve Kızıllar ile Beyazların arasındaki Rus iç savaşının kaosunun gerçekliğini yansıtan Perutz, eylemleri üzerinde hiçbir kontrolü olmayan ‘küçük elma’nın ahlak masalını da gerçeğe yakın bir kurguyla sunuyor. Viyana’ya eve döndüklerinde ve hayatlarına yeniden başladıklarında, diğer dördü geçmişte yaşamanın ve intikam almaya çalışmanın aptallığını görüyor. Vittorin diğerlerinin aksine, unutmaktan aciz ve her geçen gün daha da saplantılı bir hale geliyor. İntikam için yola çıkmaya karar verirken bir işadamının gelecek vaat eden iş teklifini kabul etmemesi bir yana, eylemlerinin başkaları üzerindeki sonuçlarının da farkında değil Vittorin. Babasının çok az olan emekli maaşıyla geçinmek zorunda kalacağını biliyor ama ona karşı hiçbir sorumluluk hissetmiyor. Babasına destek olmak için sevmediği yaşlı bir adamla evlenmek zorunda hisseden kardeşini düşünmüyor. Onu seven ve savaş esiri olduğu yıllar boyunca kendisini bekleyen sevgilisini de terk etmekten pişmanlık duymuyor.
İki yıllık zorlu bir intikam arayışı sonrasında Vittorin’in aldığı ders çok ağır: “Tifo, bit, açlık, savaş, hapishane. Rusya’da gitmediğim yer kalmadı, Avrupa’nın yarısında dolandım, dönemin tüm cehennemlerinden geçtim. Çürük samanlar üzerinde yattım, Moskova’da beni tutuklamaya kalktılar, yoldaşlarım o lanet olası şeker fabrikasında kurşuna dizildi... Sonra Marsilya! Konstantinopolis! Şimdi görüyorum ki aslında tek yapmam gereken evde oturmakmış.” Vittorin’in ‘yozlaşmış bir çağın habis ruhu’ Selyukov’u bulup bulamayacağı ve bulursa intikamın nasıl gerçekleşeceğini görmek için beklerken büyülenmeden edemiyor okuyucu. Perutz beklenmedik sonla birlikte okuyucusunu ‘küçük elma’ya dönüştürüp yuvarlamayı başarıyor.
Perutz, Kafka ve Zweig’ın çağdaşıydı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda büyümüş ve dünyası Hitler tarafından tamamen yerle bir edilmiş laik bir Yahudi neslinden biriydi. Birinci Dünya Savaşı’nda orduya alınmış ve Rusya’da savaşmaya gönderilmişti. O zamanlarda intikam hırsının insanlığı uçuruma götürdüğü savaşta milyonlarca ‘küçük elma’dan bir tanesiydi. Belki de savaşta yaralandıktan sonra kişisel bir intikamın peşine düştü. Bilmiyoruz. Ama şu bir gerçek ki savaşın acıları toplumsaldan çok bireysel yaşanıyor. Perutz saf bir anlatı gücüyle geçen yüzyıldan kalan bir savaşın acılarını savaş görmeyenlere de ulaştırabiliyor. Takıntılı bir adamın ışıldayan portresi bizi savaşlardan, kutuplaşmadan uzaklaştırmak için nasıl da güzel işini yapıyor. Perutz mesajını doğrudan değil, simgelerle bu çağa ulaştırıyor. Temiz, yalın ve akıcı bir dille yazılmış bu kitabı okuyarak ağacın dalından düşmeyen, her geçen gün biraz daha büyüyecek bir elma olma şansınızı kaçırmayın.
NEREYE YUVARLANIYORSUN,
KÜÇÜK ELMA...
‘Mucizeler’de İspanya’da iki işçi kadının hikâyesi var. Her zaman bakıcı olan ama asla ilgilenilen olmayan iki kadının. Biraz daha fazla para ve bağımsızlık arayışları, onları bazen yalnızlığa, bazen de kendilerine zarar verdikleri davranışlar sergilemelerine yol açıyor. İspanyol şair Elena Medel bu ilk romanında sınıf ve toplumsal cinsiyet dinamiklerinin sınırladığı çalışan kadınların içinde bulundukları kötü durumu gözler önüne seriyor.
İspanyol edebiyatında adından sıkça söz ettiren Elena Medel’in ‘Mucizeler’i 2018 yılında Madrid’deki kadınların ünlü gece eyleminin öncesinde, Atocha’daki şeker ve sandviç satılan dükkânlardan birinde açılıyor. Dükkân eylem için gelen kadınlarla dolmaya başlıyor. O sırada tezgâhtaki kadın için anlatıcı, “Ceplerini yok yere arıyor. Pantolonunun da kabanının da cepleri bomboş: Buruşuk, nemli bir kâğıt mendil bile yok. Cüzdanında sadece 1 Euro, bir de 20 sent var. Alicia’nın vardiya değişimine kadar paraya ihtiyacı olmayacak, yine de meteliksizliğe bu denli yakın olmak onu huzursuz ediyor” diyor. 30’larındaki Alicia zorlu vardiyasını bitirip eve gitmeyi düşlerken, hayatında daha zorlu işler yapmış Maria da orada eylemi bekliyor. İkisi birbirini hiç tanımıyor olsa da aslında Alicia, Maria’nın torunudur. Yazar Medel zaman içinde ileri geri giderek kurgusunu örüyor. Başka bir hikâye 1969’da Cordoba’da geçiyor. Maria evli bir adamla yaşadığı ilişkiden doğan kızı Carmen’i Cordoba’da ailesine bırakarak Madrid’e taşınıyor. Carmen’in bir gün gelip onunla yaşayabilmesi için para kazanması gerekiyor. Ancak yeterince para kazansa da Carmen Madrid’de ona katılmayı reddediyor.
Maria, Carmen ve Alicia... Ana karakterler aslında çeşitli nedenlerle kendilerini başkentte bulan tüm işçi sınıfı kadınlarını temsil ediyor. Onların iç içe zamanda gidip gelmesiyle oluşturulan hikâyeleriyle yazar; İspanyol yaşamı, kültürü ve politikadaki dönüşümlerin de izini sürüyor. ‘Mucizeler’ gerçek ile hatırladığımız hikâyeler arasındaki ince çizgiyi araştırıyor. Maria gerçekten çok, belleğin kendi kurgularını oluşturduğunu söylerken Alicia ise başkalarının anlattıklarıyla hikâyesini doldurabildiğini düşünüyor. Yazara göre gerçek her zaman önemli değildir. Önemli olan insanın ne söylediği, ne hatırladığı ve neye inandığıdır. Yazar tezini aynı hikâyenin iki ya da daha fazla versiyonunu sunarak kanıtlamaya çalışıyor. Yazarın gerçekle kurgu arasındaki çizgide yer alan karakterleri inanılmaz derecede gerçeğe yakınlıklarıyla dikkat çekiyor.
Francocu İspanya’dan günümüze, bir ailenin üç kuşak boyunca kopan bağlarının izini sürüyor yazar. Erkeklerin isimleri bile yok. Olmasının da anlamı yok gibi. Evli bir adamdan çocuğu olan Maria, borç yükü nedeniyle intihar eden adamın karısı Carmen, aptalca bir evlilik ve sonrasında sadece vücutları için tavladığı erkeklere sahip olan Alicia... Ekonomik olarak kötü durumda kalmaları söz konusuyken erkeklere bakıcılık yapmak pek de olası görülmüyor. Aynı şeyi yaşamak belki de tüm işçi sınıfı kadınlarının kaderi.
Madrid’deki 2018 Kadın Yürüyüşü, başlangıç ve bitişteki yeriyle romanı çerçeveliyor. Kitapta birinci bölüm ‘Gün’ ve son bölüm ‘Gece’ başlığıyla veriliyor. Senaryonun ortası yani üç kadının yaşamı tekrar tekrar aynı kıskaçlarla örülü. Erkeklere güvensizlik ve parasızlık travmaları nesilden nesile aktarılırken bile hayatlarını kendilerine ait kılmak için verdikleri mücadele, yürüyüşle destanlaşıyor. Hataları yalnız kalmalarına neden olsa da hayatta kalmayı başaran kadınlar onlar. Yürüyüş sırasında kaldırılan kollar ve yapılan zafer işaretleri, belki de tüm işçi sınıfı kadınlarının hayatta kaldıkları için kazandıkları en büyük zaferin nişanesi olarak gecede parıldıyor. O sırada, “Alicia genç kızın tişörtüne dikkat kesiliyor, ‘Kutsal Ekmeğin Kadınları... Birleşin!’, menekşe rengi fon üzerinde comic sans fontla yazılmış beyaz harfler. Hayır, yanıtını veriyor, eve gidiyordu; işten yeni çıkmıştı ve merak edip bakmak istedi.”
MUCİZELER
Elena Medel
1960’ların başlarında Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde geçen ‘Kardeşler’, bir ailenin en küçüğü olan Elisabeth tarafından anlatılıyor. Roman, bir kavga sahnesiyle açılıyor. Odanın ortasında dimdik ve kıpırtısız duran kişi duygusuz bir sesle, “Bu yaptığını asla unutmayacağım. Seni bağışlamayacağım” diyor. “Eskiden kavga ettiğimizde ayakkabısını çıkarıp fırlatırdı, hatta bir keresinde onu balkona kilitlediğimde üstüme vazo fırlattığı bile olmuştu. Fakat şimdi bu soğuk, duygusuz sükûnetinin yerine öfkeyi yeğlerim” diyen anlatıcı için bu acı verici. Aslında ailenin gergin bağlarının bir ulusun iki farklı politik duruşu nedeniyle kopma noktasına geldiğinde neler olduğunun hikâyesi için muhteşem bir açılış. Romanın geri kalanı ise Elizabeth ve erkek kardeşi Uli Arendt arasındaki çatışmaya dayanıyor. Anlatıcı, kitap boyunca bu kavgaya neyin yol açtığının açıklamasına girişiyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşadıkları zor yıllar da dahil olmak üzere geçmişlerinden parçaları ortaya çıkarıyor. Ebeveynlerinin Nazilere yeterince karşı koymamaları ve bu konudaki savunuculuğuna kızıyor. Babalarının savaş esiri olarak geçirdiği süreden sonra değişmiş bir adam olarak dönmesini eleştiriyor Elisabeth.
Uli ütopik sosyalist Almanya’dan ayrılıp daha özgür ve müreffeh Batı’ya gitmek istiyor. Elisabeth ise parti üyesi olmamasına rağmen Doğu Almanya’da daha iyi bir geleceğin inşa edildiğine inanıyor ve bunun parçası olmak istiyor. Elisabeth Batı’ya gitmek isteyen Uli’den daha hayalperest görünüyor. Uli’nin gidiş planı Elisabeth için en kötü ihanet türü. O yine de Uli’nin gerçeği görmesini sağlamaya çalışıyor. Birkaç yıl önce Batı’ya giden ağabeyleri Konrad gibi olmasını istemiyor. Yeni bir erkek kardeşi kaybetmeye dayanamayacağının farkında olan Elisabeth, onun Batı gerçeklikleriyle alay ediyor. Batı sabunlarının kokularının ardındaki ‘kan kokusu’nu duymasını sağlamaya çalışıyor. Reimann, Doğu Almanya rejiminin kınamasına girişmek yerine karşıt görüşlerin birbirine nasıl göründüklerinin araştırmasına girişiyor. Yazar ‘Kardeşler’de Doğu Almanya’yı ve siyasi sistemini körü körüne onaylamıyor. Batı alternatifinde iyi görünen bir dizi karakteri gösteriyor göstermesine ama Doğu Almanya’da sistemdeki konumlarından yararlanan ya da onu bencil amaçları için kötüye kullananları sunuyor. Yazar okuyucunun Batı’da da işçi ya da burjuva insanların olduğunun farkına varmasını sağlıyor. Kitabın anlatıcısı, idealist sosyalist Elisabeth’in sarsılmaz inancına okuyucunun direnmesinin zor olduğu aşikâr. Elisabeth’in coşkulu ve derin karakterinden çıkan ses, romanı yükseğe taşıyor.
Sosyalist propaganda kuklası olmaktan çok uzak bir yazar Reimann. 39 yaşında ölen yazar, sosyalist rüyanın ateşli bir savunucusuydu. Almanya’nın hem geleceğini hem de kurtuluşunu temsil etmeye çalışıyordu. Kendi kardeşi de Batı’ya kaçan Reimann’ın otobiyografik romanlarındaki Doğu Almanya’ya ilişkin canlı açıklamaları, yapısal eleştirileri onun iyi bir yazar olduğunun en önemli kanıtları.
Reimann’ın kalemi, Doğu Almanya’da yaşamın duygusal ağırlığını ve tüm ikilemlerini mükemmel bir şekilde ortaya koyuyordu. Şu bir gerçek ki her şey politik olamaz ve olmamalı. Reimann’a göre en azından aile her şeyden azade varlığını ‘ütopya’nın içinde sürdürebilmeli. Romanda da karmaşık siyaset ağı -Parti kartı olanlar ve proletarya arasındaki derin uçurum- değişen hayat ve kişisel mücadeleler yazar tarafından büyük bir titizlikle işleniyor. Reimann’ın hayata ve siyasete dair betimleri, gerçekliğin ötesine geçen yarattığı şiirsel sahnelerle romantik ruhunu tanımalısınız.
KARDEŞLER
Brigitte Reimann
Çeviren: İlknur İgan
1930-1940’lı yıllarda Sovyet yetkililerin hiçbiri kişisel günlük tutmadı. Günlüklerde geçen tek bir kelime bile hapis cezası, sürgün ya da idamla sonuçlanabilirdi. 1932-1943 yılları arasında Londra Büyükelçisi İvan Mihayloviç Mayski ateşle oynuyordu. ‘Büyük Temizlik’ sırasında bile günlük tutmayı sürdüren deneyimli diplomat 1953 yılında, Stalin ölmeden iki hafta önce tutuklandı. İngiliz ajanı olmakla suçlandı. Hapisten çıktığında devlet sırlarını barındırdığı gerekçesiyle toplam 1.500 sayfa tutan günlükleri geri verilmedi. Günlükleri Sovyet arşivleri araştırmaları sırasında bulan tarih profesörü Gabriel Gorodetsky, 2. Dünya Savaşı’na giden süreci anlatan doğrudan bir kaynak olan günlüklerle ilgili “Bu malzeme kullanılarak o dönemin tarihi yeni baştan yazılmalı” demişti. Bir diplomatın kaldığı ülkedeki gözlemlerinin değerini belki de en iyi tarif edecek söz bu.
Ülkelerini her yönüyle temsil etmekle yükümlü saha diplomasisi yapan hariciyecilerin öyle kolay bir hayatları da yok. Büyükelçi ve kariyer diplomat Murat Ersavcı ve ‘hariciyeci eşi’ sefire Zeynep Ersavcı’nın birlikte yazdığı ‘İki Yarı Bir Bütün/Diplomasi ve Yaşam’ diplomasiye adanmış iki kişinin hayatını okuyucuya sunuyor. İki yarımdan kocaman bir bütünü oluşturmayı başarıyorlar. Yaklaşık 50 yıldır birbirlerine aşkla bağlı ikilinin hatıratının önsözünü yazan Prof. Dr. İlter Turan’ın da dediği gibi; “Karşımızda zorlukla ifa edilen, çalışkanlık ve fedakârlık isteyen, hatta özel hayat-görev hayatı ayrımının sağladığı özgürlüğü tatmaya fırsat tanımayan bir meslek var. Mesai iş yerinde bitmiyor, evde, dışarda, hatta sokaklarda yaşamaya devam ediyor. Hariciyeci eşleri de görev temsil olunca, görevin başarısı için çalışmakla yükümlü maaşsız memur oluyorlar. Diplomatın taşıdığı sorumluluğu her bakımdan paylaşıyorlar.”
Dışişleri Bakanlığı bünyesinde çalışan ve 104 ülkeye giden Murat Ersavcı, 1972’nin mart ayında bakanlık koridorlarında meslek hayatına başlıyor. İkili ve Çok Taraflı İlişkiler’den sorumlu Genel Müdürlük’te ‘şöhretler’ içinde ‘tıfıl’ bir kâtip o. Bilgisayarların olmadığı günlerde yazılardaki en ufak hatalar yüzünden yeniden daktilo edilen dönemler. Hariciye’nin aidiyet ve geleneklerinin yüksek bir standart içinde uygulanması gereken kuralları içinde ‘ustalar’ın hevesli ‘çıraklar’ından biri oluyor. Ersavcı, şimdilerde bu usta-çırak tezgahından geçmeden ülkemizi çeşitli başkentlerde temsil eden ‘usta’nın maalesef dış politikamızda da bazı bariz olumsuzluklara yol açtığını söylüyor. İlk yurtdışı seyahati Viyana üzerinden SSCB’ye gerçekleştiriyor. ABD doları cinsinden harcırahlar, Kafe Mozart önünde içinde her türlü Doğu Bloku ülkesinin parası bulunan çantasıyla bekleyen Joe’ye bozduruluyor. Kurdan dolayı zarar edilmesini önlemek için Doğu Bloku ülkelerinde görev yapan hemen hemen tüm yabancı misyonların uyguladığı bir yöntem bu. Ersavcı 1974 yılında Federal Almanya’nın başkenti Bonn’daki büyükelçiliğe kâtip olarak atanıyor.
Son yıllarda mesleğe emek vermiş hariciyecilerin yaşadıklarını okuyucuyla paylaşmaları, bu mesleğin tanınmasına fırsat veriyor. Hatırat dış siyaset hakkında birinci elden bilgi verirken, renkli yaşamlarındaki zorlukların da farkına varılıyor. İrlanda, Umman, Avustralya ve Belçika Krallığı’nda büyükelçilik yapan Murat Ersavcı’nın kariyerindeki önemli olayları anlatması da ders niteliğinde.
Kitabın ikinci bölümünde ise sefaret kâtibinin zevceliğinden sefireliğe kadar olan kısmı da Zeynep Ersavcı yapıyor. Murat Ersavcı’nın diplomatik dili, Zeynep Hanım’ın yazdığı bölümlerde mizahi bir edebiyat diline evriliyor. Aynı yolu yürüyen ikilinin farklı bakış açılarıyla diplomasinin zorlukları okuyucuya aktarılıyor. Zeynep Ersavcı eşiyle birlikte yürüdükleri bu yolun başka bir gözle görülecek aile, yaşam, diğer kültürler ve sanat rotasını dile getiriyor. İkili yaşadıkları olayları kişisel düşünceleriyle birlikte aktarmakla kalmayıp, diplomasi mesleği hakkında bilgi birikimlerini de okuyucuya sunuyor. Profesyoneller dışında kalanlar için de rahatça okunabilecek bir kitap ‘İki Yarı Bir Bütün’. Diplomasinin zorlu yollarına çıkacak genç hariciyeciler ve eşleri için de ders niteliğinde...
İKİ YARI BİR BÜTÜN/
DİPLOMASİ VE YAŞAM
İsveç’te Maj Sjöwall-Per Wahlöö ikilisinin 1965’te yayımladıkları ‘Roseanna’ ile ‘Nordic noir’ denilen modern İskandinav polisiye-suç kurguları başlamış oldu. İkilinin yazdığı ‘Martin Beck’ serisinden beri -Kuzey’in dondurucu soğuğu eşliğinde- kusurlu ama yetenekli polisler yüzlerce kitabın başkarakteri oldu. Polisiye roman tutkunu okuyucu Kuzey’de geçen suç kurgularına hayli ilgi gösterdi. Yayıncılar da yüksek gelir getiren bu tür kitaplar için yazarlara büyük yatırımlar yaptı.
‘İskandinav polisiyelerinin kraliçesi’ olarak anılan İsveçli Camilla Läckberg de ‘Fjällbacka’ serisine küçük bir ara vererek mentalist Henrik Fexeus ile işbirliğine gitti. Alanında çok iyi olan ikili ‘Şifre’ isimli kitapla daha tanıtım aşamasında on binlerce kopya satmayı başardı.
Stockholm’de koronavirüs salgınının bittiği zamanlardayız. Bir kafede çalışan bekâr anne Tuva, küçük oğlu Linus’u okuldan almak zorundadır. Tuva, geç kalan iş arkadaşının gelişiyle birlikte, çocuğunu almaya giderken kâğıt bardakta bir kahveyle yola çıkar. Kahvenin tadı tuhaftır. Metro istasyonuna ulaştığında ise bayılır. Küçük delikleri olan bir kutuda yarı çıplak uyanır. Delikten giren kılıçlar vücuduna tek tek sokulmaya başlar. Yardım çığlıkları atsa da sesini duyan olmaz. Camilla burada sahneyi mide bulandıracak kadar detaylandırır ve Tuva gözüne giren bir kılıçla hayatını kaybeder.
Bir sihirbaz kutusunda kılıçlarla delinmiş bir kadın cesedi herkesin bulabileceği bir noktaya konur. Dedektif Mina Dabiri daha önce böyle bir şey görmemiştir ve özel ekibiyle dava üzerinde çalışmakla görevlendirilmiştir. Katilin bir profilini oluşturmaya yardımcı olması için sihirbaz ve mentalist Vincent Walder’ın yardımına başvururlar. Takıntılı bir şekilde virüs korkusuyla yaşayan ekibin başı Mina Dabiri, TV’de yaptığı şovlarla üne kavuşmuş Walter’ın kapısını çalar. Zihinsel yeteneklerini kullanarak telkin uygulayan, düşünce ve davranışları yönlendirebilen Vincent, kendisinin bir cinayet soruşturmasına nasıl yardımcı olacağını bile anlamaz. Ama sonuçta cinayetin bir seri katil işi olduğunu kanıtlarıyla ortaya koyar. Vincent saplantılı bir katille karşı karşıya olduklarına emindir ama çıkardığı profile uymayan davranış kalıplarını çözmekte zorlanır. Hızlı sahne geçişleri ve gerilimi yükselten olay örgüsüyle ilerleyen romanda Mina ve Vincent maktulün bacağında Romen rakamıyla 3 yazıldığına, kutunun içine kırık bir kol saati bırakıldığına ve katilin tek bir cinayetle yetinmeyeceğine emin olur. Tüm ipuçları katilin onlara bir şifre verdiğini ve cinayet işlemeye devam edeceğini söylemektedir. Tek yapmaları gereken şifreyi çözmektir.
Okuyucu kitapta psikolojiden çok olasılık ve matematiksel olarak bir katilin zihninin okunmasının sırlarını kavrıyor. Vincent, onları katile götürecek ipuçları ve kodları çıkardıkça, okuyucu İskandinav polisiyesi bir ‘Nordic noir’ değil de Amerikanvari bir suç kurgusu okuduğu hissine kapılıyor. Läckberg’in kitaplarında çokça kullandığı karakterlerin mahrem sırları ‘Şifre’de de var. İkilinin diğerlerinden gizledikleri obsesif kompülsif bozuklukları soruşturmanın gidişatını etkiliyor. Läckberg’in hassas ve karmaşık karakter oluşturmasıyla, Fexeus’un zihinsel bulmacalar yaratmadaki yetenekleri geleneksel dedektif öyküsüyle birleşince benzersiz bir boyut kazanıyor. Yazarlar katilin bulunmasını zorlaştırmak için kafa karıştırıyor. Tüm parçaların yerine oturması için biraz kafa patlatmak gerekiyor. Ama şaşırtıcı son için de hazırlıklı olmak lazım.
‘Şifre’ bir üçlemenin ilk bölümü. Şimdilik birbirinden ayrılan Mina ve Vincent’in gelecekteki macerasını sabırsızlıkla bekleyeceksiniz.
ŞİFRE
Doktor ve psikiyatr Ernst Augustin’in roman yazma güdüleri Franz Kafka’nın eserlerini okumasıyla başladı. Thomas Mann’ın yapabildiği gibi, hikâyeyi her zaman doğru ve geniş bir perspektifle anlatmaya çalıştı. Çalışmalarının çoğunda Jean Paul Sartre’dan etkilendiği de ortada. 1927 yılında doğan ve İkinci Dünya Savaşı deneyimini de yaşayan yazar, Fransız yazar ve filozoflar gibi edebiyatı varoluşsal bir şey olarak görenlerden biri. Augustine, gerçeküstücülerin halefi olarak fantastik edebiyatın temsilcisi kabul edilir.
Romanlarında kullandığı baskın teması bölünmüş bir kişiliğin dışavurumları, son romanı ‘Robinson’un Mavi Evi’nde de birinci tekil şahıs anlatıcı tarafından okuyucuya sunuluyor. Gerçek ismini öğrenemediğimiz anlatıcı kendisini Daniel Defoe ile karşılaştırıyor. “Daniel Defoe, bu öykünün eski, epeyce gerilerde kalmış bir uyarlamasında en inanılmaz, en maceralı hayatı kendisinin yaşadığını söyler. Ben de derim ki: Ben de!” Ancak daha çok kurgusal karakteri Robinson Crusoe’nun modern bir mirasçısı olarak görülüyor. O, korkuları, yalnızlığı ve kader tarafından yönlendirilen, dünyada ve hayatta rahat etmeye çalışan terk edilmiş bir varoluş olarak karşımıza çıkıyor.
‘Cehennem kapısı’ olarak tanımlanan ‘chatroom’a 15 kere başka kullanıcılar tarafından seçildiği için Robinson takma ismini kullanamıyor. 16’ncı Robinson olması için bir kelimeye bir ekleme yapması gerektiği belirtilince kendine ‘Robinsoncumayıarıyor’u seçiyor. Birkaç başarısız denemenin ardından sohbet odasında ‘Cuma’ ile konuşmaya başlıyor. Yazarın internet kafeden Cuma’ya yazdıklarından oluşan romanın başlığının ‘Robinson’un Mavi Evi’ aslında bir çelişkiyi ortaya koyuyor. Dünyayı dolaşabilen anlatıcının, bir adaya sıkışmış kalmış Defoe’nun kahramanıyla zıtlığı ortada. Romanda mavi, ev boyası olarak kullanılıyor. Robinson Crouse’nun adasını çevreleyen masmavi deniz gibi anlatıcı da evinde hapsolmuş izlenimi veriyor. Kendi ‘Cuma’sını bulan ‘Robinsoncumayıarıyor’ hayat hikâyesini ona anlatıyor. Bu Robinson, babasından kalan büyük bir servetin vârisi olduğunu söylüyor. Dünyayı kendisine tabi kılabildiğinin altını çizerek, çocukluk günlerinden beri firarda olduğunu anlatıyor. Güney Pasifik’teki adalardan Londra’daki zindanlara; Varşova’daki bir tren istasyonundan İstanbul’daki gizemli bir otele; Lüksemburg’daki bir villadan New York’taki gökdelenin tepesine gittiğini anlatıyor. Robinson inanılmaz bir anlatım rahatlığıyla karşısındakileri etkilemeyi başarıyor.
Augustin, okuyucusunu şaşırtan, harika dünyalara yolculuğa çıkaran bir edebiyat sihirbazıdır. Sadece görüneni vermek onun tipik çalışma şeklidir. Gerisi ise okuyucuya kalmıştır. Dünyayı tamamen gezmek, uzak diyarları keşfetmek isteyen Augustin, ‘Robinson’un Mavi Evi’nin okuyucusuna bunu da hissettirmeyi başarıyor. Hikâye tuhaf, çarpık, su basmış kiliseden süpürge dolabına, mesken olarak kullanılan zindanlardan kahramanın saklandığı ve kendini rahat hissettiği evine fantastik mekânları dolaşıyor. Okuyucu yazarın resmettiği bu mekânları takip etmeyi seviyor, tuhaf durumlar karşısında eğleniyor ve en önemlisi de yazarın hayal gücü ve yaratıcılığına hayran kalıyor. Rüya yorumlarında olduğu gibi, kitabı analiz etmek isteyen herkes farklı bir şeyler bulacaktır. Modern ve fantastik bu Robinson’un Cuma’sına yazdıklarını okumak size iyi gelecek, eğlenmeniz için de bir fırsat yaratacaktır.
ROBINSON’UN MAVİ EVİ
Ernst Augustin
Çeviri: Regaip Minareci
Bir torun büyükannesini mutlu etmek için her şeyi yapar. Huysuz ve yaşlı kadın her şeyin artık istediği gibi gitmesi gerektiği fikrine kapılınca, torun doğru bildiği şeyi büyükannesine verir. Yani yalan söyler. Gerçek üzerse, yalanı mutlu eder. Alman yazar Joachim Zelter’in ‘Yalanın Erdemi’ kitabının anlatıcısı tam da öyle yapıyor. Yazarın ‘konuşmacı’sı büyükannesini yalanlarla ördüğü mutlu bir dünyada yaşatıyor.
Romanın okuma yazma bilmeyen birinci tekil kişisi, kelimenin tam anlamıyla bir anlatıcıdır. Kitap anlatıcının kasete doldurduğu seslerden oluşur. Anlatıcı küçük bir çocukken bile yalanın çoğu zaman gerçeklerden daha mutlu eden bir etkisi olabileceğini öğrenir. Doldurduğu kasetlerin ana kahramanı anlatıcının tek öğretmeni büyükannesi romanın başında, bakkaldan sosis alırken kendisini soyadları ile tanıtırsa, ayrıcalıklı davranacaklarını söyler. Ancak büyükannesinin dediği gibi olmaz. Bakkal onları tanımaz. Hayal kırıklığına uğramış ve kızgın kadına yalan söylediğinde onu tatmin edebildiğini görür. Yalanları küçük ve zararsız başlar. Her bakkala gittiğinde yalanları artar ve ne kadar büyük olursa yalanlar, büyükanne daha mutlu olur. Anlatıcı önce, bakkal ve diğer müşterilerin ona selam gönderdikleri yalanını icat eder. Bütün müşterilerin gözü önünde iyi muamele gördüğünü, ona en iyi etin verildiğini, başka sefer iyi et kalmayınca kendi yiyecekleri eti tavadan çıkarıp verdiklerini, ona bir sandalye getirip oturttuklarını söyler. Ama aslında bunların hiçbirinin gerçeklikle alakası yoktur.
Kitabın, kendini ‘yazamayan yazar’ olarak tanımlayan anlatıcısı yani ‘konuşmacı’sı sadece büyükannesine değil, okuyucuya da yalan söylüyor. Zelter bunu öyle bir işliyor ki anlatıcının abartılı açıklamaları ve yalanları okuyucuyu mutlu etmeye başlıyor. Ne kadar saçma olsa da somut, canlı ve neşeli sunulan sahneler okuyucunun zihninde beliriyor. Sonuçta hiç rahatsız olmayacağınız yalanlar silsilesi sizi içine hapsediyor.
Zelter edebiyatın temel ilkelerinden birini; gerçek olmayan şeyi okuyucunun inanmak isteyeceği, hayal edebileceği şekilde anlatmayı devreye sokuyor. Okuyucuya bu sahneleri satmak büyük bir beceri gerektirir ve Zelter bunu çok iyi başarıyor. Mesela altı yaşındayken okuma-yazma bilmeyen bir çocuğun, komşuları Martin Heidegger tarafından felsefe öğrencisi olarak kabul edilmesine, hatta doktora öğrencisi olmasına inandığınızda kendinize inanamayacaksınız. Bu noktada yine yazar okuyucunun imdadına yetişiyor. Kitabın ikinci bölümünde anlatıcı birinci bölümdeki hikâyelerin kendi icatları olduğunu kanıtlıyor. Anlatıcının büyükannesi radyo dinlemeyi çok seviyor. Ancak torunu, dünyada büyükannesinin hoşuna gitmeyen ve onu sinirlendirebilecek bir şeyin olmasını engellemek için bodrumda doldurduğu kasetleri ona dinletiyor. Kendi sunduğu haberlerle, programlarla, radyo tiyatrolarıyla dünyadaki gelişmelere daha fazla yön vermeye başlıyor.
“Neden hep hakikat? Neden? Neden onun yerine yalancılık değil? Neden yalancılık tercih edilmez?” diye soran anlatıcı, okuyucusuna da yalanın erdemlerinden bahsediyor. “Yalanlar sayesinde uzun yaşayan, çok uzun yaşayan insanlar tanırım. Evet, benim yalanlarımla yaşadıkça yaşayan, tekrar tekrar yaşayan bir insan var” derken şöyle bir aforizmayı ortaya atıyor Zelter: “Yalandan vazgeçmek, yaşamdan vazgeçmek anlamına gelir.” Kim kime yalan söylüyor? Belki de ‘konuşmacı’, ‘dinleyicisi’ne, belki de yazar, okuyucusuna. Karar vermek size kalmış. Ama bunun da bir önemi yok gibi. Sonuçta “Gerçek, bir yalancının icadı’ değil mi?
YALANIN ERDEMİ
Joachim Zelter
Romalı ozan Ovidius’un (MÖ 43-MS 17) ‘Dönüşümler’ adlı yapıtının 10’uncu kitabında anlattığı, Kıbrıs’ta yaşayan Pygmalion kendi halinde bir heykeltıraştır. Yaşadığı yerdeki kadınlar Venüs’e gereken saygıyı göstermediği ve tanrıçalığını yadsıdıkları için cezalandırılmış ve ‘ahlak yoksunu’ kadınlar haline getirilmiştir. Kendisine bir eş arayan Pygmalion bu kadınlardan uzaklaşmak zorunda kalır ve kendini sanatına adar. Aradığı kusursuz güzelliği bulmak için genç bir kadın heykeli yapar. Kendisine heykeline benzeyen bir kadın verilmesini isteyen Pygmalion’un duaları Venüs tarafından gerçeğe çevrilir. Pygmalion, heykelin canlandığını fark eder etmez ona âşık olur. Ovidius’un mitinde Galateia hiç konuşmaz. İsmi bile yoktur. Bir arzu nesnesinden fazlası değildir. ‘Ben, Kirke’nin yazarı, klasik mitlere muhteşem ve güçlü bir şekilde yeniden hayat veren Madeline Miller, Galateia ve Pygmalion mitini yeniden hayal ediyor. Miller kısa öyküsünde, şaşırtıcı bir cesaret ile kendinden emin bir sese sahip gerçek ötesi bir kadın yaratıyor. Miller, Ovidius’un versiyonuna yanıt veriyor. Kendi mitini yaratan yazar, eserinde Pygmalion’un adını kullanmıyor. Ondan sadece ‘koca’ diye bahseden bir feminist Galateia’yı okuyucuya sunuyor.
Miller Galateia’nın itaatkâr ve yıkıcı bir kadın olduğu geleneksel rolünü, kontrol altında tutulan, tacize uğramış ve özgürlüğü elinden alınmış çaresiz bir kadınla değiştiriyor. Yazar, klasik mitte yanlış anlaşıldığını düşündüğü karakter için feminist bakış açısını devreye sokarak güçlü ve cüretkâr bir kadın yaratıyor. ‘Ben, Kirke’deki gibi ‘Galateia’da da kendi için özgürlük bulmak isteyen kadın başrolde. Miller, Galateia’nın dönüşümünden 11 yıl sonrasını aktarmaya başlıyor eserinde. Galateia kızını da alıp kaçmak istediği için zalimleşen ‘koca’ tarafından cezalandırılıyor. Adam onu boş bir odaya kapatıyor ve kendisine hasta olduğu söyleniyor. Kocası Galateia’nın hastalıklı düşüncelere sahip olduğu yalanını söyleyerek zalimliğine doktorları ve hemşireleri de ortak ediyor. Galateia bir gün hastaneden kaçmayı başarıyor ve taştan yapılma ağır bedeninin gerçek gücüyle kocasını tanıştırıyor.
Miller erkek arzusuna, kadınlığa ve kadınların maruz kaldıkları nesnelleştirme nedeniyle yaşadıkları zorlukları aktararak gerilimi yükseltiyor. Yazar kasvetli ve karanlık bir ton belirlerken, pek çok yazarın -Ovidius da dahil- hikâyelerine başlarken odaklandığı gereksiz açıklamalardan kaçınıyor. Ve okuyucusunu ilk satırdan itibaren kendine ve anlatımına bağlıyor. Miller aslında hikâyeyi eril dilden tamamen soyutlayarak, Galateia’dan neredeyse feminist bir aktivist yaratıyor.
Miller, Galateia’nın kocasının kadınlıkla ilgili kusurlardan duyduğu hayal kırıklığını da resmediyor. Kadının hamile kaldıktan sonra göbeğinde oluşan çatlakları vücudun kusuru olarak gören erkeğe karşı o bunu sadece çocuğunun işareti olarak görüyor. Okuyucuyu kadının rızası hakkında düşünmeye davet eden metin, kadın ıstırabının pornografisine karşı çıkıyor. Bağımsız kadınlara yöneltilen erkek öfkesinin karşısında duruyor. Anlaşılmamaktan duyduğu hayal kırıklığı ve bedeli ne olursa olsun istediğini elde edebileceğine olan inancıyla Galateia kendisini anlamamayı seçen dünyanın karşısında Kıbrıs’ın yakan güneşi gibi duruyor şimdi.
GALATEİA
Madeline Miller
Çeviren: Elif Ersavcı
Eril bir dil ile birlikte geleneksel ataerkil söylemler, kadına her koşulda bir rol biçme amacında kullanılıyor. Annelik sosyal, kültürel, dini söylemler ve toplumsal cinsiyet rolü denilen şeyle birlikte yüceltiliyor ve kadının en önemli rolünün bu olduğu varsayımı herkes tarafından birbirine dayatılıyor. Annelik, kadınlığın eşdeğeri gösteriliyor. Çocuğu olan kadının, kadın olmadığı da varsayılabiliyor çoğu zaman. Çünkü o, artık bir anne. İkisi birden olunamıyor. Anneden başka bir şey değil algısı, kişi tarafından da içselleştiriliyor hatta. Trabzonlu bir ailenin ortanca çocuğu, şimdilerde İzmir’de yaşayan Berna Kumaş Sipahi üçüncü romanı ‘Ben, Nefise’ ile bu duruma başkaldırıyor. Romanın ana karakteri ve anlatıcısı Nefise, toplum tarafından denetlenmeye ve onaylanmaya mahkûm edilmeye çalışılan önce bir kız çocuğu, sonra bir eş ve en önemlisi bir annenin yaşamının uzun bir kesitini ele alıyor. Annelik de dahil her şeyden bağımsız olarak özgürlüğünü içselleştirebilen bir kadının başarıyla tamamlanmış varoluş çabasını okuyucuya sunuyor. ‘Ben, Nefise’, “Annelik, kadın olmanın bittiği nokta mıdır?” sorusunun çevresinde dolaşıyor. Eğer günümüzün ‘ideal anne’sinden söz ediyorsak, evet... Okuyucunun 12 yaşında tanıdığı ve kitap boyunca 70 yaşına kadar takip ettiği Nefise hiç de öyle bir anne değil!
Yıl 1960... Nefise, Ege köylerinden birinde, altı çocuklu fakir bir çiftçi ailenin dördüncü çocuğu. Sipahi, Ege’de kız çocukları ile oğullarının birbirinden ayrılmadığını ama kız çocuğu dediğinin eninde sonunda el olacağını vurguluyor. Nefise’nin annesi baskıcı bir yapıda olsa da babası ölene dek onu koruyup kolluyor. Aile üyelerindeki sevgisizlik, anlayışsızlık, kıskançlık Nefise’yi o evden uzaklaştırıyor. Okulun müdürünün çocuğuna para karşılığında bakmak için onların evine yerleşiyor. Yani özgürlüğüne kavuşuyor. Hem de üstüne biraz para alarak. Biraz sus payı parayı ailesine verince kimse Nefise’nin evden gitmesini yadırgamıyor. Hayatı boyunca yardımını alacağı güzelliği, önündeki engelleri kaldırıyor. Müdürün evinden İnci Hanım’ın evine geçiyor ilerleyen yıllarda. İnci Hanım yeni yardımcısını erkeklerden uzak durması konusunda sert bir dille uyarıyor. Hem çalışıp hem de liseye başlayan Nefise, Göksel’e âşık oluyor. İnci Hanım’ın evine aldığı Göksel’le ilk cinsel deneyimini yaşıyor. Eğitim hayatını bırakarak Göksel’le evleniyor. Göksel’in ihanetinin ardından hayatına başka erkekler giriyor. İki evliliğinden iki çocuğu olan Nefise, çocuklarının velayetini alamıyor. Zaten onlara sağlıklı bir annelik de yapamayan Nefise, en sonunda Amerikalı biriyle evleniyor.
Kitap Nefise’nin iki farklı anlatımını içeriyor. Diğer kısım, bölümlerin arasına serpiştirilmiş, Nefise’nin 70 yaşında yazdıklarından oluşuyor. İki kurgu 2019’un son gününde birleşiyor. 70 yaşındaki Nefise, hayatı doludizgin yaşıyor. Şimdilerde ‘Nefis’ adında bir barı işletiyor. Cinsel yönden bitmiş olsa da evlilikleri sürüyor. İzmir’deki bara güvenlik amiri olarak giren, kendinden 30 yaş küçük sevgilisiyle birlikte yaşıyor.
Kendisini fiziki olarak Ajda Pekkan’a benzeten, aşksız duramayan, cinsel hayata çok önem veren, libidosu yüksek, çok zengin bir kadındır o. Annelik yerine kadınlığı seçtiği nefis bir hayatı vardır. O noktaya kadar toplumsal baskı ve geleneklerin acımasızlığına direndiği, zorlukları göğüslediği ve kazandığı nefis bir hayattır artık yaşadığı. Peki, çocukları dahil herkesten kabul görecek mi? Yazarın, sade, dingin ve akıcı kalemi bu 494 sayfalık kalın kitapta neredeyse bir solukta sizi o noktaya getirecektir.
“Hayatından ödün vermeye yanaşmayan ‘anne-kadın’ın ise sinirleri sağlam olmalı” diyor Elisabeth Badinter ünlü kitabı ‘Kadınlık mı? Annelik mi?’de. Çünkü Badinter’in de ortaya koyduğu gibi ‘vicdan azabı’, ideal annelik şablonuna uymak istemeyenler üzerinde etkili olan bir baskı aracı yaratıyor. Sipahi’nin karakteri de şöyle diyor sanki Badinter’a gönderme yapmak amacındaymış gibi: “Hayattaki en büyük mücadelemi kadınlığım ve anneliğim arasında verdim. Bedelini çocuklarımın ödediği bu ağır vicdani mücadele sonucu ‘Ben, Nefise’ diyebildim.”
BEN, NEFİSE
Berna Kumaş Sipahi
Güney Koreli usta yazar Jeong You Jeong ‘İyi Evlat’tan sonra Türkçeye çevrilen ikinci romanı ‘Yedi Yıllık Karanlık’ta ilk satırlarından itibaren gerilim dozu yüksek olacak bir romanın sinyallerini veriyor. Kitap ilerleyen sayfalarda gelecek karmaşıklıkları birkaç ipucuyla hissettirirken ilk başlarda basit bir kurgu gibi görülüyor. Ama hiç de öyle değil.
‘Yedi Yıllık Karanlık’ Güney Kore’de uzak bir kıyı köyünde yaşayan Sovon’un anlatımıyla açılıyor. 2011 yılında başlayan anlatımdaki kurgusal köy o kadar uzak ki GPS ile bile yeri bulunamıyor. Ve o kadar eski bir yerleşim ki gençlik kulübünün başkanı 61 yaşında.
Sovon, ‘Seryong Gölü Olayı’ndan sorumlu olan, hüküm giymiş bir katilin oğlu olduğunu söylüyor. Sovon, 2004’te Seryong Barajı’nın yeni güvenlik şefi olan babası Hyonsu, polis tarafından acımasız bir suçu iğrenç bir şekilde örtbas etmekle suçlandığında sadece 11 yaşında. Sovon’un babası, iddiaya göre küçük bir kızı öldürüyor. Soruşturma sürerken iki hafta sonra, barajın kapaklarını açıyor. Seryong Köyü’nün çoğunu yok ediyor. Sadece öldürdüğü kızın babası değil, dört polisi ve karısı Incu’yu da katlediyor. Dava mahkemelerde yol alırken, Sovon’un yeni hayatı akrabalarının arasında yürek burkan bir karışıklık içinde geçiyor. Hiçbir akrabası onu birkaç aydan fazla evinde tutmuyor. Sovon’un bir zamanlar hayran olduğu profesyonel beyzbol oyuncusu babasına karşı duyduğu utanç ve nefreti derinleşiyor her geçen gün. Houng’un oğlu olduğunun anlaşıldığı her seferde yaşayacak başka yer bulmak zorunda kalıyor.
‘İyi Evlat’ta ürkütücü bir anne katili portresi çizen Jeong, bu sefer babası akıl almaz cinayetler işleyen ve sonrasında toplumdan tecrit edilen genç bir çocuğun ıssız kaderini takip ediyor. Çaresiz Sovon, barajda ailesiyle birlikte aynı evde kaldığı eski güvenlik görevlisi Sıng Hvan Amca’ya ulaşıyor. Adamla birlikte her şeyden kaçıp sessiz, sakin bir hayat yaşayan Sovon’un, köyde yaşanan bir dalış kazasının ardından kimliği ortaya çıkıyor. Sıng Hvan Amca genci teselli etmek ve bir sonraki hamlesini planlamak yerine ortadan kayboluyor. Ertesi gün Sovon’a cinayeti ve Seryong Gölü Olayı’nın kurgusal bir anlatımı olan el yazması kitabı, bir kuryeyle ulaştırıyor. Bu bölüm, kitabın dörtte üçünden fazlasını kapsıyor. Karakterlerin çoğunun olayları nasıl deneyimlediğini ve yorumladığını göstermek amacıyla üçüncü tekil şahıs anlatımını kullanıyor yazar. Sıng Hvan Amca’nın metni, alkolik eski beyzbol oyuncusunun çılgın bir katil olduğu fikrine meydan okuyor. Sovon, anlatıcının, kızına anlaşılmaz derecede şiddet uygulayan babanın zihnine nasıl girdiğine şaşırıyor. Yazılanlar hayal ürünüyse, idama mahkûm babası için fayda sağlamayacağını düşünüyor.
Babasının eylemlerini anlamaya yönelik bir çocuğun yolculuğu ve ona yardımcı olacak el yazması, ustaca kurgulanmış psikolojik gerilim romanını derinleştiriyor. Jeong’un metinleri lirik ve neredeyse şiirsel. Özellikle Sovon’un karanlıkta kalan yedi yılını ve umutsuzca kendini insanlardan kaçırma girişimlerini anlatırken yazar okuyucusunu büyülüyor. Jeong hikâyenin bir bölümünün trajediyle bittiğini açıkça ortaya koyuyor. Ancak bunun neden ve nasıl olduğunu ortaya çıkarmak için de çok sayıda şoke edici sürprizi, ilerleyen sayfalara serpiştiriyor. Jeong’un karanlık ve kasvet yüklü karmaşık anlatısı şaşırtıcı bir sonuca varıyor. Öte yandan aile içi şiddet, alkolizm ve umutsuzluk gibi ana temaları ele alırken de yazar karakterlerine çok sert davranıyor. Farklı bir psikolojik gerilim romanı okumak isteyenler için ‘Yedi Yıllık Karanlık’ istediklerini fazlasıyla verecek gibi duruyor.
YEDİ YILLIK KARANLIK
Jeong You Jeong
Booker Ödülü sahibi İngiliz yazar Graham Swift’in incecik romanı, o tanıdık peri masalının referansıyla açılıyor. Üvey kız kardeşleri baloya giderken, evde hizmetçilik yapmak zorunda olduğu için üzülen Külkedisi’ne peri tarafından söylenen cümleyle: “Baloya gideceksin.” ‘Annelerin Kutsal Pazarı’ iki dünya savaşı arasındaki zamanlarda genç bir hizmetçinin reşit olma yaşını konu alan tutkulu bir feminist ‘Külkedisi’ hikâyesini okuyucuya sunuyor. Birinci Dünya savaşı sırasında 15 yaşında hizmetçi olan Jane Fairchild, komşu malikânenin sahiplerinin oğluyla tutkulu bir birlikteliğe başlıyor. Roman, ilişkilerinin yedinci yılını yaşasalar da Paul Sheringham’la geçirdikleri son güne odaklanıyor. Hıristiyan kültüründe, özellikle İngiltere’de Lent ayının dördüncü pazarı kutlanan, insanların kiliseye gidip annelerini ziyaret ettikleri gün yani ‘Annelerin Kutsal Pazarı’ Jane için ömrünün geri kalan kısmında Sindirella’ya dönüşmesini sağlıyor. Neredeyse 70 yıl geriye giden bir yazarın anlatısındaki cümlelerin güzelliği, sunumun tekniği ve insan ruhunun betimlemelerindeki başarısıyla göz kamaştırıyor.
“Baloya gideceksin” epigrafından sonra yazarın masallara gönderme yapmak için kullandığı “Bir zamanlar...” kelimeleriyle başlıyor roman. 30 Mart 1924’teyiz. Romanın anlatıcısı ve başkarakteri Jane, “Ortalıkta arabalardan çok atların olduğu” zamanlardaki o tek günün hesabına girişiyor. Hizmetlilere de izin verilen bu kutsal günde anne ve babası olmayan Jane, Paul tarafından evlerine davet ediliyor. Yedi yıldır üst sınıftan biriyle ilişki yaşayan hizmetçi bir kız için hayal bile edemeyeceği bir şey bu. Yazar Swift bu noktada sınıflar arasındaki uçurumu olduğundan daha sert bir şekilde tasvir etmek için bu durumu kullanır. Paul’ün çağrısıyla Jane heyecan içinde kilometrelerce bisiklet sürdükten sonra eve varıyor. Girmemesi gereken bir malikânede, sahip olmaması gereken bir sevgilinin yanında, yatmaması gereken bir yatakta çırılçıplak Jane, kül tablasındaki sigaranın dumanını ve çıplak Paul’ü izliyor. Jane, Paul için bundan daha fazlası olamayacağının farkına varıyor. İki hafta sonra başka biriyle görücü usulü evlenecek olan Paul de ona sırılsıklam âşık Jane de bunun son sefer olduğunu biliyor. Seks sonrası sigaranın ardından Paul, soğukkanlılıkla ona, nişanlısı Emma ile öğle yemeğinde buluşacağını söylüyor. Jane, Paul’ün ne kadar telaşsız giyinip süslendiğini görünce şaşırıyor. Lekeli çarşafın üzerinde çıplak bir şekilde uzanmış halde Paul’ü izliyor. Paul gittikten sonra yatak örtüsünü değiştirmek içinden gelmiyor ve Sheringham Malikânesi’ndeki meslektaşının, lekelerin sebebini keşfetmesi için çarşafı yerinde bırakıyor.
Kitap yavaş yavaş giyinen Paul’ün tersine aynı ritimde bir striptiz sunuyor okuruna. Swift, yıllar sonra yazar olan Jane’in hiç yazmadığı veya hakkında konuşmadığı kaderini değiştiren o pazar günüyle ilgili kendisine anlattığı hikâyeler ile bulduğu cevaplar arasında gidip gelirken yavaş yavaş hayatının ana hatlarını ortaya çıkarıyor. Muhteşem bir dille, ağırbaşlı ve zaman zaman şehvetli anlatı, sürekli olarak kendi içinde döngüye giriyor. Swift hikâyeyi gelecek ve şimdiki zamanda sorunsuz bir şekilde akıtıyor. Jane’in en derindeki duygu ve arzularını ortaya çıkarmayı başarıyor. Sınıf ve eğitim gibi engelleri aşmakla ilgili bir hikâyeden daha fazlası ‘Annelerin Kutsal Pazarı’. Jane’in korkularını, sevinçlerini ve hayallerini incelerken Swift, seni inciteceğini bildiğin birini sevmenin ne anlama geldiğini yakalıyor. Kitap aslında sözcüklerini ve sesini nasıl bulduğunu anlatan kadın yazarın bir aşk şarkısı da. Bir hizmetçi olarak geliştirdiği gözlemsel yetenekler, bir yetim olarak kendine bir kimlik icat etme özgürlüğü, kitap sevgisi, çalıştığı evdeki kütüphaneye erişimi sayesinde yazar olabilmiş gibi görünüyor. Kirli çarşafı gerisinde bırakan Jane’in tertemiz bir çarşaf gibi önünde açılan yeni yaşamı için dış kapının eşiğinden birlikte çıkabilirsiniz.
ANNELERİN KUTSAL PAZARI
Graham Swift
Çeviren: Didar Zeynep Batumlu
İş Kültür Yayınları, 2022
Edgar Allan Poe’nun 1841’de Graham’s Magazine’de yayımlanan ‘Morgue Sokağı Cinayetleri’ ilk dedektiflik öyküsü olarak tarihe geçti. Poe’nun biyografi yazarı Jeffrey Meyers öyküden, “Dünya edebiyat tarihini değiştirdi” sözleriyle bahseder. Poe’nun hayali karakteri C. Auguste Dupin, Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes’ü ve Agatha Christie’nin Hercule Poirot’su gibi birçok hayali dedektif için prototip olurken, bu öykü türü genel gizem öykülerinden farklıydı. Çünkü sırrı çözmeye yönelik analiz sürecine odaklanıyordu. Profesyonel dedektif olmayan Dupin, o zamanın polislerinin pek kullanmadığı yöntemle başladı işe. İki kadının vahşice öldürüldüğü olayda Dupin cinayet mahallinde inceleme yaptı, insana ait olmayan kıllar buldu. O kıllar amatör dedektifin soruşturmasının yönünü değiştirdi. Belki de 171 yıl önce yayımlanan bu kurgu eserle başlamış olan adli tıbbın, Türkiye’deki önde gelen isimlerinden, ‘kanıt avcısı’ Profesör Doktor Sevil Atasoy son kitabı ‘Cinayet Kokusu’nda insanın kanını donduran gerçek seri katil öykülerini anlatıyor. Atasoy Çin’den Brezilya’ya, ABD’den Avusturya’ya gerçek seri katil hikâyeleri sunuyor. Olay yeri inceleme ve adli bilimlerin katili bulmadaki becerisini ve tekniğin gelişimini de aktarıyor.
Sevil Atasoy’un 2006 yılında ‘Labirent’ ile başlayan, gerçek suç öykülerini kaleme aldığı serinin onuncu kitabı ‘Cinayet Kokusu’ odağına seri katilleri alıyor. “Seri katillerle ilgili bilimsel çalışmaların bir bölümü saldırganın kim olduğunun nasıl anlaşıldığına, bir bölümü nasıl yakalandığına ilişkin baş döndürücü öykülerle doludur. Bununla birlikte pek çok soruşturmasında katilin hatasının payı unutulmamalı” diyor Atasoy. Her üç seri katilden birinin yakalanmak amacıyla bilerek hata yaptığının ya da pişman olup teslim olduğunun altını çiziyor. Peki ya diğer ikisi? İşte o noktada nasıl yakalandıklarına dair bir sınıflandırma yapmak istenirse, listenin ilk sırasına soruşturmayı yürüten güvenlik birimleri ile kriminal laboratuvar çalışanlarının ortak aklını ve yaratıcı yaklaşımlarını koyuyor Atasoy. İkinci sırada yıllarca sürse bile polisin dikkatli ve ısrarlı bir şekilde iz sürmesi yer alıyor. Herhangi bir şeyi gören, duyan tanığın ortaya çıkması, kurbanlardan birinin saldırıdan canlı kurtulması ve katilin suç ortağının polise gitmeye karar vermesi maddeleriyle seri katillerin yakalanmasını sağlayan sebepleri beş ana sınıfa ayırıyor.
200’den fazla seri katil vakası incelediğini belirten Atasoy, ilk bölümü güvenlik birimleri ve kriminal laboratuvar çalışanlarının ortak aklıyla yakalanan birine ayırıyor. 15 Eylül 1990’da Prag yakınlarındaki ormanlık alanda sırtüstü yatmış, üzeri yapraklarla örtülü, bacakları ayrık, giysileri ve çantası kayıp, nikâh yüzüğü parmağında olan bir kadının cesedi bulunuyor. Almanya ve Amerika’da da bu şekilde bulunan kadın cesetlerinin aynı katilin işi olduğu yıllarca süren takiple ortaya çıkıyor. Adli tıpçıların cesette bulunan ‘kırmızı lifler’i soruşturması da polislerin yol kat etmesini sağlıyor.
Karanlık web’in insan öldürülen kırmızı odalarının gerçekten var olup olmadığından ünlü yazarlar tarafından yaratılan dedektif karakterlerin kriminal araştırmaların önünü nasıl açtığına, kadınların neden polisiye eserleri izlediklerinden Japonya’daki Hikikomorilerin işledikleri cinayetlere bir sürü detayı da paylaşıyor. Atasoy kan, koku ve toprakla çözülen cinayetleri de ayrıntılarıyla inceliyor. Bir solukta okunan kitap, kurgu tadında gerçek bir polisiye hissi veriyor. Amatör bir dedektif olmak ya da polisiye roman yazmak isteyenlerin ayrıca işine yarayacak bir çalışma...
CİNAYET KOKUSU
Sevil Atasoy
Doğan Kitap, 2022
Uzun dedektif dizilerinin yazarları için birincil zorluk, her romanda ana karakterin çeşitli yönlerini okuyucuya sunmak oluyor. Okur, yazardan polisin soruşturmasından daha çok, uzunca bir süredir beraber olduğu ana karakterin bir başka özelliğine ışık tutmasını bekliyor. Sigara, alkol bağımlısı, uyumsuz ve asık suratlı dedektif John Rebus’un 14. kitabı ‘Kan Meselesi’nde yazar Ian Rankin bunu başarıyor. Rebus’un çevresinde tek sevdiği kişi olan Siobhan’ı taciz eden bir kişiyi öldürdüğünden şüpheleniliyor. Onun bu şüpheyi yok etmek için hiçbir şey yapmaması kitapta hem bir gizem hem de metafor olarak işe yarıyor.
Roman, Edinburgh’un dışında seçkin ailelerin çocuklarının eğitim gördüğü özel bir okuldaki silahlı saldırının ardından başlıyor. Saldırıda iki öğrenci ölüyor, bir milletvekilinin oğlu yaralanıyor. Saldırgan Lee Herdman da görünüşe göre intihar ediyor. Soruşturma bu haliyle çözülmüş gibi görülse de geriye açığa çıkarılamamış, saldırganın amacı ve silahı nereden aldığı kalıyor. Yerel komiser Hogan, Herdman’ın ordunun seçkin askerlerinin alındığı Özel Hava Servisi üyesi olduğunu öğrenince eski bir ordu mensubu olan Rebus’tan yardım istiyor. Ancak aynı zamanlarda Rebus, amirleri tarafından açığa alınmak isteniyor. Çünkü onun eski hükümlü Martin Fairstone’u öldürdüğünden şüpheleniliyor. Adamın öldüğü gün Rebus kötü şekilde yanmış ellerle hastaneye kaldırıldığı için şüpheler kuvvetleniyor. Rebus’un suçluları yakalamak için kullandığı elleri, şimdi bir suçlunun tehlikeli elleri olabilir mi? Kanun için çalışmış temiz eller, suçla kirlenmiş olabilir mi?
Rankin’in ülkesindeyiz. Rankin’in şehrinde. Sürekli nemli ve ahlaki açıdan iflas etmiş Edinburgh’da. John Rebus ve Siobhan Clarke, delilik eyleminin ardındaki gerçek hikâyeyi arıyor. Dengesiz ve rastgele öldüren eski bir askerse neden bu üç kurbanı vurmak için çocuklarla dolu bir oyun alanının yanından geçti? Rebus’un daha derinlerde bir şeylerin döndüğüne dair şüphesi ise Özel Kuvvetler’in olayı araştırmak için iki müfettiş gönderdiğinde doğrulanıyor. Rebus İngiliz Özel Kuvvetleri, İrlandalı paralı militanlarının da içinde olduğu bir uyuşturucu kaçakçılığı operasyonundaki komployla birlikte, okul katliamının gerçeklerini de şok bir sonla ortaya çıkarıyor. Tabii Adli Tıp’ın olay yeri incelemesinde kan meselesinin üzerinde durmasının da önemli payını unutmamak lazım.
Rankin, romanın her bir noktasına kusursuz bir şekilde hâkimiyet kurmuş. Rebus geleneksel polis prosedürleri yüzünden tükenmişlik ve hoşnutsuzluk yaşıyor olabilir. Ama dizi bitmeyecek. Çünkü Rankin, Rebus’un tüm yönlerine ışık tutmadığını okuruna hissettiriyor. Dış görünüşünde kendi net sınırları içinde çalışan ve genellikle bunu prosedürlerin dışında kendi şartlarıyla yapan Rebus, hep en uçlarda yaşamazsa hayattan zevk alamayacağının farkında. Kaçınılmaz sonuç olarak da arkadaşları tarafından keşfedilmemiş karanlıklara giriyor. O, soruşturmaya odaklanıyor, gizemi çözmenin anahtarı olacak bir fırsat çıktığında, düzene karşı çıkmaktan çekinmiyor.
Rebus polisiyeleri dünya edebiyatında muhteşem dokunmuş bir polisiye seri ve karakterler geçidi. Hâlâ Rankin ve Rebus’tan habersiz olanlar varsa, 14’üncü kitap da olsa seriye harika bir giriş yapabilir. Belirtmekte fayda var; ilk kitabının adı ‘Düğümler ve Haçlar’.
KAN MESELESİ -
BİR DEDEKTİF JOHN
Okurun sayfalarına kolayca daldığı romanlar olduğu gibi, sayfalarına girmek konusunda fazla zaman gerektiren romanlar da var. Bu tür romanlar Asya edebiyatının ve özellikle Japonların edebi kimliğini oluşturuyor. Bu, onların yaşam tarzlarından sözlerine yansıyan sakinlik ve sükûnet gibi duruyor. Japon yönetmen ve yazar Genki Kawamura’nın aynı isimle sinemaya da aktardığı ‘Annem Kokan Çiçekler’ sayfalarına girmenin zor olduğu Japon romanlarından biri. Yazar, bir çocuğun karşılaşacağı en zor durumlardan biri olan, annesinin alzheimer’a yakalanmasıyla rollerini değiştirmelerinin yürek burkan hikâyesini anlatıyor. Yazarın denizler kadar derin ama bir çiçeğin yaprağı gibi narin anlatımı muhteşem bir okuma deneyimi sunuyor.
‘Annem Kokan Çiçekler’ anne ve oğul arasındaki zor ve zorunlu sonuçlara doğru ilerleyen bir ilişkinin; Yuriko ve İzumi’nin hikâyesine odaklanıyor. Alzheimer Yuriko’nun anılarını kaybederken oğul İzumi’nin baba olmaya hazırlandığı süreç romanın çatışmasını oluşturuyor. İzumi iyi bir baba olabilecek mi? Hiç babasını tanıma şansı olmamışken kendisi nasıl bir baba olacak? Yuriko’nun hafızası silindikçe İzumi’nin sorularının cevapları netleşiyor.
Kitap eve gelen İzumi’nin annesini bulamayınca çevrede aramaya başlamasıyla açılıyor. “Sallandıkça gıcırdayan salıncağa oturmuş, uzaktaki kasabayı izliyordu. Annesini korkutmamak için sessizce yanına gitti. Annesinin yaşlandığını fark etti ama aynı zamanda küçük bir kız gibi saf göründüğünü düşündü.” Kadının hastalığın pençesine düştüğü anlarla başlıyor aslında kitap. Dolu dolu bir hayat yaşayan İzumi’nin, iyi anlaştığı eşinin hamile olduğunu öğrenmesiyle mutluluğu katlanıyor. Ama bu mutluluğu hafıza kaybının ilk belirtilerini gösteren annesinin yaşadığı zorluklarla yüzleşmeye başladığında yok oluyor. Annesine alzheimer teşhisi konduğunda İzumi derinden sarsılıyor. Çünkü ona sevgiyle gülümseyen kadın, ona en sevdiği yemekleri hazırlayan insan yakında onu da unutacak. O yüzden Yuriko’nun hiçbir zaman girmediği sırlar dünyasına girmeye karar veriyor. Yuriko ile hayat, yavaş yavaş hastalığa dönüşse de İzumi onu kendi kalbinde buluyor.
‘Annem Kokan Çiçekler’ bir yazarın sakin ve tatlı fısıltılarıyla yıkıcı bir hastalığın seyrini anlatıyor. Anıları kaybetmek, karanlık bir tünelde kaybolmaya benzese de sadece bu hastalığa yakalanmış kişinin değil, her şeyin farkında olan çocukların acılarını katlıyor. Ebeveynin artık hayatın ne olduğunu bile bilmediği, neredeyse çocuksu bir duruma gerilediğini görmek... Bu gerçekten çok zor gibi görülüyor. Genki, en saf ve en derin duyguları ifade etmeyi başarırken, Japonlara özgü o inceliği tüm metin boyunca koruyor. Aslında Genki yalnızca karakterlerin değil, okuyucuların da hayatlarının derinliklerine inmesine izin veren ilgi çekici ve hassas bir metin ortaya koyuyor. ‘Bir Gün Kediler Dünyadan Yok Olsaydı’yı okuyanlar Kawamura Genki’nin anlatımının hafifliğini biliyordur. Her cümlenin aslında bir tasarımın parçası olduğunu anlamıştır. Onun metninde acı, sevince; üzüntü, kahkahaya dönüşebilir. ‘Annem Kokan Çiçekler’i ebeveyninin hastalığı ve yaşlılığıyla yüzleşmekten korkan ya da korkmayan herkes tavsiye ediyorum.
ANNEM KOKAN ÇİÇEKLER
Genki Kawamura
Çeviren: Defne Gürtunca
İngiliz yazar B. A. Paris ‘Terapist’ isimli romanında sadece ‘insanlardan şüphelenmek’ üzerine kurguladığı psikolojik gerilimi etkili bir şekilde okuyucusuna sunabiliyor. Genelde karşınızdaki gerçekten bir şey yapmıyorsa veya henüz önemli bir olay meydana gelmediyse bir şeylerin göründüğü gibi olmadığı hissine kapılırsınız. Paris de işte bu duyguyu kitabında en iyi şekilde kullanabiliyor. Romanın anlatıcısı Alice kendi güvensizlikleri içine okuyucuyu da sürüklüyor. Ya bu duygu ya da anlatıcının sizi yanlış yönlendirmesi karşısında duramıyorsunuz. Her karakter güvenilmez geliyor. En güvenilir olması gereken anlatıcıya bile güvenip güvenilmeyeceği sorgulanmaya başlıyor. Gerilimi kitabın en başından en sonuna kadar bu his ayakta tutuyor.
Alice ve Leo, Harlestone’dan Londra’ya, Çevre Evleri isimli bir siteye taşınır. Yenilenmiş ve uygun fiyata aldıkları bu ev, ikisinin hayallerindeki hayatı yaşamak için çok güzel bir başlangıç olmuştur. Alice ve Leo komşularıyla tanışmaya başlarken yeni evleriyle ilgili öğrendikleri sır ilişkilerini zedeler. Alice daha önce bu evde yaşamış terapist Nina’nın öldürüldüğünü öğrendikten sonra onunla arasında güçlü bir bağ kurulduğunu hissetmeye başlar. Kocası tarafından öldürülen Nina cinayetiyle ilgili gizemli soruların cevaplarını bulmaya çalışır.
Alice evde bir parti verir. Alice’in komşularıyla tanışmak için düzenlediği partide ortaya çıkan garip ziyaretçinin kim olduğunu kimse bilmiyordur. Daha sonra Alice’in yanına gelen adam, Nina’yı öldürdüğü için hapishaneye giren Oliver’ın kız kardeşi için çalışan bir dedektif olduğunu söyler. Hapishanede intihar eden Oliver’ın masumiyetini kanıtlamak isteyen dedektif Thomas Grainger ile Alice küçük çaplı bir ortaklığa başlar. Karşılaştığı ya da bulduğu bilgi parçalarını inceleyen Alice, hiç bilmediği polis prosedürleriyle çalışmasını ilerletir. Thomas’ın yönlendirmeleriyle Alice dedektifçilik oynamaya başlar. Komşularından aldığı çelişkili cevapların ardından Oliver’ın tuzağa düşürüldüğü ve birbirlerine sıkı sıkıya bağlı komşulardan birinin katil olduğu fikrinin peşine düşer.
Romanda bir terapistin bakış açısından anlatılan bir geçmiş zaman çizelgesi de var. Kitabın bazı bölümleri arasına serpiştirilmiş bu sahneler ilk başta ne kadar sıkıcı gelse de roman ilerledikçe yazarın amacı daha da netleşiyor. Komşularının hepsinden şüphelenen Alice için bazı sırları ortaya çıkan Leo ve Nina’nın evine gelip terapi alan kişi bile artık şüphelidir.
Alice ilk başta düşünülenden daha karmaşık bir karakter. Çok fazla kusuru olan, naif, kolayca manipüle edilen ve çabuk yargılayan bir kişi olsa da idealleri olan biri. Bu türden bir anlatıcıyla okuyucunun işi zor. Ama yazarın yapmak istediği şey de tam bu. Etrafımızdakilere ne kadar güvenebileceğimizi merak ettiriyor. Paris okuyucularını manipüle etmeyi başarıyor. Okuyucuya, kitaba çeken olayların neden gerçekleştiğinin farkında olmalarını sağlayan bilgiler veriyor. Ayrıntıları zekice gizlediği paragraflardan en sonunda mantıklı gelen şok, okuyucuyu bir sona hazırlıyor.
Paris’in kurgusu ve üslubu gayet iyi ve gerilim neredeyse sayfalardan damlıyor. Yazarın olay örgüsü ve karakterleri yerleştiriş şekli okuyucuyu sürekli her karakterin, yaptıkları her şey için sorgulamaya itiyor. “Masum mu yoksa suçlu mu?” soruları arasında geçen bir kitabı kaleme almayı başarmış. Yavaş başlayan ve sonrasında bırakması imkânsız bir roman isteyen gizem ve gerilimseverlere şiddetle tavsiye ediyorum.
TERAPİST
Dünyanın sonu geldiğinde nereye gideceğiz? Angolalı yazar Jose Eduardo Agualusa’nın bundan önce yazdığı iki kitabının karakterlerinden biri olan Daniel Benchimol, “Adalar birer tapınaktır. Dünya sona erdikten sonra, tekrar adalarda can bulacaktır” diyor. Agualusa, ‘Yaşayanlar ve Diğerleri’ isimli kitabını 2019 yılında bitirdiğinde karakterlerinkine benzer bir deneyim yaşayacağını hayal etmemiştir herhalde. 2020 yılının şubatında koronavirüs pandemisi nedeniyle dünya durdu. Herkes ‘evde kal’dı, ülkeler arasındaki sınırlar kapatıldı. Dünyanın sonunun kurgusal hesapları yapılırken, insanları kıyamet korkusu sardı.
Agualusa’nın kitabı da Mozambik Adası’ndaki bir edebiyat festivaline gelen ve şiddetli bir fırtına ve kitabın sonunda ortaya çıkan trajik bir olay nedeniyle birbiriyle hiç bağlantısı kalmayan Afrikalı yazarlar etrafında gelişiyor. Gerçek ile kurgu, geçmiş ile gelecek, yaşam ile ölüm arasındaki sınırı sorgulayan bir dizi gizemli olay, festivale gelen yazarları ve yerel halkı rahatsız ediyor. Bu yazarların kitaplarındaki bazı karakterler ortaya çıkmış gibi görünüyor. Agualusa, Sartre’ın “Diğerleri cehennemdir” sözünün karşısına “Diğerleri cennettir”i koyuyor.
Adada düzenlenen ilk edebiyat festivali başlamak üzere. Kitap, sadece Mozambik’ten değil, diğer Afrika ülkelerinin yazarlarının gelişiyle başlıyor ve bir hafta boyunca devam ediyor. Kitabına “Her şey böyle başladı: Gece, şimşeğin muazzam ışığıyla parçalara ayrıldı ve ada kendini dünyadan kopardı. Bir dönem bitti, diğeri başladı. O anda hiç kimse bunun farkına varmadı” diyerek başlıyor yazar. Ada sakinleri ve festivalin konukları, kendilerini telefon sinyalinin olmadığı, internet erişiminin kesildiği dış dünyadan tamamen izole edilmiş adada kendileriyle ve diğerleriyle baş başa kalmış olarak buluyor. Bulutlar ve dinmek bilmeyen fırtına köprüye erişimi engellediği için anakara ile temas kopuyor. Etkinliği organize etmekten sorumlu olan yazar ve eski gazeteci Daniel Benchimol ve eşi Moira Fernandes bir bebek bekliyorlar. Çift, Moira’nın hamileliğinin son günlerinde yaşanan olağandışı durumla uğraşmanın yanında, yazar arkadaşlarının isteklerini yerine getirerek festivali devam ettirmeye çalışıyor.
Agualusa’nın anlatısı, bu noktada bazı konuk yazarlara odaklanıyor. Daniel’in hemşerisi ve uzun zamandır arkadaşı olan Uli Lima, kendine çok güvenen Mozambikli Ofelia Eastermann, edebi sesini arayan genç şair Luzia Valente, Nijeryalı Jude D’Souza ve dünya çapında saygı duyulan New York’ta yaşayan Cornelia Oluokun ile birlikte bir hafta boyunca, büyülü adada yaşananları sakin üslubu ile ele alıyor.
Dünyayı değiştirmek isteyen yazarlar, sadece ‘dolanarak’ gördüğü manzaraları yazanlar, affetmek için yazanlar, kendi içinde patlamaktan korkan yazarlarla Afrikalı alaycı edebiyat dünyasının bir portresini çizen Agualusa, kitap boyunca gerçek ile kurgu arasında hareket ederek, geçmişin acılarını gelecekteki anlatıyla yok etmeye çalışarak, yaşamı ve ölümü birlikte sunarak yazmayı başarıyor. Pandemi sonrası dünyada daha da anlamlı hale gelen bu hikâye, aslında anakaradan ve teknolojiden izole olmuş adada, aileden uzakta, sadece profesyonel meslektaşlarla yaşamanın sonuçlarını irdeliyor. Hayaletlerden gözlerinde ay ışığı parıltısı olan ve gözlerini yazarlardan ayırmayan kargaya, denizin dibinden gelen seslerden korkan balıkçılardan hamamböceği kadına ve en önemlisi kitaplardan çıkıp adaya gelen karakterle bir geçit töreni izliyor okuyucu. Agualusa’nın yazar karakterleri, kitaplarında yazdıkları karakterleriyle yüzleşme ve empati kurma fırsatı buluyor fırtınanın ortasında. Okuyucu karakterleri gerçek özleriyle tanıma şansı da buluyor. Psikolojik açıdan değil de kültürel yönleriyle açığa çıkan karakterler okuyucuyu yaralıyor.
Kitabın sayfalarını çevirmeye başlayarak ‘Yaşayanlar ve Diğerleri’yle izole olmalısınız. Afrika’nın kocaman bir ada olduğunu unutmadan...
YAŞAYANLAR VE DİĞERLERİ
‘Polar Bears International’da görevli biliminsanlarından Steven Amstrup 2020 yılının temmuz ayında BBC’ye yaptığı açıklamada, “İlk kez kutup ayısı yavrularının varlığını sürdüremeyeceğini gördük. Yavrular doğacak ancak dişilerin, buzsuz geçen sezon boyunca süt üretmelerine yetecek vücut yağları olmayacak” ifadelerini kullandı. Sadece kutup ayılarının değil binlerce türün sonunun gelmesine sebep olacak küresel iklim değişikliği son sürat devam ediyor. Avustralyalı yazar Charlotte McConaghy’nin distopik romanı ‘Göçmen Kuşlar’ o ünlü fotoğraftaki, kutup ayısının üstünde durduğu minicik buzulun da eridiği zamanlarda başlıyor. Roman odağına çocukluğundan, hatalarından ve anılarından kaçan bir kadının, belki de son göçlerinde olan arktik denizkırlangıçları sürüsünü izleyerek Grönland’dan Antarktika’ya yaptığı ‘son göçü’nü alıyor.
“Hayvanlar ölüyor. Yakında bu dünyada yalnız kalacağız” diyerek başlıyor ‘Göçmen Kuşlar’ın anlatıcısı kuşbilimci Franny Stone. Anlatıcı onu takip cihazı taktığı üç denizkırlangıcının arkasından gitmek için gerekli olan tekneye alabilecek kaptanı ikna etmeye çalışıyor. Stone, Kaptan Ennis’e kuşlar aracılığıyla çoğu tür yok olsa da avlayabilecekleri ringa balıklarının nerede olduğunu bulabileceklerini söylüyor. ‘Saghani’ yani ‘Kuzgun’un mürettebatına katılmasına izin vermesi için en sonunda onu ikna ediyor. Dünyanın hâlâ tanınabilir bir döneminde geçen distopik anlatı, dünyanın en kuzeyinden en güneyine yapılan yolculuğun destanına dönüşüyor.
Dünya üzerinde bir hayvanın yaptığı en uzun yolculuğu denizkırlangıçları yılda iki kere yapıyor. Bu dayanıklılık eylemi, içgüdüsel hareket aslında romanın metaforunu oluşturuyor. Bu göç, Franny’yi kontrol edemediği kendi içgüdüsel hareketine itiyor. Kuşların geri dönme ihtimali olsa da anlatıcı son zorluğun üstesinden gelebileceğini düşünemiyor. Aslında Franny, hem kocasının (kuşbilim profesörü ve hayatta kalan birkaç hayvan türünün savunucusu) işini yapmasına yardım etmek hem de uzun süredir devam eden suçluluk duygusundan kurtulmak ve kendinden kaçışını sürdürmek için kuşların peşine takılıyor.
Roman boyunca ‘Kuzgun’ güneye doğru tehlikeli sularda ilerledikçe, hükümetlerin yaptırımlarından ve toplumdan uzaklaştıkça Franny’nin kendi karanlık geçmişi yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Hem bir macera romanı hem de iklim krizi sonrası dünyanın sonu anlatısı olan roman, annesi ve babasının terk ettiği çocuğun yaşadığı dramı da okuyucusuna sunuyor. Franny yolculuk sırasında geride bıraktığı kocası Niall’a yazdığı mektuplar ve hatıraları vasıtasıyla sürekli birçok zaman içinde mekik dokuyor. Franny’nin anlatımı puslu bir denizde ilerleyen gemi gibi tam olarak gerçekleri görmemizi engelliyor. Gemi mürettebatı içindeki sessizliği, mürettebattan ve okuyucudan sakladıklarıyla güvenilmezliğini artırıyor. Ama Franny’nin karanlık kederinin gizemi okuyucuyu romanın ilk sayfasından itibaren kendisine çekmeyi başarıyor. Doğa ve özellikle kuşlarla olan bağı neredeyse efsanevi olsa da bu yolculuk için ne kadar kahramanca davransa da sadece okuyucu, huzursuz ve çaresiz hissettiğini görebiliyor.
‘Göçmen Kuşlar’ hayatının her noktasında acı çekmiş bir insanın hem kendi hem de dünya için tuttuğu yasın romanı. İklim değişikliğinin hesaplanmaz sonuçlarına karşı olabilirliklerin anlatısı. Kayıpların ve az da olsa kurtarılabileceklerin tahayyülü... ‘Göçmen Kuşlar’ın güçlü anlatıcısı Franny, her sayfası verimli ve heyecan verici, suçlayıcı ama bağışlayıcı, korkutucu ama sonucunda umut verici olan bu roman aracılığıyla okuyucuyu ‘Kuzgun’un mürettebatı olması için davet ediyor.
GÖÇMEN KUŞLAR
Charlotte McConaghy
İngiliz edebiyatçı Herbert George Wells (21 Eylül 1866-13 Ağustos 1946) 19’uncu yüzyılın sonlarında yayımladığı eserlerle bilimkurgu edebiyatına öncülük eder. ‘Bilimkurgunun babası’ H. G. Wells ‘Zaman Makinesi’, ‘Doktor Moreau’nun Adası’, ‘Görünmez Adam’ ve ‘Dünyalar Savaşı’ gibi efsaneleşen romanlarıyla o günlerden bugünlere kadar her çağda tüm dünyada kendinden söz ettirmeyi başarır. İnsanlığı nasıl bir geleceğin beklediğini yaşamı boyunca kendine kaygı edinen ve sosyalist dünya görüşünü söylemekte hiçbir zaman sakınca görmeyen yazar, eserlerine de bu etkiyi hep yansıtır. 1895’te yayımladığı ilk eseri ‘Zaman Makinesi’nde bir bilimadamını zamanda yolculuğa çıkaran Wells, aynı sene bir fantazya olan ‘Tuhaf Kuş’un Görüldüğü Gece’de bir meleği dünyaya indirir. Zaman makinesiyle 800 bin yıl sonrasında iki tuhaf ırk üzerinden insan doğasının ikiliğini eleştiren Wells, meleğin yeryüzünde indiği büyük Britanya İmparatorluğu’nda yaşanan Viktorya çağının insanlarına hiciv dolu bir bakış atar.
Başka bir boyutta kaygısız, acısız ve yiyeceğe ihtiyaç duymadan yaşayan efsanevi bir yaratık, bir anda Viktorya döneminin sonlarında İngiltere’ye düşer. Aslında dünyaya gelen bir melektir. İngiltere’nin güneyindeki Sidderford bozkırında bir parıltı ve gürültü eşliğinde görülen tuhaf kanatlı kuşa dair söylentiler üzerine kuşbilimci Siddermorton Papazı Hilyer, zamanın diğer tüm doğabilimcilerinin yapacağı şeyi yapar. Silahını alır ve kuşu vurmaya gider. Doldurulacak, kataloglanacak ve koleksiyonuna eklenecek canavarı bulmak için... “İngiltere’de koleksiyoncular olmasa, bütün ülke nadir olarak görülen kuşlarla ve harikulade kelebeklerle, garip çiçeklerle ve daha binlerce ilginç şeyle dolu olurdu. Gelgelelim koleksiyoncular bunu seve seve engelliyorlardı.” Hilyer, meleği vurur ve onu kanadından yaralar. Bir melekle karşılaştığının farkına varan papaz ondan kibarca özür diler ve bu mitolojik kanatlı beyefendiden iyileşene kadar misafiri olmasını ister. Melek bir haftadan fazla kaldığı yeryüzünde cana yakın olmakla birlikte, uygarlığın en temel gerçeklerinden habersizdir. Kısa ziyareti sırasında, genel olarak dünya ve özel olarak Viktorya dönemi İngiltere’sindeki yaşam hakkında öğrendikleri karşısında dehşete kapılır. Yerel âdetleri eleştiren melek, sonunda bir sosyalist olarak suçlanır. Dünyayı terk etmesi için bir hafta süre tanınır.
Wells kitapta en iyi bildiği şeyi yapar. Viktorya çağına hiciv dolu bir eleştiri getirir. Komediyi kararında kullanarak, insan kültürü hakkında hiçbir şey bilmeyen melek sayesinde çağı inceler. Masum meleğin yargılayıcı olmayan gözlemleri, yeni tattığı duygularla birlikte Wells eleştirisinin dozunu artırır. Dünyaya geldiğinde tattığı acı hiç de iyi bir şey değildir. Öyleyse insanların birbirine neden acı çektirdiğini sorgulatır meleğine. Tek mucizevi yeteneği nota bilgisi olmadan sadece kulaktan mükemmel bir şekilde keman çalmak olan meleğin her türden keyfi kuralları yıkabilecek olmasından korkarlar aslında. Wells ırk, cinsiyet, sosyal sınıf, inançlar ve değerlerin anlamsızlığını meleğin gözlerinden okuyucusuna gösterir. Meleğin ilk başlarda dünya için kullandığı isim olan ‘Düşler Diyarı’ cehenneme döner en sonunda. Meleğin idealist bakış açısının insan dünyasının sert gerçekliği karşısında yenilişinin hikâyesi her çağda okunacaktır.
TUHAF KUŞ’UN GÖRÜLDÜĞÜ GECE
H.G. Wells
Çeviren: Belgin Selen Haktanır
Kafka Kitap, 2022
Ahmet Hamdi Tanpınar, “mütareke İstanbul’u”nda geçen romanı ‘Sahnenin Dışındakiler’de Türk milletinin gerçek anlamda ölüm-kalım savaşı olan Milli Mücadele’nin gerçekleştiği Anadolu’yu ‘sahne’, Osmanlı Payitahtı’nı ‘sahnenin dışı’ olarak ele alır. Romanın önemli karakterlerinden İhsan, “Orada mücadele var, muharebe var. Mukadderatımız orada halledilecek! Asıl sahne orası. Biz burada maalesef sadece seyirciyiz. Sahnenin dışındayız” der. İstanbul temalı kitaplarıyla tanınan yazar Tolga Gümüşay, bu sefer okuyucuyu o yıllara, ‘sahnenin dışı’na ışınlıyor. 1920’nin ilk aylarından başlayan ‘Veli’ isimli romanında bir Türk gencini takip ediyor. Çarlık yanlısı olduğu için İstanbul’a kaçan bir kadına olan aşkı ve biri Rum, biri Ermeni iki gayrimüslimle arkadaşlığı ise toplumsal çatışma ortamında her şeye karşı galip geliyor. Gümüşay, Anadolu’dan İstanbul’a kaybederken kazananların, kazanırken kaybedenlerin hayatlarına ayna tutuyor. Veli, gökyüzünde özgürce salınan bir uçurtma olmak için ‘kurtuluş günü’nü bekliyor.
‘Veli’, “Galata Köprüsü’nün demir korkuluğuna sırtını vermiş, fırçanın tahtasıyla boyacı sandığını tıklatan” bir Türk gencinin içinde hiç susmadan çalan hüzünlü müziğiyle açılıyor. Çanakkale’de şehit düşen babasına verdiği söz nedeniyle düşmanıyla yaşamaya, onunla aynı havayı solumaya mecbur Veli, “Nuh’un gemisinin güvertesini” seyrediyor. Büyük savaşın ardından türlü ırk, millet ve coğrafyadan insanların toplandığı, Şark ile Garp, kara ile derya, hayal ile gerçek arasında beşik gibi sallanan efsunlu Galata Köprüsü’nde hayatında gördüğü en güzel ve hüzünlü gözlerle karşılaşıyor. Küçük bir tanışma merasiminin ardından kadın, Veli’nin çıplak ayakları için kendi çorabını çıkarıp ona veriyor. İngiliz ve Fransız generallerin zorbalıkla yönettikleri İstanbul’da Veli, ‘sihirli, efsunlu, büyülü ve majik’ aşkla güç buluyor.
Gümüşay, sinema görselliğindeki tasvirleriyle İstanbul’u da romanın karakterine dönüştürüyor. Cadde-i Kebir’den Pera’ya, Taksim Stadyumu’ndan Sarıyer’e işgal altındaki şehrin anatomisini okuyucusuna sunuyor. Anadolu’da tüm hızıyla süren Milli Mücadele’den gelecek güzel haberleri bekleyen İstanbul ahalisinin gündemi ise Kuvayı Milliye, hayat pahalılığı, göçmenlerin ve kendilerinin sefaleti oluyor. Gümüşay’ın şiirsel dili ve akıcı üslubu sayesinde okuyucu edebiyatımızda pek de yer bulmayan işgal altındaki İstanbul’da umut dolu bir yolculuğa çıkıyor. Veli ile arkadaşları Rum Leodis ve Ermeni Levon’un muhteşem Galata manzarasında Kremala yani uçurtma savaşında işgal kuvvetlerinin çocuklarına karşı zaferi herkese umut aşılıyor.
Pek çok tema barındırıyor ‘Veli’. İşgalin paramparça ettiği İstanbul’da yaşam, kurtuluşu umutla bekleyen halk, açlık ve yoksulluk, gayrimüslimlerin siyasi bölünmeleri, imkânsız aşk, dini, dili, ırkı ne olursa olsun arkadaşlığın ve barışın kazanacağına inananlar. Futbolun coşkusu bile yer buluyor kitapta. İşgal kuvvetlerinin gidişinin hemen öncesinde Fenerbahçe, İngilizlerin karma takımıyla maça çıkıyor. Tüm şehir “Ya ya ya şa şa şa Fenerbahçe çok yaşa” tezahüratıyla çınlıyor. Bir şehrin insanlarının umudu ve trajediyi aynı anda yaşadığı zamanlarda Veli, stadyumda kendi varoluşuna koşar adımlarla ilerliyor. Gümüşay, 1920’lerde sahne dışında kalan İstanbul’un kurtuluşu ve özgürlüğü bekleyenlerinin ana sahneye çıkışının destansı hikâyesiyle okuyucusunu mest ediyor. Veli’nin ve işgalin sona ermesiyle ana sahneye dönüşen İstanbul’un umuduna siz de ortak olun.
VELİ
Tolga Gümüşay
Altın Kitaplar, 2022
İskandinav suç-polisiye romanları yani ‘nordic noir’lar tüm dünyada olduğu kadar ülkemizde de kendi tutkulu okuyucu kitlesini oluşturmayı başardı. Amerikan polisiyelerinin rutin ve klişelerinin yanında buz gibi havası, karanlık atmosferiyle İskandinav polisiyelerini sabırsızlıkla bekler olduk. Finlandiyalı yazar Max Seeck’in ilk romanı baştan sona tüyler ürpertici ‘Cadı Avcısı’ şimdi Türkçeye çevrildi. Şehrin de bir karaktere dönüştüğü, kadın bir dedektifin serisinin ilk macerası olan ‘Cadı Avcısı’ sopsoğuk bir Helsinki polisiyesi.
Helsinki’nin, zenginlerinin yaşadığı banliyölerinden birinde çok satan yazarın karısı, muhteşem siyah gece elbisesinin içinde, özel olarak hazırlanmış bir yemek masasının başında oturur vaziyette bulunur. Yüzünde histerik bir sırıtış olan ceset, ekipler tarafından incelemeye alınmıştır bile. Eve gelen Çavuş Jessica Niemi cinayetle ilgili meslektaşlarından bilgi alırken, olay yeri inceleme ekibinden birinin beyaz tulumuyla evden kaçtığını fark eder. Adamın peşinden koşsa da şüpheli sokakta kaybolur. Aynı gece gölden yine siyah elbiseli bir kadının cesedi çıkarıldığında, ilk kurbanın kocasının yazdığı üçlemedeki cinayetlerin canlandırıldığı anlaşılır. Kitaptaki benzerliklerle birlikte kocanın katil olduğu düşünülürken aslında adamın yüzlerce kilometre uzakta, kitabının tanıtımı için başka bir şehirde olduğu ortaya çıkar. Ancak Niemi ile işinde iyi ve tuhaf polislerden oluşan ekibi cinayetleri tek bir katilin değil de şeytani okült bir grubun işlediğini fark eder.
Jessica ve ekibi, yazarın gerilim romanındaki engizisyoncular tarafından cadıların öldürülmesi ile benzerlikler gösteren her yeni cinayetten sonra daha fazla ceset beklemeye başlar. Niemi’den bir adım önde olan grubun, istediklerini elde edene kadar durmayacakları apaçık ortadır. ‘Cadı Avcısı’, korku saçan grupla onları yakalamaya çalışan polisler arasında gidip gelen sayfaları ile hızla akan bir roman. Roman boyunca hem kahramanlar hem de okuyucular, dolambaçlı ve karmaşık bağlantı ağında gezinmek zorunda. Roman, katillerin kim olduğu araştırılırken beklenmedik bir ihanetle birlikte okuyucuyu ters köşeye yatıran, doyurucu bir İskandinav karası.
Polislerin de kendi sırları, karanlık tarafları var. En önemlisi, özel hayatını kimseyle paylaşmayan, servetini başkalarından saklayan profesyonel bir polis olmaya çalışan Jessica. Yazar Jessica’nın geçmişini, Venedik’te yaşadıklarını ana konunun içine serpiştirdiği bölümlerle ayrı bir olay örgüsü olarak kurgulamış. Jessica’nın polis şefi Erne ile de derin bir güven üzerine kurulu ve hüzünlü bir arkadaşlığı var. Alacakaranlığın ve zihinlerin karanlığının birbirine karıştığı ‘Cadı Avcısı’nda yazarın bir an bile düşürmediği gerilim, türün sadık okuyucuları için doyurucu olacaktır. Bir yazarın çalışmasını taklit eden katil kavramı yeni olmasa da Seeck’in ayrıntılarla taçlandırdığı yeni bakış açısı ilgi çekecektir.
CADI AVCISI
Max Seeck
Çeviren: Deniz Başkaya
Kitaplarını birlikte yazan İsveçli karı koca Alexandra Coelho Ahndoril ve Alexander Ahndoril’in takma adı Lars Kepler. Kepler, diğer İskandinav polisiye yazarlarından farklı. Diğerlerinden ve Kuzey’den daha karanlık bir atmosferi okuyucularına sunuyorlar. Romanlarını herhangi bir edebi türün içine koymak zor. Kepler’in ‘Dedektif Joona Linna’ serisinin beşinci kitabı ‘Tacizci’ de tam olarak nordic noir değil. Daha çok suçun ve suçlunun psikolojisi temelinde yükseliyor. Roman bir suç anlatısı. Ancak gizem, aksiyon, polis prosedürleri, psikolojik gerilimi de barındırıyor. Hatta biraz Amerikan kara filmlerine göz kırpıyor.
Kepler polisiye-gerilim yazarı çağdaşlarından çok daha uzun yazıyor. 560 sayfa uzunluğundaki ‘Tacizci’ Kepler’e aynı anda birçok anlatıyı derinlemesine geliştirmesine izin verirken önceki romanlarda neler olduğu hakkında yazabilmesine de bolca fırsat sunuyor. Seriden bağımsız da okunabilecek roman, ‘Kum Adam’ın bittiği yerden başlıyor.
‘Takipçi’, Dedektif Margot Silverman’ın, ölümünden kısa bir süre önce yatak odasının penceresinden filme alınan, bir kadının vahşice öldürülmesini soruşturmasıyla açılıyor. İsveç Ulusal Suçları Araştırma Şubesi’nin e-posta adresine gönderilen YouTube linkindeki kadın bu. Margot, cinayeti bir seri katilin işlediğini düşünmeye başlıyor. İkinci video linki geldiğinde Stockholm’de bir seri katilin dolaştığından emin oluyor. Kurbanların öldürülmelerindeki gaddarlık olay yerine ilk ulaşan deneyimli müfettişleri bile şoke ediyor. İkinci kadının kocası onu bulduğunda o kadar travmatize olur ki, evde temizlik yapar. Eşini yıkayıp yatağına yatırır. Katili bulmak için hayati önem taşıyan kanıtları ortadan kaldıran koca, geçici hafıza kaybı nedeniyle sorgulanamaz. Margot, hipnozla cinayet mahalliyle ilgili anılarını açığa çıkarması için psikiyatr Dr. Erik Maria Bark’tan yardım ister. Bark hipnoz sırasında kocanın söylediği önemli bir detayı polislerden saklar. Margot, günler geçtikçe, bir yıldan beri kayıp olan ve öldüğü sanılan Joona Linna’nın yardımı olmadan dosyanın çözülemeyeceğinin farkına varır.
Nehre atladığı için intihar ettiği düşünülen Joona’yı, kızını korumak için saklandıkları yerden çıkarmanın tek bir yolu vardır. Eski düşmanının öldüğüne dair kesin kanıtlar bulununca Joona Stockholm’e geri döner. Okuyucu kitapta ilerledikçe yanlış ipuçları, kızgın gangsterler, herkesin birbirinden sakladığı sırlar, grup seks partileri, uyuşturucu yuvaları, kıskanç mesai arkadaşlarıyla karşılaşıyor. Katilin kurbanlarını araması ve polisin de katile ulaşması çalışması aslında çok zorlu bir yolculuk gibi görünüyor. Margot, Joona ve Bark’ın takipçiyi bulma çalışmaları, kitaptaki dolambaçlı yollar okuyucuyu gizemin içine çekiyor. Katil yine en umulmadık kişi çıkıyor. Düğümü ancak Bark’ın yıllar önce akıl hastanesine gönderdiği bir katile yaptığı hipnoz seansı çözebiliyor.
Kepler, okuyucu için bu uzunlukta bir romanda hızın çok önemli olduğunu biliyor. Sayfaların hızla çevrilmesi için aksiyon ve gerilim her geçen sayfada biraz daha etkisini artırıyor. Karakterler arasındaki diyaloglar, olayların açıklamaları, vakanın analizi, kan ve şiddet tatmin edici bir okuma deneyimi için birleşiyor. Kepler, bir suçlunun zihninin en karanlık köşelerini gösterme yeteneğine de sahip olduğunu kanıtlıyor. Kepler’in yazıyla oluşturduğu sinematik görüntüler de cabası. Serinin hayranları için doyurucu olacak kitap, ilk defa okuyacaklar içinse seri katiller ve takipçiler uzmanı Joona ile tanışma fırsatı...
TACİZCİ
Lars Kepler
Lewis Carroll takma adıyla tanınan Charles Lutwidge Dodgson (27 Ocak 1832-14 Ocak 1898) İngiliz çocuk kurgusuna yaptığı katkılarla tanınır. Aynı zamanda mantıkçı, matematikçi ve fotoğrafçı olan Carroll’a dünyaca tanınmasını 1865 yılında yayımladığı kitabı sağlar. ‘Alice Harikalar Diyarında’da Alice’i tavşan deliğinden aşağı gönderen Carroll, 150 yılı aşkın bir süre boyunca tüm kıtalarda her yaştan okuru etkisi altına alacaktır. Pek çok yazara ve ressama ilham olan Alice, yüzlerce teze de konu olur.
‘Alice Harikalar Diyarında’nın devamı niteliğinde olan ve 1872’de yayımladığı ‘Aynanın İçinden’de yazar; fantezi, kelime oyunları ve mantığı içeren benzersiz yazı stilini sürdürür. Alice yine fantastik bir dünyaya girer. Bu sefer aynanın içindeki dünyada kendini bulur. Orada aynanın yansımasındaki gibi mantık da dahil olmak üzere her şeyin tersine döndüğü bir maceraya atılır. Örneğin koşmak, kişinin sabit kalmasını sağlar. Bir şeyden uzaklaşmak, kişiyi ona doğru getirir. ‘Aynanın İçinden’in yeni kopyası Hüseyin Gündoğdu çevirisiyle İş Kültür Yayınları’ndan çıktı. Öncelikle ‘Çevirmenin Notu’nu okumadan kitaba başlamamak gerektiğini hatırlatmakta da fayda var.
Alice, Carroll’a ilham veren Alice Linddell’in doğum günü olan 4 Mayıs’ta Harikalar Diyarı’na gider. ‘Aynanın İçinden’, ilk yolculuğun üzerinden geçen tam altı aydan sonra Alice’in bir kış öğleden sonrası koltukta oturduğu anlarla başlar. Alice kedisinden önlerindeki satranç taşlarından birini taklit etmesini ister. Kedi Alice’in dediğini yapmadığında, onu aynaya tutar ve ‘Aynadaki Ev’in içine bırakmakla tehdit eder. Ve şaşırtıcı şekilde kendini dev bir satranç tahtası olarak düzenlenmiş dünyaya taşınmış olarak bulur. Sözleri ters yazıldığı için okuyamadığı bir şiir bulur ve kâğıdı aynaya tuttuğunda şiiri okuyabilir. Romanda art arda gelen hareketlerin çoğu, satranç oyununun kurallarını takip eder. Mesela kraliçeler (vezirler) ‘Aynadaki Ev’de çok hızlı hareket ederken, krallar (şahlar) yavaş hareket eder ya da yerinden ayrılmaz.
Romandaki tüm karakterler aslında satranç taşlarıdır. Burası, ilk macerasını yaşadığı Harikalar Diyarı’ndan daha garip bir yerdir. Kızıl Kraliçe’nin satranç oynamaya davet ettiği Alice kraliçe olmak istese de piyonluktan başlaması gerekir. İkinci kareden başladığı ve sekizinci kareye kadar sürecek yolculuğunda her adımda ortaya çıkan sıradışı, muhteşem derecede komik ve fazlasıyla saçma sapan karakterler tarafından engellenir.
Kitabın ana temasına uygun olarak yazarın birbirinin ayna görüntüsü olmasını amaçladığı ‘Aksican’ ile ‘Aksicem’ de dahil olmak üzere Alice ne kadar arkadaş olmak istese de hiçbir zaman nezaketle karşılanmadığı gibi kötü muameleye maruz kalır. Yolculuğu boyunca ona nazik ve şefkatle yaklaşan tek kişi Beyaz Şövalye olur. Şövalye yani ‘at’, okuyucu için en önemli dersi verir: Yolculuğunuz boyunca size kötü davranacaklar, büyümenizi engellemeye çalışacaklar, hedefinize ilerlemenize izin vermeyecekler ama sonuca varmanızı sağlayacak iyi bir insan karşınıza çıkacak.
Caroll’ın ‘Aynanın İçinden’i ilk bakışta 7.5 yaşında bir kızın fantezi dünyası hakkında bir kitap gibi görünse de derine indikçe ve alt metinleri okundukça gerçek dünya hakkında yazılmış bir eser olarak görülebilir. Çocuklar için iyi olduğu kadar yetişkinler için de en verimli okumalardan biri olabilir.
AYNANIN İÇİNDEN
Gustave Flaubert, 1875 sonbaharında Concarneau’da depresyondan kurtuldu. ‘Madam Bovary’ ve ‘Duygusal Eğitim’in yazarı 53 yaşındaki Mösyö Flaubert, yaşadığı kederi bir yana bırakıp yazma tutkusunu yeniden kazandı. Flaubert’in iyileşmesinin somut kanıtı ise edebiyat eleştirmenlerinin oybirliğiyle bir başyapıt olarak selamladığı ‘Üç Öykü’ kitabını 1877’de yayımlamasıydı. Flaubert, aslında hayatını kendinden ve yazar olarak yeteneklerinden şüphe ederek geçirmiş, neredeyse kronikleşen sinir krizleri, kendinden nefret etme dönemleri yaşamıştı. Son seferde annesi ile yakın arkadaşının ölümünün üzüntüsüne boğulmuş, mali yönden çöküntüye uğramış ve ‘Le Tentation de Saint Antoine’ romanının başarısızlığının ardından yazamayacağına inanmıştı. Ama yazdı. O sonbahardan sonra kışa değil, bahara kavuştu. İlk romanı ‘Un Homme Effaced’ ile Goncourt Ödülü’nü alan Alexandre Postel, dördüncü romanı ‘Flaubert’in Bir Sonbaharı’nda yazarın iki ay kaldığı Concarneau’da yaşadıklarını mercek altına alıyor. Postel, Flaubert’in hayatının az bilinen ama en önemli bölümünün keşfine çıkıyor.
Flaubert, mali açıdan çok kötü durumda. Kedere boğulduğu zamanlar... Bırakın yazmayı, artık uyuyamıyor bile. Dünya edebiyatının en önemli realist yazarı her şeye ağlıyor. Kuşkusuz depresyonda. Ömrünün 30 yılını geçirdiği ve ona rahat geçinebileceği bir gelir sağlayan çiftlik satılmak üzere. Kendisini yazmaya vermekten başka bir çaresi de yok. Flaubert, zihnini boşaltmak için ‘Madam Bovary’yi kurgulamaya başladığı Mısır’ı değil, Concarneau’yu seçiyor. Alexandre Postel, bu noktadan sonra kurgusal dokümantasyonuna başlıyor. “Concarneau’ya varırken, Flaubert uykusuzluk ve açlıktan yorgun düşmüştü.” Flaubert’in Deauville’den buraya gelene kadarki zorlu yolculuğunu aktaran Postel, kitabın ilk sayfasından itibaren onun ruhunun derinliklerine iniyor. Neden Concarneau’yu tercih ettiği meselesi üzerine kafa yoruyor Postel. Flaubert’in Concarneau’da deniz biyolojisi istasyonu yöneten biliminsanı Georges Pouchet’yi tercih ettiğini söylüyor. En başta denizde yüzmek Flaubert’in sinirlerini yatıştırıyor. Pouchet ile birlikte banyo yapıyor, yürüyor, deniz ürünleri ziyafetleri çekiyorlar. Daha sonra Pouchet’nin arkadaşı Doğa Tarihi Müzesi Müdürü Pennetier de onlara katılıyor. Flaubert, akvaryumda kabuğunu değiştirirken gördüğü ıstakoz gibi olmak isteyerek iyileşmenin sinyallerini veriyor.
Alexandre Postel, bize edebi yaratımın büyüleyici manzarasını sunuyor. Deneme ve yanılmayla her kelimenin tek tek tartıldığı mükemmel bir cümlenin nasıl detaylandırıldığını gösteriyor. “Yalnızca sanat tıpkı kalp gibi atan, ağız dolusu kana bulanmış bu cümlelerle hayatın damarlarında nabız gibi ritim tutan çelişkilerinin şiddetini ve dönüşümlerin gizemini dile getirebilir.”
Flaubert’in bir estetiği, bir yazma etiği vardır. Kesin, neşterle yontulmuş gibi cümleler ister. Üslubunun güzelliğini sağlamak için elinde kalem, kendinin sonsuz işkencelerine maruz kalır. Postel de Flaubertvari anlatımının içine etten ve kemikten capcanlı bir Flaubert koymayı başarıyor. Yetenekli genç yazar tüm empatisi, hassasiyetiyle büyüleyici bir roman ortaya koyuyor. Evet, orada, tam karşımızda Mösyö Flaubert hiç olmadığı kadar meraklı, duyarlı, mizah dolu, fikirleri ve ruhu özgürleşmiş şekilde duruyor.
FLAUBERT’İN BİR SONBAHARI
Alexandre Postel
Çeviren: Zeynep Büşra Bölükbaşı
Zürafaların boyunları neden bu kadar uzundur? Zebralar neden çizgilidir? Afrika filleri neden diktatörlükle yönetilir? Manda sürüleri neden demokrasinin iyi bir örneğidir? Bal porsuğu neden doğanın en etkili kitle imha silahı olarak evrimleşmiştir? Fransız doğabilimci, biyolog Leo Grasset, ‘Zürafa Boynun Neden Uzun?’ kitabında bu ve benzeri ilginç soruları Afrika savanlarında uygulanan en son bilimsel araştırmalar ve kapsamlı gözlemleriyle cevaplamaya çalışıyor. Hayvan davranışlarının aslında göründüğünün aksine ne kadar karmaşık olabileceğini belirten Grasset, cevapların kesinlikten çok, olasılıklara tekabül edebileceğini vurguluyor. Ünlü genetikçi Theodosius Dobzhansky’nin “Evrimin ışığı olmadan biyolojideki hiçbir şeyin anlamı yoktur” demesine atıfta bulunarak, “Ne var ki bu ışık bazen, burada olduğu gibi, bilimsel araştırmaların hâlâ hararetle çözmeye çalıştığı tuhaf ve anlaşılması zor gölgeler oluşturabiliyor” diyor.
DirtyBiology YouTube sayfasının kurucusu Leo Grasset, 2013 yılında zebra popülasyonunu incelemek üzere Zimbabwe’deki Hwange Ulusal Parkı’na gider. Buradaki çalışmaları sırasında ‘bilimsel fotobelgesel’ hazırlamak için savanda kaliteli malzemeler olabileceğinin farkına varır. YouTube kanalı üzerinden yaptığı yayınlarla bilimsel teorilerini takipçilerine duyurmak ister. Ama kanalı istediği izleyici kitlesine ulaşamayınca, 15 yazı ve kendi çektiği fotoğraflarla bir blog hazırlar. Bilimsel bilgiler, yaşadıkları, araştırmaları ve kişisel deneyimleriyle, savan araştırmacılarının ortaya attığı ‘uçuk kaçık’ soruların cevaplarını içeren kısa makaleler koleksiyonu böylece ortaya çıkar.
GÖRÜNDÜĞÜ KADAR BASİT OLMAYABİLİR
Leo Grasset, kitabında evrimsel biyolojiyi popülerleştirmeyi amaçlarken, küstahlaşmaya kaçmadan, son derece eğlenceli bir yaklaşımı benimsiyor. Kitabının başında dişi veya erkek yalnızca birinde işlevi varmış gibi görünen bazı morfolojik özelliklerin diğerinde de bulunduğunu belirtiyor. Grasset meme uçlarının buna güzel bir örnek oluşturduğunu söylüyor. Kadınlarda bebek emzirmeye yararken erkeklerdeki rolünün ne olduğu belli değil, malumunuz. Biliminsanı kimliğiyle Grasset yine bir soru yöneltiyor: “Her şeyin bir işlevinin olması gerekli mi?” Canlılardaki evrimi yöneten kurallar arasında, aslan payının, özellikle savanda ‘seçilime’ ait olduğunun altını çiziyor. “Evrim karmaşık bir olaydır; bazı organların ortadan kalkmasına veya yenilerinin çıkmasına neden olabileceği gibi, mevcut organların yeni işlevler kazanmasını da sağlayabilir.”
Evrimde sürekli devam eden ‘yapma, bozma, onarma’ işi karşısında biyologların inceledikleri morfolojik yapıların işlevlerini anlayabilmelerinin bazen zor olabileceğini belirten Grasset, “Sırf bu yüzden de kimi zaman, sezgilerle hiç uyuşmayan birçok hipotez öne sürülebilir. Belki de sorun evrimi çözümlemek için çok basit bir çerçeveden bakmalarıdır” diyor. Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’ adlı eserinde belirttiği gibi, diğer otçulların ulaşamadığı yükseklikteki yapraklarla beslenebilmek için uzun boylu olarak evrimleştiklerini savunmasına karşı bazı biyologların bu klasik görüşü yerle bir edecek yeni bir senaryo önerdiklerini söylüyor. Yeni teoriyle zürafa boyunlarının neden böyle oldukları konusunda biyologların senaryoyu geliştirmek için de bayağı uğraşacaklarını belirtiyor. Doğal fenomenlerin nadiren basit olduğunu ve onlara baktıkça daha karmaşık hale geldiklerini gösterdikten sonra savandaki kökenlerimizin ve evrimin alışkanlıklarımızı nasıl şekillendirebileceğini ele alarak kitabını bitiriyor. Grasset’in Darwinci teorileriyle büyülenmeye, şoke olmaya ve en önemlisi kahkahalarla güleceğiniz bir kitaba hazır olun.
ZÜRAFA BOYNUN NEDEN UZUN?
Leo Grasset
Büyük edebiyat araştırmacısı ve eleştirmeni Sör William Empson (1906-1984) Cambridge Üniversitesi’nde öğrenciyken odasına çekilip ‘Belirsizliğin Yedi Türü’nü yazdığı sıralarda, odasında gebelik önleyici haplar bulunduğu için üniversiteden atılır.
Empson kitabını 1930 yılında yayımladığında 20’nci yüzyılın en etkili eserlerinden birini edebiyat dünyasına armağan etmiş olur. İlginçtir ki Cambridge Üniversitesi, adını Empson’dan alan edebi ve kültürel konuların geniş çapta irdelenmesi amacıyla konferanslar düzenler. 2000 yılında Empson Konferansları’nı vermesi için teklif aldığında, Margaret Atwood çok sevinir. Yazmak ve yazarlık konusunda verdiği konferansların giriş bölümünde Atwood, Empson’ın başına gelenleri hatırlatır ve şöyle der: “Hepimizin zamanda kısılı kalmış oluşumuza iyi bir örnektir bu... Kehribar içindeki sineklerden çok -zaman o kadar somut ve saydam değildir- pekmeze batmış farelere benzeriz; ne de olsa Empson günümüzde yaşasaydı, odasında gebelik önleyici haplar bulunmasa okuldan atılırdı.”
Kanadalı şair, eleştirmen, denemeci ve ‘üstopya’ yazarı Margaret Atwood’un 2000 yılında Cambridge Üniversitesi’nde verdiği Empson Konferansları’na dayanan ‘Ölülerle Uzlaşmak/Bir Yazarın Yazmak Üstüne Düşünceleri’, yazarın yazma sanatının anatomisini ortaya koyan altı denemeden oluşuyor. Empson, Atwood’un edebiyatını nasıl eleştirir bilinmez ama Atwood’un yazmak üzerine kendisini endişelendiren her şeyin üzerine konuşabildiği bu kitapla ortaya çıkıyor.
Birinci bölüm otobiyografik ve aynı zamanda, faydalandığı kaynaklardan oluşuyor. Yazma tarzıyla ilgili olarak anlatım tarzını okuma-yazma hayatlarının başlarında benimsediklerinin altını çiziyor. İkinci bölüm post-romantik bir yazar olarak çifte benliğiyle ilgili anlatımlarını içeriyor. Üçüncü bölümde yazarlıkla para arasındaki ilişkinin boyutlarını gözler önüne seriyor. Dördüncü bölümde yazarların toplumsal ve siyasi erkin katılımcısı olması gerektiğini savunuyor. Beşinci bölüm yazar, kitap ve okurdan oluşan edebi üçgeni inceliyor... Son bölümde Atwood anlatı yolculuğunun karanlık yollarına ışık tutmaya çalışıyor: “Bu bölümün başlığı ‘Ölülerle Uzlaşmak’. Hipoteziyse anlatı türünden yazılanların sadece bazılarının değil hepsinin yazılmasında, hatta belki de tüm yazıların yazılmasında, faniliğe karşı içten içe duyulan korku ve ilginin, Yeraltı Dünyası’na riskli bir yolculuk yaparak oradan bir şey ya da bir kimseyi geri getirme arzusunun etkili olduğu.”
Atwood deneyimlediği gerçek hikâyenin bir kısmını sunuyor. Bu bir biyografi değil. Sadece yazmak üzerine bir kitap. Fakat nasıl yazılacağı hakkında da değil, kendi yazıları hakkında da değil. Atwood Dante, Shakespeare, Dickinson, Stevenson, Poe, Wilde, Plath’ın da içinde olduğu onlarca büyük yazarın yazılarından örnekler verse de kendi yazdıklarından tek bir alıntı bile kullanmıyor. Konferanslarıyla ilgili şöyle diyor: “Diyelim ki yazarın (erkek ya da kadın, ki cinsiyet her zaman az çok fark yaratır) konumuyla ilgili. Diyelim ki bu kitap sözcük madenlerinde mesela kırk yıl boyunca çalışıp didinmiş, bir gece yarısı uyanıp da bunca zaman ne yaptığını düşündükten sonra, ertesi gün yazmaya başlamayı düşünebileceği türden bir kitap.”
Atwood yazarlara, hem okurları hem de kendileri tarafından en çok sorulan ‘Kimin için yazıyorsun? Neden yazıyorsun? Yazdıkların nereden geliyor?’ sorularını yöneltiyor. Bunu ‘neden’ sorusuna verdiği bir cevap listesi takip ediyor. Ufuk açısı liste okuyucuyu mest ediyor. ‘Ölülerle Uzlaşmak’ tembeller için bir kitap değil. Nasıl yazılacağı hakkında bir kitap da değil. Çok satacak bir kitabın nasıl yazılacağını da söylemeyecek. İçinizde olmayı umduğunuz yazarınızla bağlantı kurmanızın yolunu açacak. Hayatın ne gerektirdiğini, tehlikelerini ve hazlarını kavramış bir yazarın ‘Yeraltı Dünyası’na yaptığı entelektüel ve duygusal yolculuğuna siz de ortak olun.
ÖLÜLERLE UZLAŞMAK /
Alman yazar Ralf Rothmann, günümüzün en seçkin ve özel hikâye anlatıcılarından biri. En çok Ruhr havzasındaki şehirlerde ve Duvar’ın yıkılmasından sonra Berlin’deki proleterlerin ve küçük burjuvaları dünyasını eserlerine taşıdı, 2. Dünya Savaşı sonrası gelişen endüstrinin bu iki sınıf için ne kadar zorlu geçtiğini her yönüyle inceledi. Diyaloglarla dolu kusursuz dili, detayların gerçekliğini ustaca vermesiyle Alman edebiyatının en önemli yazarlarından biri oldu.
1953’te Schleswig’de doğan ve gençliği Ruhr bölgesinde geçen Rothmann, 2000’de yayımlanan ‘Süt ve Kömür’de sütçülük yaptıkları köyden maden ocaklarının olduğu şehre taşınan bir aileyi anlatıyor. Romanın başında anlatıcı Simon’u, annesinin cenazesinden sonra yıllar önce yaşadıkları apartman dairesindeki dolapları karıştırırken buluyoruz. Anlatıcının evde bulduğu not (“Simon! Annene vurdum, defalarca, üstelik yüzüne de. Kaçtı. O şimdi bizi yalnız bırakmak istiyor ama ben çalışmak zorundayım! Kardeşine göz kulak ol, annen sabaha kadar dönmemiş olursa okula gitmeyin. Baban”), onu 1960’ların sonundaki ergenlik dönemi anılarına, ailesine ve arkadaş çevresi içindeki durumuna kadar götürüyor.
Simon, metin boyunca Ruhr bölgesindeki endüstriyel manzaranın iç karartıcı koşullarını ayrıntılarıyla anlatıyor. Bu dünya, dört kişilik işçi ailesi için her zaman taksitle yapılan ödemeler, sivri sutyenlerin moda olduğu, şehre hâkim olan toz ve tığla örülen tuvalet kâğıtlarının egemenliğinde... İnek ve domuz gübresi, çamur ve evlerin arkasındaki büyük çukurların yerini, şehirde asfalt sokaklar, apartman komşuları, cumartesi gecesi dans edilen barlar alıyor. 15 yaşındaki Simon ve nörolojik nöbetler geçiren kardeşi Thomas için para hiçbir zaman olmuyor, babalarının çok çalışmasına rağmen. Aile bireyleri arasındaki ilişkiler ise artık şehirle birlikte sevgiden yoksun kalıyor...
Rothmann, o kadar canlı anlatıyor ki, o insanları hemen yanı başınızda ya da yazar tarafından yerleştirildikleri odalarda görebiliyorsunuz. Yazar, onları ve yaptıklarını kesinlikle yargılamıyor. Onları tarif ediyor. İşçi evlerinin başyemeği lahana ve şehre hâkim kömür kokusunu da duyabiliyorsunuz kitabın sayfalarında. ‘Süt ve Kömür’ başlığı, köy ve şehri simgelese de okuyucu için ‘süt ve bal’ ilişkisini tetikliyor. Ama artık sütün içinde bal yerine kömür var! Yazar kömürün yarattığı proleterler ve çocuklarının ruhlarının derinliklerine iniyor. Başka ülkelerden gelen misafir işçilerin -kitapta İtalyanlar- Alman toplumu üzerindeki etkisiyle birlikte Rothmann, yalnızca genç Simon’un değil, aynı zamanda bir cumhuriyetin ergenlik zamanlarını da betimliyor.
Rothmann’ın büyük bir gözlem sonucu ortaya çıkardığı karakterlerinin yanında yerinizi alın; 1960’larda Sirkeci Garı’ndan Almanya’ya gitmek için yola çıkan trenlerin yolcuları da yoldaşınız olsun...
SÜT VE KÖMÜR
Ralf Rothmann
1972 yılının Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Alman yazar Heinrich Böll, dünya edebiyatında savaş sonrası ortaya çıkmış en önemli yazarlardan biridir. 2. Dünya Savaşı patlak verdiğinde askere çağrılan, mümkün oldukça aktif görevler almayan ve sonrasında asker kaçağı Böll, savaşın sonlarına doğru Amerikalılar tarafından tutsak edildi. Eşiyle birlikte 1946’da Köln’e dönen eski asker, marangozluk yaparak ailesinin geçimini sağlayabildikten sonra düzenli olarak yazmaya başladı. Roman, öykü, oyun, deneme ve şiirde Nazi dönemi ve sonrasına ilişkin deneyimlerinden yararlanan Heinrich Böll, hayatı boyunca, zulme uğrayan meslektaşlarına, aktivistlere ve siyasi mahkûmlara verdiği kararlı destekle de ideolojik sınırları aştı.
1985’te 67 yaşında ölümünün ardından yayımlanan ‘Nehir Kıyısı Kadınları’, eleştirmenlerin çoğu tarafından bitmemiş bir eser, son zamanlarda ciddi bir şekilde hasta bir yazarın iç karartıcı metni olarak görüldü. Zamanla savaş sonrası klasikleri arasında yerini alan eseri okuyan herkes kitabı bitirdikten sonra son 40 yılın en önemli romanlarından biriyle uğraştığını anlıyor zaten. Bu politikacılar, bankacılar, din adamları ve eski Naziler hakkında bir kitap. Çoğu vicdansız, ülkeleri ve en çok da kendileri için servet kazanan erkeklerin kadınları halka söylenenlerden daha fazlasını biliyorlar. Ve her türlü tehlikeyi göze alıp konuşmak için can atıyorlar.
‘Nehir Kıyısı Kadınları’ için Böll zamanı 1984 yılının belirsiz iki günü olarak seçiyor. Roman Ren Nehri kenarında Batı Almanya’nın başkenti Bonn ve Bad Godesberg arasında büyük burjuva villalarının bulunduğu bölgede geçiyor. Böll kısa giriş bölümünde ana karakterlerin fiziksel olarak nasıl göründüklerini anlatıyor. Böll, villaların odalarında ve teraslarında karakterlerinin sadece diyaloglarından ve monologlarından oluşan bir roman sunuyor okuyucusuna. Kuşkusuz biraz kafa karıştırıcı bir durum. Ama bu konuşmalardan bir dünya ortaya çıkıyor. Okuyucu Almanya’nın tarihini kavrıyor, geleceğine yönelik çıkarımlarda bulunabiliyor.
Kitap, siyaset ve eşlerini aldatan tanıdık siyasetçiler hakkında tehlikeli sırları konuşan evin hanımı Erika ve hizmetçisi Katharina ile açılıyor. Öldürülen bir yetkilinin anma töreninin sabahındayız. Erika banyodan çıkan kocasına törene katılmak istemediğini söylüyor. Çünkü adamın ahlaksızlıkları ve yolsuzlukları hakkında çok şey biliyor. Kocasıyla yaptığı konuşmada, nehrin kenarında yaşayan kadınlardan biri olan Elisabeth’in, çok şey bilen politik eşler için yapılan tımarhaneye kapatıldığı ortaya çıkıyor. Eva, kayınvalidesinin kendisinden önce yaptığı gibi Ren Nehri’ne yürüyerek ölümüne gitmeyi düşünüyor. Böll roman boyunca kadın karakterlerine şefkatle yaklaşıyor. Erkekler için bunu söylemek çok güç. Böll kadınların yanında olduğunu okuyucusuna her satırda hissettiriyor. Karanlıktan, tüm entrikalardan, kötü davranışlardan, ikiyüzlülükten ve halka doğruymuş gibi gösterilen yalanlardan bıkmış olanlar en çok kadınlar. Böll, kadınlarla birlikte Tanrının ölümünün değil, Tanrı’nın ele geçirilmesinin, Tanrının siyasi propagandaya göre eğilip bükülmesinin yasını tutuyor. Bakanlar, eski aristokratlar, başka bir yüzle dönen Naziler ve bankacıların sadakatsizlikleri ve inançsızlıklarını açıkça tartışıyor romanda Böll.
Diyaloglardan ve monologlardan oluşan bir kitap başta tiyatro oyunu gibi gelebilir. Tiyatro metinlerini okumak nadiren zevkli olsa da ‘Nehir Kıyısı Kadınları’ tamamen farklı. Bu bir tiyatro metni değil, roman benzeri bir biçimdir. Yazarlığı boyunca yeni biçimler deneyen, gerçeklikleri ifade etmenin yeni yollarını arayan Böll bu metinle, nehrin kıyısındakilerin birbirlerine anlattıklarıyla yolsuzluk ve yozlaşmışlık bulaşmış Almanya’da Nazilerin gizlenen varlığı ve savaş sonrası ekonomik patlamaya yönelik bir iddianameyi okuyucuya ulaştırmanın en kestirme yolunu bulmuş oldu.
NEHİR KIYISI KADINLARI
Heinrich Böll
İngiltere’nin sömürge bulma çalışmaları hem yönetimi hem de tüccarlar için büyük ölçüde ticari bir girişimdi. 20’nci yüzyılın ortalarından itibaren Amerika’nın Batılı olmayan dünyaya karşı tutumu farklı bir türden oldu. Amerikalılar, sömürgecilik karşıtı bir savaş yürüttükleri için, elbette kendilerini anti-emperyalistlerin tarafında görüyorlardı. Amerikalıların denizaşırı gittikleri ülkelere sözde özgürlük ve demokrasi götürme göreviyle de ilgili bir durumdu bu. İngiliz yazar Graham Greene’in 1955’te yayımladığı ‘Sessiz Amerikalı’ adlı romanı, çıktığı andan itibaren kendilerini ilerici olarak tanımlayan Amerikalı okuyucular arasında belirli bir prestije sahip oldu. Kitabın popülerliği Amerika’nın her denizaşırı müdahalesiyle arttı. Çünkü ABD özgürlük ve demokrasi vaadiyle gittiği her yerde yıkım ve ölüme neden oldu. Greene kitabıyla, aslında kendilerinden ötesini göremeyen Amerikalıları ölümcül sonuçlardan haberdar ediyordu.
Graham Greene’in ‘Sessiz Amerikalı’sı ilk bakışta yabancısı olduğumuz bir yere gittiğimizde orayla ne yapmayı planladığımızı sorguluyor gibi duruyor. Greene’in kitabı, daha önce yazdıklarından çok farklı. Kitap, Çinhindi’ndeki savaş hakkında. Greene iyi bir yazar olmanın ötesinde gerçekçi savaş tasvirleriyle iyi bir gazeteci -o muhabir denmesinden yana- olduğunu kanıtlıyor. Karakterlerini bir yandan bireysel eylemleri ve aşkları üzerinden anlatırken bir yandan da onları uluslarının veya fraksiyonlarının temsilcileri olarak kullanan siyasi bir roman ortaya koyuyor.
Politik eylem ve bağlılığa zorlanan bir İngiliz muhabir, sessiz ve masum bir Amerikalı ve Vietnamlı bir kadın üzerinden entrika, bombalama ve cinayetin iç içe geçtiği bir hikâye anlatıyor. Savaşın siyasi atmosferine, iki beyaz adamın Vietnamlı bir kız için rekabetini karıştırıyor.
1951’den 1954’e kadar Vietnam’da muhabirlik yapan ve bir zamanlar birlikte seyahat ettiği gerçek bir Amerikalıdan ilham alan Greene, ‘Sessiz Amerikalı’da uzun süredir savaşı takip eden İngiliz dış haberler muhabiri Fowler’ı anlatıcı olarak kullanıyor. Roman, Amerikalı diplomat Pyle’ın ölümüyle açılıyor ve bir sürü geri dönüş, ikili arasındaki ilişkinin tarihini sunuyor.
Fowler, Pyle’ın komünistler ve Fransız sömürgeciliği arasında ‘Üçüncü Yol’ oluşturma umuduyla alay ediyor. Pyle, Fowler’ın metresi Phuong’a âşık oluyor ve kadını ABD’de yaşama vaadiyle kandırıyor. Daha sonra adı CIA olarak değiştirilen o zamanki ABD istihbarat servisi OSS’nin ajanlarından biri olduğunu Fowler’a açıklayınca işler daha da karışıyor. Komünistlere karşı Pyle’ın desteklediği ‘Üçüncü Yol’un bombalama eylemi sırasında bomba yanlış ateşlendiği için Pyle ölünce Phuong, Fowler’a geri dönüyor.
‘Sessiz Amerikalı’ masumiyeti ve yol açabileceği yıkımı araştırıyor. Eylemlerinin sonuçlarını düşünmeyenlerin suçluluk duygusunu sorguluyor. Kitap Greene’in Vietnam Savaşı’na dönüşecek karışıklığı tahmin etmedeki şaşırtıcı öngörüsü sayesinde haklı ününü halen koruyor. Öte yandan Greene hikâyenin örgüsü ve betimleyici dilin sıkılığı söz konusu olduğunda usta bir yazar olarak ününü fazlasıyla hak ediyor. Pirinç tarlalarındaki savaşın, afyon kafasının, Budist siyasi grupların fonunu oluşturduğu kitap, geleceğin siyasi meselelerini ortaya çıkarırken, üç kişi arasındaki yürek parçalayan romantizm ve dostluk hikâyesine dönüşüyor. Greene’in Amerikan masumiyetini ve bunun herkes için neden olduğu belayı tasviri yalnızca Amerika’nın Vietnam’a müdahalesiyle değil, bugün içine düştüklerimiz de dahil olmak üzere sonraki çatışmalarda da yankılanıyor.
SESSİZ AMERİKALI
Edebiyatın ‘suç kraliçesi’ Agatha Christie Aralık 1926’da hem ailevi hem de profesyonel yazarlık yaşamında sıkıntılı bir döneme girmişti. İki yıl önce ölen annesini özleyen Christie, kocasının onu başka bir kadın için terk etmesini hazmedemiyordu. Yazarlık hayatında ise ‘Roger Achroyd Cinayeti’nin getirdiği büyük başarı sonrası okuyucularının kendisinden beklentisi artıyordu. Yazımı iyi gitmeyen yeni romanı “Mavi Tren’in Esrarı”nı bitirmeye uğraşırken de her geçen gün okuyucuların artan beklentisiyle mücadele etmek zorundaydı. Christie 3 Aralık’ta aniden ortadan kayboldu. Tüm ülke onu ararken, 11 gün sonra kocasının sevgilisinin ismiyle kaydolduğu bir kaplıca otelinde bulundu. Yakınları onun hafıza kaybı yaşadığını iddia ederken, Agatha kaybolduğu o günlerde ne yaptığını hiçbir yerde söylemedi. Yaşadıklarına otobiyografisinde bile yer vermedi.
Agatha Christie’nin başrolünde olduğu, Andrew Wilson’ın ‘Cinayet Ustası’ adlı romanı, makul ama tamamen kurgusal olarak bu 11 günün çok farklı bir versiyonunu okuyucusuna sunuyor. Patricia Highsmith ve Sylvia Plath’in biyografileriyle tanınan Wilson, ayrıntıları araştırma yeteneği ve entelektüel titizliğiyle, gerçeklerin kuru bir anlatımının ötesinde, gerçek olabilecek olasılıklarla fantastik bir kurgusal hikâye yaratıyor. Bir cinayette merkezi kahraman olarak kullanılan Christie’nin gerçekte kim olduğu ve suç konusunda şüpheye mahal bırakmayan zihni göz önüne alındığında, yazar işi bir adım daha ileri götürüyor. Büyük yazarın gizemli kayboluşu böyle bir senaryo için mükemmel bir zemin oluşturuyor.
Editör John Davison’ın kitabın başında kullanılan notu sahneyi okuyucular için hazırlıyor. Kitap şu cümlelerle başlıyor: “Başımı nereye çevirsem onu görecekmişim gibi geliyordu. Bir kadın. İnsanların güzel, hatta göz alıcı diye tarif ettiği bir kadın. Tabii ben asla onun için bu sözcükleri kullanmadım.” Sürpriz… Agatha Christie birinci tekil şahıstan konuşuyor. Agatha hayranları için bulunmaz bir okuma deneyimi başlıyor. Christie kocasının sadakatsizliğine dair düşüncelerinin ağırlığı altında, Londra’nın Viktorya Tren İstasyonu’ndaki dükkanları dolaşıyor. Ancak arkasında birinin onu izlediğini fark edince, hüzünlü düşlerinden uyanıyor. Agatha hızla peronlardan birine kaçıyor. Tam tren yaklaştığında sırtında bir dokunuş hissediyor ve dengesi kaybederek raylara doğru düşeceği sırada aynı el onu geri çekiyor. Agatha’yı kurtaran adam, eşinin onu aldattığını bildiğini ve kendi karısını öldürmezse bu ilişkiyi kamuoyuna açıklamakla tehdit ediyor. “Siz, Bayan Christie, bir cinayet işleyeceksiniz ama ondan önce ortadan kaybolacaksınız” diyen Dr. Kurs, her şeyi titizlikle planlıyor ve talimatlar veriyor. Christie tek çocuğu Rosalind’in hayatıyla da tehdit edilince adamın dediği her şeye uyuyor ama kendi şeytani bir planı da uygulamaya başlıyor.
‘Cinayet Ustası’nda Wilson, Christie hayranlarının bildiği ve sevdiği türden bir labirentin içine çekiyor. Okuyucu yine yanlış yollarda ve çıkmaz sokaklarda buluyor kendini. Yine tatmin edici bir son okuyucuya istediği hazzı yaşatıyor. Kitapta ayrıca Agatha Christie ‘Miss Marple’ ve ‘Hercule Poirot’ gibi karakterlerin yaratıcısı yetenekli bir yazardan çok, gözyaşlarını tutamayan bir kadın gibi görünüyor. Wilson gerilim sürerken psikolojik bir travmaya ve bir evliliğin çöküşünün derin üzüntüsüne de odaklanıyor. ‘Cinayet Ustası’, ’suç kraliçesi’nin hayranları için farklı bir deneyim, çalışmalarını bilmeyenler için merak uyandıran cinayet ve şantaj hikâyesi olarak ilgi çekici olacaktır.
CİNAYET USTASI
Andrew Wilson
Çeviren: Çiğdem Öztekin
Norveçli polisiye yazarı Jo Nesbo, tüm dünyadaki haklı ününü başrolünde Harry Hole’un yer aldığı seriyle kazandı. Alkolik, kavgacı, anti-sosyal ve otoriteye başkaldıran dedektif Hole, ‘steril’ İskandinavya’da hiç rastlanmayan türden canavarlar, tecavüzcüler, seri katiller ve hatta ırkçı psikopatların peşinden koştu. Bir düzine kitap boyunca dedektifin ruhu ve bedeni çok fazla zarar gördü. Harry ortaparmağını kaybetti. Ağzından kulağına kadar uzanan bir yara izine bile sahip şimdilerde. Nesbo, Harry’yi Oslo’da biraz dinlenmeye bırakmış olmalı ki seriden bağımsız, okuyucunun hemen içine dalacağı, muhtemelen elinden bırakamayacağı ‘Krallık’ı sunuyor bu sefer. Oslo’nun polis prosedürlerini geride bırakıp, Norveç’in güneyinde küçük, kurgusal bir kasabada sırlarla büyüyen iki kardeşin çocukluktan erkekliğe geçişlerinin destansı hikâyesini okuyucusuna ulaştırıyor. Nesbo suç yazma yeteneğinin farklı bir yönünü sergiliyor bu kitapta. Aksiyon dozu çok az alan ‘Krallık’ herkesin birbirinin sırrını öğrenmeye çalıştığı bir kasabada aile, aşk ve sadakatin bir suçluyu nasıl doğurabileceğini kesin bir dille ortaya koyuyor.
‘Krallık’ 1985 model Cadillac DeVille’in, motorundan çıkan, dünyanın en bas tonuyla Roy’un yaşadığı dağ evinin önüne gelmesiyle açılıyor. Barbados doğumlu güzel karısı Shannon ile birlikte Carl, 15 yıl aradan sonra Os’a dönüyor. Roy’un kardeşi Carl, babalarının ‘Krallık’ adını verdiği çiftliklerinde 200 odalı bir dağ oteli inşa etmek için kolları sıvıyor. Bunları kitabın anlatıcısından, Carl Amerika’ya okumaya gittiğinde geride kalan ve kasabanın benzin istasyonu işleten araba tamircisi Roy’dan öğreniyoruz. Roy içine kapanık, daha çok kuşlarla ve arabalarla ilgilenen, kadınlara karşı ilgisiz biri. Hatta kasabalılar onun eşcinsel olduğundan şüpheleniyor. Carl’ın geri dönüşü Roy’un çocukluk anıları üzerine düşünmesine neden oluyor.
Roy okuyucuyu şimdiki olayların yanı sıra geçmişe, her şeyin başlangıcına, uzun zaman önce bahsetmeyi bıraktıkları travmatik çocukluklarına götürüyor. Okuyucular kardeşlerin sıkıntılı geçmişlerini ve daha da sıkıntılara gebe bugünlerini keşfe çıkıyor. Nesbo, Opgard kardeşlerin korkunç sırlar üzerine kurulu ve şiddet içeren sadakat ilişkisini geri alırken sayısız sürprizle bugüne sıçrayan ama çok yavaş ilerleyen bir gerilim kitabı inşa ediyor. Ancak okuyucu, Nesbo’nun sakin anlatımı sayesinde -olayları ve kasabayı Roy aracılığıyla görmesine rağmen- Roy anlatamasa da diğer karakterlerin tüm motivasyonlarını net bir şekilde anlayabiliyor. Yani Roy’a sürpriz olan olaylar var... Ancak bizim yapabileceğimiz tek şey, anlatıcının sonunda yüzleşmek zorunda kalacağı acıdan korkmayı beklemek oluyor.
‘Krallık’, bariz bir türün içine konulamayacak kadar orijinal, beklenmedik sürprizlerle dolu, polisiye gerilimin ötesinde bir gerilim sunan, hedefi tam on ikiden vuran bir başyapıt. Yazarın iki kardeşin Şekspiryen trajedisinin detayları ve sırları için sayfaları çevirmeye başlamalısınız.
KRALLIK
Jo Nesbo
Çeviren: Solina Silahlı
Avusturyalı oyun yazarı Ödön von Horvath tam bir Nazi karşıtıydı. Kahverengi ceketlilerle sokak kavgalarına karışacak kadar gözüpek Ödön, daha fazla dayanamadı ve ülkeyi terk ederek Viyana’ya yerleşti. 1938’de önce Budapeşte, sonra da Paris’e kaçmak zorunda kaldı. Gençlik yıllarında yazdığı oyunlar edebi çevrelerden övgü alan, Nazi yanlısı basın tarafından yerilen Horvath ilk romanı ‘Tanrısız Gençlik’i 1937 yılında sürgünde, Amsterdam’da yazdı. 1 Haziran 1938’de kitabın film uyarlaması için yönetmen görüşmesine giderken Champs-Elysees’de yıldırım çarpan ağaçtan kopan dal parçasının üzerine düşmesi sonucu feci şekilde öldü. Hitler’in suçlarının tamamını görecek kadar uzun yaşayamasa da durumun bu hale geleceğini tahayyül edebilmişti. ‘Tanrısız Gençlik’le Horvath suçlular ve deliler bir ülkeyi yönetme gücünü ele geçirdiklerinde, sağduyunun bile nasıl yıkıcı olarak kabul edilebileceğine bizi tanık kılan sayfalar yazmıştı. 1930’ların Almanya’sında yayılan ahlaki çöküşün resmini sayfalarında çizmişti.
‘Tanrısız Gençlik’in isimsiz anlatıcısı, adı açıklanmayan faşist bir ülkede tarih ve coğrafya dersleri veren bir öğretmendir. Roman, anlatıcı ve isimlerinin sadece başharflerini verdiği öğrencilerin hayatına odaklanır. Öğretmen ve öğrenciler arasındaki ilk çatışma milli eğitimin müfredatında yer alan ‘Neden sömürgelerimiz olmalı?’ konulu kompozisyon ödevi ile başlar. N.’nin ödevine ‘zenci’lerin yaşayıp yaşamadıklarının bir önemi olmadığını, hepsinin üçkâğıtçı, korkak ve tembel olduklarını yazmasına karşı öğretmen onların da insan olduğunu söyler. Öğretmen bu iddiasıyla bir anda tüm öğrencilerin saygısını kaybeder. Bu durum öğretmen ile okul yönetimi ve çocukların aileleri arasında sorun yaratır.
Horvath güçlü, eleştirel ve hicivci olarak bilinmesine rağmen etkisiz, sünepe anlatıcısının hikâyeyi anlatmasına izin verir. Anlatıcı, öğrencilerin nefretini ve kızgınlıklarını anlayamaz. Ateist olduğu halde Tanrı’nın tam zamanı gelmişken kayıtsız kalmasını da anlamlandıramaz. Yazarın ise hedefi açıkça faşizmdir. Ama aynı zamanda faşizme karşı muhalefetin yetersiz olduğunun da eleştirisini yapar. Öğrencilerin kalplerindeki ırkçılık ve mutlak güç iradesi dışında kitaptaki en rahatsız edici şeylerden biri de anlatıcının koşulsuz teslimiyetidir. Yazar okuyucuya Almanya’da gerçekte neler olduğunu göstermenin mükemmel bir yolunu bulmuştur. Alt-orta sınıf öğretmenler, memurlar, avukatlar, küçük esnaf gibi grupların korkaklık ve bireysel kazanç isteğinin, şiddeti, adaletsizliği daha da körüklemesi... Yazarın öfkeyle bahsettiği soğuk, ifadesiz ve ‘balık bakışlı’ faşistlere karşı tek bir kurtuluş reçetesi vardır: Vicdanın sesini dinlemek. Ödön von Horvath’ın tüm korkuları gerçeğe dönüştü. Hitler faşizmi dünyayı yıkıma sürükledi.
Tarihin tekerrür etmemesi dileğiyle.
TANRISIZ GENÇLİK
Ödön Von Horvath
İngiliz yazar, kuramcı ve öğretim üyesi Mark Fisher ‘Kapitalist Gerçekçilik/Başka Alternatif Yok mu?’ adlı kitabının giriş
bölümünde 2006 yılı filmi ‘Son Umut’un (Children Of Men) distopyasının benzersiz yönünün, geç dönem kapitalizme özgü olduğunu söyler. “Bunalımın normalleşmesi, bir acil durumla başa çıkmak için getirilmiş önlemlerin kaldırılması tasavvur dahi edilemez bir durum üretir.” Fisher ‘kısırlık’ teması üzerine kurulan film izlendikten sonra Fredric Jameson ve Slovaj Zizek’e atfedilen, dünyanın sonunu hayal etmenin kapitalizmin sonunu hayal etmekten kolay olduğu deyişinin akla geldiğini ifade eder. Fisher “Kapitalizm tek geçerli siyasal ve ekonomik sistem olmakla kalmaz, aynı zamanda artık ona tutarlı bir alternatif hayal etmek bile imkânsızlaşır”ın altını çizer.
11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin yıkılışını, Irak ve Afganistan’ın işgalini, 2008 finansal krizini, Suriye İç Savaşı’nı, IŞİD’in yükselişini, iklim krizini gördük ve görmeye devam ediyoruz, şimdi de koronavirüsün yıkıcı etkisiyle karşı karşıyayız. Araştırmacı, tarihçi, yazar Foti Benlisoy eseri ‘Kapitalist Kıyamet’te, hayal bile edilemeyen, kapitalizmin sonunun araştırmasına girişiyor. Benlisoy kapitalizmin bitmesinden korkup bir distopya içinde kalacaklarını düşünenlere karşı, kapitalizm sonrasının hayalini okura sunmaya çalışıyor. Şu anda yaşanan dünyanın sonunun kapitalizmle birlikte ağır çekimde yavaş yavaş geldiğinin altını kalın çizgilerle çizen yazar, gerçek bir sonun içinde olduğumuzu ve ardından da gelecek bir ütopyanın yine insanlığın elinde olduğunu söylüyor.
Benlisoy tarihi olaylardan, sinema filmlerinden, büyük filozoflar ve düşünürlerden örnekler vererek okuru için yaşadığı çağı ve geçmişi daha anlaşılır kılıyor. Dünyanın içinde bulunduğu koronavirüs pandemisinin sebebinin kapitalizm ve büyük şirketler olduğu fikrini savunarak, kapitalizmin sebep olduğu bu pandemi sürecinde de açgözlülüğünü dindirmeye çalışmak yerine krizi daha da derinleştirdiği, kendisi bu dünyada kalmazsa dünyanın sonunun geldiğini düşünmemizi sağladığını aktarıyor. “Felaket muktedirlere mevcut sömürü ve tahakküm ilişkilerinin daha da pekişmesi için bir olanak sağlayabilir” diyor Benlisoy ve tarihten verdiği bir örnekle gelecekte öyle de olmayabileceğini ifade ediyor. Avrupa’yı sarsan ‘Kara Ölüm’ gibi bir felaketin ardından hayatta kalanların umutsuzluk ve çaresizliğe sürüklenmeden köylü isyanlarıyla birlikte ilerleyen yıllarda yoksulların koşullarında gelişmelere sebep olacak reformların önünü açtığını söylüyor. Koronavirüs pandemisinde adeta distopik bir filmdeymişiz duygusuna kapıldık. Sokağa çıkma yasakları, stok yapmak için rafları boşaltılan marketler, evde yaşadığımız yalnızlık, boş yollar, ıssız meydanlar gibi bu tür filmlerin değişmezlerinin karşısında insanlık balkondan dayanıştı, sağlık çalışanlarına verilen destekler, sokak hayvanlarını besleyenler, hijyen malzemelerinin herkese ücretsiz verilmesi gibi şeyler de gördük. Benlisoy bu noktada, “Belli bir afet, felaket filmlerindeki gibi toplumsal çözülme ve herkesin herkese karşı savaşına değil, zor koşullarda da olsa yeni dayanışma ve örgütlenme biçimlerinin icadına da vesile olabilir’ diyor.
Foti Benlisoy, William Golding’in kurgu eseri ‘Sineklerin Tanrısı’nda bir felaket sonucu medeniyetten ayrı düşmüş çocukların hızla barbarlara dönüşmesi hikâyesinin karşında 1965 yılında altı çocuğun bir deniz kazası sonucunda Pasifik’teki Tonga ada grubunun güneyindeki küçük Ata Adası’nda geçen 15 ayın gerçekliğini hatırlatıyor: “Kazazede çocuklar bahçede, ortak mutfakta ve diğer işlerde sırayla çalışıyorlardı. Bazen kavga da ediyorlardı ama oluşan tartışmaları sırasıyla çözüyorlardı.”
Felaket anları öyle felaket olmuyor, insan yardımlaşma ve dayanışması evrimimizin birer gerçeği. Foti Benlisoy ‘Kapitalist Kıyamet’in sayfalarını çevirecek okuyucuları, dünyanın sonunu hayal etmeyi değil de kapitalizm kıyametinin bitmesini düşlemeye davet ediyor. Kapitalist kıyametin karşısına ‘felaket komünizmi’ni koyuyor.
KAPİTALİST KIYAMET -
Elizabeth von Arnim’e ailesinin verdiği isim Elizabeth değildi. Soyadının çağrıştırdığı gibi Alman da değildi. İngiliz edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan Mary Annette Beauchamp 31 Ağustos 1866’da Avustralya’da doğdu. ‘Elizabeth’ müstear ismini kullandığı yarı otobiyografik romanı ‘Elizabeth ve Alman Bahçesi’ (1898) ile bir yazar olarak kariyerine başladı. Elizabeth mutsuz evliliklerinin ilkini bir Alman aristokratıyla yaptı. 1907’de kocası Kont von Arnim dolandırıcılıktan hapse atıldı. Aslında Kont’un beğenmediği iş ilişkilerinden dolayı uzun süredir yatak odalarını ayırmıştı. Kont 1910’da öldükten sonra Kontes İsviçre’ye taşındı. H.G. Wells ile üç yıl süren tutkulu bir aşkın ardından 1916’da Bertrand Russell’ın ağabeyi Frank Russell ile evlendi. Anılarında ‘kıyamet’ diye bahsettiği adamla... Russell evlilikleri sürecinde bir zorba olduğunu kanıtladı. Elizabeth’in 1921’de yayımladığı ‘Vera’ bu feci ikinci evlilik hakkındadır.
Elizabeth von Arnim, kocalarından dolayı kasvetli bulutlarla yüklenen hayatını geride bırakıp parlak güneş altında İtalyan Rivierası’na yaptığı bir tatil sırasında ‘Büyülü Nisan’ı yazmaya başlıyor. 1922’de yayımlanan kitap Birinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere’sinde sosyal durumlarından, evliliklerinden ya da evlenmemiş olmaktan dolayı mutsuz olan, birbirinden farklı dört kadının İtalya’da Akdeniz manzaralı bir şatodaki tatillerini merkeze alıyor. Roman soğuk hava, dinmeyen yağmur, sırılsıklam giysiler, mutluluk vermeyen ilişkiler ağı ve ana karakterlerin kısıtlanmış yaşam duygularıyla açılıyor. Yüz yıl önce yazılmış olmasına rağmen, hayatın içinden yüzyıllarca değişmeyecek duyguların tasviri, okuyucuya karakterlerin yanındaymış hissi veriyor.Neredeyse siz de kıyafetleriniz ıslanmış, ayakkabılarınız su dolmuş gibi hissederken, karakterlerin The Times gazetesindeki reklamın büyüsüne kapılmamaları imkânsız gibi geliyor: “Morsalkımları ve gün ışığını sevenlere... Akdeniz kıyısındaki, ortaçağdan kalma küçük İtalyan şatosu nisan ayı için mobilyalı olarak kiraya verilecektir. Gereken hizmetliler mevcuttur.”
“Bizim tarzımızdaki iyilik insanı mutsuz eder. Biz buna eriştik ve mutsuzuz. Mutsuz türde iyilikler vardır ve bir de mutlu türde olanlar; ortaçağ şatosunda bulacağımız türde olanlar mutlu türde olanlardır” diyor Lotty Wilkins gazetedeki reklamı kendisinin de gördüğünü söyleyen Rose Arbuthnot’a. Edilgen hayatlarını en azından bir ay boyunca geride bırakmaları gerektiği üzerine konuşuyorlar. Lotty sıkıcı evliliğinden, Rose mutsuz ilişkisinden, Lady Caroline güzelliğinden ve zenginliğinden, Bayan Fisher geçmişinden kaçmak için şatoyu kiralıyor. Kadınlar arasındaki iletişimsizlik zamanla yerini güzellik, sakinlik ve mutluluğa bırakıyor. Dostlukları sayesinde yavaş yavaş mutsuzluklarından uzaklaştıklarını hissediyorlar. Elizabeth von Arnim, yakalanması en zor duygu olan mutluluğu içten bir üslup ve duygusallığa kaçmadan okuyucuya aktarabilmesiyle yeteneğini ortaya koyuyor.
KENDİNİ KEŞFEDEN DÖRT KADIN
Yazar dönemin koşullarına göre mutlu bir sonla bitirdiği kitabında erkek ya da kadın karakterlerinin korkularını göstermekten de çekinmiyor. Yalnızlık, boşluk ve tatminsizliklerin de röntgenini çekiyor. Savaş sonrası yıkıma uğramış Avrupa’da kitap, dört kadının ve onların hayatlarındaki erkeklerin yeni bir aile türü yaratmak için hem kendilerine hem de dünyaya karşı bir araya gelmelerinin kaçınılmaz olduğunu kanıtlıyor. Bu kadınlar ancak ‘iyiliklerini’ üzerlerinden silkeleyerek attıklarında insan olma özgürlüğüne kavuşuyorlar. Dört kadının kendilerini keşfetmelerini, hemen derilerinin bittiği yerde filizlenen bağımsızlıklarını ve aşklarını takip etmek isteyenler için ‘Büyülü Nisan’ bulunmaz bir fırsat.
BÜYÜLÜ NİSAN
Elizabeth von Arnim
Pişmanlık ve pişman olanın yaşadıkları geçmişte olduğu gibi gelecekte de kitaplarda yerini alacak. Çok sayıda yazar, geçmişe dönme, eskide kalmış bir ‘an’ı tekrar deneyimleme düşüncemizin keşfine çıktı ve gelecekte de çıkmaya devam edecek. Pişmanlık duyan ruhlarımızın teselli bulacağı böyle bir zaman yolculuğunu hiçbir zaman gerçekleştiremeyecek olsak da yazarlar okuyucularının yapamayacaklarını karakterlerinin yapmasına fırsat verecek. Toshikazu Kawaguchi de onlardan biri. İç içe geçmiş dört bölümden oluşan ‘Kahve Soğumadan Önce’de Kawaguchi, okuyucularını, hayatlarındaki önemli dönüm noktasına geri gitmek ve ikinci bir şansa sahip olmak isteyen dört cesur maceracı kadına eşlik etmeye davet ediyor. Bu romanda bir zaman makinesi yok. Bunun yerine içinde üç masa bulunan bodrum kattaki bir kafe var. Kawaguchi’nin türe en büyük katkısı zaman yolculuğuna çıkacak olanlara dayattığı kuralların katılığı... ‘Şimdi’yi hiçbir şekilde değiştiremezsin ve kahve soğumadan önce yolculuğunu tamamlamak zorundasın, yoksa bir hayalete dönüşürsün!
Toshikazu Kawaguchi’nin roman türünde yayımladığı ilk eseri ‘Kahve Soğumadan Önce’, 19. yüzyılın sonlarından kalma, zamanın değiştiremediği eski püskü dekoru, sepya tonların hâkim olduğu, en sıcak yaz günlerinde bile serin kalan Funiculi Funicula isimli kafede geçiyor. Yazar, müşterilerinin başka bir boyuta gitmesini sağlayan kafenin sahipleri ve az sayıdaki müşterinin birbiri içine geçmiş hikâyesini okuyucusuna sunuyor. Kapıya en uzak köşedeki masadaki o sandalye aslında geçmişe yolculuk yapmayı sağlıyor. Sadece sandalyede oturan hayaletin tuvalete gitmesini beklemek gerekiyor. Boş kalan sandalyeye oturan müşteri, geçmişi ziyaret etme girişiminde bulunabiliyor. Seyahat, kafe çalışanı Kazu’nun taze kahveyi fincana dökmesiyle başlıyor. Zaman yolcusu kısa süren ziyaretini kahve soğumadan içerse bitirebiliyor.
Romandaki ilk hikâye ‘Âşıklar’, erkek arkadaşını Amerika’ya taşınmaktan caydırmayan bir kadın hakkında. Bir sonraki hikâye ‘Karıkoca’da hemşire Kohtake, alzheimer olan kocası Fusagi ile tamamen kendisini unutmadığı o anda bir konuşma daha yapmak için bir fırsat daha istiyor. Şimdinin değişmeyeceği bir zaman yolculuğuna çıkmanın anlamsızlığı üzerine kafa yoran okuyucunun kitaba yaklaşımını yazarın arka plandaki karakterleri ustaca ve yavaş yavaş ön plana çıkarması değiştiriyor. Kawaguchi’nin kurgusunun yanında karakterleri ve birbirlerine karşı geliştirdikleri empati güçleri romanın itici gücünü oluşturuyor.
Üçüncü öykü, ‘Kız Kardeşler’de kafenin yakınındaki barın sahibi Hirai’nin eve dönmesini ve aile otelini kendisinden devralmasını isteyen Kumi’nin vakitsiz ölümü kafede yer alan herkesi sarsıyor. Son öykü ‘Anne ve Çocuğu’nda ise yazar, kitabın kalıbını kırarak, anlamsız olarak nitelendirilen gelecek zamana yapılacak bir yolculuğa hamile bir kadını çıkarıyor.
Kitabın her bölümü bir öncekinden daha derine iniyor. Pişmanlık yaratan ilk kaçış, aşk ve ayrılış, aile ve özgürlük, yaşam ve ölümün varoluşsal karmaşıklığına dönüşüyor. “Günün sonunda ister geçmişe dönmüş olun ister geleceğe gidin, şimdiki zaman değişmiyor. Bu da akıllara şu soruyu getiriyor. O halde o sandalyenin ne anlamı var?” eleştirilerine katılsanız da, Kazu’nun “Eğer sandalye bir kişinin bile kalbini değiştirebiliyorsa o halde kesinlikle bir anlamı vardır” sözü kitap bittiğinde daha da anlam kazanıyor. Pişmanlığınızı gideremeyeceğinizi bile bile, bir fincan kahvenizi önünüze koyun ve soğumadan önce bu zaman yolculuğuna siz de çıkın...
KAHVE SOĞUMADAN ÖNCE
Toshikazu Kawaguchi
Yıl 1933… Berlin… Önceki seçimde kan kaybeden Hitler’in Nazi Partisi yine seçime giriyor. Almanya’nın ve tüm dünyanın kaderini belirleyecek seçim öncesi parlamento binası yani Reichstang yanıyor. Marius van der Lubbe isimli Hollandalı bir anarşist yangın sırasında binanın içinde gözaltına alınıyor. Nazilerin kurduğu göstermelik mahkemedeki dava Alman komünistlerini baskı altına almak, Almanya Komünist Partisi’ni de kapatmak için bahane olarak kullanılıyor. Hitler komünistlerle başladığı organize zulmüne, Yahudiler ve diğer siyasi muhalifleri açık şekilde terörize ederek devam ediyor. Yani önce Almanya ve ardından da dünyanın başına bela olacak Naziler ana sahneye giriş yapıyor.
Tarihçi-yazar Volker Kutscher, Almanya tarihi üzerinden kurguladığı ve ünlü ‘Babylon Berlin’ dizisine de kaynaklık eden polisiye serisinin beşinci kitabı ‘Mart Şehitleri - Gereon Rath’ın Beşinci Vakası’, işte bu Berlin’de geçiyor. Yazar bu kitabında da tarihi gerçekliklerin dışına taşmadan, özenle araştırıldığı belli detaylar sayesinde de zamanın ve olayların geçtiği yerlerin canlı bir resmini aktarıyor. İlk roman ‘Islak Balık’tan itibaren Kutscher, iki savaş arası dönemde Alman toplumu hakkındaki tarihsel ayrıntıları, her zaman hikaye ile yükseğe taşıdığı gerilimli öykünün örgüsüyle ustaca birleştiriyordu. Ama bu romanda gerilimin dozunu arttırmayı polisiye kurguya değil de kitap yakan, Yahudilerin iş yerlerini boykot eden Nazilerin kendilerine bırakıyor.
Kitap Nollendorfplatz’da tam banliyö tren hattının altında yukarı çıkan merdivenin yanında açılıyor. Sıfırın altında soğuk bir Berlin gecesi, üstünde eski yamalı bir asker kaputu olan cesedin başında Merkezi Cinayet Masası polisleri inceleme yapıyor. Cesedin günler öncesinden beri orada olması ve kimse tarafından fark edilmemesine şaşırıyor polisler öncelikle. Köln’de nişan hazırlıklarını sürdüren Rath ise Reichstang yangınından sonra acilen Berlin’e çağrıldığında bu davaya atanıyor. Cinayete kurban giden kişinin Birinci Dünya Savaşı gazilerinden biri olduğu bilgisine polisin ulaşması zor oluyor. Heinrich Wosniak’ın uzun ince bir hançerle öldürüldüğü anlaşılıyor. Kısa bir süre sonra başka bir savaş gazisi de aynı silahla öldürülünce soruşturmanın boyutu değişiyor.
Savaşta teğmen olan Achim von Roddeck isimli yazarın savaş anılarını konu edinen, tefrika olarak yayınlanacak ‘Mart Şehitleri’ romanındaki kişilerin öldürüldüğünü söylemesiyle ise Rath kitaptaki diğer gazilere ulaşmaya çalışıyor. Rath, müstakbel eşi komiser adayı Charly ile cinayetlerin gizemini çözmeye çalışsa da yasal kanalları kullanamıyor. Tüm polis teşkilatının çalışmalarını etkileyen siyasi durum, cinayet soruşturmalarını daha da zorlaştırıyor. “Bugünlerde üzerinde cinayet vakaları siyasi nitelikli olanlardı. Komünistlerin döve döve öldürdüğü bir Nazi konusunda çalışmaya her zaman yeteri kadar adam bulunuyordu.”
Nazilerin iktidara gelmesiyle teşkilat yeniden inşa ediliyor. Yahudi amirlerin yerini Naziler alıyor. Cinayet polisleri bile siyasi şubeye atanıyor, komünistlere işkence edilen mahzenlerde görev alıyor. Apolitik Rath yapılanları kendi gözleri ile görse de çok sayıda çağdaşı gibi siyasetin dışında kalabileceğine ve Nazilerin yalnızca geçici bir fenomen olduğuna inanıyor. Herhangi bir tarih kitabından daha akılda kalıcı ve eğlenceli anlatımıyla Kutscher polisiye romanında, siyasi cehalet, entelektüel kibir, maddi zorluk, demagoji ve terörün demokrasiyi nasıl baltaladığını gösteriyor.
‘Mart Şehitleri’ iyi bir polisiye olmasının yanında okuyucusunu Hitler diktatörlüğünün başlangıcına doğru zamanda bir yolculuğa çıkaran bir roman olarak, hiçbir tarih dersinin aktaramayacağı bir dizi izlenimle okuyucuyu baş başa bırakıyor. Polisiye türünün diğer temsilcilerine hiç benzemeyen, kendi tarihiyle yüzleşmekten geri durmayan Kutscher’in yazdığı kitapları bir solukta okuyacağınıza emin olabilirsiniz.
MART ŞEHİTLERİ - GEREON
Amerikalı antropolog David Graeber, ekonomik antropoloji alanındaki ünlü kitabı ‘Borç-İlk 5000 Yıl’da standart para tarihinin aslında tam tersi bir yol izlediğini vurgulayarak, “Takasla başladığımız, parayı keşfettiğimiz ve sonunda kredi sistemlerini geliştirdiğimiz doğru değil. Tam tersi olmuş. Önce sanal paranın var olduğunu biliyoruz. Madeni para çok sonra ortaya çıktı, eşit bir şekilde yaygınlaşmadı, asla tamamen kredi sisteminin yerini tutmadı” der. Çok sayıda malın bulunduğu toplumlarda takasla mübadelenin zor olduğu aşikâr. Üzerinde mutabık kalınan bir mübadele aracı, sorunu ortadan kaldıracaktır. Öyle de olur. Para ilk olarak MÖ 7. yüzyılda Lidya Kralı Alyattes’in emriyle altın ve gümüş gibi madenlerden üretilir. Para sadece bir değişim aracı olarak başladığı dünya yolcuğunda ilk andan itibaren dünyanın sonunu getirecek iktidarını kurar. Harun Candan beşinci romanı ‘Sonsuzluğun İlk Günü’nde insanoğlunun yarattıklarının yıkıcı etkilerinin 2 bin 635 yıllık bir panoramasını beş kıtadan, merkezine bir madalyonu alarak oluşturduğu hikâyelerle sunuyor. Candan’ın nüfusun sıfıra indiği dünyayı betimlerken romanına parayı bulan ve dünyanın en ihtişamlı uygarlığını kuran Lidyalılardan başlaması, romanın itici gücünü oluşturuyor.
Lidya, MÖ 536... Dünyanın en zengin, en talihli, en güçlü insanı Lidya Kralı Kroisos bir süredir hiçbir şeyin kendisini mutlu etmemesinden mustariptir. Başvezir Sandaris, kralın yüzünü güldürecek bir hediye arar. Para, kadınlar, zafer duygusu, şöhret, sıhhat, hürriyet, talih, mal mülk sahibi olan kral için hediye bulmak hiç de kolay olmaz. En sonunda kralın hazinelerinin yanında bir hiç sayılabilecek bir madalyon hediye eder. ‘Bugün dünyanın son günü’ yazılı madalyonu takan Kroisos, uzun zaman sonra içtenlikle gülmeye başlar. Henüz zamanı varken hayatın tadını çıkarmasını öğütleyen yazıyı her sabah gören kralın mutluluğu uzun süremeyecektir ama... Kâhinlerin, “Kroisos Perslerle savaşa girerse bir büyük devlet yıkılacak” kehanetini yanlış yorumlayan kralın ve ülkesinin sonu gelir. Kralın kızı Arippe kendisine âşık kölesi ve madalyonla ardına bakmadan kaçar.
Candan, tarihin babası Herodot gibi iki ulus arasındaki savaşı efsaneyle karışık aktarırken coğrafi ve sosyolojik bilgileri de harmanlamayı başarıyor. Yazar ustaca bir kurguyla devam ettirdiği anlatısını 1698’de Korsika’ya taşıyor. Paranın en insanlık dışı değiş tokuş aracı olarak kullanıldığı zamanlarda, yani köle ticaretinin yaygın olduğu Avrupa’da madalyon ölü bir siyahinin boğazında karşımıza çıkıyor. Yazar 1915’te Gelibolu’da bir Mevlevi dervişiyle bir Anzak askerini karşı karşıya getiriyor. İnsanlığı yıkıma götüren savaşları çıkaranların başında geliyor ABD. 1950 Kore Savaşı’nda yaşadığı dehşet sonucu bir Amerikan askeri mahzunlaşıyor, durgunlaşıyor hatta ‘alzheimer’ olana kadar gülüşünü kaybediyor.
Candan çok iyi bir anlatıcı olmasının yanında başka çağlarda, başka yıllarda, başka kıtalarda, başka başka savaşların etkilediği küçük ya da büyük insanların hayatlarından genel bir sonuca ulaşma başarısını yakalıyor. Merak duygusunu kamçılamayı biliyor. Anlatı son bölümde 2099 yılında bir virüsün insanlığın sonunu getirdiği bir bilimkurgu romanına dönüşüyor. Parası olanlar dünyayı bırakıp dünya benzeri bir ülkeye kaçabilse de ya parası olmayanlar...
Bazı önemli ekonomistler “Değiş tokuştan da önce borç -sanal para- vardı” diyorlar. Ne olursa olsun para insanoğlunun hayatına girdikten sonra, yıkımı da beraberinde getirdi. Paranın tedavülden kalkması insanın yok oluşuyla doğru orantılı olacak. Harun Candan’ın okuyucusunu Kroisos’u bekleyen umut dolu günlerden ‘Sonsuzluğun İlk Günü’ne taşıdığı iyi kurgulanmış, iyi anlatılmış, entelektüel geri planı güçlü romanını okumak için son gün gelmeden bir gün zaman ayırın.
SONSUZLUĞUN İLK GÜNÜ
Harun Candan
Hayattayken ölüme her zaman çok yakınız. Rahmin güvenli sularından çıktığımız andan itibaren sağlığımıza yönelik bir sürü tehlikeye maruz kalırız. Hastalıklarımıza isimler verebilsek de çoğu hastalığa çare bulmaktan hâlâ çok uzağız. Besin zincirinin en üstünde, yeryüzünün en baskın türü olduğumuzu söylüyoruz ama başka canlıların, bakterilerin, virüslerin ve diğer mikroorganizmaların gezegenimizin hükümdarı olduğunu hep unutuyoruz. Kendi kuşağının en umut verici İspanyol yazarı seçilen 1974 Malaga doğumlu Juan Jacinto Munoz Rengel’in ilk romanı ‘Hastalık Hastası Kiralık Katili’nin ana kahramanı ve anlatıcısı Bay Y., hırpalanmış vücuduna virüslerin özel bir ilgisi olduğunun farkında olan insanlardan. Bay Y. 14 hastalık, sendrom veya sakatlığa rağmen dürüst bir şekilde işini yapmaya çalışırken edebiyat dünyasının en absürt ve acınası kiralık katiline dönüşüyor. ‘Kiralık katil olarak çalışan bir kahramana karşı okuyucunun sempatisini kazanmak mümkün mü?’ Rengel, ‘hastalık hastası’ bir kiralık katil olan Bay Y.’yi yaratarak bu meydan okumayı yapıyor aslında.
“Bir günlük ömrüm kaldı, ölümden on beş binini esirgedikten sonra, bana kalan tek bir gün. En fazla iki. Hastalıktan kırılmış, her türlü illetten mahvolmuş vücudumun bir gün daha hayatta tutunması, tüm doğa kanunlarına aykırı bir hadise olur. Ama Eduardo Blaisten’in işini bitirmeden çekip gidemem. Ödememi önden yaptılar ve ben Kantçı ahlak sahibi bir adamım” diye başlıyor Bay Y. hikâyesini anlatmaya... Bay Y., Madrid’de yaşayan ve bir senedir her adımını takip ettiği Arjantinli Blaistein’i öldürmek için her yolu deniyor. Tabii sağlığı elverdiği ölçüde. İşinde profesyonel, dürüst ve üstüne üstlük her zaman vurguladığı gibi ‘Kantçı ahlak sahibi’ Bay Y. işini yapmaya çalışırken, psikolojik bir hastalık olan hipokondriyak’la da mücadele ediyor.
Kitabın kapağından başlayan gülümseme ilk sayfayla birlikte kahkahaya dönüşüyor ve son sayfaya kadar komedi hız kesmeden devam ediyor. ‘Hastalık Hastası Kiralık Katil’ ana olay örgüsü nedeniyle polisiye roman türünde gibi görünse de, Rengel mizahın olduğu bir hikâye geliştirmek için yalnızca bu türün özelliklerini kullanıyor. Kitabın mizahla karıştırılmış net bir suç romanı damarı da var. Yazarın yarattığı parodi evreni bazen saçma, bazen alaycı, bazen ironik ama her durumda çok iyi kurgulanmış zekice bir mizahı okuyucuya sunuyor.
Munoz Rengel kitabında ana kurguya paralel olarak edebiyat ve düşünce dünyasından ünlü hipokondriyakların anlatıldığı bölümlerde Poe, Proust, Tolstoy veya Descartes gibi ünlü yazar ve filozofların hastalıkları ve fobilerini paylaşıyor. Onların daha az bilinen ama daha insani yönlerini açığa vuruyor. Eşsiz bir karakterin başrolde olduğu komik bir hikâye ve her şeyin nasıl biteceğini tahmin etmenin imkânsız olduğu benzersiz bir gerilim ‘Hastalık Hastası Kiralık Katil’. Bay Y. hedefine ulaşabilecek mi? Cevabı öğrenmek için, işinde beceriksiz, kronik yalnız bu adamın peşine ‘Kantçı bir ahlak’la takılmasınız.
HASTALIK HASTASI KİRALIK KATİL
Juan Jacinto Munoz Rengel
Çevirmen: Selay Sarı
Blaise Pascal, Tanrı’ya inanmak ya da inanmamak arasında tercih yapmak gerekirse, inanmanın daha mantıklı bir kumar olduğunu söyler. Yanılırsan hiçbir şey olmaz. Sadece evrenin hiçliğine karışırsın. Ama inanmaz ve yanılırsan ebediyen cehennemi boylarsın. Amerikalı yazar Allen Eskens, ‘Gömdüğümüz Hayat’ta Pascal’ın kumarını tersten oynayan, yani hayatını cennette gibi yaşamak isteyen, hiçlikle karşılaşırsa hayatını boşa harcamış olmaktan korkan, tek şansını heba etmek istemeyen eski bir mahkûmun, bu hayatta yaşamak zorunda bırakıldığı cehenneminin tasvirini yapıyor. Bir öğrencinin yaşlı birinin biyografisini yazma ödevi, ölmek üzere olan adamın cehennemine son vermek üzerine 30 yıllık bir cinayeti çözme görevine dönüşüyor. Psikolojik-gerilim bir noktadan sonra polisiye-gerilime evriliyor.
Şimdilerde romanları 21 dile çevrilmiş birçok ödül sahibi Allen Eskens’in Türkçeye çevrilen ilk romanı ‘Gömdüğümüz Hayat’ şöyle başlıyor: “O gün arabama yürürken bana bir dehşet hissinin musallat olduğunu hatırlıyorum; kafamın etrafında dönen ve küçük dalgalar halinde akşama çarpıp kırılan bir kötülük alameti tarafından aşağıya çekildiğimi...” Aslında romanın kahramanı ve anlatıcısı 21 yaşındaki Joe Talbert yaşlı bir akrabası olmadığı için kendine biyografisini yazacağı birini bulmak umuduyla huzurevine doğru ilerliyor. Buradaki sorun şu ki; demans ve alzheimer hastası huzurevi sakinlerinin çoğu hayatlarını güvenilir bir şekilde hatırlama kapasitesine bile sahip değil. Yine de biri var; Carl Iverson. Komşularının 14 yaşındaki kızına tecavüz ettiği ve onu öldürdüğü için 30 yıl hapis yatmış biri o. Kısa bir süre önce dördüncü evre kanser hastası olduğu için tahliye edilmiş. Iverson şimdiye kadar kimseye anlatmadığı hikâyesini Joe’ya da anlatmak yanlısı değil. Birkaç görüşme sonra üç ay ömrü kaldığı söyleyen adam, ‘ölüm beyanı’ olarak her şeyi anlatacağını söylüyor.
Ölüm beyanı bir hukuk terimi... “Eğer bir adam katilinin ismini fısıldar ve ölürse bu iyi bir delil kabul edilir çünkü ölen birinin ağzında bir yalanla ölmek istemeyeceğine dair bir inanış- bir anlayış vardır” diyen Iverson, Joe’nun onu sadece dinlemesini ve yargılamamasını istiyor. Carl’ı dinleyen, mahkeme tutanaklarını inceleyen Joe, başlarda onun katil olabileceğini düşünüyor. Yaşlı adamın Vietnam gazisi, üstün hizmet madalyası sahibi olduğunu öğrenen Joe, aslında katil olmadığını söyleyen Carl’a inanmaya başlıyor. Joe ve komşusu Lila, Carl’ın masumiyetini kanıtlamak için derinlere inmeye başlıyor. İkilinin araştırmaları onları beklenmedik yerlere götürürken, işler hiç de umdukları gibi gitmiyor. Tüm bu soruşturmanın ortasında Joe, hayatını daha da zorlaştıran alkolik annesi ve otistik kardeşini döven annesinin sevgilisiyle de uğraşmak zorunda kalıyor.
Vietnam Savaşı’nda Carl’ın başına gelenler korkunç ve trajik... İnsan öldürmenin ve cinayetin farklı şeyler olduğunu söyleyen savaş gazisi, Joe’ya her ikisini de yaptığını itiraf ediyor. Allen Eskens, Carl Iverson’ın cennete dönüştürmeye karar verdiği hayatının, kötü insanlar, savaş ve adalet sistemindeki aksaklıklarla cehenneme dönmesinin psikolojik gerilimini çiziyor. Okuma ilerledikçe karakter odaklı roman Joe’nin günleri sayılı Iverson’ın itibarını yeniden kazandırmak için katili bulma çabası ile birlikte polisiye gerilime dönüyor. Eskens ‘Gömdüğümüz Hayat’ta romantizm, otizm, alkolik anne, ergen davranışları, cinayet, suçluluk duygusu, savaşın insanda bıraktığı tahribat ile ilgili fikirlerini açıkça belirtiyor. Romanın geçtiği mekânlar, Minnesota’daki kar manzaraları ve Vietnam’daki unutulmaz sahneler gerçeğini aratmayacak kadar iyi resmedilmiş yazar tarafından.
Carl’ın gömdüğü hayatını ortaya çıkarmak için programınızda biraz zaman ayırmanızı ve bu romanı tek oturuşta okumanızı şiddetle tavsiye ederim.
GÖMDÜĞÜMÜZ HAYAT
Allen Eskens
Usta İngiliz yazarlar Graham Greene “Tartışmasız en iyi gerilim yazarı”, John le Carré “Hepimizin, çizdiği kaynaklardan ilerlediği”, Len Deighton “Hepimiz için yolu aydınlatan adam” der onun için. Polisiye-gerilim ve casusluk romanlarının ‘babası’ Eric Ambler’ın (1909-1998) yepyeni, heyecan verici bir kalıpla oluşturduğu romanları sadece İngiliz değil başta İsveç polisiye yazarları olmak üzere tüm dünyada türün önemli yazarlarını etkilemiştir. Dünyaya ‘sol’dan bakan Ambler, insanlık ikinci büyük savaşa sürüklenirken yazdığı eserleriyle türü aşırı vatansever, milliyetçi kalıbından sıyırmayı da başarır. Casusluk hikâyelerini salonun nezâketinden çıkarıp her şeyin gerçekten yaşandığı arka sokaklara götüren yazardır o. Kötü adamların mantıksız, iyi adamların da yakışıklı, zengin, çelikten bedenleri olduğu varsayımıyla oluşturulan karakterlere karşı Ambler; orta sınıftan gazeteciler, mühendisler veya yazarlara yer verir. Kötü muhakeme ve kötü şansın birleşimiyle tehlikenin içine düşen gerçek insanların, kendi başlarına bundan kurtulmaktan başka çareleri yoktur. Mesela vatansız kalan bireylerin dünya üzerinde yaşadıkları istikrarsız durumları ilgisini çeker Ambler’ın.
1939 yılında yayımladığı ve edebiyat eleştirmenleri tarafından en iyi kitabı olarak nitelendirilen ‘Dimitrios’un Maskesi’ de savaş sonrası yurtsuz kalan Smyrnalı bir Yunan’ın ilginç öyküsünü içerir. “İki hafta süresince ilerleyen Türklerden kente akan sığınmacılar zaten yüksek olan Rum ve Ermeni nüfusunun iyice kabarmasına neden oldu. Yunan ordusunun dönüp İzmir’i savunacağını düşünmüşlerdi. Ancak Yunan ordusu kaçmıştı. Şimdi kapana kıstırılmışlardı.”
‘Dimitrios’un Maskesi’ İngiltere’nin kasvetli havasından bunalan ve son romanını tamamlamak için Türkiye’ye gelen polisiye yazarı Charles Latimer’in, İstanbul’da kitaplarının hayranı Albay Hakkı’yla tanışmasıyla açılıyor. İlk başta Hakkı, Latimer’e sonraki kitabı için yeni bir öykü öneriyor. İkili arasındaki sohbet koyulaştıkça gerçek suçlulara kayıyor. Hakkı, yazara cesedi denizde bir balıkçı tarafından bulunan Dimitrios Markopoulos’tan bahsediyor. Dimitrios ve geçmişi hakkında bildiklerini yazara anlatıyor ve onun hakkında tutulan dosyayı Latimer’e veriyor. Albay morgdaki cesedi bile Latimer’e gösteriyor. Latimer Smyrna’dan kaçtıktan sonra sırasıyla hırsız, katil, pezevenk, kadın kaçakçısı ve uyuşturucu satıcısına dönüşen bu incir paketçisinin hikâyesinin eksik parçalarını tamamlamak için gerekli insanları bulmaya karar veriyor. Latimer belki de ileride yazacağı roman için, Avrupa’daki adımlarını izleyerek Dimitrios’un biyografisini yeniden inşa etme konusunda son derece kararlı davranıyor. Bu noktada Ambler’ın eseri bir polisiye. Yazarın ustalıklı anlatımıyla ise gizem romanı olarak başlayan hikâye, Latimer ülke ülke gezdikçe, Dimitrios’la bağlantılı insanlarla görüştükçe casusluk gerilimine dönüyor. Tabii ki gerçek gizemleri çözen bir yazar fikri bu kitaba özgü değil. Ancak Latimer’ın Dimitrios’la ilgili gerçekleri öğrenmesi ve Dimitrios’un dünyasına daha fazla kapılmasıyla hikâye ilginç bir hal alıyor.
Romanın geçtiği dönemdeki, bankalar tarafından yozlaşmış politikacılara yönelik düzenlenen suikastlar, ünlü casuslar, cinayetler ve organize uyuşturucu dağıtımı faaliyetleri ile ilgili detaylar, hikâyenin fonunu oluşturuyor. Paris’teki uyuşturucu çetesinin ayrıntılı açıklamaları, Bulgar bir politikacıya yapılan suikastın nedenleri, Yugoslavya’daki bir memurun casusluk faaliyeti için nasıl tuzağa düşürülebileceği konusundaki ayrıntılar ve tarihi pasajlar romanın lokomotifini oluşturuyor. Ambler’ın kötü adamı Dimitrios korkunç planlarıyla, kahkahalar atarak çıkmıyor okuyucunun karşısına. O gerçekçi, mantıklı ve tutarlı. Kötü diyemeyeceğiniz kadar iyi, iyi diyemeyeceğiniz kadar kötü. Ambler’ın çizdiği yoldan Dimitrios’un geçmişini kazmaya başlayın.
DIMITRIOS’UN MASKESİ
Norveç’in kar altındaki doğasında sıcacık bir kalbe sahip Andreas Doppler, edebiyat dünyasının en ilginç karakterlerinden... Karmaşık ve öngörülemez biri... İşinde başarılı, evli ve iki çocuk babası bir beyaz yakalıyken her şeyi elinin tersiyle itip Løvenskiold Ormanı’nda ilkel bir yaşamı tercih edebiliyor.
Norveçli yazar Erlend Loe’nin bu sıradışı karakteriyle ilk kez ‘Doppler’ romanında tanışmıştık. “Kızılderili falan değilim, çağımın adamıyım; çağımın başarısız bir adamıyım. Ya da sadece başarısız bir çağın adamıyım” diyen Doppler üzerinden günümüzün küçük burjuva yaşam tarzına, kapitalist tüketime, sağa meyleden topluma alaycı, hiciv dolu, acımasız eleştiriler getiren Loe, ‘Doppler’ sayesinde Kuzey’in en çok okunan yazarlarından biri haline gelmişti. Sonrasında okuduğumuz ‘Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nda Doppler, modern toplumun dayatmalarına başkaldırı olarak başlattığı yeni yaşamını üç sene sonra sona erdirip şehre dönmüştü.
Yeni çıkan ‘Volvo Kamyonlar’, aslında Doppler’in ikinci kitabı; eğlenceli karakterimizi ilk romanın kaldığı yerden takip ediyoruz. “Andreas Doppler. Bir Norveçli. Yanında bir yaşındaki geyiği Bongo var. Ve oğlu Gregus. Geyik, Doppler’in ardı sıra patikada yürüyor, oğlu ise geyiğin çektiği kızakta uyuyor.” Dünyayı daha iyi bir yer haline getirme amacıyla çıktığı heyecan verici yolculukta Oslo’dan ayrılan Doppler ve ‘küçük kortej’i, haftalarca yol teperek İsveç’e varıyor. Doppler’i garip ağlarına çeken, 90 yaşında, yalnız yaşayan, biri kadın biri erkek farklı iki karakter etrafında dönüyor roman. Şehirden uzak ormanın içinde iki ev arasındaki soğuk savaşın ortasında kalan Doppler’i önce oğlu ve ardından Bongo terk ediyor. Esrarkeş, reggae müziği dinleyen, kocasının yasını tutmaktan bıkmış komünist Maj Britt, hikâyenin esas kahramanı. Diğer kahramanımız ise izci, kuş gözlemcisi, katı disiplinli, evin dışında uymayı seven, tuhaf beslenme alışkanlıklarıyla sağlıklı ve kendinden memnun Anton von Borring. Britt, Doppler’den ölü bir kuşu Anton’un kapısına bırakıp kaçmasını istediğinde işler çığırından çıkıyor.
Erlend Loe, kitap boyunca ‘bunu yazan kişi olarak’ sürekli araya giriyor ve hikâyede yaptığı seçimler hakkında yorum yapıyor. Okuyucunun itirazlarını önceden tahmin ediyor; bunları neden hesaba katmayacağı konusunda da kendisini haklı çıkarıyor. Hatta kesinliğine inandığı analizlerini okuyucuya dikte ediyor. Romana sürekli girip çıkan ama bunu fazla abartmadan yapan Loe, okurla eğlenceli bir ilişki kurmayı başarıyor. Anlatıcı olarak aslında okuyucu ve edebiyat eleştirmenlerine içini döküyor.
Loe’nin kahramanı, adını ‘doppler’ denilen ultrason görüntüleme tekniğinden alıyor. Yüksek frekanslı ses dalgalarını kullanan tıbbi bir görüntüleme yöntemi olan ‘doppler’, bazı hastalıkların erken teşhisi için kullanıyor. Loe’nin Doppler’i de 21. yüzyılın burjuva toplumunun geç kalınmış hastalıklı yapısının teşhisini koymaya çalışıyor. Doppler’le tanışmalısınız...
VOLVO KAMYONLAR
Dmitri Vasilyeviç Grigoroviç (1822-1900) Dostoyevski’yle Askeri Mühendislik Akademisi’nde birlikteydi. 1837 yılında Rus edebiyatının kurucusu Puşkin öldüğünde, Dostoyevski’yle beraberdi. Puşkin’in erken ölümü tüm Rusya’yı sarsarken, okulda sadece ikisi bu ölümün Rus edebiyatı açısından ne anlama geldiğinin farkındaydı.
Grigoroviç, Dostoyevski ile birlikte edebiyatı sevmiş ve yazar olmaya karar vermişti. Okuldan sonra da arkadaşlıkları devam etti. Bugün bir başyapıt olarak görülen ‘İnsancıklar’ı ilk okuyanlardan biriydi Grigoroviç. Ve Grigoroviç de ellerinde sevgi, dayanışma ve dostluktan başka paylaşabilecek bir şeyleri olmayan ‘insancıklar’ı yazdı. Fakir Rus köylülerinin yaşamını tüm detaylarıyla aktaran kitaplar kaleme aldı.
Tolstoy’un ünlü sözünü hatırlarsınız; “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.” Grigoroviç’in 1852 yılında edebi açıdan durgun geçen uzun yıllarının ardından yayımladığı ‘Balıkçılar’ işte tam da böyle başlar. Başyapıt olmaya giden yolda eser, üstü başı hırpani yaşlı bir adam ve yanında yine onun kadar hırpani giysili bir çocuğun Sosnovka Köyü’nden Tula Eyaleti’ne gelmesiyle açılır. Grigoroviç yolcularını, Rusya’nın en pitoresk yöresinin tasvirleri içinde okuyucusuyla tanıştırır. Sıra sıra dizilen tepelerin altındaki Oka Nehri kıyısında bir balıkçının evine gelen yolculardan yaşlı olanı Akim; hiçbir işte dikiş tutturamayan bir adamdır. Yanındaki çocuk ise evlatlığı sekiz yaşındaki Grişka’dır. Patronlarının adını hatırlayamayacak kadar çok iş değiştiren Akim için uzak akrabası huysuz ihtiyar Gleb Saviniç’in yanı son şanstır. Gleb, önceleri karısı, üç oğlu, gelinleri ve torunlarıyla yaşadığı balıkçı barınağına geçmişini çok iyi bildiği Akim’i almak istemez. Akim’in ailesine zarar vereceğinden korkan Gleb, eşinin ısrarına dayanamaz, Akim’i ve yanındaki çocuğu ailesine kabul eder. Sayfalar ilerledikçe Gleb’in korkusunun yersiz olduğu ortaya çıkar. Akim, aile sevgisi ve aile üyeleri arasındaki dayanışma temaları üzerine kurulu romanda, aslında kenetlenildiğinde Gleb’in çekirdek ailesinin genişlediğini ve o oranda da güçlendiğini gösterir. Rusya’da köylü aileleri sarsacak şey aslında çok daha büyük, çok daha tehlikelidir.
Sanayi devrimi ve modernleşme ile birlikte gelişen ‘kulak’lar ve fabrikalar, Rus köylüsünü ahlaki açıdan zaafa uğratıyordur. “Köylüler endüstriyel gelişim sayesinde refahlarını biraz artırmış olsalar bile, bu onların saf ve geleneksel değerlerine zarar vermiştir” diyen yazar, toprak anaya bağlı köylülerle tezgâh uğruna sabanı bırakan köylüler arasında yaptığı karşılaştırmayla Rus köylüsünün ahlaki ve sağlıksal çöküşünün sebebini köylülerin proletaryalaşması olarak görür. Grigoroviç bu yüzden proletaryaya hiç sempati beslemez. Rusya’da eleştirel gerçekçiliğin oluşumunda ve gelişiminde önemli rol oynayan Grigoroviç, öte yandan ‘Balıkçılar’da basit köylülerin hayatını ve o zamanki toplumun alt sınıflarının temsilcilerini ayrıntılı olarak ve büyük bir sevgiyle anlatır. Tüm bunların yanında o zamanların Rusya kırsalının günlük hayatla ilgili pek çok benzersiz materyali, batıl inançların açıklamalarını, halk ritüellerini ve gelenekleri anlatan ‘Balıkçılar’, ailenizle kuracağınız bağları daha da güçlendirmenizi sağlayacak.
BALIKÇILAR
Dmitri Vasilyeviç Grigoroviç
1930’ların başında Belçika’nın Ostende limanında Köln, Viyana, Subotica üzerinden üç günlük bir yolculuğun ardından İstanbul’a varacak seyahat aracından ne bekleyebiliriz? Öncelikle belirtmeliyim ki; İstanbul yolculuğu için ‘Doğu’ya doğru yola çıkan bu tren bir Agatha Christie cinayeti gizemi barındırmıyor. İyi kurgulanmış bir tren soygunu da yok. Ya da ölümcül bir salgın hastalıktan kaçan insanları taşımıyor. Treni teröristler ya da uzaylılar da kaçırmıyor. Graham Greene’in ‘İstanbul Treni’ okuyucusuna, trendeki yolcuların uzun seyahatleri boyunca, fiziksel olarak gittikleri yoldan daha çok kendi sorunlu ruhlarına yaptıkları yolculuğu vaat ediyor. Trende bulunan birbirinden tamamen farklı karakterler, bavullarıyla birlikte şeytanlarını da yanlarında getirdikleri bir yolculuğa çıkıyor. Kitap Ünlü ‘Orient Express’i akla getirse de edebi olarak aynı raylar üzerinde gitmiyor.
20. yüzyılın en çok okunan İngiliz yazarlarından Graham Greene, romancı kimliğini bulmaya başladığı yapıtı ‘İstanbul Treni’ni sonraki yıllarda yazdığı daha ciddi, daha edebi eserlerinden ayırmak için ‘eğlence’ olarak yazdığını söyler. Kitabın 1932’de yayımlanmasından, 40 yıl sonra bir filme çekilme şansı olabilecek bir kitap yazmak için yola çıktığından bahseder. Aslında edebiyata şiirle başlayan Greene, şiirde başarılı olamayıp kısa öykü ve roman yazmaya başlamıştır. Greene, ‘İstanbul Treni’ndeki karanlık ruhlu karakterlerden Savoy üzerinden şiire ve düzyazıya bakışını “Ben şair değilim. Şair bireycidir. Canının istediğini giyebilir; sadece kendine bağlıdır. Bir romancı başkalarına bağlıdır; ifade gücüne sahip herkes gibi insandır. O bir casustur” diyerek gösterir.
Roman, gemiden trene yetişmek isteyen yolcuların koşuşturmasıyla açılır. Trene binmeyi başaran yolcuların heyecan verici maceraları ve geçmişte yaşadıkları hemen ortaya çıkmaya başlar. Trende hayatları birbiriyle kesişecek karakterler arasında kimler yoktur ki; rakip bir işletmeyi satın almak için İstanbul’a gidecek bir Yahudi kuru üzüm ithalatçısı; İstanbul’da hastalanan bir dansçının yerine geçmek için oraya giden ‘çok da güzel olmayan’ bir kadın, ülkesindeki bastırılan isyana çoktan geç kalmış eski bir Sırp komünist lider; hayatının haberinin peşinden trene atlayan lezbiyen araştırmacı gazeteci ile genç ve çekici sevgilisi; beş yıldır yakalanmamasıyla övünen uslanmaz bir hırsız; kitapları 100 bin satan başarılı bir romancı. Bu yolcuların tek ortak özellikleri, 30’lu yılların dünyasında kabul görmüş toplumsal değerlere aykırı düşmektir. Karakterlerin trenin hareketiyle birlikte geçmişte bıraktıkları hayatları, yolculuğun her bir metresinde geleceklerini şekillendirecek bir kilitle bağlanır. Tüm melankolik havanın yanında Greene’in bahsettiği eğlence kısmı ise otomobil ile trene yetişme çabası, sürgün, sahte pasaportlarla gergin sınır geçişleri, sorgulamalar, ayaküstü kurulan mahkemeler, aşk, birbirini baştan çıkarmaya çalışanlar, yapılan numaralar, şantajlar ve yalanlardır. Hepsi, Avrupa’da yapılan bu seyahatte gerçekleşir işte. Karakterlerin nereye varacağı ya da varamayacağı, yaşadıklarına ne kadar katlanıp katlanamayacakları ‘İstanbul Treni’ sayfalarında
gizli.
İSTANBUL TRENİ
Graham Greene
Tanrı kendi sonsuzluğu içinde insanı yaratırken, insan ‘her şeyin bir sonu olmasını’ kendine dert etti ve Tanrıyı redde kalkıştı. Tanrıdan uzaklaşan topluluklarının kötüye gittiğini düşünen bazıları ise sonsuzu diğerlerine göstermek için her yolu denedi. Sonuçta sonsuzluğun içindeki fani, Tanrısını yeniden bulmak zorundaydı. Doğanın elinde oyuncak olan insan bir otu; buğdayı evcilleştirdiğinde, aslında kendini dört duvar arasında buldu. Belki de modernizmin doğuşunun önemli bir aşaması olarak görülebilecek buğday çoğu toplulukta dinsel bir figür olarak insanın üstü bir varlığa dönüştü.
Avusturyalı yazar Leo Perutz 1933 yılında yayımladığı romanı ‘Şeytan Tozu’nda Baron von Malchin dünyanın çeşitli yerlerinde farklı isimlerle adlandırılan Vestfalya’daki çiftçilerin ‘Çavdarmahmuzu’ adını verdikleri tahıl hastalığı üzerinden dinin yayılımı üzerine bir teori geliştirir. Bilim insanı Baron’un ‘Şeytan Tozu’ adını verdiği parazitin bulaştığı buğdayın bulunduğu bölgelerde Hristiyanlığın öfkesine yeniden kavuştuğunu tarihten örnekler bularak sistematikleştirmeye çalışır. Hatta Birinci Haçlı Seferleri bile parazitin yayıldığı bölgeden başlar. “Tanrı inancı dünyadan kaybolmuyor, Tanrı inancının ateşi söndü sadece. Neden mi söndü? Parazit virülansını mı yitirmişti, yoksa tahılın genetik eğilimi mi ortadan kalkmıştı? Bu iki faktörden biri Şeytan Tozu’nun Avrupa’da ortaya çıkıp yayılmasını bir asırdan fazla süredir engelliyor.” diyen Baron hastalığı diriltmek için laboratuarda deneyler yapıyordur.
Roman, baş karakteri Dr. Amberg’in komadan çıkmasıyla başlıyor. Amberg, başından geçenleri yavaş yavaş hatırlıyor. Birinci tekil şahsın ağzından anlatılan hikâyede, Amberg’in iç konuşmalarını okurken, bir gazete ilanıyla Vestfalya’da Baron’un yanında işe başladığını öğreniyoruz. Baron’un planlarını öğrenen şaşkın bilim insanının sorgulamalarıyla karşı karşıya bırakılıyoruz. Amberg hatırlamaya başladıkça da Baron’un Şeytan Tozu’nu bulduğunu ve etkisindeki bölge insanlarda dini bir öfke uyandırmak yerine sınıfsal bir isyana neden olduğunu, isyan sırasında Amberg ağır bir şekilde yaralandığını anlıyoruz. Ama hasta bakıcısından başhekime kadar herkes, onun aslında trafik kazasında yaralandığını ve beş haftadır komada kaldığını söylüyor. Romanın başlangıcında, anlatıcıların tekrar tekrar döndüğü geçmiş hikâyesi ve şimdiki zamanda yaşananlarla birlikte hayal gücü ve gerçeklik birbirine giriyor. Amberg, saldırı öncesi tanıştığı insanların aslında hastanede çalışan insanlar olduğunun farkına varıyor. Amberg’in anlattıkları hayal gücünün eseri mi yoksa gerçek mi?
Perultz, iç anlatı şeklinde ilerleyen anıları ve şimdiki zamanı birbirinden iki farklı anlatı temposuyla ayırıyor. Roman her sayfasında baş karakterinin komplo kurbanı olduğu suç romanına dönerken, okur Amberg’e mi yoksa şimdiki zamana mı inanmalı? Jorge Luiz Borges’in ‘Maceraperest Kafka’ olarak nitelendirdiği Perutz’un romanında gerçek olan tek bir şey varsa o da roman boyunca bir kelimenin bile gereksiz kullanılmadığı. Yazar her kelimeyi büyük bir ustalıkla doğru yere yerleştirmiş. ‘Şeytan Tozu’ ile ilgili getirebileceğim tek eleştiri, okurken hayal ve şimdiki zaman arasında gidip gelmemizi sağlayan kitabın okuma zevkinin çabuk bittiği.
ŞEYTAN TOZU
Leo Perultz
Franz Kafka’nın Gregor Samsa’sı bir sabah ‘huzursuz düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu’. Dünyanın en çok bilinen öykülerinden biri ‘Dönüşüm’ böyle başlayacaktı. ‘Diğerleri’ gibi sadece izlenimlerini anlatmakla yetinmeyen Kafka, sabah böcek olarak uyanan Samsa üzerinden sistemin köleleştirdiği, yerine getirmesi istenen sorumlulukları yerine getirmediğinde toplumun dışladığı insanı en mahreminde, yatağında resmetti. Kafka farklıydı. Kafka’nın metinlerini o zamanların gözde edebi akımları pozitivizm, natüralizm ve empresyonizmin içine koymak düşünülemedi bile. Kafka’daki cevheri ilk gören ekspresyonistlerden Ehrenstein olmuştu. 1914 öncesi, ekspresyonist (dışavurumcu) dergilerde pek çok öyküsü, Birinci Dünya Savaşı sürerken çok ses getiren ‘Dava’ ve ‘Dönüşüm’ yayımlandı. Edebiyat çevreleri bu metinleri yazan yazarı nereye oturtacağını bilemiyordu. Kafka biricikti. Hep ayrıksıydı. Ama... Üslupta olmasa da grotesk dünyasında ekspresyonistlerle ortak noktaları vardı. Peki kimdi bu ekspresyonistler?
20. yüzyıl başlarında önce Almanya, hemen ardından diğer Avrupa ülkelerine yayılan sanat akımı ‘eksprestonilizm’, ‘empresyonizm’e karşı bir başkaldırı hareketi olarak sadece resim, heykel gibi görsel sanatları değil edebiyat, dans, mimari, müzik ve sinemada da var oluyordu. Ekspresyonist sanatçılar doğanın olduğu gibi izlenimlerle verilmesi yerine duyguların ve iç dünyanın ön plana çıkarılmasından yanaydı. Genelde görsel sanatlarda etkin olduğu düşünülen akımın bir de edebiyat boyutu vardı. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan ‘Patlayan Kuyrukluyıldızlar - Ekspresyonist Öyküler’ okuyucuya akımın çokça tanınmış ya da hiç tanınmayan önemli isimlerinden tadımlık bir seçki sunuyor. Mesela eski değerlere her yerde ve her zaman karşı gelen ekspresyonizmin öncü yazarlarından Franz Held, nesnel betimlemeler yerine, giyotin sepetinden çıkmaya başlayan kesik başların altınla birlikte nasıl patladığını ve en sonunda patlamaların Paris’i yok etmesini anlatıyor.
Öznel bakışlarını okuyucusuna sunan yazarlar fantastik öğeleri de, gerçeküstü betimlemeleri de sıkça kullanıyor. Mesela Paul Scheerbart ‘Patlayan Kuyrukluyıldızlar’dan dünyaya saçılan tuza maruz kalan insanlığın sonunu ortaya koyuyor. Oskar Panizza’nın ‘Tavistock Meydanı’ndaki Suç’luları güller ve manolyalar. “Kendi kendilerini döllüyorlardı, gerçek bir bitki mastürbasyonuydu” diyen polis memuru gördüğü bu manzaranın ardından tımarhaneye düşerken, ona inanan amiri, yüksek yargıçlık mevkiine getirilebiliyor. Dışavurumcular, groteski sisteme karşı bir saldırı aracı olarak kullanıyorlar. İmparatorlukların yıkılacağı, sınırların yeniden çizileceği yeni çağın başlangıcında dışavurumcu yazarlar, insanlık için tehlike çanlarının çaldığını yazıyor. Çoğunlukla da savaş öncesi yaşanan toplumsal krizler, yeni insan, kültürel devrim, delilik, yalnızlık, bohem hayat ve mizah üzerine... Kitapta Kafka’nın öldükten sonra 1936 yılında yayımlanan ‘Akbaba’ öyküsü de yer alıyor. Yüzyılın en önemli yazarlarından Robert Musil’in ‘Dev Agoag’ı da okuyucusuna katıksız bir dışavurumculuk sunuyor. Bazıları yüzyıl önce yazılmış, yaşadıkları çağdan radikal bir kopuş, yeni bir başlangıç isteyen kara mizah ustası yazarların kısa öykülerinden oluşan ‘Patlayan Kuyrukluyıldızlar’, ekspresyonist akımın edebi boyutunu keşfetmek isteyen okuyucuya yol gösterici olacak, eşsiz bir okuma deneyimi sunacak.
PATLAYAN KUYRUKLUYILDIZLAR - EKSPRESYONİST ÖYKÜLER
Çeviren: Zehra Aksu Yılmazer
İş Bankası Kültür Yayınları, 2018