Güncelleme Tarihi:
1930’ların başında Belçika’nın Ostende limanında Köln, Viyana, Subotica üzerinden üç günlük bir yolculuğun ardından İstanbul’a varacak seyahat aracından ne bekleyebiliriz? Öncelikle belirtmeliyim ki; İstanbul yolculuğu için ‘Doğu’ya doğru yola çıkan bu tren bir Agatha Christie cinayeti gizemi barındırmıyor. İyi kurgulanmış bir tren soygunu da yok. Ya da ölümcül bir salgın hastalıktan kaçan insanları taşımıyor. Treni teröristler ya da uzaylılar da kaçırmıyor. Graham Greene’in ‘İstanbul Treni’ okuyucusuna, trendeki yolcuların uzun seyahatleri boyunca, fiziksel olarak gittikleri yoldan daha çok kendi sorunlu ruhlarına yaptıkları yolculuğu vaat ediyor. Trende bulunan birbirinden tamamen farklı karakterler, bavullarıyla birlikte şeytanlarını da yanlarında getirdikleri bir yolculuğa çıkıyor. Kitap Ünlü ‘Orient Express’i akla getirse de edebi olarak aynı raylar üzerinde gitmiyor.
20. yüzyılın en çok okunan İngiliz yazarlarından Graham Greene, romancı kimliğini bulmaya başladığı yapıtı ‘İstanbul Treni’ni sonraki yıllarda yazdığı daha ciddi, daha edebi eserlerinden ayırmak için ‘eğlence’ olarak yazdığını söyler. Kitabın 1932’de yayımlanmasından, 40 yıl sonra bir filme çekilme şansı olabilecek bir kitap yazmak için yola çıktığından bahseder. Aslında edebiyata şiirle başlayan Greene, şiirde başarılı olamayıp kısa öykü ve roman yazmaya başlamıştır. Greene, ‘İstanbul Treni’ndeki karanlık ruhlu karakterlerden Savoy üzerinden şiire ve düzyazıya bakışını “Ben şair değilim. Şair bireycidir. Canının istediğini giyebilir; sadece kendine bağlıdır. Bir romancı başkalarına bağlıdır; ifade gücüne sahip herkes gibi insandır. O bir casustur” diyerek gösterir.
Roman, gemiden trene yetişmek isteyen yolcuların koşuşturmasıyla açılır. Trene binmeyi başaran yolcuların heyecan verici maceraları ve geçmişte yaşadıkları hemen ortaya çıkmaya başlar. Trende hayatları birbiriyle kesişecek karakterler arasında kimler yoktur ki; rakip bir işletmeyi satın almak için İstanbul’a gidecek bir Yahudi kuru üzüm ithalatçısı; İstanbul’da hastalanan bir dansçının yerine geçmek için oraya giden ‘çok da güzel olmayan’ bir kadın, ülkesindeki bastırılan isyana çoktan geç kalmış eski bir Sırp komünist lider; hayatının haberinin peşinden trene atlayan lezbiyen araştırmacı gazeteci ile genç ve çekici sevgilisi; beş yıldır yakalanmamasıyla övünen uslanmaz bir hırsız; kitapları 100 bin satan başarılı bir romancı. Bu yolcuların tek ortak özellikleri, 30’lu yılların dünyasında kabul görmüş toplumsal değerlere aykırı düşmektir. Karakterlerin trenin hareketiyle birlikte geçmişte bıraktıkları hayatları, yolculuğun her bir metresinde geleceklerini şekillendirecek bir kilitle bağlanır. Tüm melankolik havanın yanında Greene’in bahsettiği eğlence kısmı ise otomobil ile trene yetişme çabası, sürgün, sahte pasaportlarla gergin sınır geçişleri, sorgulamalar, ayaküstü kurulan mahkemeler, aşk, birbirini baştan çıkarmaya çalışanlar, yapılan numaralar, şantajlar ve yalanlardır. Hepsi, Avrupa’da yapılan bu seyahatte gerçekleşir işte. Karakterlerin nereye varacağı ya da varamayacağı, yaşadıklarına ne kadar katlanıp katlanamayacakları ‘İstanbul Treni’ sayfalarında
gizli.
İSTANBUL TRENİ
Graham Greene
Çeviren: Hüseyin Gündoğdu
İş Bankası Kültür Yayınları, 2019
224 sayfa, 18 TL.