Güncelleme Tarihi:
Bir torun büyükannesini mutlu etmek için her şeyi yapar. Huysuz ve yaşlı kadın her şeyin artık istediği gibi gitmesi gerektiği fikrine kapılınca, torun doğru bildiği şeyi büyükannesine verir. Yani yalan söyler. Gerçek üzerse, yalanı mutlu eder. Alman yazar Joachim Zelter’in ‘Yalanın Erdemi’ kitabının anlatıcısı tam da öyle yapıyor. Yazarın ‘konuşmacı’sı büyükannesini yalanlarla ördüğü mutlu bir dünyada yaşatıyor.
Romanın okuma yazma bilmeyen birinci tekil kişisi, kelimenin tam anlamıyla bir anlatıcıdır. Kitap anlatıcının kasete doldurduğu seslerden oluşur. Anlatıcı küçük bir çocukken bile yalanın çoğu zaman gerçeklerden daha mutlu eden bir etkisi olabileceğini öğrenir. Doldurduğu kasetlerin ana kahramanı anlatıcının tek öğretmeni büyükannesi romanın başında, bakkaldan sosis alırken kendisini soyadları ile tanıtırsa, ayrıcalıklı davranacaklarını söyler. Ancak büyükannesinin dediği gibi olmaz. Bakkal onları tanımaz. Hayal kırıklığına uğramış ve kızgın kadına yalan söylediğinde onu tatmin edebildiğini görür. Yalanları küçük ve zararsız başlar. Her bakkala gittiğinde yalanları artar ve ne kadar büyük olursa yalanlar, büyükanne daha mutlu olur. Anlatıcı önce, bakkal ve diğer müşterilerin ona selam gönderdikleri yalanını icat eder. Bütün müşterilerin gözü önünde iyi muamele gördüğünü, ona en iyi etin verildiğini, başka sefer iyi et kalmayınca kendi yiyecekleri eti tavadan çıkarıp verdiklerini, ona bir sandalye getirip oturttuklarını söyler. Ama aslında bunların hiçbirinin gerçeklikle alakası yoktur.
Kitabın, kendini ‘yazamayan yazar’ olarak tanımlayan anlatıcısı yani ‘konuşmacı’sı sadece büyükannesine değil, okuyucuya da yalan söylüyor. Zelter bunu öyle bir işliyor ki anlatıcının abartılı açıklamaları ve yalanları okuyucuyu mutlu etmeye başlıyor. Ne kadar saçma olsa da somut, canlı ve neşeli sunulan sahneler okuyucunun zihninde beliriyor. Sonuçta hiç rahatsız olmayacağınız yalanlar silsilesi sizi içine hapsediyor.
Zelter edebiyatın temel ilkelerinden birini; gerçek olmayan şeyi okuyucunun inanmak isteyeceği, hayal edebileceği şekilde anlatmayı devreye sokuyor. Okuyucuya bu sahneleri satmak büyük bir beceri gerektirir ve Zelter bunu çok iyi başarıyor. Mesela altı yaşındayken okuma-yazma bilmeyen bir çocuğun, komşuları Martin Heidegger tarafından felsefe öğrencisi olarak kabul edilmesine, hatta doktora öğrencisi olmasına inandığınızda kendinize inanamayacaksınız. Bu noktada yine yazar okuyucunun imdadına yetişiyor. Kitabın ikinci bölümünde anlatıcı birinci bölümdeki hikâyelerin kendi icatları olduğunu kanıtlıyor. Anlatıcının büyükannesi radyo dinlemeyi çok seviyor. Ancak torunu, dünyada büyükannesinin hoşuna gitmeyen ve onu sinirlendirebilecek bir şeyin olmasını engellemek için bodrumda doldurduğu kasetleri ona dinletiyor. Kendi sunduğu haberlerle, programlarla, radyo tiyatrolarıyla dünyadaki gelişmelere daha fazla yön vermeye başlıyor.
“Neden hep hakikat? Neden? Neden onun yerine yalancılık değil? Neden yalancılık tercih edilmez?” diye soran anlatıcı, okuyucusuna da yalanın erdemlerinden bahsediyor. “Yalanlar sayesinde uzun yaşayan, çok uzun yaşayan insanlar tanırım. Evet, benim yalanlarımla yaşadıkça yaşayan, tekrar tekrar yaşayan bir insan var” derken şöyle bir aforizmayı ortaya atıyor Zelter: “Yalandan vazgeçmek, yaşamdan vazgeçmek anlamına gelir.” Kim kime yalan söylüyor? Belki de ‘konuşmacı’, ‘dinleyicisi’ne, belki de yazar, okuyucusuna. Karar vermek size kalmış. Ama bunun da bir önemi yok gibi. Sonuçta “Gerçek, bir yalancının icadı’ değil mi?