Yurtsan Atakan

Benim görüşüme göre tabancası

13 Mayıs 2005
Geçen gün <B>Hürriyet</B>’in birinci sayfasını çevirdim, <B>Emin Çölaşan</B>’ın köşesinin başlığını görünce oturduğum koltuktan düştüm. ‘Anamın ak sütü gibi helal parti’ başlığı altında, ‘Türkiye AKP iktidarı döneminde derin bir girdaptan çıktı, yediden yetmişe herkes önünü görebiliyor’, diye yazıyordu.

Akşam TV’de Başbakan Erdoğan’ı dinlerken boğazıma takılan pilav yüzünden az daha boğuluyordum; ‘Türkiye’nin iç ve dış siyaseti ABD ve AB’ye, ekonomisi bütünüyle IMF’ye bağlandı. Bunlar Türkiye’yi kucaklarına düşürdüler’, diyordu.

İnternet’e girdim, Alman gazetelerinden birinin sitesinde bir baktım bizim Orhan Pamuk. ‘Ermeni soykırımı iddialarının tarihçiler tarafından bilimsel olarak araştırılması gerekir’, diye demeç vermiş.

Merak etmeyin tırlatmadım. Bu saydıklarımın hiçbiri olmadı tabii ki.

Ama 19 Ağustos’ta Türkiye’de de gösterime girecek Otostopçunun Galaksi Rehberi filminde kullanılan silah gün gelir gerçek olursa, yukarıdaki sahnelerin hepsine şahit olabiliriz.

Filmin uyarlandığı kitapların yazarı Douglas Adams’ın hayal gücünün ürünü olan silahın adı ‘Görüş Açısı Tabancası’. Bu tabancayla ateş ettiğiniz kişi, dünyayı sizin bakış açınızdan görmeye başlıyor, olayları sizin pencerenizden değerlendiriyor.

Hıncal Uluç ve Fatih Altaylı fikir ayrılığına mı düştü. Laf yarıştıracaklarına kapacaklar görüş açısı tabancalarını, düello yapacaklar. Artık kim önce ateş eder, karşısındakini vurursa...

Aslında böyle bir silah şu anda da var. Üstelik çok daha gelişkin olanı.

Çağdaşlaşmış ülkelerde çok yaygın olarak kullanılıyor. Neredeyse herkes yanında taşıyor.

Bu silahın adı ‘empati’. Kendini karşındakinin yerine koyup, onun bakış açısından bakabilme, onun gibi hissedebilme becerisi. Sosyologların, siyaset bilimcilerin bir ülkenin, bir toplumun çağdaşlaşma katsayısını ölçerken kullandıkları en temel kriterlerden biri...

Empati silahı, düello filan da gerektirmiyor. Toplumun çoğunluğu empati becerisiyle donatılmış olduğunda, silahlar hep aynı anda ateşleniyor. İki taraf da birbirinin bakış açısını aynı anda anlıyor.

Fikir birliğine erişmek yine kolay olmuyor ama amaç fikir birliği de değil zaten. Fikir çeşitliliği çok daha önemli. Empati farklı fikirlerin, birbirlerini anlayarak yaşamasını sağlıyor.

Ne o, bize gelmez mi?

Reklamın iyisi züğürdün çenesi

Avea’nın Tarkan’lı reklamını eleştirenler, hatta reklamın Avea’dan çok Tarkan’ın tanıtımını yapmaya hizmet ettiğini iddia edenler bile var.

Her reklam tanıttığı ürün kadar, reklamda oynayanların da tanınmasını sağlar. Oyuncular peçeli oynatılamayacağına göre kaçınılmaz bir sonuç bu. Tarkan Avea’dan daha fazla tanındığına göre, diğerinin şöhretinden fayda sağlayan taraf oyuncu değil ürün.

Tarkan’ın şarkıları, günümüzün bir anda parlayıp sönen basit nameli şarkılarına benzemez.

Birkaç kez dinlendikten sonra zevk alınmaya başlanan kaliteli şarkılar yapar Tarkan. Seyirciler şarkıya yeni ısınıyor. Çok kısa bir süre içinde de ‘hit’ olacak. O zaman da ‘hit’ bir şarkı Avea ile özdeşleşmiş, Avea olumlu bir imge olarak beyinlere yerleşmiş olacaktır. İmaj sorunu olan Avea’nın buna çok ihtiyacı vardı.

Bant jöle

Avea reklamından bahsedince aklıma kozmetik firması Aveda ve yeni çıkarttığı çok ilginç bir ürün geldi. Jöleli saçlarla dolaşanların ortak sorunu saç jölelerinin bir süre sonra etkisini yitirmesi ve koca jöle tüplerini taşımanın zor olmasıdır. Aveda’nın yeni ürünü ‘Control Tape’, bu sorunu kökünden çözüyor. Aveda’nın suyla ıslatıldığında jöleye dönüşen bantları, kredi kartı boyutundaki bir kutuda her cebe sığıyor. Henüz Türkiye’ye gelmeyen Control Tape, ABD’de 20’lik kutularda 19,50 dolara satılıyor.

Doğuran robot

Bu bahsettiğim bilimkurgu filan değil tamamen gerçek. Cornell Üniversitesi bilim adamları kendi kendine üreyen bir robot türü geliştirdiler. Şimdilik kendi kendilerinin kopyalarını inşa etmekten başka bir işe yaramayan bu yeni robot türü, üreyebilen robot konseptinin gerçekleştirilebileceğini kanıtlamak amacıyla geliştirildi.

Ancak bu konsept ileride, çok daha gelişkin robotların üretilebilmesi için çok önemli bir adım. Doçent Dr. Hod Lipson geliştirdiği konseptin uzayda veya insan sağlığına zararlı ortamlarda çalışacak ve bozulduğunda kendi kendini onarabilecek, hatta kopyalarını üreterek çoğalabilecek robotların yapımında kullanılabileceğini söylüyor. Robot, kendi kendini tamir etmek ya da yeni bir robot inşa etmek için ‘molecubes’ olarak anılan modüler küpleri kullanıyor.

Cornell Üniversitesi bilim adamlarının asıl üzerinde çalıştığı konu ise çok daha felsefik tartışmalara konu olacak nitelikte. Cornellli bilim adamları deneyimlerinden ders alarak, kendi kendine öğrenen robotlar yapmaya çalışıyorlar. Ve bu konuda da çok büyük bir mesafe kaydetmiş durumdalar.
Yazının Devamını Oku

TV’de başlatılan sansür devri İnternet’e de sıçrayacak

11 Mayıs 2005
Yıllardır yazıyorum, okurlarım dışındakilere dinletemiyorum. Kelebek’in yetenekli sayfa tasarımcısı <B>Ramazan Daşçı</B>’dan rica ettim, köşemin isminde kullanılan fotoğrafıma sanal bir sakal taktı! Belki şimdi Avrupa Birliği, türban, Kıbrıs, ABD karşıtlığı ve para piyasalarından başkasına ciddi konu demeyenlerin de dikkatini çekmeyi başarabilirim. Yıllardır yazmaktan parmak uçlarımda tüy bitti ama hazır sakalı bulmuşken tekrar edeyim:

‘Türkiye’de yıllardır İnternet’in sansürlenmesini kolaylaştıracak bir zemin yaratılıyor.’

Ertuğrul Özkök geçen gün RTÜK’ün şifreli ve paralı erotik kanalları yasaklayan kararının anlamsızlığını, ‘Bugün artık bırakın erotik filmleri, pornoya ulaşmak bile sıradan bir İnternet kullanıcısı için basit bir iştir’, diyerek vurguluyordu.

Evet bugün için gerçekten öyle. Ama yarın hiç de öyle olmayabilir.

10 yıl önceden yazdıklarım, birer birer çıktı, çıkmaya da devam ediyor.

10 yıl önce yazdıklarımı, başkalarının ağzından duymaktan başlangıçta gurur duyuyordum. Ama 10 yıl önce verdiğim ‘Matbaayı ıskaladık, İnternet’i ıskalamayalım. Sanayi çağını kaçırdık, çok çok az bir yatırımla lideri bile olabileceğimiz bilgi çağını kaçırmayalım’ örneklerini, Forumİstanbul’da Microsoft yöneticisi Emre Berkin’in ağzından duymak, gururdan çok acı veriyor artık.

Çünkü 10 yıl önceki yazılarımda bıkmadan usanmadan vurguladığım bir başka nokta da, ‘Bu yeni çağı yakalamakta yılların, ayların değil dakikaların bile önemi olduğu’ idi. 10 yıl sonra Türkiye’yi Bilgi Toplumu’na taşımak gibi önemli bir hedef koyan Forumİstanbul’da, forum boyunca söylenen en isabetli laf bile olsa, hálá aynı cümleleri duymak istemiyor insan.

10 yıl olmasa bile beş yıldan uzun bir süredir de İnternet’i sansürlemeyi kolaylaştıracak yatırımların yapılmasını, stratejilerin izlenmesini eleştiriyorum. Türkiye’de tüm İnternet çıkışlarının tek elden, Türk Telekom’un sahip olduğu çıkışlar üzerinden yapılmasına çalışılıyor. İnternet altyapısının tamamının Türk Telekom’un işletmesinde olmasına, özel erişim sağlayıcıların bu altyapıyı pazarlayan şirketler haline getirilmesine uğraşılıyor. Hızlı İnternet bağlantısı sağlayan ADSL isimli nispeten yeni teknolojiyle verilen erişim hizmeti, Telekomünikasyon Kurulu tarafından tamamen Türk Telekom’un tekeline bırakılmış durumda. Rekabet olanağı kalmayan özel şirketler ölüme terk edildi.

Öte yandan Türk Telekom yurtdışı çıkışlarına kaşeleme cihazları takıyor. Tekelleşme tamamlanırsa, bu kaşe cihazları sayesinde siteler kolayca sansürlenebilecek. İşin ilginç yanı, kaşe cihazlarının teknik özelliklerinin, sansür yapıldığında kimsenin ruhunun duymayacağı şekilde yapılabilmesine bile olanak vermesi.

Ağlayacaksanız n’olur şimdi, meme için ağlayın. Bir, iki yıl sonra iş işten geçtikten sonra değil...

Şikayetle kapanacaksa önce RTÜK kapansın

RTÜK kestiği her cezaya, kestiği her kelleye ortak bir kılıf bulmuş: Yoğun şikayet geldi, biz de ceza kestik, kapattık diyor. Bu kılıfı o kadar kanıksamış ki, otomatiğe bağlamış. Sadece parayla abone olanların şifreyle izleyebildikleri erotik kanalları kapatınca da, başkanları Fatih Karaca aynı gerekçeye sığındı. İnsanların kendi özgür iradeleriyle, üstelik üzerine para ödeyerek ve paralarının karşılığı olarak vaat edilen içerikten şikayetçi olmaları, olacak iş değildi. Bu paradoksu önce Ertuğrul Özkök, ardından da birkaç yazar daha yazdı. Fatih Altaylı da tartışmaya bu işin şikayetlerle yönetilemeyeceğini, istendikten sonra her türlü şeyden şikayetçi olabilecek bir kesim bulunabileceğini belirterek katkıda bulundu. Bir katkı da benden olsun! Eğer kapatmak için şikayetçi sayısının kabarık olması yeterliyse, RTÜK önce kendini kapatsın. RTÜK’ün Fatih Karaca dönemindeki yasakçı zihniyetinden şikayetçi insanların sayısı öyle büyük bir hızla artıyor ki...

Kara lensler moda

Dünyaca ünlü Japon modacıların sayısı son yıllarda hızla artıyor. Ama Japonların dünya modasına yön veren belli başlı toplumlardan biri olmasının, çok önemli bir nedeni daha var. O da dünyanın en çılgın moda tüketicisi olmalarından kaynaklanıyor. Japonların satın alma gücü öylesine büyük ki, beğendikleri bir marka ya da benimsedikleri bir tarz çok geçmeden dünya modası oluyor. Japon kadınları şu sıralar renkli lenslere takmış durumda. Ama öyle yeşil, mavi renkli lenslere değil. Kuzgun karası, irice lenslere... Gözün renkli kısmı iris tabakasından daha büyük olan bu kara lensler, takanlara çizgi karakterlere özgü sevimli bir hava veriyor. Yakında, Nişantaşı ve Bağdat Caddesi sokaklarında, Japon çizgi filmlerinden fırlamış Türk lolitalarıyla karşılaşırsanız şaşırmayın.

Bebeğe organik kıyafet

Organik tarım Türkiye’de de yaygınlaşmaya başladı. Yakında hem lüks olmaktan çıkacak, hem de Türkiye dünya çapında niş bir pazar yakalamış olacak. Çeşit az olsa da organik bebe maması da bulunabiliyor artık Türkiye’de. Peki ya organik bebek kıyafetleri? Bebeğini, zararlı çevre etkilerinden en duyarlı oldukları ilk yıllarında mümkün olduğunca uzak tutmaya çalışanlardansanız, organik bebek kıyafeti alabileceğiniz bir dükkan da var artık Türkiye’de. Teşvikiye’deki NN Baby Gifts, yüzde 100 organik pamuktan üretilmiş, hiç kimyasal maddeye maruz kalmamış, tamamen doğal renklerde bebek kıyafetleri sunuyor. İnternet’te de şubesi olan NN Baby Gifts, bebeklere hediye almak isteyenlere çok özel alternatifler sunmasıyla da meşhur. www.nnbabygift.com
Yazının Devamını Oku

Anne çöl çiçeği gibidir

6 Mayıs 2005
Bu pazar Anneler Günü. Annelerimizin paha biçilmez değerini bildiğimizi bir nebze de olsa göstermemizin günü. Anneler çöl çiçeği gibidir. Değerini ancak çıkar gütmeden sevebilenler bilebilir. Çocukken annesini herkes sever. Önemli olan büyüyünce, anne desteğine ihtiyaç kalmadıktan sonra da sevmek ve bu sevgiyi gösterebilmek.

Çiçeğin güzelliğinin tadını kırda dolaşırken çıkartmak kolay. Ama çölde karşılaşılan çiçeğin güzelliğinin hakkını ancak çiçekleri gerçekten sevenler verebilir.

Bu pazar tüm çöl çiçekleri için mutluluk dolu bir bayram olsun. Ama tabii özellikle annelerim Nesrin Atakan, Nevin Aksoy ve onların anneler günü bu sene ilk kez kutlanacak kızı, eşim Lale Atakan’ın pazarı, çifte bayram olsun.

Bilgi toplumuna Reina’dan girilir

Hafta sonu akşam yemeğinden çıkıp, gideceğiniz bara karar verirken, cep telefonunuzun ekranından, seçenek olarak düşündüğünüz barların o anki ortamını görmeyi istemez miydiniz?

Ya da yurtdışından gelecek müşterinizi çıkaracağınız akşam yemeği için rezervasyon yaparken, oturacağınız masayı bilgisayarınızın ekranına gelen plana bakarak seçerek, iş yemeğinizi berbat edecek bir sürprizi baştan önlemeye ne dersiniz?

Statta maç seyrederken, önemli pozisyonları cep telefonunuzdan istediğiniz anda, tekrar tekrar seyredebilmeyi, hayatınızın her anını videoya kaydetmeyi ve istediğiniz anı sonradan kolayca bulabilmeyi, okuduğunuz kitapta altını çizdiğiniz cümlelere aylar geçtikten sonra bile anında ulaşabilmeyi, yaptığınız en ufak harcamaların dökümünü yıllar sonra alabilmeyi istemez misiniz?

Bilgi Toplumu işte tam da bunları yapabilmenize olanak tanıyan teknolojik altyapılara kavuşturulmuş olmanız demek.

Toplumun her kesiminin ister günlük yaşamında, ister ticari faaliyetlerinde, ister devletle olan ilişkilerinde bilgisayar ve iletişim teknolojilerinden en üst seviyede yararlanabilmesi, bu teknolojilerden zamanını ve kaynaklarını en verimli şekilde kullanabilecek şekilde faydalanabilmesi demek.

* * *

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül birkaç hafta önce Doğan Medya Grubu yazarlarıyla, söylediklerinin yazılmaması kaydıyla bir toplantı yaptı.

Bu toplantıda; hükümetin önündeki en büyük iki önceliğin AB’ye ve Bilgi Toplumu’na girmek olması gerektiğini, birinci hedefe ulaşmada başarılı bir icraat sergilemelerine karşılık ikincisinde başarısız olduklarını iddia ederek, Bilgi Toplumu olma yolunda ne zaman strateji çizeceklerini sormuştum.

Verdiği cevabı yazamıyorum ama hükümet olarak bu konuya verdikleri önemde çok samimi oldukları izlenimine kapıldığımı söyleyebilirim.

Dün başlayan Forum İstanbul’un bu yılki konusu, Başbakan Erdoğan’ın telkinleriyle Bilgi Toplumu olma yarışının içine girmek olarak değiştirilmiş.

Hükümetin bu konudaki samimiyetinin yeni bir kanıtı olarak algılıyorum. Forum İstanbul da kalitesini kanıtlamış bir etkinlik. Ama bu yılki programına bakıyorum da, Türkiye’yi Bilgi Toplumu’na taşımaya yönelik yeterli bir içerik göremiyorum.

Çoğunlukla yapıldığı gibi Bilgi Toplumu olma kavramı yine bilişim sektörünün güçlü olduğu toplumla karıştırılmış. Bilişim sektörü de Milli Eğitim Bakanlığı’nın öğretmenlere dizüstü bilgisayar ihalesinde yapıldığı gibi, Microsoft ve Intel’den ibaret sayılmış. Bilgi Toplumu’nun olmazsa olmaz taşlarından biri olan açık sistem kavramının esamesi okunmamış.

Bilgi Toplumu kavramı tüm sektörleri ve tüm nüfusu kapsayacak şekilde işlenmemiş. Sadece tarım, eğitim ve finans sektörüne yönelik panellerle yetinilmiş.

Hükümetin Bilgi Toplumu’na girme konusundaki iyi niyetini artık hızla icraate dönüştürmesi gerekiyor. Dışişleri Bakanı Gül’ün samimiyetinin fiiliyata dönüşmesini dört gözle ve umutla bekliyorum.

Ya kaynanalar da soyunmaya kalkarsa

Türk dergiciliğinin insanlığa armağanı Boxer dergisi, ‘İnsanlığa armağanımız olsun’ diyerek evlenme programlarına katılan kızlardan dokuzunu soyup, fotoğraflamış ve mayıs sayısının ücretsiz eki olarak yayınlamış. Evlenme programı kızlarını soyduk, diyorlar ama aslında soydukları dokuz kızdan ikisi ‘Survivor’ ve ‘Biri bizi gözetliyor’ gibi farklı türden gerçekçi yaşam şovu programlarına katılanlardan. Evlenme programlarına katılan ve Boxer için soyunan yedi kızdan altısının ortak özelliği, katıldıkları yarışmalardan evlenemeden çıkmış olmaları.

Derginin özel eki için soyunan, ekranda kalmışlardan Ebru Özerden Biz Evleniyoruz’ yarışmasına katılmasının nedenini, ‘Tek istediğim televizyon camiasına girebilmek için bir basamak olmasıydı’, diyerek açıklıyor. Nereden başlayacağını bilemediği için şöhret olma yolunda bir basamak olarak görmüş ama şimdi ‘Meğer değilmiş aslında’, diyor.

Ekranda daha çok kalmak istiyor olacak ki, bu kez de soyunmayı bir basamak olarak görmüş. Bir kere daha yanılmış olmasını umarım. Boxer’a soyunan kızlardan biri bile, bu sayede şöhreti yakalayacak olursa, kaynanaların da birer birer dökülüp, açılmasından korkarım.
Yazının Devamını Oku

Öpsün geleceği Çoban Ahmet

4 Mayıs 2005
Eski tarihli bir gazeteden okuduğu yazı sayesinde <B>Teknoloji Holding</B>’e danışman olan <B>Çoban Ahmet</B>’in hikayesini yazarken, yer darlığından bazı ayrıntılara değinememiştim. Bu ayrıntılardan önemli bir tanesi de Çoban Ahmet’in, sevdiği köşe yazarları arasında bir numaraya oturttuğu Umur Talu’yla ilgiliydi.

Bu hafta yazarım diyordum, Umur Talu benden önce yazmış! Umur Talu ile Çoban Ahmet’in tanışıklığı eskilere dayanıyor. Talu, köşesinde cep telefonu numarasını verme cesaretini gösterebilen sanırım tek yazar.

Ahmet Kaplan da bir köşe yazarını cep telefonundan arayıp, fikir alışverişinde bulunma cesaretini gösteren belki de tek çoban. İşte bu yolla kurdukları dostluk yıllar boyu sürmüş. Şimdi Çoban Ahmet’in başarısıyla iftihar etmeye en çok Talu’nun hakkı var.

Talu, ‘Hürriyet’in manşetini sevdim’ demiş ve eklemiş, ‘Gerçi, ülkedeki yaygın yoksulluk ve çaresizliğe hep deva diye sunulanlardan bir ‘sıfırdan başarı’ öyküsü gibiydi ve...’

Umur Talu, bu ‘ön çekince’yle girdiği yazısını, Çoban Ahmet’in başarısını bir çoban yıldızının çizdiği yön olarak tanımlayarak, övgüyle bitirmiş.

Ben yine de Talu’nun çekincesine hepten karşıyım. Başarı öykülerine çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Yaygın yoksulluk ve çaresizliğe gerçekten deva olduklarını düşünüyorum. Keşke her gazetenin manşetini, her hafta en az bir kere, bir başarı öyküsü süslese. Keşke bu başarı öyküleri hep Çoban Ahmet’in ki gibi olsa. Şark kurnazlığıyla elde edilmiş zenginlikler değil, çalışma ve akılla erişilen başarılar olsa.

Gelip geçen kuyruklu yıldızlar kadar yol gösterici Çoban Yıldızları da konuşulsa.

Fütürist mi gelecekçi mi

Doğan Satmış’ın Okur Temsilcisi’ne Mektuplar köşesinde Mehmet Toy isimli okurumuzun bir eleştirisi yayınlandı. ‘Çoban Ahmet fütürist oldu’ manşetinde ‘fütürist’ kelimesini kullanmamızı eleştirmiş. ‘Neden haberlerinizde Türkçe kelimeler kullanmıyorsunuz?’ diye soruyor.

Hem haklı, hem haksız. Yazılarımda yabancı kelime kullanmamaya özen gösteriyorum. Ama öz Türkçe fetişisti de değilim. Bir kelime eğer dilimize yerleşmişse kullanmaktan çekinmem. Okunduğu gibi yazdığımda garipsemiyorsam Türkçe’ye yerleşmişliği ile ilgili önemli testlerden birini geçmiş demektir.

Örneğin ‘imeyl’ yazdığımda garipsediğime göre, konuşma dilinde ne kadar yaygın kullanılıyor olursa olsun ‘e-mail’ diye yazmam. ‘Fütürist’ kelimesine gelince. ‘Fütürist’ Türk Dil Kurumu İmlá Kılavuzu’nun 1996 baskısında bile kullanılmış, dolayısıyla Türkçe’ye girdiği çoktan tescillenmiş bir kelime.

Buna ek olarak, Çoban Ahmet’in İstanbul’a gelmesine vesile olan yazı ‘Fütüristler Derneği’ ile ilgiliydi. Ahmet Kaplan İstanbul’a geldiğinde, benim de kurucu üye olarak bulunduğum ön toplantılardan birine katılmıştı. Gerçi kuruluş tartışmaları sırasında ben bu isme itiraz etmiş ‘Gelecekçiler Derneği’ ismini önermiştim ama ana dernek olan ‘Dünya Fütüristler Derneği’ ile uyumlu olması açısından ‘Fütüristler Derneği’ isminin kullanılması benimsenmişti.

Başlıkta kullanılan ‘fütürist’ kelimesi işte bu özel isimden geliyor. ‘Çoban Ahmet gelecekçi oldu’ demek, ‘Lions Derneği’ne katılan biri için ‘arslan oldu’ başlığını kullanmak gibi olurdu.

Türkiye’nin Napa Vadisi

Sevilen şaraplarının uzmanının Denizli’deki toprağı benzettiği Napa Vadisi’nin en pahalı şaraplarından olan Opus One’ın ocak ayında ziyaret ettiğim modern bir tapınağı andıran şatosunu görünce, Opus One yerine yanlışlıkla Opus Dei’ye mi geldim diye düşünmüştüm.

Ertuğrul Özkök pazar günü yazılarının sonuncusunda ‘Türkiye’nin Napa Vadisi neresi?’ sorusunu soruyor ve uzmanlardan aldığı görüşlere de dayanarak Denizli’nin Güney ilçesi ile Kapadokya civarını aday gösteriyor. Bu iki adaya kendi tecrübelerinin ışığında Trakya ve Çeşme’yi de ekliyor. Benim bir adayım daha var; Güneydoğu Anadolu... İsrailli yatırımcıların bölgede şarap üzümcülüğüne uygun arazi aradıklarını da GAP uzmanlarından biliyorum.

Dünya şarap kültüründe Türkiye’nin en prestijli üzümü olacağına inandığım Boğazkere’nin anavatanının Diyarbakır olduğunu da belirteyim. Zaten Türkiye’nin birden fazla şarap vadisine ihtiyacı var. En büyük eksiğimiz taşıma üzüm yerine, kendi yetiştirdiği üzümü kullanan şatoların yoğunlaştığı bölgelerin olmaması. Ankara’nın Kalecik bölgesi bu yolda en hızlı gelişen bölgelerden biri. Güneydoğu’da yaygınlaşacak şato şarapçılığı, yaratacağı turistik canlılıkla da bölgeye çok şey katacaktır.
Yazının Devamını Oku

‘Devlet Sırrı’ şarap raporu

29 Nisan 2005
CHP milletvekili <B>Orhan Diren</B>, birkaç hafta önceki ‘CHP’nin ideolojik şarap çanağı’ başlıklı yazımın hemen ardından bir e.mektup göndermişti. Yazımı hem memnuniyetle, hem de üzülerek okumuş. Toplantı salonundaki resimde Atatürk’ün elinde rakı kadehi değil, kahve fincanı olduğunu yazmış.

Fotoğrafa çok daha dikkatli bakınca, haklı olduğunu gördüm. Atatürk’ün polemik konusu olan bir başka fotoğrafıyla karıştırmışım. Hatamdan dolayı üzüntü duydum. Ama bu, eleştirimin özünü haksız çıkartan bir hata değil. ‘CHP’nin ideolojik şarap çanağı’ başlıklı yazımda CHP’yi, şarapçılığı tehdit eden vergi sorununu ‘alkol içmeyi Atatürkçülükle özdeşleştiren bir imaj eşliğinde’ ideolojik bir platforma taşımış olmasından dolayı eleştirmiştim. Raporun basına sunulacağı toplantı için Atatürk’ün Florya Köşkü’nün seçilmiş olması, CHP’nin niyetini görebilmek için tek başına yeterli bir gösterge. Ünlü gurme Ali Esad Görsel de Sabah’ın ‘aktüel’ ekinde geçen pazar günü yayınlanan yazısının tamamını, mekan olarak Florya Köşkü’nün seçilmiş olmasının yanlışlığına ayırmıştı. Görsel Türk şarapçılığının önünü açan Cumhuriyet devriminin bu ünlü mekanının, girişilen kültür devriminin ruhunu yansıtmaktan ne kadar uzaklaştığını vurguluyordu. Yani CHP’nin mekan seçimi bilinçliydi ama CHP mekanın bu kültür devriminden uzaklaştığının bile farkında değildi.

Konuyla ilgili 4 Şubat tarihli ilk yazımda ise, ‘Türk şarabı yeni yeni gelişmeye başladı. Dış pazara açılabilmeleri için öncelikle iç pazarda güçlü olmaları gerekiyor. Ama sanki bunu istemeyenler var. Önce yabancı şarapların ithalatı kolaylaştırıldı, şimdi de şaraba fahiş vergi oranları getiriliyor. Dünya markası yaratabileceğimiz ender pazarların birinden olmayalım’, demiştim. Son yazımda da, CHP’nin raporda işin sadece mikro ekonomik boyutuyla ilgilenmesini, küresel arenadaki makro ekonomik önemiyle ilgili verileri sunmamış olmasını eleştirmiştim. Diren gönderdiği mektupta ‘Konu medya tarafından her ne kadar şarap ağırlıklı takdim edildiyse de (ki bu bize de bir eksiklik gibi geldi), raporumuz büyük ağırlıkla sizin de arzu ve temenni ettiğiniz gibi AB üreticileri ile mukayeseli sorun ve çözüm önerilerini içeriyordu’, demiş. Rapor herhalde devlet sırrı ki, aradan üç hafta geçmesine rağmen hálá lütfedip göndermediler ve içeriğini öğrnemedim, herhalde Diren’in söylediği gibidir.

En tapon Türk şarkıcılar

Türkçe pop müziğin taponları kimlerdir hep merak edip dururdum. Sonunda Kral TV bu merakımı giderdi. Kanallar arasında zıplarken bir baktım Kral TV’de Türkçe popun tapon listesini sıralıyor. Kaçırmadım, Türk popunun taponlarını siz de merak edersiniz diye not aldım. Adettendir sondan başlayıp birinciye doğru gideyim.

10. Emel Müftüoğlu

9. İlhan Şeşen

8. Pamela

7. Hande Şener

6. Çelik

5. Barış Akarsu

4. Haluk Levent

3. Göksel

2. Gece Yolcuları

Ve haftanın en birinci taponu kim dersiniz? Nilgül... Hepsine katılmasam da güzel bir tapon listesi yapmışlar, bravo Kral TV’cilere diyordum ki... Sunucunun tapon listesi, tapon listesi diye çığırtıp durduğu sıralamanın logosu ekrana gelmesin mi? Meğer tapon dedikleri ‘Top 10’ listesiymiş. Başı İngilizce kıçı Türkçe tamlamalar uydurmaya devam edersek, bakalım daha neler işiteceğiz?..

Sağlık ve lezzet tavukta saklı

Geçen hafta Türkiye’nin önde gelen gurmeleri ve yaşam kültürü yazarları olan Ahmet Örs, Ali Esad Görsel ve Mehmet Yaşin’le bir akşam yemeğine davetliydim. Ömür Piliç Genel Müdürü Hasan Tulgar’ın ev sahipliğindeki yemek ParkSA Hilton’un terasındaki, nefis manzaralı Artz restoranındaydı. Yemeğin en güzel yanı, mönüdeki yemeklerin Türkiye Aşçılar Milli Takım Kaptanı olan şef Eyüp Kemal Sevinç’in eli ve beyninin eserleri olmasıydı. Ömür piliçlerini kullanarak yarattığı mönü enfesti. ‘Tavada kızartılmış zeytinli ve domatesli tavuk budu’ tavuktan dört dörtlük ana yemek olmaz diyenleri utandıracak lezzetteydi. Şefe ek olarak Ömür piliçlerinin hakkını da vermek gerekir. Bu arada Erman Toroğlu’na aldırmayın, tavuk balıktan sonra en sağlıklı et. Sadece Ömür değil, iyi ve tanınmış bir marka olduktan sonra, hepsini afiyetle yemeye bakın.

Engin Ardıç okuyan Fransız taksici

Engin Ardıç, ‘Siz Fransız taksi şoförlerinin harıl harıl Proust okuduklarını mı sanıyorsunuz’, diye sormuş. Proust okuyan Fransız taksi şoförüyle karşılaşmadım doğrusu ama müşteri beklerken kitap okuyan çok taksi şoförü gördüm Fransa’da. ABD’de, İngiltere’de, Fransa’da kitap okuyan, satranç oynayan çok evsiz ve sokak serserisi de gördüm. Ama Türkiye’de bir kafede kitap okuyan tek bir Türk burjuvasına dahi rastlamadım.

Teyzemin Nostradamus sakalları olsaydı

Komplo teorileri ve mistisizme takan gazetelerde Nostardamus’un kehanetlerine nur yağıyor. Peki ama 1990’lı yılları, Nostradamus’un 1999’u kıyametin kopacağı yıl ilan eden kehanetlerinin haberleriyle geçirmemiş miydik?
Yazının Devamını Oku

TT’yi ne satalım ne besleyelim

29 Nisan 2005
Geçen sayımızdaki ‘Türk Telekom satılmasın’ başlıklı yazıma olumlu, olumsuz çok tepki geldi. Yazımın sonlarında, asıl çözülmesi gereken sorunun telekom piyasasının tam anlamıyla serbestleşmesinin sağlanması olduğunu belirtmiştim. Olumsuz tepki gösterenlerin çoğunluğu nedense yazımın bu bölümünü kaale almadan yapmışlardı değerlendirmelerini ve TT’nin kárının nedeninin tekel olmasından kaynaklandığını görmemekle suçluyorlardı beni.

Şimdi olası farklı senaryoları hep birlikte değerlendirelim.

TT satılmıyor, serbestleşme sağlanamıyor: Olabilecek en kötü senaryo bu herhalde. Yani şu andaki durumun aynen devam etmesi, TT’nin kamu kuruluşu olarak kalması ve Telekomünikasyon Kurumu’nun serbestleşmeyi sağlayacak düzenlemeleri yapmaması. Bu kötü senaryoda TT yine astığım astık, kestiğim kestik tavrını devam ettirir. Piyasada rekabet edecek koşullar sağlanamadığı için telekomünikasyon sektörü iki adım ileri, bir adım geri temposunda gelişmeye devam eder.

TT satılıyor, serbestleşme sağlanamıyor: Kamu tekeli gider, yerine özel tekel gelir. Bir önceki senaryoya olabilecek belki de en kötü senaryo demiştim ama bu senaryo aslında daha da beter olabilir. Özel sektör tekeli, hiç değilse siyasi idare tarafından bir nebze de olsa dizginlenebilen, terbiye edilmiş kamu tekelinden çok daha acımasız davranacaktır. Özel sektörün tekeline kalan sektörde kimse yaşayamaz.

TT satılıyor, serbestleşme sağlanıyor: TT’yi satın alan şirket, zırıl zırıl ağlamaya başlamakta gecikmeyecektir. En ufak bir yönetmelik değişikliğinde, en ufak bir vergi artırımında, en ufak bir düzenlemede TT’yi bize satarken böyle değildi, şimdi bizi boğmaya kalkışıyorsunuz diye yakınacak, devleti ve ilgili kurumları hep sık boğaz edecek, gerekli düzenlemelerin yapılmasını geciktirmeye çalışacaktır. Her yeni yönetmeliği, her yeni düzenlemeyi tahkim kurullarına götürmeye kalkışacak, hükümeti sürekli Avrupa’ya şikayet edecektir.

TT satılmıyor, serbestleşme sağlanıyor: İşte en güzel senaryo. TT’yi kimseye satmazsın, sadece belli oranda bir hissesini borsada halka arz edersin. Tamamını satmaya yakın bir gelir elde eder, tamamen serbestleştirmeyi başarabildiğin piyasada TT’yi kaderine, kendi kendine tasfiye olmaya terk edersin. Kendi kendine tasfiye oluncaya kadar hazineye devredeceği kár da yanına kalır. Üstelik halka açılmış, şeffaf bir TT’nin daha iyi yönetileceğini de bekleyebiliriz.
Yazının Devamını Oku

Kiloyla gazete okudu çobandı fütürist oldu

27 Nisan 2005
<B>Ahmet Kaplan</B>, Kömürlü köyünde çobanlık yapıyor. <B>Mersin</B>’e 250 km uzaklıkta olan köyüne gazete gelmediği için kasabaya indiğinde kiloyla hurda gazete alıyor. Köyüne dönüp keçilerini güderken de, kiloyla aldığı gazeteleri satır satır okuyor. Özellikle de bilim ve teknolojiyle ilgili yazıları.

Benimle ve Hürriyet e.yaşam’la tanışıklığı da bu merakından. e.yaşam’ın tüm yazarlarını okuyor. Ama o gün elinde tuttuğu, kiloyla aldığı için birkaç ay eski tarihli Ağustos 2004 sayısının konuk yazarı Alphan Manas, diğer tüm yazarlardan daha fazla ilgisini çekiyor. Teknoloji Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Alphan Manas aynı zamanda Dünya Fütüristler Derneği Türkiye Başkanı. Şu sıralarda, aralarında bulunduğum birkaç kurucu üyeyle birlikte derneğin Türkiye şubesinin kuruluşu için çalışıyor. e.yaşam’da çizdiği gelecek portresi, genç çobanın içindeki fütüristi canlandırıyor.

Çoban Ahmet’in sıradışılığı, şehirlilerden daha fazla gazete okumasıyla sınırlı değil. Biraz Yılmaz Erdoğan’ın Deli Emin tiplemesini andırıyor. Muhtar onu biraz uçuk diye tanımlıyor. Kasabaya indiği günlerde mutlaka İnternet Kafe’ye gidiyor. Kasabaya iner inmez, Alphan Manas’a bir e.posta mesajı gönderiyor. Fütüristlerin birleşme çalışmalarının nasıl gittiğini, sermayenin fütüristlere yaklaşımını soruyor. Oluşuma fikren katkıda bulunmak istiyor.

Alphan Manas mesajı alınca çok şaşırıyor. Arkadaşlarını Hollywood prodüksiyonlarını aratmayacak şakalarla işletmeye meraklı olduğu için şüpheleniyor. Ama mektup o kadar içten ve güçlü mesajlarla dolu ki, soruyor, soruşturuyor, köyün muhtarını bulup, yazışıyor... Çoban Ahmet’in gerçekliğinden emin olunca da, İstanbul’a davet ediyor.

Çoban Ahmet geçen hafta Alphan Manas’ın misafiri olarak İstanbul’daydı. Fütüristler Derneği’nin kuruluş çalışmalarına katkıda bulunurken, çok verimli saatler geçirdik. 24 yaşında ve ilkokul mezunu (şimdilik) olan Çoban Ahmet’in macerası asıl bundan sonra başlıyor... Çünkü Teknoloji Holding, bu mucize adamı İstanbul’a yerleştirmeye ve fikirlerinden yararlanmaya karar verdi. Her holdingin böylesi insanlara ihtiyacı var.

SAVAŞ AY’DAN SAZAN YAZI

Medyanın komplo teorisi geyiği yapma furyasına ne yazık ki sevgili Savaş Ay da kapıldı sonunda. Savaş Ay’ın çok ilginç bulup, köşesine taşıdığı garip durum şu: ‘Bilgisayarda Microsoft’un Word programını kullanarak Q33NY yazıyorsunuz. Sonra bu yazıyı Windings yazı karakterine çeviriyorsunuz. Ve karşınıza Q33NY çıkıyor’. İddiaya göre Q33NY, 11 Eylül’de New York’taki İkiz Kuleler’e çarpan uçaklardan birinin uçuş koduymuş.

Aklı başında birinin aklına gelen ilk soru Savaş Ay’ın da aklına geliyor. Q33NY’nin bu uçaklardan birinin uçuş kodu olduğu ne malum? Soru doğru ama Savaş Ay’ın cevap bulma yöntemi Q33NY’yi Windings karakterine çevirince alınan sonuçtan daha da ilginç bir sonuç veriyor. Cevap arama makinelerinde diyor Savaş Ay, ‘Yazın bu kodu, yanına 11 September (Eylül) ekleyin, görün bakalım olay gününü anlatan tüm haberlerde uçağın kodu bu mu değil mi.’

Ama gelin görün ki, Savaş Ay’ın yöntemini kullanınca, karşınıza gelecek listede konuyla ilgili haberlerden çok, büyük bir çoğunlukla iddianın yanlışlığını kanıtlayan kaynaklar sıralanıyor. Savaş Ay, ‘Belki de olayın çok basit ve makul bir yanıtı var’ demiş. Evet doğru, olayın çok basit bir yanıtı var. Q33NY kodlu bir uçuş ne o gün oldu, ne de başka herhangi bir zaman. Uçuş kodları iki harfi takip eden üç ya da dört rakamdan oluşur. 11 Eylül’ün faili uçakların uçuş kodları da Q33NY değil, AA11, AA77, UA93 ve UA175.

Savaş Ay yazmamış ama ben ekleyeyim, asılsız iddianın bir başka versiyonunda Q33NY’nin uçuş kodu değil de, uçağın kimlik kodu olduğu iddia ediliyordu. Ancak bu iddia da saçma çünkü ABD’deki tüm sivil uçakların kimlik kodu istisnasız ‘N’ harfi ile başlıyor.

Hadi eğlencelik bir komplo teorisi de benden. Word’de SAVAŞ AY yazıp Windings’e çevirin: SAVAŞ AY.

Sony Walkman dirildi

Aplle’ın iPod’u, başarısını çığıran tüm o medya patırtılarına rağmen bana hep itici gelmiştir. Taşınabilir müzik benim için Walkman ile eşanlamlıdır, Walkman de Sony ile... Sony’nin piyasaya son günlerde sürdüğü ve/veya duyurusunu yaptığı ürünleri görünce Walkman’in yeniden doğuşuna tanık olduğum için nostaljik bir sevinç duydum.

Öyle binlerce CD’yi tek bir aletin içinde, yanımda taşımak gibi bir niyetim yok. Bu nedenle birer kibrit kutusu büyüklüğündeki NW-E100 ve NW-E400 modelleri yeter de artar benim için. 1 GB’lık olanları 70’e yakın CD’yi sığdırıyor içine ama 256 MB’lık olanları da işimi görür. Radyosu da olsun dersem NW-E500 var. Ama Sony’nin 20 GB’lık yeni modeli NW-HD5 gerçekten etkileyici. 13 bin şarkıyı topu topu 125 gr.’lık küçücük bir aletin içine sıkıştırıyor. Üstelik MP3’e göre çok daha üstün özellikler sunan ATRAC3Plus formatında.

MP3 de çalan NW-E500’ün bir başka çarpıcı özelliği ise özel algılayıcısı sayesinde, ekranın tutuş şekline göre dönmesi ve cihazı nasıl tutarsanız tutun ekran görüntüsünün kendini size göre ayarlaması. Sony’nin yeni Walkman’i, Apple’ın iPod’una ilk ciddi rakip.
Yazının Devamını Oku

Pop feminist balonu patladı

22 Nisan 2005
Geçen yüzyılın yaklaşık son 30-40 yılına damgasını vuran <B>pop feminist</B>lerin sık sık atıfta bulundukları, sözde bilimsel tezlerden biri daha yerle bir oldu. Kadın erkek eşitliğini savunan feminizm akımının popüler uzantısı olan pop feminizm, kadın erkek eşitliğinden çok, kadını üstün tutan bir cinsiyet ayrımcılığı savunuyordu.

Çatalhöyük’te bulunan tanrıça heykellerini de, ideolojilerinin destekçisi olarak kullanmaya çalışıyorlardı. Pop feministlere göre bu tanrıça heykelleri, dünya üzerindeki ilk toplumların kadın egemen olduğunun kanıtıydı. Yani dünya başlangıçta kadın egemen toplumlardan oluşuyordu ve doğal olanı da buydu. Ama zamanla toplumlar dejenere olmuş ve günümüzün doğaya aykırı erkek egemen toplumları ortaya çıkmıştı...

Stanford Üniversitesi’nden Arkeoloji Profesörü Ian Hodder, ünlü bilim dergisi Scientific American’ın özel sayısında yayınlanan makalesinde, pop feministlerin tezinin demode ve dayanaksız olduğunu ortaya koyuyor. Yıllardır Türkiye’de çalışan, Çatalhöyük arkeolojik araştırma ve kazı projesinin direktörlüğünü yapan Prof. Hodder makalesinde, 9 bin yıl öncesinin toplumsal yaşamını incelemekte, binlerce yıllık heykelleri günümüz değerleriyle yargılamaktan çok daha bilimsel yöntemler olduğunu vurguluyor.

Kadın ve erkeğin toplumdaki statülerini belirlemek için kullanılan yöntemlerden biri, günlük yeme alışkanlıklarına bakmak. Eğer kadın ve erkek farklı yaşamlar sürmüşlerse ve biri diğeri üzerinde hakimiyet kurmuşsa, o zaman hakim cinsiyetin daha iyi beslenmiş olması beklenir. Bunun için bilimadamları, bulunan kadın ve erkek iskeletlerinin kemiklerine izotop testleri uygulamışlar. Sonuçta Çatalhöyük’te yaşayan kadın ve erkeklerin beslenme biçimlerinin aynı olduğu saptanmış.

Hacettepe Üniversitesi’nden Başak Boz’un dişler üzerinde yaptığı araştırma da kadın ve erkek arasında belirgin bir fark olmadığını ortaya çıkartmış. Theya Molleson ise kemiklerdeki yıpranmaları incelemiş. Bu araştırmanın sonucu da kadın ve erkeklerin yaşamları boyunca aynı işleri yaptığını göstermiş.

Çatalhöyük’te insanlar bacasız ocaklarla ısınıyorlarmış. Odaları dolduran kurumdan insanların ciğerleri de nasibini alıyormuş. Bilimadamları ciğerler çürüdükten sonra iskeletlerin üzerinde kalan bu kurumları incelediklerinde her iki cinsin iskeletinde aynı miktarda kurum bulmuşlar. Yani kadın ve erkeklerin evde geçirdikleri süre birbiriyle aynıymış.

Araştırma sonuçlarının tamamını buraya sığdırmam mümkün değil. Şu kadarını söyleyeyim: Arkeoloji ve antropoloji biliminin Çatalhöyük’teki bulguları pop feminist söylemi değil, artık neredeyse unutulan kadın, erkek eşitliğini savunan gerçek feminizmi destekliyor. Yani 9 bin yıl önce kadın ve erkeğin toplumdaki statüsünün eşit olduğunu.

Pozitif ayrımcılık gibi nanelere takılıp kalanlara duyurulur.

Ali razı Binboa’ya

Binboğa gitti Binboa geldi, hoşgeldi. Hoşgeldi de niye ‘ğ’si boş geldi, onu anlayamadım. Üretici firma Mey, yurtdışı pazarlara da açılmayı düşündüklerini, yumuşak ‘g’yi markadan o nedenle çıkarttıklarını söylüyor. Kendi dilinden bu kadar utanan bizden başkası yoktur diye tahmin ediyorum. Eğer yurtdışına açılmak için her dilde olmayan harflerin markada olması sorun olsaydı, Fransızlar neden Mo‰t&Chandon’daki ‘’yi, Meksikalılar Kahl£a’daki ‘£’yu, İspanyollar Marqués de C seres’teki ‘é’ ve ‘ ’yı markalarının yazılışından çıkartmıyorlar? Allahın İngiliz’i ‘binboğa’ yazınca yanlış okuyacak da, ‘binboa’ yazınca mı doğru okuyacak? Hem ‘binboğa’yı ‘binboga’ diye yanlış okusa ne olur?

Binboa’nın şişe tasarımı çok güzel olmuş, tebrikler. Tadını bilmiyorum, bir şey söyleyemeyeceğim. Ama adındaki bu anadil kompleksi hiç hoşuma gitmedi.

Her hafta evinize taze çiçek gelsin

Anneler Günü’nde bir değişiklik yapın ve annenize sadece Anneler Günü’nde değil, her hafta çiçek alın. Üstelik çiçekler annenizin zevkine, vazolarına, evine özel hazırlansın, istediğiniz günlerde, istediğiniz saatte eve teslim edilsin. Bu hizmeti veren Eren Tapan’ın açtığı Eren’s Flowers.

‘Eren her sabah mezata gider’, diye tanıtıyor kendini, ‘En taze, en güzel çiçekleri alır. Doğadan topladığı dallar, yapraklar ve taşlarla birlikte atölyesinde düzenler.’

Eren Tapan, özenle hazırladığı bu aranjmanları abone olan evlere ve ofislere, her hafta kapıdan teslim ediyor. Hem de size ve evinize özel tasarımlarıyla. Eren Tapan ilk kez abone olacakların evini ziyaret ediyor, vazoları ve mekanı görüyor. Çiçek tasarımlarını da bu mekana ve abonenin kişisel zevklerine göre yapıyor. Evlere hitap eden standart paketinin dört haftalık abone bedeli 100 YTL. Haftada 25 YTL’ye evinizden taze çiçek eksik olmuyor. erensflowers.com

31 yıllık şarap

Yediğimi, içtiğimi bir fikirle bağdaştırmadan yazmak adetimden değildir ama bu seferki o kadar olağanüstü bir deneyimdi ki yazmak zorunda hissediyorum. Geçen hafta Bordo Ticaret Odası’nda bir akşam yemeğine katıldım. Fırında Ördek ile sunulan şarap tam 31 yıllıktı. Chateau Vieux Guinot, Saint Emilion 1974... Belki de, İstanbul English Highschool’a ilk adımımı attığım o eylül gününde toplanan üzümlerden yapılmıştı. Aromasını anlatmak mümkün değil. Kadehin içinde sanki bir çiçek bahçesi vardı. Çiçek kokularına eşlik eden vişne ve böğürtlen aroması da cabası... Muhtemelen ne ben bulabilirim, ne siz artık aynı şarabı. Neden mi yazdım o zaman? Hiiiiç. Çok zevk aldığım bir anı beni seven, sevdiği için de kıskanmayacağını bildiğim okurlarımla paylaşmak için.
Yazının Devamını Oku