3 Haziran 2005
Bazı konular vardır adapla, görgüyle çözebilirsin. <B>Toplum içinde yellenmek </B>gibi mesela. Adam ya da kadın artık iyice hödüğün teki değilse, yemek yediği restoranda, çalıştığı ofiste yellenmeye kalkışmaz. Ama bazı konular da vardır ki görgü kurallarıyla filan çözmen mümkün değildir, illa katı yasaklar getirmen gerekir. Toplum içinde sigara içmek örneğin. Adam ya da kadın eğer sigara tiryakisiyse, ne kadar kültürlü, ne kadar görgülü olursa olsun, yemek yediği restoranda, çalıştığı ofiste sigara içmeye kalkışabilir gönül rahatlığıyla.
Çünkü o bir bağımlıdır. Hastalığıyla giriştiği savaştan galip çıkabilecek kadar gücü olmayan biridir. Ve kendi iç huzurunu sağlayabilmek için sigara içmeyi öyle çok da büyük bir sorun diye görmemesi gerekir. Savunma mekanizması devreye girer ve sigaranın zararının az olduğunu kabul ettirir. Sigaranın kendisine bile zararlı olmayacağına inanan birinin, savurduğu dumanların başkalarına zararlı olacağına inanmasını bekleyemezsiniz herhalde. İnanmaz da.
Geçtiğimiz salı günü Dünya Sigaraya Hayır Günü idi. Kimse çıkıp sigaraya hayır filan diyemedi. Evet belki toplantılar filan yapıldı, konferanslar düzenlendi ama kimsenin birlikte yemek yediği, birlikte aynı ofiste çalıştığı arkadaşına ‘yanımda sigara içme lütfen’, diyebildiğini sanmıyorum.
Sigara içenler demin saydığım nedenlerden dolayı kimseye zarar verdiklerini düşünmediklerinden, sigara içmelerine karışmaya çalışanlara karşı saldırgandırlar da. Hele bir uyarmaya kalkışın. Sanki sizin özgürlüğünüze saldıran kendileri değilmiş de onun özgürlüğüne saldıran sizmişsiniz gibi zıvanadan çıkarlar.
Toplu alanlarda sigara içme terbiyesizliği ile bilinçlendirme gibi uygar yöntemlerle başa çıkılamaz. Yaptırımsız yasaklar koyarak, sigara içenlerin saygılı olması beklenemez. Bilakis bu tür gevşek ve uygar taktikler, sigara içenlerle içmeyenleri birbirine düşürme tehlikesi yaratır.
Sigara içenlerin savunma mekanizması, pop yıldızlarının sahnede sigara içmesine methiyeler düzecek kadar mantıksız çalışabilir. Sigara tiryakisinin mantığı, pop yıldızlarının davranışlarının gençler tarafından taklit edildiğini hesaba katmadan çalışmaya eğilimlidir.
Sigara tiryakilerinin, toplu alanlarda sigara içerek başkalarını zehirlemelerini önlemenin tek yolu ağır yaptırımları olan kesin yasaklar getirmektir. Sigara içenler ve içmeyenleri karşı karşıya getirip, arzu edilmeyen tatsızlıklara yol açmamak ancak bu yolla mümkün olabilir.
Onlara kızmak yerine, içinde bulundukları zor durumu anlamaya ve katı yasaklar getirerek çevrelerindekilere istemeden zarar vermekten uzak tutmaya çalışalım.
Nice yıllara Erol Günaydın
Sadece performansçı değil aynı zamanda sanatçı da olan nadir oyunculardan Erol Günaydın, 50’nci sanat yılını, özel bir geceyle kutluyor. Bu pazar günü Atatürk Kültür Merkezi’nde saat 20:30’da başlayacak tarihi gecedeki yerinizi biletix.com’dan ayırtarak, garantilemeyi unutmayın.
Mastercard hatalı ama taksilerimiz ak kaşık mı
Mastercard’ın sponsorluğunda dağıtılan İstanbul rehberinde, Türkiye aleyhtarı bazı ifadelerin olması çok tepki çekti. Türkiye tarihiyle ilgili siyasi amaçlı yorumlara verilen tepkiler çok yerindeydi, diyeceğim yok. Ama İstanbul’la ilgili bazı olumsuz turistik ipuçlarına verilen tepkiyi anlayamıyorum. Rehberde ‘Şehrin muhafazakar semtleri olan Fatih, Eminönü ve Sultanahmet’te kesinlikle eşinize ve sevgilinize sarılmayın’ deniyormuş. Yerinde bir uyarı değil mi yani? İstanbul taksileri için de, ‘Gündüz yerine gece tarifesi açarlar. Emniyet kemeri diye bir şey aramayın, taksilerde emniyet kemeri yok derecede azdır’ denmiş. Doğru söze ne hacet! İhmali için Mastercard’a ılımlı bir tepki göstermek yeterli. Ama biz asıl yeterince özeleştiri yapamadığımız için kendimize kızalım.
Sorumlular pişkin çıkınca kabak Hagi’nin başında
Galatasaray Spor Kulübü’nün (dikkat futbol değil spor kulubü) 100. kuruluş yılı. Kurucusunun adını taşıyan stat dökülüyor. 40 yıllık Galatasaray Adası’nın adı BuzAda’ya çıkmış. 100. yıl logosuna ezeli rakibinin başharfleri sızmış. Galatasaray Spor Kulübü hemen hemen tüm branşlarda dökülmüş. Futboldan sonra geleneksel olarak en önemli branşı basketbolda, bayan takımı küme düşmüş, erkek takımı küme düşmekten kılpayı kurtulmuş.
Öte yanda Galatasaray Futbol Takımı Türkiye Kupası’nı almış ve ligde de son anda üçüncü olmuş.
Ve Galatasaray Spor Kulübü’nün Başkanı ile Yönetim Kurulu üyeleri koltuklarında otururken, futbol takımının teknik direktörü istifaya zorlanıyor. Pişkinliğin bu kadarı olur...
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2005
Atatürk Olimpiyat Stadı’nı o gece Avrupa’nın en iyi stadı kılan iki faktör vardı. Biri Türk organizasyon, ikincisi Avrupalı seyirci. Şampiyonlar Ligi final maçını Prag’da otel odasında seyrettim. Maç başlamadan daha iki saat öncesinden itibaren kanallar arasında dolaşmaya başladım. İstanbul ve Atatürk kelimelerini farklı farklı kanallarda belki yüz kere duydum. Final maçının İstanbul’un tanıtımına katkıda bulunduğu kesin. Maç sırasında ekranlara yansıyan görüntüler de, organizasyon becerisinde Avrupalı ülkelerin gerisinde olmadığımızın göstergesiydi.
Buraya kadar hepsi güzel. Ne kadar övünsek azdır.
Organizasyon harikaydı. Stattaki atmosfer de öyle. Peki daha iki hafta önce Türkiye Kupası Finali’nde neden aynı atmosferi yakalayamamıştık? Bugüne kadar oynanan onlarca maça rağmen Atatürk Olimpiyat Stadı’na neden bir ruh katamamıştık? Mükemmel organizasyon kabiliyetimiz, statta şahane bir Avrupa Kupası finali yaşanmasını sağlıyordu da, neden güzel bir Türkiye ligi sezonu yaşatmayı başaramıyordu?
Nedeni Türk futbol seyircisiyle, Avrupalı futbol seyircisi arasındaki fark. Organizasyonda Avrupa’yı yakalamış hatta geçmiş olduğumuzun ama futbol seyircisi olarak çok gerisinde kaldığımızın kanıtıydı bu maç. Üstyapıda iyi, altyapıda kötü olduğumuzun; uzmanlıkta ilerlemiş, kültürde geri kalmışlığımızın ipuçları hep bu maçtaydı.
Seyirciler arasındaki bu fark aynı zamanda Türk futbolunun çağdaş futbol dünyasından geri kalmasının da nedeni. Galatasaray’ın ve Türk Milli Futbol Takımı’nın yakın geçmişte elde ettiği münferit ve tek seferlik başarılara bakıp, kendimizi aldatmayalım. Bu başarılar artık geride kalan bir dönemin sonunda elde edilmiş başarılardı.
Dünya futbolunun kuralları değişti. Eski kurallara göre oynayarak başarılı olmamız olanaksız.
Beğenelim ya da beğenmeyelim, futbol bir endüstri artık. Endüstrileşmesine kızıyor olabilirsiniz, tasvip etmeyebilir, geçmişe özlem duyabilirsiniz. Yaşınız 60’ın üzerinde değilse amatör ruhun hakim olduğu o en eski dönemine tanık olmamışsınızdır gerçi ama ezilmiş kitleleri uyuşturmak için kullanıldığı son dönem de geride kaldı. Futbol bir endüstri artık. Hedef kitlesi düşük kültür ve gelir seviyesindekiler değil. Olamaz da...
Atatürk Olimpiyat Stadı’ndaki Türkiye Kupası finalinin bilet fiyatlarının yüksek olması doğru bir karardı. Türk futbolunun dünya futbolundan geri kalmamasını istiyorsak, statlarımızın tümünü ailelerin rahatça gidebileceği, daha da önemlisi gitmek isteyeceği eğlence komplekslerine dönüştürmemiz gerekiyor. Kulüplerin statlardan en az televizyon kadar gelir elde etmeleri şart. Bugünkü seyirciyle bu geliri yakalamak ve Türk futbolunu bir adım bile ileri götürmek mümkün değil.
Örovizyona Anadolu Ateşi katılsın
Cep telefonundan kısa mesajla oy verilmeye başlanmasından beri, Örovizyon Şarkı Yarışması’na bir haller oldu. Önce Sertab Erener’in o garip İngilizce sözlü hafif göbek havası birinci oldu. Ardından Ukrayna’nın ‘Dağlar Kızı Ceylan’ versiyonu. Geçen iki senenin birincilerini örnek alan ülkeler bu sene toptan dağıttı. Yarışmacıların çoğu sahneye davullarla, halk dansları topluluklarıyla desteklenen garip aksanlı İngilizce şarkılarla katıldı. Sonuncu olması için ardından olmadık kulisler yapılan, tek bir oy almaması için toplu dua ayinleri düzenlenen Gülseren bile şarkısının Sertab Erener’le Ruslana’nın şarkılarının sentezi olması sayesinde büyük puan topladı.
Eh, oylama kuralları değişmezse seneye de aynı tür ilkokul müsameresi tipi gösterilerin başarılı olacağı kesin. Elimizde Anadolu Ateşi gibi bir cevher var. Hem yazık Türkiye’de sahneye ilk çıktıkları yıllarda, sık sık Broadway’de de sahne alacaklarını iddia ediyorlardı. Yarattıkları havayla Türkiye’de bol bol seyirci topladılar ama yıllar geçti nedense Broadway’de hálá sahne alamadılar. Hani Broadway’i, hatta off-Broadway’i, hatta ve hatta off-off-Broadway’i de geçtim, Bronx’ta bir lisenin mezuniyet gecesinde tek bir geceliğine sahne alsalar neyse diyeceğim. Bari Örovizyon’a filan katılsınlar. Birinci olup, göğsümüzü kabartacaklarından eminim.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2005
Vay canına neymiş bu <B>‘blog’,</B> dedikleri. Bilen, bilmeyen ‘blog’ diyor başka bir şey demiyor. <B>Blog’dan blöğgh geldi</B>... Neymiş, ‘Web log’un (Ağ günlüğü) kısaltması olan, ‘blog’lar hayatımızı değiştirecekmiş! En ufak bir teknik bilgisi olmayan kullanıcının bile İnternet’te kendi yayınını yapmasını sağlamaları sayesinde bugüne kadar büyük sermayelerin elinde olan medya sektöründe artık bireylerin borusu ötmeye başlayacakmış. Blog teknolojisiyle İnternet üzerinde kendi gazetenizi yayınlamak çocuk oyuncağıymış. İnsanların tüketim alışkanlıklarına artık ‘blog’lar yön verecekmiş.
Bir kere, teknolojiyi belirleyen dilini de belirler gibi süzme basit düşünceleri, orijinal bir fikirmiş gibi dillendirenlerden değilim. Buzdolabı, uçak, bilgisayar teknolojilerini biz mi geliştirdik de Türkçe ad koyduk? Madem teknolojiyi geliştiren adını da kendi koyuyordu, Arçelik o çok övündüğü teknolojisinin adını neden ‘direct drive’ koymuş?
Ya da Vestel, dünyada ilk biz geliştirdik diye övündüğü teknolojinin adını neden ‘direct media player’; Ford Otosan, Türk mühendisleri tarafından üretilen lisans ve mülkiyet hakları yüzde 100 bir Türk firmasına ait ilk dizel motorunun adını neden ‘ecotorq’; Yamaha, Türk mühendisleri tarafından geliştirilen ve sadece Türkiye’de üretilerek dünyaya ihraç edilecek iki motosikletin adını neden ‘Galaxy ve Solaris’ koyuyor? Ben ‘blog’un karşılığı olarak ‘e.günlük’ kelimesini öneriyor ve kullanıyorum. Beğenen kullanır, beğenmeyen kendi önerisini getirir, züppeliği tercih eden ‘blog’ demeye devam eder.
e.günlüklerin dünyayı değiştireceği, medya dünyasını yerinden oynatacağı, konvansiyonel medyanın köküne kibrit suyu dökeceği iddiaları abuk sabuk, saçma sapan, cahilce iddialar.
Bu konudaki en güzel tanımı Hürriyet e.yaşam yazarı Batuhan Okur yapmıştı; ‘Bazılarının Gutenberg’in matbaayı icat etmesi ile eşdeğer tuttuğu ‘blog’ konusunu, ben o kadar önemli bir değişiklik olarak nitelemesem de ‘blog’ların İnternet’in sağladığı yeni bir komünikasyon metodu olduğunu, eski metotları ortadan kaldırmasa bile yerlerinden oynatacağını düşünüyorum’ demişti.
Evet, hepsi bu. Gerçi eski metotları yerlerinden oynatacağından bile şüpheliyim. e.günlükler hızla çoğalıyor, doğru. Ama sonlarını da bu hızlı çoğalma getirecek. Gelecekte, neredeyse herkesin bir e.günlüğü olduğunu düşünün. Peki bu kadar günlüğü kim okuyacak?
Sadece birkaç tanıdık ve arama makinelerinden gelen birkaç geçici ziyaretçi... e.günlüklerin gelecekteki okunurluk oranı günümüz kağıt defterde tutulan günlüklerden sadece biraz daha fazla olacak. Bir de aralarından sıyrılan birkaç tanesi, ama sadece birkaç tanesi konvansiyonel medyaya rakip olabilecek kadar başarı kazanacak, hepsi o kadar.
Abartmayın, iletişim mollası desinler.
Alanson yandı mı yanmadı mı
Geçen hafta Mazhar Alanson’un sahnede sigara içmesini eleştiren bir yazı yazmıştım. Yazımdan önce okuduğum bir habere göre Mazhar Alanson, Yeditepe Üniversitesi’nde verdiği konser sırasında sahnede sigara içmişti. Alanson geçen yıl, bir başka konserinde de sahnede sigara içmiş ve para cezasına çarptırılmıştı. Haberde Alanson’un geçen sene ceza olarak 500 milyon TL ödediğini söylediği, bu sene de sahnede sigara içtiğini, Yandım şarkısının sigara içmeden söylenemeyeceğini, yine 500 milyon ödeyeceğini, helal olsun dediğini yazıyordu.
Yazımdan sonra Alanson’un avukatı Abdullah Buladı ile e.posta mesajı diyaloğuna girdik. Avukat Buladı müvekkilinin böyle bir konuşma yapmadığını söylüyor, müvekkiline haksız itham ve hakarette bulunduğumu iddia ediyordu. Yazımdaki asıl eleştiri konusunun müvekkilinin sahnede sigara içmesi olduğunu, habere konu olan beyanı olmadığını belirttim. Ayrıca yazımda müvekkiline hakaret etmediğimi, saygısızlık yapmasından bahsettiğimi aktardım. Sahnede sigara içmenin seyirciye karşı yapılan bir saygısızlık olduğunu, yasalarca da suç sayılan bu eylemini şu ya da bu sözlerle savunmuş olmasının, eylemine yönelik eleştirimi hakaret kılmayacağını söyledim.
Avukat Buladı, müvekkilinin sahnede sigara içmesi konusunun muğlak olduğunu, Alanson’un sigarayı sahnenin seyirciler tarafından direkt görünmeyen kuytu bir köşesinde içmiş olabileceğini söyledi.
Alanson’un davranışını ilgili makamlara şikayet edeceklerini açıklayan Sigarayla Savaşanlar Vakfı Başkanı Ubeyd Korbey’le de görüştüm. Alanson’un eylemi ve sözleriyle ilgili Yeditepe Üniversitesi’nde araştırma yapıp, kanıt toplamaya çalışacaklarını söyledi.
Eğer Mazhar Alanson’un sahnede sigara içmediği ortaya çıkarsa, bundan şarkılarını çok seven bir dinleyicisi olarak en başta ben memnun olurum. İçtiyse de, çok sevdiğim bir sanatçı şarkıcıyı kaybetmiş olmanın acısını yaşarım.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2005
Birinci sayfanın üst manşetinden verdiğimiz haber sözde Bilgisayar Destekli Eğitim (BDE) için milyonlarca doların çöpe atıldığı ülkemiz için çok önemli. ABD’nin en saygın teknik üniversitelerinden biri olan MIT bünyesindeki Medya Laboratuvarları’nda eğitimde kullanılmak amacıyla 100 dolar maliyetinde bilgisayar geliştirilmesi için araştırmalara başlanmış. Bu 100 dolara 10 dolarlık üretici kárı da dahil.
Bizi bozar... 10 dolarlık kár marjı bizim bilgisayar ithalatçılarını ve toplayıcılarını kesmez çünkü. Bakın geçenlerde Milli Eğitim Bakanlığı sırf sektöre kıyak olsun diye, kalktı öğretmenleri bilgisayar sahibi yapacağım, filan dedi.
Vakıfbank düşük faizli ve uzun vadeli kredi sağlayacaktı, 650 bin öğretmen de bilgisayar sahibi olmak için sıraya girecekti. Bakanlık bir şartname hazırladı ve bilgisayar ithalatçılarıyla, toplayıcılarına bu şartnameye uygun bilgisayarları sunabilecekleri en ucuz fiyatla sunmaları için çağrıda bulundu.
Şartname evlere şenlikti. Öğretmenlere gazlanacak bilgisayarın özellikleri arasında nedense dizüstü bilgisayar olması, Microsoft Windows işletim sistemi ve Intel işlemci kullanılması şart koşulmuştu. İsteyen öğretmenin daha ekonomik olan masaüstü bilgisayara sahip olmayı, isteyen ithalatçı ya da toplamacının Windows yerine Linux, Intel yerine başka bir işlemciyi seçmesine bakanlık niye karışıyordu ki? Bu çok haklı soruları hükümete CHP milletvekili Osman Coşkunoğlu da sordu ama aylar geçmesine rağmen hükümetten gık yok.
Bakanlık F klavye şartını koymayı da unutmuştu. Bilgisayar sektörünün birkaç dolar daha fazla kár etmek için öğretmenlere uyduruk Q klavye dayatacağı aşikardı. Sektör bu konuda sabıkalıydı zaten. Bakanlık, hatasının farkına sonradan vardı ve geç de olsa doğru bir adım atarak ihaleyi kazanan firmalardan bilgisayarları F klavye olarak sunmaları için ricada bulunacaklarını söyledi. Biz de buradan alkışladık.
Ama kim takar Milli Eğitim Bakanı’nın ricasını? Öğretmen kapısı açılmış bir kere, bakan rica etse de uyduruk Q klavyeler verile...
İşte bu yüzden sevgili bilişim sektörümüzden 10 dolarlık bir kár getirecek 100 dolarlık bilgisayarları savunmasını beklemeyelim.
Bilgisayar Destekli Eğitim’in gündeme geldiği ilk günden beri, yaklaşık 10 yıldır yırtınıyorum. İhalelerle bilgisayar alıp, okullara yerleştirip, Türkiye’yi teknoloji çöplüğüne çevirmeyin diyorum. Yapılması gereken önce okulların tümünü İnternet’e bağlamak (hakkını yemeyelim şu andaki Milli Eğitim Bakanı bu konuda kararlı ve başarılı da), aynı anda müfredatı İnternet’ten destek alacak hale getirmek için çalışmalara başlamak ve öğretmenleri eğitmek. Tüm bunlar yapılırken de, Türkiye şartlarına uygun 200, 300 dolar maliyetinde (Bu on yıl önce önerdiğim maliyetti, MIT araştırması artık bu maliyetin bile fazla olduğunu gösteriyor) eğitime özel bir bilgisayar geliştirmek için sektöre çağrıda bulunulmalıydı. Aradan geçen on senede, MIT’i bile sollayabilirdik. Şimdi kaldık pabuç hattına sıra...
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2005
Geçen hafta <B>Mey</B>’in yeni tanıttığı <B>Sarı Rakı</B>’nın çok güzel ama aceleye gelen bir ürün olduğunu yazmıştım. Damıtılmış içkilerin meşe fıçılarda dinlendirilerek piyasaya sürülmesinin dünyada yeni bir akım olduğunu belirtmiş, sarı rakı da meşe fıçılarda en az 5 yıl eskitilse dünya piyasalarında daha prestijli bir yer edinebilirdi demiştim.
Mey Genel Müdürü Esen Ataay aradı, rakı üretimiyle ilgili bazı bilgileri paylaştı. Ataay, rakının dinlendirilerek değer kazanan bir içki olmadığını, rakının en az bir, en çok üç ay dinlendirilmesinin yeterli bulunduğunu söyledi.
Haklıdır. Damıtılmış içkilerin hiçbiri dinlendirilerek değer kazanmaz. Buna votka, cin, tekila, rom ve rakı gibi genellikle eskitilmeden içilen damıtılmış içkiler de, eskitilerek içilmesi tercih edilen viski ve konyak da dahil. Viski ve konyağa eskitmenin kattığı değer, dinlendirmeden değil içinde bekletildikleri fıçının özelliklerinden gelir. Fıçının yapıldığı ağacın cinsi ve fıçının diğer özelliklerine (isleme, daha önceden şarap gibi başka bir içkinin bekletilmesi vs.) göre yıllanan içki, zaman içerisinde değişikliğe uğrar. Daha çok viski ve konyakta kullanılan bu yöntem son zamanlarda, geleneksel olarak yıllandırılmadan tüketilen votka, cin, rom ve tekila gibi içkilerde de kullanılmaya başlandı.
Kanımca rakıda da başarıyla kullanılmaması için hiçbir neden yok. Zaten Sarı Rakı da bu düşüncenin ürünü. Ama Esen Ataay’a göre rakıyı bu kadar uzun süre eskitmenin sakıncaları var.
Çünkü rakı; votka, cin, tekila ve rom gibi saf bir içki değil. İçinde anason da var. Anasonun eskitme sırasında oksidasyon yapabileceğinden endişe ediyor. İçki yapımı konusunda uzman olduğuna göre endişesinin haklı çıkma olasılığı da çok yüksek.
Yine de ben rakıyı da eskitmenin bir yolunun bulunabileceğine inanıyorum. Geçen gün Mey’in yeni Sarı Rakı’sını tadınca bu inancımda haklı çıkmayı daha da fazla istemeye başladım. Mey’in Sarı Rakı denemesi harika bir sonuç vermiş. Konyak ve malt viski gibi susuz, buzsuz ve oda sıcaklığında, dijestif olarak yudumlanabilecek bir rakı çeşidi yaratılmış. Yine de hálá biraz keskin, yakıcı ve toy. Ataay’ın endişelerini telafi edecek yöntemler bulunabilir ve meşe fıçılarda eskitilebilirse dünya içki kültürüne benzersiz bir armağan kazandırılacağı kesin.
Rakı üreticilerimizden en az birinin bugün, yıllar sonra piyasaya çıkartmak üzere rakıları fıçılarda eskitme yöntemleri denediğinden eminim. Bunlardan birinin de, bir yıl gibi kısa bir sürede inanılmaz yeniliklere imza atmayı başaran Mey olması büyük olasılık. Tabii şimdi herhangi biri çıkıp ben beş, sekiz, on yıl sonra piyasaya çıkartmak üzere rakı eskitiyorum demeyecektir.
Bu şirket sırrına girer.
Ama isteyenle iddiaya girerim ki, en fazla 10 yıl sonra fıçıda yıllandırılmış rakı çıkartan bir şirket mutlaka olacaktır.
Ankara’ya taşınıyorum telefonum değişmesin (Hıı?)
Avea Genel Müdürü Cahit Paksoy, ‘Cep telefonunda alan kodunu kaldırın, rekabeti getirin’ demiş. Yani telefon numarası 0532 ile başlayan Turkcell abonesi, Avea’ya geçince eski numarasını aynen kullansın diyor. Belki cep telefonu hizmetleri Türkiye’de ilk başladığı günden itibaren operatörlere özel alan kodu verilmese olurdu. Ama şimdi böyle bir uygulamaya gitmek, kendi alan koduna marka değeri katmayı başarmış Turkcell’e büyük haksızlık olur.
‘0532’ alan kodu artık bir markadır. Turkcell’in yarattığı ve sahip olduğu bir marka... Hem Avea’nın argümanları haklı kabul edilirse, yani alan kodunun, numarayı kullanan kişinin mülkiyetinde olması benimsenirse, sabit telefonlarda ne olacak? Avrupa yakasında yaşayan bir abone Ankara’ya taşındığında telefon numarası değişmeyecek mi? Kadıköy’deki emlakçılar da Avea gibi kazan kaldırır, insanlar 0212’li numaralarını 0216’lıya çevirmemek için bu yakaya taşınmıyorlar derse daha mı az haklı olacaklar?
Gençlik hapı
Elçiye zeval olmaz. Gerçi bu hapın elçisi de sayılmam, sadece çok ilginç bulduğum bir yeniliği sizlerle de paylaşmak istedim hepsi o... Berkeley Kaliforniya Üniversitesi’nde yapılan bilimsel araştırmaların sonucu olan bir hap, ABD’de hızla popülerleşmeye başladı. Juvenon isimli hapın iddiası yaşlanmayı yavaşlattığı...
Bilimsel araştırmalar yaşlanmanın en büyük sorumlusunun hücrelerdeki mitokondriyanın çürümesi olduğunu göstermiş. Mitokondriyalar karbonhidratları, yağları, proteinleri enerjiye dönüştüren biyolojik makinelermiş. Yıpranan mitokondriyalar besinleri enerjiye çevirmekte daha çok zorlanıyor ve daha fazla zehirli oksidanlar üretiyorlarmış.
İddiaya göre Juvenon, hücrelerdeki sağlıklı mitokondriya oranını yükselterek, hücrelerin yaşlanmasını yavaşlatıyormuş. Ne kadar doğru bilemem. Bildiğim o ki, Juvenon ABD’de serbestçe satılan ve giderek artan oranlarda talep gören bir hap. İyisi mi www.juvenon.com adresine girip, yapılan bilimsel araştırmalara ve sonuçlarına bakıp kendiniz karar verin.
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2005
İstanbul’da devam eden Matbaacılık Fuarı’nda <B>Xerox</B>’un sergilediği bilgisayar yazıcısı <B>iGen3</B>; kitap, gazete ve dergi yayıncılığında yaşanacak devrimin ön habercisi. Xerox iGen3’de kullanılan kişisel baskı teknolojisi birkaç yıl içinde daha da geliştiğinde, gazete ve dergiler artık direkt bayilerde, evlerde ve ofislerde basılacak, fiziksel dağıtıma gerek kalmayacak.
Gazete ve dergilerin içeriği İnternet üzerinden, dijital olarak dağıtılacağından okurlar kendi kişisel baskılarını alabilecekler. Sporla hiç ilgilenmeyen, en çok ekonomi haberlerini okuyan, kültür-sanat ve bilim-teknoloji haberlerinden de hoşlanan okurun gazetesinin kapak manşeti ekonomi haberinden oluşacak. İçindeki haberler kültür-sanat ve bilim-teknoloji ağırlıklı olacak ve hiç spor sayfası olmayacak. Kişiye özel baskıda, reklamlar da kişiye özel basılabilecek.
Yeni baskı teknolojisi kitap yayıncılığında da devrim yaratacak. Kitapları binlerce basıp, tükenmesini bekleyip ikinci, üçüncü, dördüncü baskı yapma devri geride kalıyor. Sayısal baskı teknolojileri kitapları, istendiği anda tek tek basıp, ciltleyecek kadar gelişti. Bu teknoloji sayesinde kitaplar artık sipariş üzerine, anında basılabilecek.
Okuyucu kapağın farklı basılmasını, hatta üzerine kendi isminin yazılı olmasını isteyebilecek. Daha da ötesi, okuyucular kitap kahramanlarının isimlerinin bile kendi istedikleri isimlerle değiştirilmesini talep edebilecekler. Tabii kitabın yazarı izin verirse.
Yayıncılık sektörünü kökünden etkileyecek bu yeni teknolojinin en son örneği, İstanbul Tüyap Fuar Merkezi’nde başlayan ve pazar gününe kadar sürecek olan Matbaacılık Fuarı’nda sergileniyor. Fuar ziyaretçileri, Xerox iGen3 ile Ahmet Altan’ın ‘İçimizde Bir Yer’ isimli kitabının, kendilerine özel baskısını birkaç dakika içinde alabiliyorlar.
Yeni teknoloji, kitapların stok ve dağıtım maliyetlerinin düşmesini de sağlayacak. Kitapların binlerce basılması gerekmeyeceğinden, amatör yazarlara da gün doğacak. İsim yapmamış yazarlar kitaplarını, yeni teknoloji sayesinde çok daha kolay pazarlayabilecekler.
Teşekkürler ve güle güle Canaydın
Galatasaray Spor Kulübü Yönetim Kurulu, Galatasaraylılık kültürünü dibinden dinamitleyen beceriksizliklere imza atıyor. Galatasaray’a verilen zararların sorumluluğu da, Başkan Özhan Canaydın’ın omuzlarına yükleniyor. Tamam, başkan olduğu için içine düşülen durumda hiç sorumluluğu yok demek de mümkün değil ama bu yönetim kuruluyla yapabileceği çok da fazla bir şey yok. Hatta pek çok yanlış icraati ve beceriksizliği telafi etmek de Canaydın’a düşüyor.
Galatasaray’ın 100. yılında şampiyon olup, olmaması önemli tabii ki ama öyle hayati bir konu da değil.
Asıl tehlike Galatasaray’ı büyük kulüp yapan kültürel değerlerinin yitirilmesinde. Örneğin geçen yaz düşüncesizce yapılmış bir sözleşmeyle kırk yıllık Galatasaray Adası’nın ismi BuzAda’ya çıkmıştı.
Canaydın bu sene duruma el koydu ve Galatasaray Adası yine eski ismine kavuşacak gibi gözüküyor.
100. Yıl Logosu girişimi de yönetimin bir başka beceriksizliğiydi. Bir dizi skandal kararın ardından taraftarın benimsemediği bir logo çıkmıştı ortaya. Daha da beteri logonun içinde FB harfleri vardı. Logo skandalının büyümesini de Canaydın’ın hatadan dönme olgunluğu engelledi. Skandal logoda ısrarlı olunmamasını sağlayarak, olayı büyük bir ustalıkla soğutmayı başardı. Yanlış zamanda, yanlış kadroyla geldi Canaydın GS’nin başına. Keşke doğru zamanda gelseydi.
Yandı yandı tam yandı
Sanatçı geçinen bazı ünlülere bir haller oldu. Sahneye çıkıp sigara içince, 12 yaşındaki veletin sigara içmekle boyunun bir karış uzadığını sanması gibi bir hisse kapılıyorlar herhalde. Seyirciye karşı yapılan bu terbiyesizliği Mazhar Alanson alışkanlık haline getirmiş. Sigara bağımlısı olması yetmiyormuş gibi şimdi de sahnede terbiyesizlik yapma bağımlısı olmuş. Geçen yıl sahnede sigara içince 500 milyon TL ceza ödemişti. Kelebek’in geçen günkü haberine göre bu yıl Yeditepe Üniversitesi’nde aynı saygısızlığı yine yapmış.
‘Bir konserimde Yandım’ı söylerken sigara içtim. Profesör arkadaşım beni şikayet etmiş. Adliyeye gidip ifade verdim. Savcıya Yandım şarkısı sigara içilmeden de söylenmez ki, dedim. 500 milyon rica edelim dediler. Çıkardım verdim. Burada yine içtim. Bir 500 milyon daha feda olsun’ diye, şikayetçisiyle, savcıyla, mahkemeyle alay etmiş.
Profesör arkadaşım dediği, kendini topluma musallat olmuş tüm ilkelliklerle mücadeleye adayan Prof. Dr. Orhan Kural. Sigarayla Savaşanlar Vakfı Başkanı Ubeyd Korbey, Prof. Kural’a yine dava açıp açmayacağını sormuş.
Prof. Kural savcılığa suç duyurusunda bulunacağını söylemiş. Sigaracı Alanson’a bir de sürprizi var. 4207 sayılı yasaya göre, sahnede sigara içme suçunu ikinci kez işleyenlerin cezası 50 kat artıyor. Aslında sigaraya teşvikin cezası uyuşturucuya teşvikle aynı, hatta daha fazla olmalı. Uyuşturucunun sonuçta sadece içenin kendisine zararı var ama sigara içen çevresindekilerin sağlığına da büyük zarar veriyor. Bu yüzden Alanson, 33 küsur milyar ödeyip paçayı yine ucuz kurtaracak galiba.
Nadide şarap alma fırsatı
Birkaç gündür şansım şaraptan açıldı. Önce 12-15 Mayıs’ta Hyatt Regency’de düzenlenen Şarap Festivali’ne katıldım. Ardından Antik AŞ’nin 4 Haziran’da düzenleyeceği Değerli Şaraplar Müzayedesi’nde satılacak şaraplardan örneklerin tadım toplantısına uğradım.
Kavaklıdere tarafından her yıl düzenlenen Şarap Festivali, Türk şarapseverleri şarap tadım kültürüyle tanıştırmak açısından çok önemli bir işleve sahip. Bu yılki şenliğe katılan şarapseverler piyasada da satılan yerli ve yabancı 70 kadar şarabı tadarak, tanıma fırsatı buldular.
Tattığım şaraplar arasında ben en çok Kavaklıdere Selection Kırmızı 94 ile Avusturya Grüner Veltliner Eiswein 2001’i beğendim. Tadım standlarının sayısının az olması ve sunum yapan personelin yeterince eğitimli olmaması önümüzdeki yıllarda üstesinden gelinebilecek kusurlardı.
Antik AŞ’nin tadım gecesinde ise çok nadide ve eski şarapları tatma fırsatı buldum. 4 Haziran’da gerçekleştirilecek açık artırmaya danışmanlık yapan ünlü gurme Mehmet Yalçın’ın ev sahipliğinde gerçekleşen gecede Kavaklıdere Narince 95, Kavaklıdere Carignan-KalecikKarası 70, Chateau Margaux 88 ve Kavaklıdere Tatlı Sert 70 şaraplarını tattık.
35 yıllık Kavaklıdereler, Mehmet Yalçın’ın da belirttiği gibi Türk şaraplarının çok fazla yıllanmaya uygun olmadığı yolundaki önyargıyı yıkacak kadar ilgi çekici ve zengin aroma, tat şöleni sunuyordu.
4 Haziran’da Maçka Antik Palace’da yapılacak müzayedenin en güzel yanı şarapların şişe şişe satılacak olması. Bu sayede yıllanmış nadide şarapları sadece restoranlar veya koleksiyonerler değil bireysel şarap meraklıları da satın alma fırsatı yakalamış olacak.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2005
<B>Mey</B>, sahte rakı krizi sırasında gol yediği <B>Efe</B>’ye, <B>Sarı Rakı </B>ofsayt<B> </B>golüyle cevap verdi. Fıçıda yaşlandırma işlemi, her tür alkollü içkide kullanılan bir yöntem. Damak zevki gelişkin tüketicilerin fıçıda yıllandırılmış içkilere olan eğilimi son yıllarda hızla artıyor. Bu eğilimi gören alkollü içki üreticileri de bu eski yöntemi, yeni bir pazarlama aracı olarak kullanıyorlar.
Artık hemen her içkinin meşe fıçılarda dinlendirilmiş çeşidini bulmak mümkün. Cin, votka, tekila ve romun meşe fıçılarda dinlendirilmişleri, içki markaları tarafından prestij ürünleri olarak sunuluyor. Bacardi’nin meşe fıçılarda 8 yıl dinlendirdiği yıllanmış romuyla kazandığı başarı da bu yeni eğilimde etkili bir faktör.
Meşe fıçılarda dinlendirilen ve rengini bu işlemden alan ‘sarı rakı’ da işte bu eğilime hitap eden bir ürün. Türk rakısının dünya pazarlarında tanınma sürecine olumlu katkısı olacağı muhakkak.
Ama ne yazık ki rekabet, bu prestij ürününün erken doğumuna yol açtı. Fıçıda dinlendirme işlemi en az iki, üç yıl yapılır. Dünya standartlarında prestijli bir ürün olarak kabul edilebilmesi için bu sürenin en az 5, tercihen 8 yılın üzerinde olması gerekir.
Sarı rakıyı piyasaya çıkartan Mey, Tekel’in içki bölümünü bir yıl kadar önce aldı. Sarı rakı üretmeye, şirketi kurar kurmaz karar verip, hemen kolları sıvamış olsalar dahi şu anda piyasaya sürdükleri rakının meşe fıçılarda bekletilme süresi bir yıldan az olur. Henüz alıp, tatma fırsatım olmadı ama prematüre bir ürünle karşı karşıya olduğumuzu söylemem için tatmam şart değil.
Sarı rakı kesmez, kırmızısı da çıkmalı. Biz Galatasaraylıları yüzüncü yılımızda, ancak sarı kırmızı rakı kokteyli teselli edebilir. Ama kırmızı rakı için en az beş yıl daha beklemek zorundayız.
Meşe fıçıda yeterince bekletilen damıtılmış içkinin rengi sarı değil, kırmızıya çalan bakır rengi olur. Belki beş yıl sonra Mey’le Efe, kırmızı rakıyı da çıkartırlar ve şu andaki yönetim kurulu* Galatasaray’ı henüz batırmamış olursa şampiyonluğu sarı kırmızı rakıyla kutlarız.
* Özhan Canaydın değil yönetim kurulu suçlu. Gerekçelerim Cuma’ya...
Fener’in gizli planı
Hagi’nin fendi Fener’in komplosunu yendi. Önce son yönetim döneminde neler yaşandı bir bakalım. Kırk yıllık Galatasaray Adası’nın adı BuzAda oldu. Ali Sami Yen Stadı, harabeye döndü. Galatasaray’ın 100. Yıl logosuna FB harfleri girdi. Türk basketbol tarihinin simgesi Galatasaray bayanlarda küme düştü, erkeklerde düşmekten kıl payı kurtardı. Unit Group’un sahip çıktığı kürek branşı dışında tüm amatör branşlarda döküldü. Maazallah futbolda şampiyon filan olacak olsak, yönetim belki de tüm bunları unutturacak, görevde kalacaktı.
Şimdi bir an için Fenerbahçe’nin çok zekice yönetildiğini varsayalım! Yüzyıllık bir kulübün kültürünü yok etmeye yönelik her beceriksizliği yapan Galatasaray yönetiminin, kulübün temellerini tamamen yıkmak için biraz daha fazla süreye ihtiyacı olduğunu görmüş olsunlar. Bu zeki yönetimin alacağı en hesaplı karar, futboldaki şampiyonluğu Galatasaray’a hediye ederek, Galatasaray’ın tamamen çökmesi için gerekli süreyi tanımak olmaz mıydı? O zaman belki de Hagi, son maçı Gençlerbirliği’ne hediye ederek bu planı bozdu...
Onurunla oynatırsan Onur Air’le de oynarlar
Hollanda’nın Onur Air’in uçuşlarına koyduğu yasak konuşuluyor. Hava ulaşımında izlenen kişiliksiz siyasetin doğal sonucudur. Birkaç ay önce Air France’ın, Türkiye çıkışlı uçuşlarında yolcuların üzerine böcek ilacı sıktığını yazmıştım. Böcek ilacı sadece bazı ülkelerden kalkan uçaklarda sıkılıyordu. Gerçi Air France kendini bu ilacın Dünya Sağlık Örgütü’nden onaylı olduğunu söyleyerek savunuyordu ama ABD Çevre Koruma Ajansı da ilacın aktif maddesi ‘Permethrin’i olası kanserojen olarak sınıflandırmıştı. Sağlığa zararlı ya da değil, bir insanın üzerine böcek ilacı sıkmak için iznini almak gerekir. Ama Air France bırakın yolculardan izin almayı, en azından bilet alırken bilgilendirme zahmetine bile girmiyor.
‘Air France’ın Türkiye’yi aşağılayan bu uygulamasına dur diyecek bir Türk makamı neden çıkmıyor? Bu kadar aciz miyiz?’ diye sormuştum. Bu kadar acizmişiz ki, Ulaştırma Bakanlığı dahil hiç bir yetkili makamdan ses çıkmamıştı.
Bu kadar aciz bir politika izleyince, adamların tepemize çıkması doğal. Bu yasaktan en kárlı çıkan Hollanda Kraliyet Havayolu KLM’in, Türk makamlarının ilişemediği Air France’ın mülkiyetinde olduğunu da ekleyeyim.
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2005
17 Aralık’tan sonra yeni gündemini Bilgi Toplumu’na girmeye kaydırmaya çalışan hükümet iki önemli fırsat tepti. Bunlardan birincisi Microsoft Başkanı Bill Gates’in Ankara’ya gelip Başbakan Erdoğan ile buluşması, ikincisi ise Forumİstanbul etkinliğiydi. Bill Gates’in Türkiye’ye gelip Başbakan Erdoğan ile buluşması Türkiye için büyük fırsattı. Gates Türkiye’ye Tayyip Erdoğan’ın ve hükümetin başarılı girişimleri sonucunda gelmişti. Ama aynı başarı Gates’in gelişinin değerlendirilmesi aşamasında gösterilemedi. Şovdan ibaret fiyasko bir organizasyon yapıldı.
Forumİstanbul’un bu seneki ana teması ise bizzat Başbakan Erdoğan’ın telkinleriyle rekabetçi küresel Bilgi Toplumunun kurulması olarak değiştirilmişti. Bu da çok yerinde ve başarılı bir girişimdi. Forumİstanbul gibi kalitesi tescilli, gündem yaratma etkisi güçlü olan bir etkinlikte Bilgi Toplumu temasının işlenecek olması çok önemli bir fırsattı. Ancak başarı bir kez daha programın yetersizliğine takıldı. Seçilen konuklar ve konu başlıkları nedeniyle, forum programında Bilgi Toplumu, AB üyeliğinin gölgesinde kaldı.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül birkaç hafta önce Doğan Medya Grubu köşe yazarlarıyla kapalı bir toplantıya katılmıştı. Abdullah Gül, çok daha samimi bir sohbet gerçekleştirmek amacıyla toplantının söylediklerinin yazılmaması kaydıyla yapılmasını istemişti.
Bekleneceği gibi toplantıda daha çok Avrupa Birliği, dış politika ve iç siyaset konuları konuşuldu. Mehmet Ali Birand’dan çok uzun uğraşlar sonucu, benden çok sonra söz isteyenler birkaç tur soru sorduktan sonra, toplantının bitimine doğru nihayet söz alabildim ve toplantının Bilgi Toplumu’yla ilgili yegane sorusunu sormayı başarabildim.
AKP hükümeti iktidara geldiğinde Türkiye’nin önünde iki hayati konu bulunduğunu, bunların Avrupa Birliği’ne ve Bilgi Toplumu’na adım atmak olduğunu, hükümetin 17 Aralık’ta birincisinde önemli bir aşamayı başarıyla geride bıraktığını belirttim. Ancak hükümetin ikinci hayati konuda bugüne kadar henüz doğru düzgün bir adım atmadığını, belki 17 Aralık’tan sonra atar diye beklediğimizi ama bu beklentimizin de boşa çıktığını söyledim. Bundan sonra, hükümetten Bilgi Toplumu’na girmeye yönelik bir adım bekleyelim mi diye sordum.
Gerçi itirazı olacağını sanmıyorum ama sonradan iznini soramadığım için verdiği cevabı aktaramıyorum. Şu kadarını söyleyeyim, hem şahsi olarak Abdullah Gül’ün hem de hükümetin Bilgi Toplumu’na verdikleri önemde samimi olduklarına ikna oldum. Hükümetten bundan sonra bu konuda çok daha başarılı ve ayağı yere basan projeler bekleyebiliriz diye düşünüyorum.
Kaçan ilk iki fırsattan mutlaka ders alınmıştır.
Apple telefon yapacak mı?
ABD’de yayınlanan Business 2.0 dergisi kapağında Apple’ın bundan sonraki adımı ne olacak diye sormuş ve bu soruyu şık bir cep telefonu resmiyle tamamlamıştı. Steve Jobs size asla söylemeyecektir ama biz söylüyoruz diyorlardı.
Business 2.0’ın yanılıyor olması büyük bir olasılık. Çünkü eğer doğru bir tahminde bulunuyor olsalar, Steve Jobs tarafından çoktan dava edilmeleri gerekirdi. Bunu Jobs’un yakın geçmişte, benzer bir durumda aldığı tavra dayanarak söylüyorum.
San Fransisko’da yapılan Macworld Expo’dan kısa bir süre önce Apple sempatizanı Nick Ciarelli, yine Apple sempatizanlarının takip ettiği sitesinde Apple’ın Macworld Expo’da tanıtacağı iki ürün hakkında tahminde bulunmuştu. Mac Mini ve iPOD Shuffle’ın hakkında yaptığı tahminler doğru çıkmış, karşılığında da Steve Jobs’un açtığı bir davayla ödüllendirilmişti. Jobs, Ciarelli’yi şirket sırlarını açığa vurmakla suçluyordu.
İşte bu hikayeye dayanarak, eğer Business 2.0’ın tahmini doğru olsaydı, Steve Jobs dava açardı diyorum. Tabii bir olasılık daha var. Ciarelli, hakkında açılan davadan sonra Jobs’un bu tahminler eğer klasik medyada yayınlansa dava açmaya cesaret edemeyeceğini, ama İnternet medyası olunca dava açmaktan çekinmediğini söylemişti.
Eğer Business 2.0’ın tahmini, Steve Jobs dava açmamasına rağmen doğru çıkarsa, Ciarelli’ye kim hak vermeyebilir?
Yazının Devamını Oku