Yurtsan Atakan

Yasemin Bozkurt’tan önce şu adamı susturun

20 Nisan 2005
<B>Yasemin Bozkurt </B>günah keçisi yapılmaya kalkışılınca, <B>Enis Berberoğlu </B>nefis bir yazı yazdı. ‘Galiba yine sebeple sonucu karıştırıyoruz’, dedi; ‘Cinayetler TV’deki şiddet görüntüleri, küfürlü tartışmalar nedeniyle artmıyor. Çünkü sadece ekrana çıktığı için adam öldüren yoktur. Habercilik/yayıncılık açısından asıl cinayet, adam öldürene kamera çevirip mikrofon tutmaktır, övmektir.’

Berberoğlu’nun bir tek ‘Bu kadarını da kimse yapmıyor zaten’, cümlesine itirazım var. Bir katil var ki, bu katil karşısında medya çok vurdum duymaz. Katile mikrofon tutmakla kalmıyor, yardakçılık, hatta tetikçilik bile yapıyor. Bu katilin adı sigara...

Berberoğlu’nun yazısından bir hafta önce, tüm gazeteler sigara lobisinin cirit alanına dönmüştü. Medya sigara lobisinin sözcülüğünü üstlenen Philip Morris Başkan Yardımcısı David Davies’e, yani sigaranın avukatına mikrofon uzatmakta birbiriyle yarıştı. Berberoğlu’nun yazısından daha bir gün önce, sekizinci sayfanın manşetini katilin ekmeğine yağ süren ‘Sigara ve içkide vergi arttı, tahsilat azaldı’ başlığı süslüyordu.

Aynı sayfada, sigara lobisinin sözcüsü David Davies’e yine mikrofon uzatılmıştı. Davies sigaradan alınan verginin nedenlerini ustaca çarpıtıyordu. Sigaradan alınan verginin asıl nedeninin sigaranın yol açtığı sağlık harcamalarını finanse etmek olduğunu gizliyordu. Sigaranın sadece içenin değil çevresindeki insanların da sağlığını tehdit ettiği gerçeğini gözlerden uzak tutmaya çalışıyordu.

Biri çıksın, sustursun artık şu adamı. Medya, ‘Türkiye’yi sigaracıların son kalesi yapmak isteyenler’in propaganda aleti olmamalı.

Fikir kavgası adap gerektirir

Kimler köşe yazarı oluyor diye hayıflananlardan değilim. Çeşit çeşit yazar var. Her kör satıcının bir kör alıcısı olurmuş. Okuru olan yazar da olur, bunda eleştirecek bir şey yok.

Ama her önüne gelenin profesör olabildiği bir ülkede, yolunda gitmeyen bir şeyler var demektir.

Adam kendini o kadar büyük görüyor ki, hakaretlerini sıralarken ismimi vermeyi bile lütuftan saymış. İsmimi vermediğine göre ben de ismini vermeyeyim. Şark profesörü (bon pour l’orient) desem kim olduğunu herkes anlar.

Değer verip bir yazısını eleştirmiştim. Hitler’in Kavgam kitabının okunma oranıyla ilgili bir araştırma yaptırmış. Kavgam’ı okuyanların sayısı yüzde 2 çıkınca, bu kadar az okunan bir kitap üzerine bu kadar çok yazı yazılır mı diye hesap soruyordu. Ben de 15 yaş üstü nüfusun yüzde 2’si 1 milyon kişi eder. Türkiye için çok büyük bir rakam. Prof. (...) bu kadar çok okunan kitap hakkında yazanlara hesap sormaya kalkışmış, ‘ya hesap bilmiyor ya hesap sormayı’ demiştim.

Vay efendim, adam hızını alamamış, bir araba hakaret sıralamış. Ne aptallığım kalmış, ne hıyarlığım... Üfürmeyi seven biri olduğumu da eklemeyi unutmamış. Üstelik kek durumuna da düşmüşmüşüm.

Neden mi kek durumuna düşmüşüm. Telefon açıp sorsam öğrenecekmişim. Araştırmada 15-60 yaş arası Türkiye kent nüfusu kapsanmış (bu arada Türkiye kent nüfusu 26,5 milyon, yüzde 2’si 530 bin kişi eder). Birkaç cümle sonra eklemiş, (nedense tüm şehirli nüfusu da değil) 100 bin kişi ve üzeri nüfusa sahip yerleri temsil eden 10 milyon kişiyi baz almışlarmış. Şark profesöründen köşe yazarı olursa, olacağı bu. Adam araştırmasının kaynağını bile vermez, sadece 10 milyon kişiyi temsil eden bir araştırmayı tüm Türkiye nüfusunu temsil ediyormuş gibi yazar. Sonra da kalkar hesap sorar. Yetmez hakaretler savurur.

Hadi bunları da geçelim, adamın yetkinlik seviyesini bildiğim için şüphelenmem gerekirdi diyelim. Öyle olsa bile Kavgam’ı okuyan kentli sayısı 200 bini buluyor. Ve hadi kasaba profesörünün gönlü hoş olsun, nüfusu 100 bini geçmeyen yerlerde, nüfusun yüzde 87’sinin sıfır kitap aldığını varsayayım (Boğaziçi’ndeki istatistik hocam Prof. Yılmaz Esmer duymasın bu yaptığımı). Tüm bu zorlamalara rağmen, bir kitabın Türkiye’de 200 bin satması sevgili kasaba profesörümüze göre olay değil midir? Beş, on bin kişinin seyrettiği sinema filmleri üzerinde ahkam kesmeye kalkışan kendisi değil mi?

Profesör bir de terbiye sınırlarını aşmakla suçluyor beni. Üstelik yazıma atıfta bulunurken bile üç kağıda başvurmuş. Tırnak içinde verdiği cümlelerin hiçbiri benim değil. Sözde ‘Prof. (...) hesap mı bilmiyor yoksa dayak mı yememiş’, diye yazmışım. Hakaret yetmemiş, yalana da sarılmış. Vah öğrencilerinin başına...
Yazının Devamını Oku

Dünya Müzik Fuarı’nda Türk zilleri

15 Nisan 2005
Frankfurt’ta yapılan dünyanın en büyük müzik fuarı <B>MusikMesse</B>’nin en gürültülü salonuna, kulaklarımı tıkayarak girdim. MusicMesse’ye bu yıl 515’i Alman, 1.533 şirket katılmış. Türkiye’den ise sadece altı şirket var. Davul zili markalarının doldurduğu salona gürültüye aldırmaksızın dört saatimi ayırmamın nedeni de fuara katılan altı Türk şirketinden dördünün bu salonda olması.

Türk zillerinin dünyaca meşhur olduğunu, dünyaca ünlü müzik gruplarının bateristlerinin önünü süsleyen zillerde rastladığım ‘İstanbul’, ‘Bosphorous’, ‘Turkish’markalarından biliyordum.

Fuara katılan dört Türk zil markasının ortak noktası, dördünün de tek bir markadan doğmuş olması. Bu marka dünyanın en ünlü zil markası Zildjian.

Zildjian markası Ermeni Türk zil ustası Zilcan’dan geliyor. Zilcan Usta öldükten sonra oğulları markayı ABD’ye taşıyıp, fabrikasyon olarak üretmeye başlamışlar. Uzun bir süre Türkiye’de Zilcan Usta’nın çıraklarıyla el yapımı zil üretmeye de devam etmişler. Fabrikasyon, seri üretim zillerle dünya zil pazarının çok büyük bir çoğunluğunu ele geçirdikten sonra el yapımı üretimden çekilmişler.

Efsanevi zil ustası Kerope Zilcan’ın oğlu Mikhail Zilcan’ın yanında 9 yaşından beri çıraklık yapan Agop ve Mehmet ustalar, Zilcan’ın Zildjian olup fabrikasyona dönmesinin ardından 1980 yılında kurdukları imalathane ile el yapımı zil geleneğini ‘İstanbul’ markasıyla devam ettirmeye başlamışlar. İstanbul’un da Zilcan gibi efsaneleşmesi gecikmemiş. Ancak Agop Usta ölünce, ortaklar 1986 yılında ayrılmış, İstanbul Agop ve İstanbul Mehmet isimli iki farklı marka doğmuş.

İstanbul sadece ikiye bölünmekle kalmamış, İstanbul’dan ayrılan başka ustalar ve çalışanlar da olmuş. Onlar da Bosphorous ve Turkish isimli iki yeni markayla girmişler dünya zil piyasasına.

Bugün el yapımı zil denilince akla hemen Türk zilleri, Türk zili denilince de bu dört marka geliyor davulcular ve müzikseverler arasında. Türk zilleri el yapımı oldukları için, fabrikalarda üretilen ziller kadar büyük pay alamıyorlar zil pazarından. Bu yüzden Zildjan, Sabian ve Paiste markalarının ardından geliyorlar, satış rakamı olarak.

El yapımı zillerin fabrikasyon zillerden farkı, her bir el yapımı zilin tamamen kendine has bir ses vermesi.

Bu özellikleri nedeniyle de daha çok cazcılar ve çok iyi rok davulcuları tarafından tercih ediliyorlar. Ünlü sanatçılar kullanacakları zilleri tek tek, uzun uzun deneyerek seçiyorlar. Bazıları kendi tınılarına uygun ses verecek özel imalatlar dahi isteyebiliyor.

El yapımı ziller, fiyat olarak fabrikasyon zillerden biraz daha pahalıya satılıyorlar. Ama bu fark, el emeğinin karşılığını tam olarak karşılayacak kadar yükseklere çıkamıyor ne yazık ki. El yapımı Türk zilleri çok daha geniş bir pazarı hak ediyorlar oysa ki.

Çözüm belki de küreselleşmenin kurallarına göre oynamakta. El yapımı zilleri çok yüksek fiyatlardan; Çin’de ucuza üretilen fabrikasyon ama kaliteli zilleri ise Türk markasıyla farklı bir ürün serisi olarak pazarlamak en uygun yol olarak gözüküyor.


AKP Türk şarabını THY

ile de vuruyor



Geçtiğimiz günlerde bir yazımda ‘en kötü ve fakir şarap listesine sahip havayolları seçilecek olsaydı, adaylarımdan biri Türk Havayolları olurdu’, diye yazmış ve ‘Önümüzdeki hafta THY ile yine bir Avrupa uçuşum var. Eğer şarap mönüsünde bir gelişme varsa, uçuştan sonraki yazımda yazarım’, diye eklemiştim.

Yazımın ilham kaynağı, Uğur Cebeci’nin Kokpit sayfasında yazdığı ‘first’ ve ‘business class’da en iyi şarap mönülerine sahip dünya havayolları sıralamasıydı. Çoğunlukla ekonomi sınıfında uçmama rağmen, bazen ‘businness’ uçuşa da denk geliyorum. Geçen gün Frankfurt’tan İstanbul’a THY ile ‘businness’ sınıfta uçtum. Mönüde ‘seçkin yerli ve yabancı şaraplar’ yazdığını görünce, olumlu şeyler yazacağım için umutlandım.

Hostes gelince hemen hangi kırmızı şarapları sunduklarını sordum. Türk şaraplarını sadece markalarını vererek sayabildi, yabancı şarap için ise ‘Bir de Fransız şarap’ var demekle yetindi. Fransız olanının şişesini görmek istediğimi söyledim. Uçak kalkalı henüz 10 dakika bile olmamıştı. İçeri gitti, geldi ve Fransız olanın kalmadığını söyledi. ‘Peki Türkler’den neler var gösterebilir misiniz’ dedim. Mönüde seçkin Türk şarapları diye yazan şaraplar ünlü markaların en sıradan sofra şaraplarından başkaları değildi. Üstelik teneke kapaklı küçük boy şişelerde, olabilecek en görgüsüz şekilde sunuluyorlardı.

Ekonomi sınıfında da zaten bu şaraplar veriliyordu ve aslında Türk şaraplarının tanıtımı açısından ekonomi sınıfında bile daha iyi şaraplarımızın sunulması uygun olurdu.

THY’yi artık ‘Dünyanın en kötü şarap mönüsüne sahip havayolları sıralaması’nda gönül rahatlığıyla birinci sıraya yerleştirebilirim.
Yazının Devamını Oku

Sigarayla Başbakan başa çıkamaz

13 Nisan 2005
Sigara, içki ve şaraba yapılan vergi zamları bilinçli bir şekilde aynı kefeye konmaya başladı. Şaraptan alınan vergilere yaptığı fahiş zam ne zaman eleştiri konusu olsa, hükümet hemen Avrupa’daki sigara vergilerini örnek göstererek kendini savunmaya kalkışıyordu. Hükümetin bu yanlış tutumu, sonunda sigara lobisi tarafından kullanılmaya başladı. Tekel’in sigara bölümünün özelleştirilmesi için yapılan ikinci ihaleye teklif veren çıkmayınca, sigara lobisi suçu hükümetin sigaraya koyduğu vergilere atmaya başladı. Milleti pis sigara dumanıyla zehirlemeye kararlı olan sigara lobisinin, medyadaki tetikçileri de devreye girmekte gecikmedi. Hemen hemen tüm gazetelerde Tekel’in sigara bölümüne alıcı çıkmamasının suçu sigaradan alınan vergilere yüklemeye çalışan haberler yayınlanmaya başladı.

Türkiye’deki tüm gazete binaları, yönetimin aldığı kararlara rağmen yıllardır sigara dumanından temizlenemiyor.

Tüm gazete binalarında yönetimle alay edercesine duman altı yapılmış, temiz havadan kurtarılmış çalışma bölgeleri var. Kimsenin gücü bu saygısız, sağlık düşmanlarına yetmiyor.

Halk ne kadar çok zehirlenirse kárları o kadar artan sigara şirketlerinin lobicileri de, böylesi bir medyanın içinden kendi tetikçilerini bulmakta güçlük çekmiyorlar tabii ki. Ve tetikçileri vasıtasıyla Tekel’in sigara bölümünün özelleştirilememesini hükümetin tütüne ilişkin vergi politikalarına bağlıyorlar.

Tekrarlamakta fayda var. Çağdaş batı ülkeleriyle karşılaştırıldığında, Türkiye sigara üreticileri için tam bir vergi cenneti. Hükümetin tütünle ilgili vergi politikası çok yerinde. Hatta fazlasıyla yumuşak bile. Hükümet sigaraya kat, kat daha fazla vergi uygulamalı ve tütün ürünlerinden alınan vergileri hiç vakit geçirmeden diğer çağdaş ülkelerde uygulanan vergi oranlarıyla aynı seviyeye getirmeli.

Ama Türkiye’de yıllardır kimsenin başa çıkamadığı sigaracılara, sigara konusunda çok medeni düşüncelere sahip olmasına rağmen, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın gücünün yeteceğini beklemek de safdillik olur doğrusu...

Hesap mı bilmiyor, dayak mı yememiş

Üniversite yıllarında briç karemizin baba oğul üyelerinden, baba olanı Osman Yaltı’nın biz gençler biraz uçup oyunu yükselttiğimizde söylediği cümleydi... ‘Ya hesap bilmiyorsunuz, ya hiç dayak yememişsiniz’ der; iddia ettiğimiz kadar eli alamadığımız takdirde alacağımız cezayı iki katına çıkartan ‘kontr’ ultimatomunu çekerdi...

Ali Atıf Bir’in Hitler’in Kavgam kitabıyla ilgili yapılan bir araştırmanın sonuçlarına dayanarak yazdığı yorumlarını okuyunca, benim de ağzımdan aynı cümle döküldü.

HTP Araştırma şirketi, Atıf Hoca’nın ricasını kıramamış ve Hitler’in Kavgam kitabıyla ilgili bir araştırma yapmış. Araştırma sonucunda Kavgam’ı alan ya da okuyanların oranı yüzde 2 çıkmış. Ya da Prof. Atıf Bir’in yazdığı şekliyle sadece yüzde 2. Prof. Bir bu sonuca bakıp hesap soruyor, ‘Şimdi lütfen geri dönüp Hitler’in Kavgam kitabıyla ilgili yazılıp çizilenlere bakın. Araştırma sonucunda çıkan verilerle yapılan yorumlar örtüşüyor mu? Peki bazıları bu konuda günlerdir yazacak kadar malzemeyi nereden (belki de neresinden) uyduruyor?’

Türkiye’de okur yazar nüfusu yaklaşık 55 milyon. 15 yaş üstü nüfus ise 50 milyonun üzerinde. Okur yazar nüfus üzerinden giderseniz yüzde 2’si 1 milyon 100 bin kişi eder.

15 yaş üstü nüfusa bakarım derseniz de 1 milyon... Prof. Bir, 1 milyon 100 bin kişi tarafından okunan ya da satın alınan (hem de Türkiye’de) bir kitapla ilgili yazı yazanlardan, bu kadar önemsiz bir satış rakamı için yazı yazmaya değer mi diye hesap soruyor.

Prof. Bir ya hesap bilmiyor, ya hesap sormayı. Ben ‘kontr’ diyeyim, gerisine siz karar verin.
Yazının Devamını Oku

Türk Telekom satılmasın

8 Nisan 2005
Yıllardır herkes yazar durur. <B>Türk Telekom</B>’u zamanında 20 milyar dolar ederken sattırmayanlar, Türkiye’ye büyük zarar vermişlermiş. Şehir efsanesi gibi yayılan ve genel kabul gören bu iddia acaba ne kadar doğru? Gelin beraber sorgulayalım. Türk Telekom’un 10 yıl önce 20 milyar dolara alıcı bulacağı iddiasının dayanağı nedir? Türk Telekom’a 10 yıl önce birileri çıkıp 20 milyar dolar teklif etti de, biz mi satmadık? Hayır. Bu sadece tahmini bir rakam ve biraz abartılı bir tahmin. Yine de hadi diyelim TT, 10 yıl önce gerçekten 15-20 milyar dolara alıcı bulabilirdi.

TT’nin bugünkü değerinin 6-7 milyar dolar olduğu söyleniyor. Yani eğer TT 10 yıl önce satılmış olsaydı devletin kasasına bugünkü koşullara göre en kötü olasılıkla 8, en iyi olasılıkla 14 milyar dolar daha fazla para girecekti.

Ancak, TT’yi 10 yıl önce sattırmayanları suçlayanların hesaba katmadıkları önemli bir ayrıntı var. TT aradan geçen bu 10 yıl içinde zarar etmedi ki, sürekli kár etti. TT’nin yıllık ortalama kárı 1-1,5 milyar dolar civarında. Demek ki TT aradan geçen on yıl içinde 10-15 milyar dolar kár etmiş. Bugünkü tahmini piyasa değeri olan 6 milyar doları ekleyin, TT’nin devlete sağladığı değer en kötü olasılıkla 16, en iyi olasılıkla 22 milyar doları buluyor.

Demek ki devlet TT’yi on yıl önce satmamakla en kötümser hesaplamayla 4 milyar dolar ekside, en iyimser hesaplama ile ise 7 milyar dolar artıda. En kötümser hesaplama doğru bile olsa, devlet TT’yi satmayıp elinde tutmaya devam ederse dört yıl daha ekside kalacak, beşici yıldan itibaren TT’yi satmamaktan kárlı duruma geçmeye başlayacak.

Nereden bakarsanız bakın matematik, TT’nin satışının devletin zararına olduğunu ortaya çıkartıyor.

Bugün asıl sorun telekom sektöründe TT’nin hakim konumunun kırılamamış olması, piyasanın serbestleştirilememesidir. Yapılması gereken iş devlet için çok iyi bir gelir kapısı olan TT’yi satmaya çalışmak yerine telekom piyasasını adil rekabet koşullarıyla donatmaktır.

Bu noktada görev Telekomünikasyon Kurulu’na düşüyor. Regülatör konumdaki Telekomünikasyon Kurulu, TT’nin piyasadaki hakim konumuna son verecek düzenlemeleri çok acil bir şekilde yapmak zorunda. Ancak Telekomünikason Kurulu çok yavaş kalıyor. Üstelik aldığı kararları TT’ye uygulatmakta da zorluk çekiyor.

Telekomünikasyon Kurulu’nun bu ataletten bir an önce kurtulması, siyasi otoritenin ise kurulun yaptırım gücünü artırıcı düzenlemeler yapması, TT’nin satılmasından çok daha önemli.
Yazının Devamını Oku

Yapma Emre, Orhan Pamuk’un nesi aydın

8 Nisan 2005
<B>Emre Aköz</B>, <B>Orhan Pamuk</B>’un entelektüel olduğunu söylüyor. Aköz’e göre Pamuk, ‘1 milyon Ermeni’yi öldürmedik mi’ diye sorarak kendi milletini rencide ettiği için entelektüelliğin şartını yerine getirmiş. Emre, Umberto Eco’nun sözünü örnek vermiş; ‘Entelektüelin görevi kriz çıkartmaktır, krize çözüm bulmak değil’.

Yapma Emre, her kriz çıkartana entelektüel demek mümkün mü? entelektüelin görevlerinden biri de kriz çıkartmak olabilir ama milleti rencide etmeyi başaran herkese aydın denir mi?

Sahi entelektüel kime denir? Her üniversite mezununa entelektüel denir mi? Her ünlüye?.. Her sanatçıya?.. Her kitap yazarına?..

Atıyorum üniversite mezunu Selami Karapençeli entelektüel midir mesela? Ya da kendisinden sanatçı diye bahsedilen Hülya Avşar’a entelektüel diyebilir miyiz? Orhan Pamuk, kitapları çok satıyor diye mi entelektüelden sayılıyor. O halde Metal Fırtına’nın yazarı Orkun Uçar’da mı entelektüel?

Diyorlar ki Orhan Pamuk fikrini söylediği için linç edilmeye kalkışılıyor. Orhan Pamuk’un, 1 milyon Ermeni’yi öldürdük demesinde bir fikir yok ki. Türkler 1 milyon Ermeni öldürdü demenin nesi fikir? Bu bir iddia, o kadar. İçinde en ufak bir fikir kırıntısı yok ki, fikrini söyledi diye eleştiriliyor olsun.

İşte entelektüeli sıradan sanatçıdan, sıradan siyasetçiden, sıradan ünlüden ayıran bir kriter bu noktada ortaya çıkıyor. Gerçek bir entelektüel ortaya fikir içermeyen bir iddia atıyorsa, bir olguyu gerçek olarak sunuyorsa, bu söylediklerinin gerçekliğini ispat etmek zorundadır.

Gerçek bir entelektüel fikirlerini, gerçekliğini kanıtlayamadığı olgularla desteklemeye kalkışmaz. Dünya nüfusunun dörtte üçü aç diyorsa, bu bilgiyi bilimsel bir araştırmaya dayandırması gerekir. Kafadan atılan rakamlarla entelektüellik yapılmaz.

Orhan Pamuk’un 1 milyon Ermeni’yi öldürdük demesi ve sonra ispatla denilince ortalıktan tüymesi entelektüellik değildir.

Entelektüelin fikir özgürlüğü elbette vardır. Ama yalan söyleme özgürlüğü yoktur. Entelektüel ortaya fikre değil olguya dayalı bir iddia atıyorsa, bu olgunun gerçek olmadığını iddia edenlere karşı gerçek olduğunu ispat etmek zorundadır. Yoksa yalancı durumuna düşer.

Orhan Pamuk iyi, çok iyi bir yazar. Üstelik dünya markası olmayı başarmış, övünmemiz gereken bir yazar. Ama iyi bir yazarı, ne kadar iyi bir yazar olursa olsun, gerçekliğini kanıtlayamadığı bir iddiayla insanları rencide etmeyi başardı diye entelektüel olarak yutturmak, gerçek entelektüellere haksızlık olur.

Movieplex sinemaları seyircisine saygılı

Sinemalarda filmlerden önce gösterilen reklamların süresinde ipin ucunun kaçmış olmasını eleştiren yazıma yurtdışında yaşayan okurlarımdan yoğun itiraz geldi. Yazımda ‘Çağdaş batılı ülkelerde de filmlerden önce reklam gösterilir. Ama önemli bir farkla. Reklamlar filmin ilan edilen başlama saatinden önce gösterilir’, demiştim ya... Özellikle İngiltere ve Almanya’da yaşayan okurlar, ‘Burada da durum Türkiye ile aynı’ diye itiraz ettiler. İngiltere ve Almanya’da bana öyle denk gelmiş demek ki. Çağdaş batı dünyası bu iki ülkeyle sınırlı değil. İngiltere ve Almanya’da aynı hatalı uygulamaya prim veriliyor olmasının da bir önemi yok.

Özen Film’den Nizam Eren’in gönderdiği mesaj, tartışmaya katkı sağlamak açısından çok daha önemli. Nizam Eren grup sinemalarının bu konuda daha ilkeli olduğunu söylüyor. Örneğin Movieplex sinemalarında oynatılan film ne olursa olsun reklam kuşağına 8 dakika ayrılıyormuş ve hiçbir salon bu süreyi kesinlikle aşmıyormuş. Eren, ‘Asıl işi sinemacılık olan hiçbir grup buna izin vermez’ diyor. Ne diyeyim, asıl işi sinemacılık olmayanlara da örnek olmasını dileğiyle.

Türk Telekom satılmasın

Türk Telekom’un satılması artık akıl kárı değil. Telekomünikasyon Kurumu’nun düzgün çalışmasının sağlanması ve telekom sektörünün adil serbest rekabete açılması çok daha önemli. Bu konudaki ayrıntılı yazımı, Hürriyet’in ücretsiz eki e.yaşam’ın bugünkü sayısında okuyabilirsiniz.

Feminist çatlatan yarışma

Hürriyet’in pazartesi günkü ‘sübmanşet’inde, ‘Size Anne Diyebilir miyim’ isimli TV yarışmasının sonucu ‘Ayak yıkadı kazandı’ başlığıyla verilmiş. Haberin spotunda ‘Aysel, geçtiğimiz haftalarda Volkan’ın ayağını yıkamış ve kadınların tepkisini çekmişti’ yazıyor. Başlık ve spot birbirleriyle çelişiyor. Eğer Aysel’in damat adayının ayağını yıkaması kadınların tepkisini çektiyse, nasıl olmuş da Aysel halktan diğer yarışmacılara göre çok daha fazla oy almış. Ayak yıkamaya tepki gösteren kadınlar tepkilerini ayak yıkayan Aysel’e oy vererek mi dışa vurmuşlar, kadınlar tepki gösterdi diye erkekler mi Aysel’i desteklemişler? Anlamak mümkün değil.

Aysel’in ayak yıkadığı için birinci olduğu saptaması doğru olsa bile, bunda yadırganacak, eleştirilecek bir durum göremiyorum.

Bu tip yarışmalara kısa mesajla oy gönderen Türk kadınlarının çoğunluğunun, koca ayağını yıkamaya sempatiyle baktığını gösterir ki, alan memnun satan memnun olduktan sonra kime ne? Erkeklerin çoğunluğu da kadın dırdırıyla, pop feminist yaygarasıyla aşağılanıyor, ne yapalım yani?

Ayak yıkama faslının, şaka olduğu aşikardı. Ne ayak yıkama yüceltilmesi ne de topluma kötü örnek olması gibi bir durum söz konusuydu. Mizah duygusunu giderek kaybeden bir millet olmaya başladık ki, asıl tehlikeli olan bu.
Yazının Devamını Oku

İdeolojik şarap çanağı

6 Nisan 2005
<B>AKP</B>’nin savaş açtığı Türk şarapçılığına sahip çıkmak için <B>CHP</B> bir komisyon kurmuş. Bu konuyu basında ilk kez yazıp gündeme getiren ve sık sık yazarak ısrarlı takipçiliğini yapan kişi olarak CHP’nin girişimine, özünde olumlu bakıyorum. CHP’li komisyonun hazırladığı ve basınla paylaştığı rapor bana ulaşmadı. Basında yazılanlardan takip edebildiğim kadarıyla raporda yepyeni bir bilgi yok. Türkiye bağcılık yapılan alan açısından dünya beşincisi, yetiştirilen üzüm miktarıyla dünya altıncısıymış ama dünya şarap üretiminin yalnızca binde ikisi Türkiye’de yapılıyormuş. Şaraplık üzümün fiyatı sofralık ve kurutmalık üzüme göre daha pahalıymış. Falan, filan...

Basın davetinin yapıldığı salona asılan fotoğrafın seçimi de bir alem: Rakı kadehli Atatürk fotoğrafı. Türk şarapçılığını kurtarmak için yapıldığı söylenen bir toplantıda rakı içen Atatürk fotoğrafının anlamı ne? Rakı sektörünü mü kurtarmaya çalışıyorsunuz, şarap sektörünü mü? Bu fotoğraf seçiminin tek anlamı ideolojik olabilir. Alkol içmeyi Atatürkçülükle özdeşleştirmek gibi saçma ve yersiz bir ideoloji...

CHP’nin girişiminden endişe duymamın başlıca nedeni de işte bu; konuyu ideolojik bir platforma taşımış olması. Komisyonun başındaki milletvekilinin, sorunun çözülmesinden ticari bir çıkarı olan Diren şaraplarının sahibi olması bile, konunun ideolojik bir platforma çekilmesini engellemeye yetmiyor.

Yanlış anlaşılmasın. Konunun ticari çıkarı olanlarca gündeme taşınmasına asla karşı değilim. Bilakis Doluca, Kavaklıdere, Gülor, Pamukkale, Sevilen, Kutman gibi şarap kalitelerini son birkaç yıldır istikrarlı bir şekilde artıran üreticilerin daha aktif olmalarını bekliyorum. Ama ticari çıkarların, siyasi bir mücadele postuyla sunulması da doğru değil.

Eğer meclis bünyesinde bir komisyon kuruluyor ve sektör hakkında rapor hazırlanıyorsa bu raporda işin sadece mikro ekonomik ticari boyutuyla ilgili değil, küresel arenadaki makro ekonomik önemiyle ilgili verilerin de sunulması gerekir.

Dünyada şarapçılık ne durumda? Şarapçılığıyla ünlü ülkeler, bu sektörden ne kadar gelir elde ediyor? Türk şarapçılığının bu ülkelerle rekabet edebilir duruma gelmesi mümkün müdür? Mümkünse neler yapılması gerekir? Şarapçılık Türkiye için neden önemlidir? Vergi politikası neden köstekleyici değil destekleyici olmalıdır? Ciddi çalışan bir komisyonun, bu soruların cevaplarına dayanarak Türk şarapçılığını öldürmeyin demesi gerekir. ‘Maksat bağcı dövmek’ gibi beylik cümlelerle değil...

Bu konuda yazmaya devam edeceğim...

Değişen Türk Mutfağı

Kul Bastı

Yeni Türk Ceza Kanunu’nun 1 Nisan’da yürürlüğe girmesi bekleniyordu. Suya sabuna dokunan neredeyse her yazıyı suç kapsamına sokan kanunun yürürlüğe gireceği günün mana ve önemine atfen, o günkü yazılarımdan birinde yemek tarifi yazdım. ‘Değişen Türk Mutfağı: İmam Ayıldı’ başlıklı yazıya okurlardan aldığım beklenmedik olumlu tepkiye istinaden değişen Türk mutfağından yemek tarifi örnekleri vermeye devam ediyorum. Ancak İmam Ayıldı tarifini yazdığım Kelebek eki baskıya girdiğinde, hükümet yasanın yürürlüğe giriş tarihini iki ay erteleyerek yazımı ofsaytta bıraktığı için de İmam Ayıldı’dan sonraki ikinci tarifim olarak Kul Bastı’yı seçiyorum.

Kasabınıza kuzu budundan hazırlatacağınız 1 kg. külbastıyı derin bir kaba koyun. İki baş soğan, iki iri domates rendeleyin. Kekik, biberiye, tuz ve biberle birlikte ete ekleyin. Bir paket kremalı mantar hazır çorba paketini üzerine dökün. İyice karıştırın. Buzdolabına koyun, tek ayak üzerinde en az bir saat başında bekleyin. Bir daha yaş tahtaya basmamaya dikkat ederek mangalda pişirin...

Haftaya: Kedi Dilli Azan Dibi
Yazının Devamını Oku

Değişen Türk mutfağı: İmam Ayıldı

1 Nisan 2005
Bugün 1 Nisan ve bu sene 1 Nisan’ın şakası yok... Bugün yürürlüğe giren <B>yeni Türk Ceza Kanunu </B>nedeniyle köşemin çizgisini değiştirmem farz oldu. Hürriyet Pazar’da Arman Kırım, Türk Mutfağı’nın modernleşmesi gerektiğini savunuyor. Bu mücadelesini sonuna kadar destekliyor olmama rağmen verdiği yemek tariflerini yeterince yenilikçi bulmuyorum. Bu yüzden kendi yemek tarifi alternatiflerimi geliştirmeye çalışıyorum. Yeni TCK’nın sağladığı barış ve huzur ortamında bu tariflerimden birini, İmam Ayıldı’yı gururla sunarım.

Malzeme (iki kişilik): 1 iri kemer patlıcanı, 1 iri bostan patlıcanı, birkaç hıyar, bolca maydonoz, 250 gr. kuşbaşı devekuşu, 100 gram mantar, 100 gr. süzme yoğurt, 1 baş soğan, 2 çorba kaşığı sızma zeytinyağı, 1 çorba kaşığı riviera zeytinyağı, yarım litre süt.

Hazırlanışı: Kemer patlıcanı güzelce yıkayın, cilalarcasına kurulayıp kabuğunu nur gibi parlatın. Sivri ağızlı bir bıçak alıp kabuğuna beğendiğiniz bir yazının satırlarını ya da şiirin dizelerini kazıyın. Gerçi acı patlıcanı kırağı çalmaz ama ne olur ne olmaz, jelatinle sarın. Buzdolabına koyun, dolabın kapağını kapatmayı unutmayın. Patlıcanı dolapta bir gün kapalı saklayın.

Soğanı, gözünüzü yaşartmasına aldırmadan iyice rendeleyin. Riviera zeytinyağında bir dakika kavurun. Eti yenen kuşlardan devekuşu’nun etini kuşbaşı doğrayın. Soğanla kavurun. Mantarları ekleyin. Tuz ve karabiber ekerek tatlandırın.

Bostan patlıcanını ikiye bölün, içlerini boşaltıp, kalan etli kabuğunu riviera zeytinyağı ile yağlayın, önceden kızdırılmış fırına verin. Yanmasına fırsat bırakmadan fırından geri isteyin.

Buzdolabına tıktığınız kemer patlıcanı çıkartın, üzerindeki jelatini itinayla sıyırın. Patlıcanın üzerindeki şiir dizeleri, bir gün dolapta beklemenin etkisiyle daha zarif bir görüntüye bürünmüş olacaklardır. Bu zarafeti daha da pekiştirmek için patlıcanı bir saat süte yatırın.

Bu arada kuşbaşlarını bostan patlıcanlarının içine gömün. Hıyarları iyice yıkayın, çığlıklarına aldırmadan kabuklarını soyun ve küp küp doğrayın. İçine kuşbaşı devekuşu gömülmüş patlıcanların üzerine sırasıyla önce hıyarları, sonra süzme yoğurdu, en üste de maydonozları koyun.

Sunumu: Doldurulmuş patlıcanları servis tabağına yan yana koyun, kemer patlıcanı sütten çıkartıp, sapını kesin. Devekuşlu, hıyarlı, süzme yoğurtlu, maydonozlu kitlenin başına dikin.

Değişen Türk mutfağının mümtaz yeni üyesi İmam Ayıldı’yı afiyetle yiyebilirsiniz. Aman dikkat, modern mutfakta süs de, lezzet kadar önemli... İşin sadece süsü olan kemer patlıcanı yemeye kalkışmayın.

Not: Bu tarif 1 Nisan şakası filan değil, tarafımca yapılarak denenmiş, gerçek bir yemek tarifidir, üstelik çok lezizdir. Arman Kırım’ın yerinde çabasına, başka tariflerle de destek vermeye devam edeceğim.

Yazısız yazı

Bugün yürürlüğe giren yeni Türk Ceza Kanunu nedeniyle, aklıma gelen bazı düşünceleri siz okurlarımla yayın yoluyla gazetede paylaşmaktan çekiniyorum. Aklıma gelen düşünceyi merak edip, öğrenmek isteyenler e.posta gönderirlerse, bu düşüncemi e.postayla kendileriyle paylaşabilirim.

Hollywood’la aynı anda bizim köyde vizyonda

Londra’nın 130 km. batısında, Swindon kentinde, Dolby Laboratuvarları’ndayım. Geliştirdiği ses teknolojileriyle, neredeyse her eve giren Dolby Laboratuvarları’nın Avrupa’daki ana üssü olan binada küçük bir de sinema salonu kurulmuş. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yirmi kadar gazeteciyle birlikteyiz. Bilgisayar çipi devi Intel’in gerçekleştireceği şovu izlemek için buradayız.

Kısa bir bekleyişin ardından, perde aydınlanıyor ve ‘5.1 Digital Dolby Surround’ ses eşliğinde George Harrison’ın Londra’da verdiği geçmiş bir konserden iki şarkı seyrediyoruz. Yaşadığımız deneyimin özelliği, gösterim için film makarası kullanılmamasında. Perdeye yansıyan görüntü tamamen dijital ve içinde bulunduğumuz salona kilometrelerce uzaktaki bir film stüdyosundan kablosuz olarak anında aktarılıyor.

Film görüntüsünün aktarılması için kullanılan teknolojinin adı WiMAX. WiMAX 50 km. çapındaki menzil içinde kablosuz İnternet erişimi sağlayan bir teknoloji. Çok yüksek hızda (70 MB/sn) veri iletişimi sağlıyor. WiMAX’in önümüzdeki yıllarda çok sayıda uygulama alanı olacak. Dolby Laboratuvarları’nda tanık olduğumuz gösteri, bu uygulama alanlarından yalnızca biri.

Sinema filmlerinin farklı şehirlerde, farklı zamanlarda gösterime girmesinin, kasabalara ancak aylar sonra gelmesinin başlıca nedeni filmlerin makaralarla dağıtılması. WiMAX sayesinde sinema filmleri yakın bir gelecekte havadan, dijital olarak dağıtılacak. Böylece filmler dünyanın en ücra köşelerinde bile Hollywood’la aynı anda gösterime girebilecek.

Intel, WiMAX teknolojisine büyük destek veriyor. Nedeni WiMAX’in yakın gelecekte, ücra yerleşim birimlerine İnternet bağlantısı götürmek ve mobil İnternet erişimi sağlamak için de kullanılabilecek olması. WiMAX Türkiye gibi bilgi çağına adım atmaya çalışan gelişmekte olan ülkeler için, gelişmiş ülkelerle arasındaki farkı kapatmaya yarayacak bir teknoloji. Türkiye’de de yaygın olarak kullanılabilmesi için önünde tek bir engel var. Telekomünikasyon Kurumu’nun alacağı kararlar. Telekomünikasyon Kurumu Wi-Fi teknolojisinde yaptığı gibi yasakçı bir tutum takınırsa, Türkiye bilgi toplumuna geçişini hızlandıracak bir başka yeni teknolojiden daha yeterince yararlanamayacak. Telekomünikasyon Kurumu’nun WiMAX konusunda atacağı olumlu adımları merakla bekliyor olacağım. Bu konuya müjdeli haberlerle dönebilmek umuduyla...
Yazının Devamını Oku

Sinemaseverler dikeni de sever ama Gül’e katlanamaz

30 Mart 2005
Sinemaya giden <B>Abdullah Gül</B>’ün başına gelenleri geçen gün <B>Ertuğrul Özkök </B>yazdı. Dışişleri Bakanımız eşini ve çocuklarını almış Gelibolu filmini seyretmek için Ankara’da bir sinemaya gitmiş. Başlama saati gelmiş, film bir türlü başlamıyor. 5 dakika, 10 dakika, 20 dakika... Beklemekten sıkılan seyirciler homurdanmaya, filmin başlama saatinin gecikmesinden sorumlu tuttukları Abdullah Gül’ün aleyhinde konuşmaya, bağrışıp, çağrışmaya başlamışlar. Halbuki Gül ve ailesi sinemaya vaktinde gelmiş ve gecikmeden herkes gibi onlar da mağdur olmuşlar.

Geçen gün, ‘Reklama mı geldik, sinemaya mı’ başlıklı yazımda, İstanbul’daki lüks sinema salonlarına musallat olan filmi geç başlatma alışkanlığını eleştirmiştim. Görünen o ki, bu hastalık İstanbul’dan Ankara’ya sirayet etmiş. Kabak da Kültür Bakanı’nın değil, en ufak bir kusuru olmayan Dışişleri Bakanı’nın başına patlamış.

Filmlerin geç başlamasının başlıca nedeni, filmlerden önce gösterilen reklamların uzunluğu. Filmin ilan edilen başlangıç saatinden beş dakika önce salona girip, oturuyorsunuz koltuğunuza. Başlama saati geliyor, seyretmeye geldiğiniz film yok perdede. Yerine önce gelecek filmlerin tanıtımı, ardından da bitmek bilmeyen bir reklam kuşağı gösteriliyor.

Üstelik film biletine ödediğiniz ücret ne kadar yüksekse, içinizden bolca küfür ederek mecburen seyrettiğiniz reklamların sayısı da o kadar artıyor. Yani sinema salonları hem seyircisini, hem reklamverenini enayi yerine koyuyor.

Çağdaş batılı ülkelerde de filmlerden önce reklam gösterilir. Ama önemli bir farkla. Reklamlar filmin ilan edilen başlama saatinden önce gösterilir. İsteyen girer salona, isteyen girmez. Filmin ilan edilen başlama saatinde ise dakika sektirmeden film gelir perdeye...

Bizde ise seyirci, kendini enayi yerine koyan sinema salonuna göstermez tepkisini de, Abdullah Gül örneğinde olduğu gibi günahı olmayanlardan çıkartır hıncını.

Diğer bayraklar düdük makarnası mı

Türk kızına tecavüz etmek suç, İranlı kıza tecavüz suç değil... Bir Türk’ü öldürmenin cezası müebbet hapis, bir Alman’ı öldürmek serbest... Türk parası çalan hırsız, ABD doları kapanın malı... Böylesi tanımlar içeren bir ceza yasası olabilir mi?

Peki Türk bayrağını yırtmak, yakmak suç oluyor da, diğer ülkelerin bayraklarını yırtmak, yakmak neden suç olarak tanımlanmıyor? Böyle adaletsiz bir hukuk anlayışı olur mu? Türk bayrağı bizim şerefimizdir de, ABD bayrağı Amerikalıların, İran Bayrağı İranlıların, Japon bayrağı Japonların şerefi değil midir? Türklerin şerefini rencide etmek suçtur da, Amerikalıların, İranlıların, Japonların şereflerini rencide etmek suç değil midir?

Bayrak yırtmak ve yakmak, hangi milletin bayrağı olursa olsun aynı cezaya tabi kılınmalı.


Türk girişimcilere yeni fırsat


Neye yatırım yapsam da yurtdışına açılsam diye düşünen Türk girişimcilere kıyağım olsun! Yatırım yapacak birikimim yok, eh Türkiye’de fikir de para etmiyor nasıl olsa, kendime saklayıp turşusunu kurmayayım... Avrupa’nın en yüksek mahkemesi olan Avrupa Adalet Mahkemesi’nin, Gillette ve ufak bir Fin şirketi arasındaki uzun süreli davayı sonuçlandıran geçen günkü kararı, Türk girişimcilerin de önünde çok büyük fırsat kapıları açıyor.

Karara göre üçüncü parti şirketler, başka şirketlerin tescilli markalarını bundan böyle kendi ürünleri üzerinde kullanabilecekler. ‘Olur mu öyle şey’ demeyin. Oldu bile. Nasıl mı, şöyle...

Finli tıraş bıçağı şirketi LA-Laboratories, Gillette’in ‘Sensor’ marka tıraş makineleriyle uyumlu, yedek tıraş bıçakları üretiyor. Yedek bıçaklarının ‘Gillette Sensor’ ile uyumlu olduğunu tüketiciye anlatabilmek için de ürünlerine, üzerinde ‘Bu bıçak tüm Gillette Sensor makinelerde kullanılabilir’ yazan bir çıkartma yapıştırıyor. Gillette de, ‘Tescilli markamı iznim olmadan kullanıyorlar’ diye mahkemeye başvuruyor. Yetkili en üst mahkemenin kararı Fin firmasının lehine, ‘Üçüncü parti şirketler, ürünlerinin kullanım amacını anlatabilmesi için şart olduğunda, diğer firmaların tescilli markalarını kullanabilirler.’

Karar sadece Gillette ürünleri için geçerli değil. Bu kararla birlikte üçüncü parti şirketler, başka şirketlerin markalı ürünlerine yedek parça üretebilecekler ve diğer şirketin tescilli markasını (Tabii sanki kendi markasıymış gibi değil) ürünleri üzerinde kullanabilecekler. Nasıl, sizce de önemli fırsat kapıları açmıyor mu bu karar?

En kötü havayolu şarapları

Uğur Cebeci, Hürriyet Pazar’daki Kokpit sayfasında, en iyi şarap mönüsüne sahip havayollarını yazmıştı bu hafta. En iyi şarapları ‘First Class’da Japon Havayolları, ‘Business Class’da Cathay Pacific sunuyormuş. En orijinal şarap listesine ise ‘First Class’da Japon Havayolları, ‘Business Class’da ise Delta sahipmiş. Diğerleriyle uçmadım ama Delta’nın Business Class’da sunduğu şarap mönüsünün orijinalliğine ben de tam puan veririm. Kanada’nın muhteşem Inniskillin Ice Wine’ı da dahil olmak üzere, pek çok ilginç şarapla Delta sayesinde tanıştım.

En kötü ve fakir şarap listesine sahip havayolları seçilecek olsaydı, adaylarımdan biri Türk Havayolları olurdu. Kıtalararası son THY uçuşumda ‘Business Class’da uçuşun daha yarısına gelmeden şarap bitmişti. İkram edilen şaraplar da zaten pek özelliği olmayan, ‘free shop’ta birkaç Avro’ya satılan sıradan şaraplardı. THY ile yaptığım ‘Business’a denk gelen son Avrupa uçuşunda ise sofra şaraplarını, üstelik teneke kapaklı şişelerle servis etmişlerdi.

Önümüzdeki hafta THY ile yine bir Avrupa uçuşum var. Eğer şarap mönüsünde bir gelişme varsa, uçuştan sonraki yazımda yazarım.
Yazının Devamını Oku