Yurtsan Atakan

Bilgi akar Türk bakar

25 Mart 2005
İngiltere’nin Swindon kentindeyim. Birazdan <B>Modern Bilim Müzesi</B>’ni gezemeye gideceğiz.WiMAX teknolojisinin Intel tarafından hayata geçirilmiş ilk halka açık, canlı uygulamasına şahit olacağız. WiMAX kablosuz İnternet erişimi sağlayan yeni bir standart (geçen sayılarda WiMAX hakkında ayrıntılı haberler de yapmıştık ve önümüzdeki sayılarda yapmaya devam edeceğiz). Birkaç yıldır hızla yaygınlaşan Wi-Fi standardının kardeşi.

Tıpkı Wi-Fi gibi WiMAX de kablosuz İnternet erişimi sağlıyor. Farkı çok daha hızlı olması ve kilometrelerce çapında bir alanı kapsayabilmesi.

Wi-Fi ise birkaç metrelik alanları kapsayabiliyor. Wi-Fi kurulu, kapsama alanlarına Net Nokta deniliyor. Net Nokta olan yerlerde dizüstü bilgisayar, avuçiçi bilgisayar ve yeni nesil cep telefonlarıyla kablosuz olarak İnternet’e bağlanılabiliyor.

NET NOKTA’YA ÇELME

Türkiye’de ilk ‘Net Nokta’lar Atatürk Havalimanı ve bazı seçkin otellerde kuruldu. Ardından Boğaziçi Üniversitesi kampüsünde ve Bebek Kahve’de de Net Nokta kuruldu. Bu Net Nokta’lar hálá aktif. Atatürk Havalimanı, bazı oteller ve Bebek Kahve’de kablosuz İnternet bağlantısından yararlanmak hálá ücretsiz. Net Nokta’ların en yaygın olduğu ABD’de de çoğunlukla ücretsiz veriliyor bu hizmet. Oteller, kafe zincirleri, belediyeler sübvanse ediyor Net Nokta giderlerini. Philedalphia, San Fransisko gibi şehirlerin tamamının kablosuz İnternet bağlantısı ağıyla örülmesi planlanıyor.

Biz de de KoçNet ve Beyoğlu Belediyesi’nin tüm dünyaya örnek olacak kadar başarılı ve öncü bir uygulama girişimi olmuştu geçtiğimiz yıllarda. KoçNet ve Beyoğlu Belediyesi İstiklal Caddesi’nin tamamında ücresiz Net Nokta hizmeti başlatmıştı.

Ama tıpkı fıkradaki gibi Türk’ün başarısına çelmeyi yine bir Türk attı. Türkleri kazanda tutmak için başlarına zebani gerekmezmiş, ne zaman bir Türk kazandan kaçacak gibi olsa alttaki Türkler paçalarına yapışıp tekrar kazanın içine çekermiş ya, KoçNet ve Beyoğlu Belediyesi’nin bu örnek girişimini Superonline Genel Müdürü Savaş Ünsal Telekomünikasyon Kurumu’na şikayet etti.

WIMAX FIRSATI KAÇMASIN

Türk Telekom
’un dümen suyunda giden Telekomünikasyon Kurumu da, kendisinden beklendiği gibi Türkiye’yi uçuracak bir karar almak yerine Türk Telekom’un tekelleşme ekmeğine yağ sürecek bir karar aldı ve açık alanlarda Wi-Fi hizmetini sadece Türk Telekom’un verebileceğine hükmetti. Bu karar Türkiye’nin Bilgi Toplumu’na geçişine vurulan en büyük darbelerden biri olarak tarihe geçti.

Şimdi önümüzde çok önemli bir fırsat daha var; WiMAX. WiMAX, Wi-Fi gibi lisans gerektirmeyen frekansları kullanan bir teknoloji. Eğer Telekomünikasyon Kurumu Wi-Fi’da düştüğü hatayı tekrarlamaz ve WiMAX’i Türk Telekom’un tekeline emanet etmek gibi Türkiye’yi dünyanın gerisinde bırakacak saçma sapan bir karar almazsa, İnternet erişimi de en az cep telefonu kullanımı kadar yaygınlaşabilir Türkiye’de. Ama bu Telekomünikasyon Kurumu’ndan böylesi sağduyulu ve Türkiye çıkarlarını koruyacak bir karar beklemek ne kadar mantıklı olur, orasını zaman gösterecek.
Yazının Devamını Oku

Sordum sarı mankene dedi annem hakemdir

25 Mart 2005
Türk medyasının mankenlere, fotomodellere her fırsatta magazin dışı sorular sorup, cevaplarını yayınlaması neyse, batı medyasının da <B>Orhan Pamuk</B>’a her fırsatta edebiyat dışı konularda sorular sorup, cevaplarını yayınlaması aynı şey. 15-16 sene önce İstanbul, Arnavutköy’de birkaç arkadaşımla birlikte, o dönemde çok popüler olan bir bar açmıştık. Adı Egoist’ti, şimdi yerinde Eylülist var. Özellikle mankenlerin, fotomodellerin ve İstanbul’da yaşayan yabancıların dadandığı bir bardı. Medya dünyasının renklendiği ve çeşitlendiği yıllar da aynı döneme rastlıyordu. Sayıları hızla artan televizyon kanalları, sohbet programlarına çıkartacak isim bulmakta zorlanmaya başlayınca mankenlerden medet ummaya başlamıştı.

Hoş ve boş dünyalarına yakından tanık olduğum isimlerin konuk edildikleri programlardaki tartışma konularını şaşkınlıkla izliyordum.

Aradan yıllar geçmesine rağmen, aynı eğilim devam ediyor. Mankenleri kırpıp kırpıp televizyon oyuncusu, sinema yıldızı, sunucu, şarkıcı yaptığımız yetmiyormuş gibi her konuda değerli fikirlerine de başvuruyoruz.

Mankenler kesmedi şimdi de hakem eskilerinden medet ummaya başladık. Üstelik sadece medya olarak değil koca Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak. Vatan gazetesinin haberine göre hormonlu ve genetiği değiştirilmiş ürünlerin kansere yol açıp açmadığını araştıran TBMM, bu konuda eski futbol hakemi, kabzımal ve futbol yorumcusu Erman Toroğlu’nun görüşlerine başvurmuş.

Erman Toroğlu milletvekillerini ‘ABD, Vietnam Savaşı sırasında çalıları yok etmek için dioksin diye bir madde kullanmış. Sonra bakmış ki kendi askerleri de kanser oluyor. Bugün Türkiye’de, Çin ve İsrail’den geldiği söylenen dioksin kullanılıyor. Toprağa, oradan suya ve denize karışıyor’ diyerek aydınlatmış.

Toroğlu’nun konuşmasının en tehlikeli yanı kısmen doğru bilgiler içermesi. Örneğin ABD’nin Vietnam Savaşı sırasında çalıları yok etmek için zehirli bir madde kullandığı doğru. Ancak bu madde dioksin değil, ‘Agent Orange’. Dioksin, bu maddenin kullanılmasıyla ortaya çıkan bir atık. Dioksin’in kanserojen olduğu da doğru. Ancak dioksin, Toroğlu’nun iddia ettiği gibi üretimi yapılan bir madde değil. Bazı endüstriyel işlemler sonucunda ortaya çıkan, çevre kirliliğine yol açan çeşitli atıklara verilen ortak isim... Dioksinin besin yoluyla insanlara geçtiği de doğru ama TBMM araştırmasının konusu olan sebze ve meyvelerle değil, hayvansal ürünlerin tüketimiyle geçiyor.

Ama kabahat tabii ki Erman Toroğlu’nda değil. Sormuşlar, cevap veriyor. Kabahat ne mankenlerde, ne fotomodellerde, ne de en sevdiğim ‘çok satan’ kitap yazarı Orhan Pamuk’ta...

Mankenler, fotomodeller, kabzımallar kendi alanları dışında sorular sorulduğunda nasıl çuvallıyorsa, Orhan Pamuk da edebiyat dışı sorular karşısında aynı şekilde çuvallıyor. Mazur görüp, sorumluluğu soruları yöneltenlerde görmek gerek.

İstanbul’a modern sanat yağıyor

İstanbul sanata verilen değer açısından belki de altın çağını yaşıyor. Henüz birkaç ay önce açılan İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin gördüğü ilgi inanılmaz. Bir müzede bu kadar çok sayıda Türk’ü bir tek İstanbul Modern’de gördüm.

Üretilen sanat eserlerini taçlandırma işlevi gören bu muhteşem müzenin ardından İstanbul şimdi de modern sanatın üretimi ve gelişimine beşik vazifesi görecek İstanbul Modern Sanat Platformu’na kavuşuyor. Platformun Balmumcu’da, bir de galerisi olacak. Yarın saat 19:00’da hem bu galerinin açılışı, hem de platformun kuruluşu kutlanacak. İstanbullu tüm sanatseverler davetli.

Jartiyer mini etekten seksidir

Philadelphia eyalet yetkilileri 1994’te, üstsüz dansçı Crystal Storm’u ağırlık ve ölçü birimi kanunlarına muhalefet gerekçesiyle uyarmışlar. Storm’un göğüs ölçüleri, reklam afişlerinde ilan edildiği gibi ‘127’ değil 50 inçmiş... Storm daha sonra ilandaki ölçünün inç değil santimetre cinsinden olduğunu söyleyerek cezadan kurtulmuş. Ama tabii reklamın iyisi kötüsü olmaz, izleyici sayısı da patlamış.

Melih Gökçek de yine 1994’te, heykeltıraş Mehmet Aksoy’un ‘Periler Ülkesinde’ isimli heykelini muzır olduğu gerekçesiyle Ankara Altınpark’tan kaldırtmıştı. Gökçek’in bu icraatı medyada büyük yankı bulmuş, yılda en fazla birkaç bin kişinin göreceği heykel gazetelerde, TV’lerde boy gösterip, milyonlarca kişi tarafından görülmüştü. Gökçek’in kaldırttığı heykel 16 yıl sonra mahkeme kararıyla eski yerine dikildi. Ve Hürriyet’in birinci sayfasında haber olarak bir kez daha milyonlarca kişi tarafından görüldü.

Tayyip Erdoğan’ın kendisini kedi olarak çizen karikatürist Musa Kart’ı mahkum etmesi de aynı hesap. Erdoğan dava açmasa Cumhuriyet okuru birkaç onbin kişi tarafından görülecek kedi karikatürü de, Başbakan’ın hoşgörüsüzlüğü sonucunda hemen hemen her gazetede, her kanalda tekrar tekrar yayınlanarak milyonlarca kişi tarafından görüldü. Tıpkı Gökçek’in heykeli gibi tarihe geçeceği ve bir hoşgörüsüzlük örneği olarak nesiller boyu anılacağı da muhakkak.

Haberle karışık Kenan Işık

CHP Yozgat Milletvekili Emin Koç, Kenan Işık’ın Star TV ile haber sunuculuğu yapmak için yaptığı anlaşmayla ilgili bir soru önergesi vermiş, ‘Habercilik deneyimi bulunmayan, esas işi tiyatroculuk olan bir kişinin, TV’den haber sunması doğru mudur?’ demiş. Ben de bir seçmen olarak soruyorum; ‘İki kelimeyi bir araya getiremeyenlerin yüz suyu hürmetine haber sunucusu yapıldığı kanallarımızda, usta bir tiyatrocunun, üstelik kariyerinde çok başarılı bir yarışma programı sunuculuğu da olan bir tiyatrocunun haber sunuculuğu yapmasını soru önergesine konu edebilen bir milletvekili, ileride vekilliği bittiğinde tiyatro oyuncusu olabilir mi?’
Yazının Devamını Oku

Tuncay Özilhan geç kaldınız ve kovuldunuz

23 Mart 2005
<B>Donald Trump</B>’lı orijinal <B>Çırak</B>’ın yerli versiyonunu dört gözle bekliyordum. Geçtiğimiz pazar akşamı yayına giren Tuncay Özilhan’lı yerli versiyonunun ilk bölümünü, ‘Ben olsam kimi kovardım’ gözüyle izlemek üzere TV ekranının karşısına kuruldum.

Kanal D’nin yayın akışında Çırak’ın başlama saati 22:00 olarak duyurulmuştu. Aman kaçırmayayım diye televizyonu ona çeyrek kala açtım. Saat on oldu, ekranda bana hiç de hitap etmeyen garip bir film oynuyor. 22:15 oldu Tuncay Özilhan’dan ses seda yok. 22:30 oldu Özilhan hálá görünürde değil. Nihayet 22:40’da teşrif etti. Yanında iki yardımcısı; Anadolu Grubu İnsan Kaynakları Koordinatörü Lütfi Fırat ve Coca Cola İnsan Kaynakları Direktörü Aliye Alptekin.

‘Sayın Özilhan’ dedim, ‘Çırak programının lideri olarak, bu gecikmeden kısmen sizi sorumlu tutuyorum.’ Sonra ‘Bununla birlikte’ diye devam ettim, ‘Programdan kimi kovacağıma karar vermeden önce randevunuza tam 40 dakika gecikmenizin sorumluluğunu paylaşmak üzere seçtiğiniz iki yardımcının durumlarını da dikkate alacağım.’

Tam kararımı verip, ‘Tuncay Bey, sizinle çalışmak istemiyorum, kovuldunuz’, diyecektim ki, Tuncay Özilhan konuşmaya başladı ve program yayına girdi. Donald Trump’ın tarzının yarattığı alışkanlık, Tuncay Özilhan’ın tarzını yadırgamama yol açtı. ‘Kararımda haklıymışım’, bir ‘off’ çekip uzaktan kumandanın ‘off’ düğmesine basayım artık diye düşünürken, yerli Çırak kendi tarzını hızla benimsetmeye başladı.

Gerçekçi şov buna denir

Programın başında hem Özilhan’ın sesi, hem yarışmacıların sesi titriyordu. Giderek açıldılar, çok daha rahat davranmaya başladılar. Gerçek ‘gerçekçi yaşam şovu’ işte böyle olmalı diye düşündüm. Programın sunucusu ve iki yardımcısı da dahil olmak üzere herkes kendini oynuyordu. Gelinli, kaynanalı şovlarda birinci olmak için takınılmaya başlanan sahte kimliklerden eser yoktu bu programda.

Tuncay Özilhan öyle gerçekçi bir işadamı portresi çiziyor ve tatlı sert sevecen yöneticilik tarzını ekrana o kadar iyi yansıtıyordu ki, 40 dakikalık gecikmesinin yarattığı kızgınlık hızla kayboldu.

Programın sonunda Özilhan ‘Seninle çalışmak istemiyorum’, diyerek İsmail Haznedar’ı kovdu. İzleyici olarak benim seçimim farklıydı. Önce favorilerimi söyleyeyim; Boston Üniversitesi mezunu Didem Üzümcüoğlu’nun ve Seattle Üniversitesi mezunu Baran Fidanboy’un özgeçmişini ve tavrını çok tuttum. ‘Seni defterimden sildim’ dediğim yarışmacı ise sinsice yarışan Serkan Kutlu oldu.

Çırak’ın ikinci bölümünü merakla bekliyorum. Her bölümde daha da iyi olacağına eminim. Ah bir de ekrana güzel bir günde ve gecikmesiz gelse. Reyting için de buna ihtiyacı var.

Çalıştır toriği çaparize gelme

Pazarlama iletişimi uzmanı Ali Atıf Bir, pazar günkü yazısında Siemens Mobil’in tasarım şirketi ‘Product Visionaires’in Başkanı Andre Fischer’e ‘Niye hálá futbol sponsorluğu?’ diye soruyor.

Fischer, geleceğin cep telefonlarındaki eğilimlerini tüm kategorilerde kadınların belirleyeceğini iddia etmiş. Siemens Mobil ise İspanya’daki marka bilinirliğini artırmak için Real Madrid’in sponsorluğunu yapıyor. Prof. A.A. Bir bunu çelişki olarak görmüş, hesap soruyor ve ‘Yanıt bekliyorum’ diye de ekliyor.

Fischer ciddiye alıp cevap verir mi bilmem. Ama sevgili Atıf Bir, toriği çalıştırırsa, sorusunun cevabını kendinden bir örnekle bulabilir. İpucunu ben vereyim.

Ali Atıf Bir, Türkiye’nin en etkin gazetesi Hürriyet’te yazdığı televizyon reklamı eleştirileriyle ünlendi. Hürriyet diğer tüm gazeteler gibi reklam gelirleriyle yaşıyor. Gazetelerin yaşayabilmesi için reklamverenlerin, televizyon reklamlarıyla yetinmemesi lazım. Ama A.A. Bir, gazetedeki köşesinde basın reklamlarının değil, televizyon reklamlarının eleştirisine ağırlık veriyor.

Hem de öyle böyle değil, çok ama çok büyük bir oranla. Yoksa bir iletişim uzmanı olan Prof. Bir, televizyon reklamlarının daha fazla reyting getirdiğine mi inanıyor? Peki ama Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni, neden böyle bir köşeye izin veriyor?

Bazen ilk bakışta çelişki gibi gözüken şeyler, aslında hiç de çelişkili değildir. Ne geleceğin eğilimlerini kadınların belirleyeceğine inanan Siemens Mobil’in bir futbol kulübüne sponsor olması, ne de Hürriyet’te televizyon reklamlarına prim verilmesinde çelişki var. A.A. Bir Andre Fischer’den cevap alamazsa, Ertuğrul Özkök’e neden bana televizyon reklamı eleştirisi yazdırıyorsunuz diye sorsun. Alacağı cevap, diğer sorusunun da cevabı olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Şeytan ayrıntıda, ayrıntı reklamda gizlidir

18 Mart 2005
Hafta başında <B>Hürriyet</B>’in manşetinde yayınlanan ‘<B>‘Subliminal’</B> reklamcılığa yasak teklifi’ haberi, <B>Galatasaray</B>’ın 100. Yıl Logosu’ndaki <B>‘fb’ </B>harflerini ortaya çıkartan yazıma gelen tepkilere de bir cevap niteliğindeydi. Örneğin reklamcılık uzmanı Ali Atıf Bir, yazımı ‘yeni logonun son sıfırından ve aslanın kuyruğundan ‘FB’ harflerini gören gözü kutlarım. Bu müthiş ‘göz’ bana algılamadaki genel ilkeyi anımsattı: Gönül ne istiyorsa, göz onu görür!’ diyerek eleştirmişti.

Prof. A.A. Bir, reklamcılar tarafından pek sık uygulanmasa da çok iyi bilinen ‘subliminal’, hadi şunu artık Türkçesiyle analım, ‘bilinçaltı reklamcılık’ tekniğini hatırlayamamıştı(!) her nedense...

Bilinçaltı reklamcılık James Vicary isimli bir araştırmacının 1957 yılında yaptığı deneyin sonuçlarının popülarize edilmesiyle ortaya çıkan bir kavram. Vicary bir sinema salonunda, filmin kareleri arasına ‘Coca Cola için’ ve ‘Acıktınız mı? Patlamış mısır yiyin’ yazılı kareler yerleştirmişti. İddiasına göre seyirciler bu kareleri bilinçleriyle algılayamadıkları halde, sinema salonunda o gün Coca Cola satışları yüzde 18.1, patlamış mısır satışları ise yüzde 57.8 oranında artmıştı.

Bu araştırma sonuçlarının sahte olduğu daha sonra ortaya çıkmasına ve Vicary de araştırma sonuçlarıyla oynadığını itiraf etmesine rağmen, bilinçaltı reklamcılık hakkındaki söylentiler bir şehir efsanesi olarak bugüne kadar gelmeyi başardı.

Bilinçaltı reklamcılığın ABD Federal İletişim Komisyonu (FCC) tarafından yasaklandığına dair iddiaların da aslı yok. FCC’nin bu konudaki resmi açıklaması bilinçaltı reklamcılık konusunda herhangi bir kuralı olmadığı yönünde.

Ancak bilinçaltı reklamcılığın hiçbir bilimsel kanıtının olmaması, reklamcıların ve reklam grafikerlerinin bu yönteme başvurmadığı anlamına gelmiyor. Tersine reklamcılık tarihi bilinçaltı reklamcılığın örnekleriyle dolu ve yeni yeni örnekler günümüzde de gelmeye devam ediyor.

Reklamcılar ve grafikerler bu tekniğe bazen bilimsel kanıtı olmamasına rağmen etkisine inandıkları için bazen de sırf muziplik yapma uğruna başvuruyorlar.

GS 100. Yıl Logosu’ndaki ‘fb’ harfleri yazımın ardından Türkiye’nin en kültürlü gazetecilerinden biri olan Nejat Bayramoğlu, bilinçaltı reklamcılığın grafik tarihindeki en uç örneğini göndermişti. Walt Disney’in ‘Küçük Denizkızı’ çizgifilminin video kaset illüstrasyonuydu bu örnek. Bayramoğlu, Walt Disney’in illüstrasyondaki skandalın (arka plandaki şatonun en yüksek kulesinin ortasına bakın) ortaya çıkmasının ardından yüzbinlerce video kaseti piyasadan geri çekmek zorunda kaldığını aktarıyordu! (ders çıkartması gerekenler çıkartsın)

GS 100. Yıl Logosu’na yerleştirilmiş ‘fb’ harflerinin de, böylesi muzipliğin ürünü olduğundan ciddi bir şekilde şüphelenmemin nedeni, öyle ‘göz ne isterse onu görür’ gibi klişeler değil kısacası...

Bilinçaltı reklamcılığa örnekler

Bilinçaltı reklamcılık günümüzde artık reklamın içine gizlenen kareler ve imgeler şeklinde kullanılmaktan çok reklamın izleyici üzerinde bırakacağı bilinçaltı etkilere odaklanıyor. Örneğin renklerin insan duyguları üzerindeki etkilerinden, imgelerin sembolik çağrışımlarından yararlanılıyor. Candies.com’un ilanı, gizli imge kullanmak yerine açıkça kullanan bir imgenin yapacağı çağrışımı kullanmış. İlanın içine penis figürü gizlemek yerine, uzay mekiği roketiyle çağrışım yapma yolunu seçmiş.

Musk parfümü ilanını tasarlayan reklamcının, ilanın göbeğinde kullandığı kayısı ve üzerine dökülen kremanın ilana bakanların zihninde yapacağı çağrışımları tahmin etmediğini söyleyebilir misiniz?

Carslberg ilanındaki gizli imgeyi görebilmek için deforme edilmiş dizine bakın. Sağa dönük bir kadın poposu göreceksiniz.

Pepsi’nin bir dönem piyasaya sürdüğü kutular, üst üste konulduklarında işte böyle gözükü-yorlardı.

ABD’de yerel bir gece kulübünün verdiği bu küçük gazete ilanındaki gizli mesajı ve verdiği vaadi görmek için resmi ters çevirip yarısını kapatmanız gerekli.
Yazının Devamını Oku

Eve otoya çantaya cep telefonlu alarm

16 Mart 2005
Biliyorum cep telefonunuzu yanınızda taşımaya alışıksınız. Ama evden çıkarken masanın üstünde bırakmayı tercih edeceğiniz ikinci bir cep telefonunuz daha olacak desem, ne dersiniz? Hatta üçüncüsü de olacak, onu da otomobilinizde bırakmayı tercih edeceksiniz desem? Daha da abartıp, çantanızdan çıkartmak istemeyeceğiniz dördüncü cep telefonunuz da olacak diye tuttursam?

Merak etmeyin dünyanın en büyük bilişim ve iletişim teknolojileri fuarı CeBIT’i gezerken şahit olduğum teknolojiler, aklımı başımdan alacak kadar çeşitli değildi. Bu yılki CeBIT’i renksiz bulup, yazı konusu çıkartmak için hayali teknolojiler geliştirmeye de kalkışmıyorum.

Siemens Mobil’in geliştirdiği konsept ürün, temel ihtiyaçlarımızdan bazılarına o kadar iyi hitap ediyor ki, bir iki yıl içinde piyasaya çıktığında pekçoğumuz tek bir cep telefonuna sahip olmakla yetinmeyeceğiz.

Siemens Komünikasyon Grubu’nun şimdilik Ay One kod adını taktığı bu ürün kendi ekseni etrafında 360 derece dönebilen kapaklı küçük bir kutucuk.

Üzerine çeşitli algılayıcılar ve bir de siren monte edilmiş. Örneğin evden çıkarken masanın üzerine bırakıyorsunuz. Siz yokken eve hırsız girip, Ay One’ın önünden geçecek olursa, üzerindeki hareket algılayıcısı önünden geçen hırsızı algılayıp devreye giriyor.

Üzerindeki siren ortalığı inletmeye başlarken, cihaz kendi kendine sizin diğer cep telefonunuzu arıyor ve evde beklenmedik bir durum olduğunu haber veriyor. Ay One’ın bu gibi durumlarda atacağı adımları ayarlayabiliyorsunuz da. Örneğin siren çalıp yerini hırsıza açık etmeden direkt sizi aramak üzere de ayarlayabilirsiniz. Ya da belki yurtdışına seyahate çıkıyor olursunuz da, Ay One’ı sizi değil bir tanıdığınızın telefonunu aramak üzere de programlayabilirsiniz. Tüm bu ayarları evin dışından, bir telefonla uzaktan değiştirmeniz de mümkün.

Ay One’ın kullanım alanı çok geniş. Çantanızın içine bırakıp da kullanabilirsiniz. Çantanızı bir yerde unuttuğunuzda ya da bıraktığınız yerde bulamadığınızda, çantanın içindeki Ay One’ı telefonla arayarak sireninin çalmasını sağlayabilir ya da bulan kişiyle telefonla irtibat kurabilirsiniz. Ay One’ı otomobil alarmı olarak da kullanabilir, otomobilin içinde herhangi bir hareket tespit eden cihazın, evi arayarak sizi haberdar etmesini sağlayabilirsiniz.

Siemens Ay One’ın üzerinde kendi etrafında dönen ve dört farklı konumda duran bir kapakçık var. Bu dört konumdan her biri cihazın farklı bir işlevi gerçekleştirmesini sağlıyor. Kullanıcı her konuma atanan işlevi ayrı ayrı değiştirebiliyor. Bu konumlar yukarıda anlattığım işlemleri gerçekleştirmek üzere kullanılabileceği gibi, dört ayrı telefon numarasını otomatik olarak aramaya da ayarlanabiliyor. Böylece örneğin konumlardan birine kendi numaranızı, diğerine acil sağlık servisi numarasını girip, cep telefonu kullanmayı bir türlü öğrenemeyen yaşlı bir yakınınıza verebiliyorsunuz. Yaşlı yakınınızın kendini kötü hissettiğinde yapması gereken tek şey kapağı, üzerinde sizin fotoğrafınızı ya da sağlık hizmeti işaretini görünceye kadar döndürmek oluyor.

İstanbul Modern tam anlamıyla modern

İki hafta önce İstanbul Modern’in kafesinde sigara içilmeyen bölüm olmamasını eleştirmiştim. Geçen hafta da İstanbul Modern’den aldığım müjdeyi aktarmış, kafede sigara içilmeyenlere de bir bölüm ayrıldığını yazmıştım. Bu hafta sonu bebeğimizle birlikte İstanbul Modern’deydik. Önce büyük bir keyifle müzeyi gezdik. Sonra mini müze dükkanından geçip, kafe bölümüne geçtik. Ne yalan söyleyeyim içimden acaba hangi kuytu köşeyi sigara içmeyenlere ayırmışlardır diye düşünüyordum. Bizde genelde sigara içilmeyen bölümü en arkaya koyar, sigara içmeyenleri bu bölüme geçerken sigara dumanı içinden geçmek zorunda bırakırlar. İstanbul Modern’de de böyle yapılmış olacağı önyargısına sahiptim, utandım.

Sigara içilmeyen bölümü, tüm medeni ülkelerde olduğu gibi en iyi yere, deniz manzarasına bakan pencerelerin önüne koymuşlar. Tek kusur ortadaki barın sigara içilmeyen masalara çok yakın taburelerinde, sigara içmenin serbest bırakılmasıydı. Gerçi havalandırma o kadar iyiydi ki, aradaki mesafe yarım metreden az olmasına rağmen barda içilen sigaraların dumanını hissetmedik.

Yediğimiz yemekler de nefis ve lezizdi. Gerçi biraz daha füzyon bir mutfak ve tablo gibi yemek süslemeleri İstanbul Modern’e daha da yakışırdı ama her şey o kadar güzeldi ki, bu da öylesine bir fikir olarak kalsın bir köşede...

Sonuçta İstanbul Modern’den harika bir gün geçirmiş olarak ayrıldık. Tekrar tekrar gitmekten zevk alacağımız bir yeri keşfetmekten de mutlu olduk.

Unutmadan, ilk yazımda eleştirdiğim İnternet sitesi de yenilenmiş. Çok daha zengin içerikli, çok daha profesyonel tasarımlı dört dörtlük bir site var şimdi yayında. Adresi, istanbulmodern.org.

Hem telsiz telefon hem uzaktan kumanda

Geçtiğimiz yıl cep telefonları ile fotoğraf kameralarını birleştiren modellerin yılıydı. Bu yıl da müzikçalar ve telefonun evlilik yılı. Sırada ne mi var? Cep telefonlarıyla birleşecek daha çok şey var.

Simens Komünikasyon’un CeBIT’te tanıttığı yeni nesil teknolojiler çok yakın geleceğin telefonlarıyla neler yapabileceğimizin ipuçlarını veriyordu. Örneğin evdeki telsiz telefonlarla, cep telefonları yakında tek bir alet olacak.

Ev dışındayken cep telefonu olarak kullandığımız cihaz, eve geldiğimizde sehpanın üzerinde duran baz istasyonu ile irtibat kuracak ve GSM şebekesi yerine sabit telefon hattını kullanan telsiz telefona dönüşecek. Adına artık cep telefonu mu deriz, telsiz telefon mu, orası şimdilik meçhul, yeni cihazımızı markaları ne olursa olsun evdeki tüm elektronik aletlerin uzaktan kumandası olarak da kullanabileceğiz. Yenilikler bununla da bitmeyecek.

Evde bakıma muhtaç hastaların testleri, doktor tarafından uzaktan yapılabilecek, doktor hastayla video telefon aracılığıyla görüşebilecek.

Video telefonlar evin çeşitli odalarını, uzaktan izleyebilmek ve acil durumlarda polise, itfaiyeye haber vermek için de kullanılacak.
Yazının Devamını Oku

Yurtsan Atakan: En büyük gávur icadı başkasının icadı

11 Mart 2005
Tarihte icadı yapandan çok, bu icadı kullanmasını bilenlerin güçlendiğini gösteren sayısız örnek var. Gávur buna ‘innovation’ diyor. Bizim için o kadar yabancı bir kavram ki, daha karşılığını bile üretememişiz. Daha doğrusu bir zamanlar biliyormuşuz ama çoktan unutmuşuz.

Barut’u Çinliler icat etti. Ama kullanmasını bilip, Orta Çağ’a son veren Osmanlılar oldu. Modern kağıdı ve matbaayı da Çinliler icat etti. Kullanmasını bilip Reform’u gerçekleştiren ise Avrupalılar oldu.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Kısacası <B>icadı yapmaktan çok, icattan yararlanmanın yenilikçi yollarını bulmak önemli</B>. F klavyenin önemi de son dönemlerde yaptığımız en büyük innovasyonlardan biri olmasında.

İlk daktilolarda kullanılan teknoloji, bugünkü kadar gelişkin olmadığından, hızlı yazıldığında harfler hep birbirine takılıyormuş. Yazma hızını yavaşlatmak için Q klavye dizilişi geliştirilmiş. Daktilo teknolojisi gelişip, Türkiye’de yaygınlaşmaya başladığı yıllarda ise nasıl olduysa yenilikçi bir Türk çıkmış, araştırma-geliştirme faaliyetlerine girişmiş...

İhsan Yener isimli bu yenilikçi genç, Türkçe yazmaya en elverişli klavye dizilişi olan F klavyeyi geliştirmiş. F klavye, resmi Türk standardı olarak kabul edilmiş ve hızla yaygınlaşmış. Ama sonra gözünü kár hırsı bürümüş, sorumsuz bilgisayar ithalatçıları çıkmış ve ömründe ilk kez klavye başına geçecek insanlara bilgisayar alırlarken uyduruk Türkçe Q klavyeli bilgisayarları dayatmış. Ve böylece Q klavye giderek yaygınlaşmış.

F klavye standardımızı kaybetmemek işte bu yüzden, son dönemde yaptığımız ender innovasyonlardan biri olduğu için çok önemli. Ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın başlattığı 650 bin öğretmene dizüstü bilgisayar projesi de, bu standardın yaşatılması için büyük bir fırsat.

MEB bu fırsatı az daha kaçırıyordu, sonradan hatasını düzeltti ve ihale şartnamesine koymadığı F klavyeyi, şartnameye sonradan eklediğini açıkladı. Ben de bir yazımda MEB’i bu kararından dolayı kutladım. <B>Emre Kongar </B>Cumhuriyet’teki yazısında ‘Diliyorum ki Atakan’ın ‘F klavye’ konusunda Milli Eğitim Bakanlığı’ndan aldığı bilgi doğru olsun’, temennisinde bulunmuş.

Kulağıma gelen söylentiler, Emre Kongar’ın kuşkusunu paylaşmama neden oluyor. Söylenenlere göre MEB, ihaleyi kazanan firmaları, klavye konusunda serbest bırakacakmış. Firmalar isteyen öğretmene F, isteyene Q klavyeli bilgisayar vermekte serbest olacakmış.

Bilgisayar firmalarının sicili ortada. Zamanında insanlara Q klavye dayatan <B>sabıkalı bilgisayar sektörü serbest bırakılırsa, yine aynısı yapacaktır. Standart olan klavye F olmasına rağmen, insanlara daha fazla kár bıraktığı için Q klavyeli bilgisayarları dayatacaktır.

Yazının Devamını Oku

Teşekkürler Microsoft

11 Mart 2005
Tamam kabul ediyorum, <B>Microsoft</B>’a yüklenirken biraz abarttık. <B>Bill Gates</B>’in <B>Tayyip Erdoğan</B>’la buluştuğu iki saatlik Türkiye kaçamağının ardından yazdıklarımın hepsinin, kelime kelime arkasındayım. Önce bunu belirteyim. Ama Microsoft’u eleştirirken, övmem gereken yanlarını es geçtiğimi de itiraf etmem gerek.

Kasıtlı değil ama bilinçli bir es geçmeydi bu. Eleştirilmesi gereken noktaların daha öncelikli olması meselesiydi. Tek yönlü rüzgarın şiddeti o kadar güçlüydü ki, birilerinin çıkıp öte yandan esen meltemi de işaret etmesi gerekiyordu.

Başbakanlık ve Milli Eğitim Bakanlığı, büyük bir olasılıkla iyi niyetle başlattıkları ‘bilişimle kalkınma’ atağı ve eğitimde bilişim projelerini, ellerine yüzlerine bulaştırmaya başlamıştı. Her iki proje de hızla ‘büyük Microsoft projeleri’ olma yolunda hızla ilerliyordu.

Hürriyet e.yaşam yazarı Halil Aksu, hükümetin bilişim atağını daha Aralık ayında öngörmüştü aslında. 17 Aralık’ta AB’den tarih almamızın ardından hükümetin vitrininin boşaldığını, bu vitrini Türkiye’nin e.dönüşümü ile dolduracağını söylemişti. Ve daha da önemlisi Türk bilişim sektörünün liderlerine, yaklaşmakta olan e.dönüşüm dalgasına hazırlıklı yakalanmaları için öğütler de vermişti. ‘Bugünden tezi yok’, demişti, ‘BT yöneticileri kendilerini değiştirmek ve geliştirmek zorundadır. BT’nin mutfağından ayrılıp, güverteye çıkmaları hatta kaptan köşküne çıkmaları lazım. Başlarını günlük işlerden kaldırmalılar ve biraz daha stratejik konularla ilgilenmeliler, üst yönetimle yakın temasa geçmeliler ve çalıştıkları kuruluşlar için teknolojik liderlik yapmalılar’...

Aradan geçen zamanda Microsoft Türkiye dışında kimsenin bu tavsiyelere uymadığı görüldü. Bir tek Çağlayan Arkan’ın kaptanlığında Microsoft Türkiye yöneticileri kaptan köşküne tırmandılar, üst yönetimle yani Seattle’la temasa geçtiler ve teknolojik liderlik yaptılar. Semeresini de Bill Gates’i Başbakan Erdoğan ile görüştürerek aldılar.

Bill Gates’in Türkiye’ye gelip Başbakan ile buluşması Türk bilişim sektörü için çok büyük bir fırsattı. Bu fırsat henüz kaçmış da değil. Evet belki şartlar diğer şirketler için Microsoft kadar müsait değildi. Belki atılan zarlar Microsoft’un istediği gibi geldi. Ama şimdi sıra diğer devlerde. Onların da önemli adımlar atması, Türkiye’nin e.dönüşümü için büyük projeler hazırlaması, bunları hükümete aktarması, uluslararası merkezlerini Türkiye’ye yönelik daha büyük düşünmeleri için ikna etmesi gerekiyor.

Teşekkürler Microsoft Türkiye. İlk adımı atma cesaretini siz gösterdiniz. Günah keçisi ilan edilme uğruna bu adımı bir tek siz atabildiniz. Sıra şimdi diğer devlerde. Türkiye’nin e.dönüşümüne yönelik bu atılımı kaçırmayalım. Pastadan dilim kapmaya değil, pastayı büyütmeye çalışan şefe yardımcı olmaya çalışalım. Ve asıl amacın her ikisi de olmadığını, büyüyen pasta sayesinde Türkiye’nin kazancını artırmak olduğunu unutmayalım.
Yazının Devamını Oku

Ali Sami Yen cennetine hoş geldiniz

9 Mart 2005
Bir zamanlar, rakip takımların korkulu rüyası olan ve cehennem diye anılan <B>Ali Sami Yen </B>tam bir cennete dönmüş. Misafir takım için bir cennet, Galatasaray taraftarı için ise tam bir cehennem.

Koyu bir Galatasaray taraftarı olan babam Baysungur Atakan, Monaco maçında Prekazi’nin golünden sonra kalp krizi geçirip öldüğünden beri Galatasaray’ın hiçbir maçına gitmiyordum. 16 senelik Ali Sami Yen orucumu sonunda, geçen günkü Beşiktaş maçıyla bozdum. 16 sene öncesinin Ali Sami Yen Stadyumu ile bugününkü arasında hem çok fark var, hem de çok az şey gelişmiş.

n Eskiden maça girebilmek için sabahın köründe sıraya girer, saatlerce beklerdik.

Şimdi artık bileti önceden alıp, maça bir saatten az vakit kala girmek mümkün.

n Eskiden maçtan saatler önce bağırmaya başlar, sesimiz kısılmasına rağmen maç boyunca da bağırır, Ali Sami Yen’i rakip takıma zindan ederdik.

Şimdi taraftar maçtan önce boşu boşuna fazla bağırmayarak doğrusunu yapıyor. Ama maç başlayınca da görüntü var ses yok.

Beşiktaş birinci yarıdaki sertliğiyle, oyun planını Galatasaray’a futbol oynatmamak üzerine kurduğunu alenen gösteriyordu. Hakem bu sertliğe göz yumarak, ikinci yarıda sertliğin daha da artmasına davetiye çıkartı. Galatasaray seyircisi ise, hakemin bu davetiyesine resmen seyirci kaldı. Beşiktaşlı futbolcuların sertliklerine ve hakemin bu sertliklere prim vermesine yeterince sert tepki vermedi ve hakem üzerinde kurulması gereken baskıyı kurmayı beceremedi.

Galatasaray taraftarının maçtan önce açtığı ve tribünden tribüne dolaştırdığı ‘Arman için, forman için, Türkiye için, bizim için’ yazılı 50 metrelik pankart çok etkileyici ve başarılıydı. Ama taraftar aynı başarıyı rakip takım ve hakem üzerinde psikolojik baskı kurmada gösteremedi. Meşru yollarla baskı kurma becerilemeyince, ikinci yarıda iş küfür ve sahaya yabancı madde atmak gibi olmayacak davranışlara dayandı.

n Eskiden misafir takımın taraftarına, stadyumda tezahüratlarını en fazla etkisiz bırakacak şekilde yer verilirdi.

Ali Sami Yen’de ise Galatasaray yönetimi, rakip takım taraftarına seslerini en kolay duyurabilecekleri alanı tahsis etmiş. Beşiktaş seyircisinin sesi sahaya Galatasaraylılardan daha fazla yansıyordu.

n Eskiden derbi maçlarında stad tıklım tıklım dolardı.

Galatasaray-Beşiktaş derbisinde Eski Açık tribünü yıkılmış olmasına rağmen, stat bir derbi maçına göre boş sayılırdı.

n Eskiden Ali Sami Yen, Türkiye’deki diğer tüm statlar gibi dökülüyordu ve pislik içindeydi.

16 yıl aradan sonra değişmediğini gördüğüm tek şey bu pislik ve bakımsızlık oldu.

Bernabeu nerede Sami Yen nerede

Ali Sami Yen’i sadece 16 yıl öncesiyle değil, Real Madrid’in geçen hafta ziyaret ettiğim Bernabeu statıyla da karşılaştırıyorum ister istemez. Ali Sami Yen, Avrupa şampiyonu bir kulübe yakışmayacak kadar ilkel ve bakımsız bir stad. Borç içinde yüzen kulübün, bu statı darphane gibi kullanmanın yollarını bulması gerek.

Bu da bakımsız, pis bir statla yapılabilecek bir iş değil. Real Madrid’in statı Bernabeu, para basan bir makine gibi tasarlanmış. Lüks locaları, restoranlı bölümü, barları maç günleri para basıyor. Paralı stat turları, stat içindeki müze ve Real Madrid mağazası da para basımının maç günleri dışında da devam etmesini sağlıyor. Kısacası Bernabeu futbolun istesek de istemesek de endüstrileşen şartlarına harfiyen uyarken, Ali Sami Yen yarı amatör bir kulübün statı gibi sırıtıyor.

Muhtar tarzına çözüm bulan TV yasakçılığa meydan bırakmaz

Bekir Coşkun’un mizah gücünün hayranıyımdır ama bazen kaş yapayım derken göz çıkartmasına üzülürüm.

Örneğin bugün çok eleştirdiği iktidarın yolunu, Ecevit’in hastalığını alay konusu yaparak açmış olması da başlı başına bir ironidir. Şimdi yine mizah yapayım derken, çam deviriyor. Televizyonları sansürlemeye soyunan RTÜK’ün ekmeğine yağ sürüyor.

‘Gelinim, kaynanam, bacım olur musun’ türünden gerçek yaşam şovlarını seyredenlerin tümünün aptal olduğunu yazdı geçenlerde. Belki bir ölçüde haklıdır, seyredenleri arasında aptallar da vardır mutlaka. Ama gerçek yaşamı ekrana yansıtan, insanların gerçekte ne olduğunu en iyi gösteren programların da bunlar olduğunu görmek için ortalama zekanın en azından biraz üzerinde olmak gerekiyor.

Kanal D Genel Müdürü Murat Saygı’nın tespitleri çok doğru. Bugün sorun gerçekçi yaşam şovlarının kendisinden değil, katılanlarından kaynaklanıyor. Başlarda katılanların kendi karakterlerini oynadıkları şovlarda artık insanlar, eski programların kazananlarını örnek alarak rol yapmaya başladılar. Bu nedenle, zaten artık, seyredenler de bıkmaya başladı bu programlardan. Yayıncılar ya daha farklı formatlar keşfetmek zorunda kalacaklar ya da bu tür programlar ekranlardan kendi kendilerine tasviye olacaklar.

İşin çözümü höt, zöt edip, ayağınızı denk alın yoksa yasaklarım demekte değil. Sistem kendisini koruduğunu daha önce defalarca ispatladı. Reha Muhtar tarzı TV haberciliğini tasviye eden mekanizmalar, TV yayıncılığının kendi düzeyini kendisinin koruyacağının kefili olarak kabul edilmelidir.

İstanbul Modern daha da modern

İstanbul Modern’in kafesinde sigara içilmeyen bölüm olmamasını eleştirmiştim. İki hafta önce bebeğimizle birlikte gidip müzeyi gezmeden önce telefon edip, kafede sigara içilmeyen bölüm olmadığını öğrenince vazgeçmiştik. Handan Şenköken, İstanbul Modern adına gönderdiği açıklamada, İstanbul Modern Cafe’de sigara içilen ve içilmeyen bölümlerin birbirlerinden ayrıldığını müjdeledi. Bebeğimizle birlikte gidebileceğimiz bir kafe daha kazanmış olmaktan çok mutlu olduk. En kısa zamanda ziyaret edip, keyfini çıkartacağız.
Yazının Devamını Oku