29 Haziran 2005
Eşcinsellere karşı hoşgörülü bir toplum muyuz, değil miyiz karar vermek zor.Zeki Müren’i sanat güneşi ilan etmemize bakılırsa hoşgörülüyüz. Hakemlere onbinlerce kişi hep bir ağızdan haykırdığımız sövgü sözcüğü ise tersini söylüyor.
Gözde modacılarımız, şarkıcılarımız, sunucularımız arasındaki eşcinsel bolluğuna bakınca, eşcinselleri sanki biraz kayırıyormuşuz gibi bir izlenime kapılmak işten bile değil. Ama Beyoğlu’nda, Elmadağ’da, çevreyolunda sopayla, copla kovalananları hatırlayınca, bu izlenimden de iz kalmıyor.
Toplumun liberal kesimi hoşgörülü, muhafazakar kısmı değil desem, yok yok yine olmuyor. Muhafazakarların, Osmanlı’nın mirasını reddedecek halleri yok ya. Peki o zaman kim bu eşcinselleri aşağılayanlar, hor görenler Türkiye’de?
Tüm bunları San Fransisko’ya ayak basar basmaz şahit olduğum iki olay üzerine düşünüyorum. Olaylardan birincisi San Fransisko’da sigara içmenin, önümüzdeki haftadan itibaren açık havada da yasaklanacak olması.
Bildiğiniz gibi San Fransisko’nun içinde bulunduğu Kaliforniya eyaleti, sigara içmenin restoranlar ve barlar da dahil olmak üzere kamuya açık tüm kapalı alanlarda tamamen yasaklandığı ilk eyaletti. Kaliforniyalılar bu yasaktan çok memnun. Yasak devreye girdi gireli Kaliforniya eyaletindeki restoran ve barların müşteri sayısı ve kárı artmış durumda.
San Fransisko Belediye Meclisince alınan yeni karar ise sigara içmeyi, bu cuma gününden itibaren belediyeye bağlı tüm açık alanlarda da (parklar, bahçeler, meydanlar, oyun bahçeleri, duraklar vs.) yasaklıyor. Yasağın uygulanmasının önündeki şimdilik tek sıkıntı, ‘yasak’ tabelalarının henüz hazır olmaması ve ilgili yerlere asılmamış olması.
Yetkililer tabela eksikliğinin, vatandaşların uyarılması sırasında sıkıntı yaratabileceğini, bu nedenle yasağın uygulanmasında gecikme yaşanabileceğini söylüyorlar.
San Fransisko’da ayağımın tozuyla şahit olduğum ikinci olay ise her yıl tekrarlanan Eşcinsel Karnaval Geçidi.
San Fransisko’ya geliş nedenim JavaOne konferansına katılmak. 1995’te gerçekleşen ilki de dahil olmak üzere JavaOne’a, biri hariç her yıl katıldım. Tesadüf müdür, başka bir kerameti mi vardır bilmem ama JavaOne’lar genellikle bu geleneksel Eşcinsel Geçidi’nin hemen ertesi gününe denk geliyor. Bu denk geldiğim dördüncü Eşcinsel Karnavalı.
Cinsel seçimlerinden utanmadıklarını göstermek için geçide katılan onbinlerce eşcinseli ve onları alkışlayarak destekleyen on binlerce San Fransiskolu’yu seyrederken, bu hoşgörülü insanların neden sigara içenlere de aynı hoşgörüyü göstermediklerini düşünüyorum.
Göstermiyorlar çünkü sigara içenlerin tercihi, eşcinsellerin tercihi gibi zararsız değil. Sigara içenler, eşcinsellerin aksine başkalarının özgürlüklerine saldırıyorlar.
Açık havada bile olsa, dikkatsizce savrulan dumanlar başkalarının sağlığını tehdit ediyor. ABD sigarayla, adım adım uyguladığı bir stratejiyle çok iyi savaşıyor. Sonunda sigaranın kökünü tüm ülkeden kazıyacak. Darısı başımıza.
Eşcinsel Karnavalı’ndan manzaralar
Farklı yaşam biçimlerine hoşgörüsüyle meşhur San Fransisko eşcinsellerin onlarca yıl öncesinden beri sığındıkları ve akın akın geldikleri bir şehir. Bu özelliğiyle, eşcinsellerin dünya başkenti olmuş durumda.
Bu yıl eşcinseller New York, Chicago, Atlanta, Seattle gibi başka büyük şehirlerde de yürüyüşler düzenlediler ama en görkemlisi yine San Fransisko’da oldu.
Eşcinsel Karnaval Geçidi görülmeye değer bir etkinlik. On binlerce eşcinsel, yürüyüşe katılarak cinsel seçimlerinden utanmadıklarını gösterdi. Yolun iki yanına toplanan kalabalık ise yürüyüşe katılan eşcinselleri alkışlayarak, onlara destek oldu.
Karnaval Geçidi, motorsikletlilerin geçişiyle başladı. En önde lezbiyenlerin sürdüğü motorlar vardı. Bine yakın lezbiyen motorluyu, erkek eşcinsellerin sürdüğü motorsikletler izledi. Lezbiyen motorcuların, erkek eşcinsel motorculara göre çok daha fazla sayıda olması dikkat çekiciydi.
Bir başka ilginç nokta ise lezbiyenlerin motorsikletlere çiftler halinde binmeyi tercih etmesine karşılık erkek eşcinsellerin motorlarına yalnız binmeleriydi.
Motorsikletlileri, bisikletli eşcinseller takip etti. Bu kez erkekler çoğunluktaydı. Bisikletlilerin ardından ise çeşitli gruplar yürüdü. Kızılderili eşcinseller, eşcinsel yürüyüşüne farklı konseptlerde arabalar hazırlayarak destek veren şirket ve kurumlar, yine destek vermek amacıyla akrobatik gösteriler yapan amigo kızlar, birbirinden ilginç kostümleriyle yürüyen homoseksüeller, travestiler, transseksüeller, çok eşliler ve biseksüeller birbiri ardına geçtiler.
Beni en çok etkileyen eşcinsel ebeveynlerinden oluşan konvoy oldu. Oğullarının, kızlarının cinsel seçiminden utanmadıklarını yazan pankartlarla, oğulları ve kızlarıyla kol kola yürüdüler.
Yaşlı bir eşcinselin tişörtünde ise, ‘82 yıl 9 aydır eşcinselim. Ama belki de geçici bir dönemdir bu’ yazıyordu.
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2005
<B>Berran Tözer</B>’le 17 yıl önce, gazetecilik mesleğine <B>Güneş Yayınları</B>’nda (daha önce <B>Cumhuriyet</B>’teki staj dönemim sayılmazsa) ilk adımımı atmaya hazırlandığım gün karşılaşmıştım. Deniz Yegül’le iş görüşmesi yaparken odaya girmişti. Bir prensese benziyordu. Ondan sonraki her karşılaşmamızda, her sohbetimizde aynı izlenime kapıldım. Güneş gazetesi Asil Nadir döneminde tekrardan ayağa kaldırırken, her ikimize de aynı anda transfer teklifi gelmiş, iş görüşmesine aynı samimi ortamda birlikte girmiştik. Pazarlığını bile bir prenses edasıyla yapmasından etkilenmiştim.
Berran Tözer, geçen gün akciğer kanseri yüzünden çok genç yaşta aramızdan ayrıldı. Gazetelerin birinci sayfalarında ‘İki arkadaşın acı kaderi’ yazıyordu. Haberlerde, acı tesadüfler art arda sıralanmıştı. Çocukluk arkadaşıydılar. Aynı zamanda, aynı hastaneye yatmışlardı. Kanser teşhisi ikisine de aynı gün konmuştu. Aynı hastanede, aynı doktor tarafından tedaviye alınmışlardı. Bir ay arayla ameliyat olmuşlar, bir gün arayla ölmüşlerdi. Morgda da, musalla taşında da yan yanaydılar’...
Bir başka ortak özelliğin ise gazetelerde pek üzerinde durulmamıştı. Berran Özer de, Kerim Bekdik de sigara tiryakisi yapılmış kurbanlardı. Sigara içmeyi yücelten bir kültürün içinde, yavaş yavaş değil, hızla zehirlenmişler ve çok genç yaşta öldürülmüşlerdi. Arkalarından ağıt yakanlardan birinin tuttuğu ya da yanlarında içtiği sigara mı tetiklemişti hastalıklarını? Kim bilir? Sigara içtiğim yıllarda ben de vardım onların arasında. Şimdi utanıyorum ve korkuyorum.
Kes sakla-Ya gidersen
Zaman yolculuğu
Her şehrin, rehberlerde yer alamayan, sayısız ilginç mekanı vardır. Hani gitmeseniz olmaz yerlerden değildir ama gidince de iyi ki gelmişim detirten. Geçen hafta Singapur’daydım. Kaldığım Pan Pacific otelinin lobisi tam da bu tür yerlerdendi. Singapur’a gidince illa görülmesi gereken bir mekan değil ama mutlaka görülmesi gereken mekanlardan Raffles Hotel’e yürüme mesafesinde.
Önce Raffles Hotel’i ziyaret edin. Doğu Asya’nın kolonyel döneminin atmosferini koklayın. Sonra otelin en az kendi kadar meşhur Long Bar’ında, yine en az kendi kadar meşhur serinletici Singapur Sling kokteylini yudumlayın. Yer fıstıklarını, ádetlerden haberdar olmayan turistlerin ayıplayan bakışlarına aldırmadan kabuklarını yere atarak yiyin. Yere arada bir fıstık kırıntıları da atarak barın içindeki serçelerle paylaşın. Sonra dışarı çıkın, beş dakika yürüyün ve Pan Pacific Hotel’in kapısından girip lobiye geçin. Zamanlamanız iyiyse ve Sling’in içerken çaktırmayan sinsi alkolü, dışarıdaki sıcağın da etkisiyle başınızı hafiten döndürmeye yeni yeni başladıysa benzersiz bir sonsuzluk hissiyle karşılaşacaksınız.
AKP’liler cennetlik
Singapur’da gezerken bir sigara bayisinin önünde karşılaştığım görüntü çarpıcıydı. Satılan tüm sigara paketlerinin üzerinde sigaranın yol açtığı zararların, dehşet verici görüntüleri sergileniyordu. İstanbul’a döndükten birkaç gün sonra AKP’nin sigaraya karşı açtığı savaş haberiyle sevindim.
Başka hiçbir şey yapmasa bile sırf sigaraya karşı açtığı savaş, AKP hükümetinin sevap hanesini silme doldurmaya yetecektir. TBMM Sağlık Komisyonu Başkanı Cevdet Erdöl’ün teklifi yasallaşırsa, medeniyet yolunda başka hiçbir hükümetin cesaret edemediği çok büyük bir adım atılmış olacak. Teklif yasallaştığında sigara içmeyenler, içenler tarafından zehirlenmekten büyük ölçüde kurtarılmış olacaklar.
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2005
Medya şirketi satışıyla Türkiye’ye yabancı sermaye girecekse şimdi tam zamanı. Telekom ve televizyon artık günlük hayatımızın değişmez birer parçası. Telefon neredeyse herkesin cebine girdi. Tekel kalkıp, farklı operatörler devreye girince telekomünikasyon soğuk bir teknolojik araç olmaktan çıktı, eğlenceli bir araç oldu. Televizyon, telekoma göre yaşantımızın bir parçası olmakta daha da ileride.
Daha önce de birkaç kez yazdığım gibi TT’nin bugünden sonra satılmasına artık karşıyım. TT 1995’te satılmalıydı. Hem o tarihte çok daha değerliydi, hem de telekom sektörünün Türkiye’de serbestleşmesine daha yıllar vardı. Bugün artık özelleştirilmeye çalışılan TT, özelleştirmeden çok daha önemli olan serbestleşme için ayak bağı. Ve eğer özelleşecek olursa, TT’yi alacak özel sermayenin baskılarıyla daha da fazla ayak bağı olacak.
Gelelim yabancıya medya satışına. RTÜK yasası medya kuruluşlarının yabancılara satılmasını engelliyor. Bahane telekom için uydurulan bahaneyle aynı. Yabancı sermaye kontrolü altına girerse milli güvenliği tehdit edeceği savı eskiden telekom sektörü için söyleniyordu, şimdi medya sektörü için.
Günümüzün küreselleşen ekonomisinin motoru bilgi ekonomisi. Bilgi ekonomisinin motoru ise İnternet. Öyle ki eğer İnternet olmasaydı küreselleşme belki de hiç olamazdı. İnternet öyle devrimci bir teknolojik gelişme ki, dönüştürme gücünden hiçbir sektörün kaçması mümkün değil. Ama medya gibi hammaddesi tamamen enformasyondan, malumattan oluşan bir sektör için İnternet’in dönüştürme gücü çok daha etkili ve hızlı.
Bu etkiyi daha bugünden görüyoruz. Çok değil birkaç yıl önce gazetelerin matbaasının, yazıişleri ile aynı binada olması gerekiyordu. Sonra matbaaların sayısı artı, baskı filmleri matbaalara uçakla iletilmeye başlandı. Şimdi bu filmler, fiziki olarak değil, bilgisayar verisi olarak iletiliyor matbaalara. Yakında gazeteler evlere, ofislere kadar bilgisayar verisi olarak dağıtılacak. Kağıt baskısı evlerde, ofislerde alınacak. Ardından TV yayınlarının İnternet üzerine taşınmasına şahit olacağız. Bunun ilk örneklerini İnternet yayıncılığında şimdiden görüyoruz.
Yakında yabancı sermayenin herhangi bir ülkeye medya sahibi olarak yayın yapabilmesi için o ülke sınırları içinde olması gerekmeyecek. Örneğin bir New York Times, farklı dillerde ve farklı edisyonlarda tüm dünyadan ulaşılabilir olacak.
Bu yüzden henüz vakit varken, devletin elindeki medya kuruluşlarını hálá para ediyorken yabancı sermayeye satmamanın hiç bir mantıklı gerekçesi yok.
Ne o? Yoksa siz Türk İnternet kullanıcılarının en çok ziyaret ettiği Türkçe site olan Google’ın medya kuruluşu olmadığını mı sanıyordunuz?
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2005
Ünlü doktorlardan hep tırsmışımdır. Ünlü oldukları için çok fazla hastaları olduğuna, bu nedenle de hastalarıyla yeterince ilgilenemediklerine inanırım. Yine çok fazla hastayla ilgilenmek zorunda olduklarından, literatürü takip etmek için yeterli zaman ayıramadıklarından, tıptaki gelişmeleri hızlı takip edemediklerinden kuşkulanırım.
Öte yandan ünlü doktorların bazılarının, bu ünlerini hak ettiklerini de bilirim. Çoğu ünlü doktor namını tıp dünyasındaki gelişmeleri yakından takip ederek hakkıyla kazanır. Ünlü olduktan sonra bazıları eskiden literatürü takip etmeye ayırdıkları zamanı gökten yağmaya başlayan müşterilere ayırmaya başlar, bazıları da hastalarına ve mesleki gelişimine ayırdığı zamanı eskisi gibi başarılı bir şekilde dengelemeye devam eder.
Dokuz ay kadar önce, yeni doğmuş bebeğimize doktor seçerken eşimle ben, kendimizi yine bu ikilemin içinde bulmuştuk. Çok ünlü ve tecrübeli bir doktorda karar kılıp sıradan bir müşterisi mi olacaktık, yoksa genç ama iyi bir doktor seçip oğlumuzun da onunla birlikte büyümesini mi tercih edecektik?
Sorduk, soruşturduk biri ünlü ve tecrübeli diğeri genç, iki çok iyi doktor bulduk. Önce genç olanını ziyaret etmeye karar verdik. Daha ilk ziyaretimizde kararımızı vermiştik. Dr. Müjde Yurtsever, bizim artık aile dostumuzdu.
Kararımızdan hiç kuşku duymadık. Ama ünlü Amerikan tıp dergisi ‘Prevention’da geçen gün karşılaştığım bir haber, seçimimizin sadece özel olarak değil genel olarak da doğru bir kritere dayandığının bilimsel kanıtını veriyordu. Seçimimizin üzerinden dokuz ay geçtikten sonra, sizlerle paylaşmaya karar vermem de bu yüzden.
Harvard Tıp Okulu bilimadamlarının yaptığı çok yeni bir araştırma, genç doktorların daha tecrübeli meslektaşlarına göre hastalarına daha iyi servis verdiğini ortaya koymuş. 62 farklı doktor kalitesi araştırmasının analizine göre:
- Tıp fakültelerinden 20 sene ya da daha önce mezun olan doktorların yüzde 38-48’i, tıptaki yeni gelişmeleri daha az takip ediyorlar. Bu düşündürücü oran kanser teşhisi ve kalp hastalıkları tedavisi gibi kritik alanlarz için de geçerli.
- Kalp krizi geçiren hastaların, doktorlarınının tecrübesi artıkça ölüm oranı da artıyor.
- Depresyon, göğüs kanseri ve yüksek tansiyon hastalıklarında tecrübeli doktorların tedavisi daha yüksek oranda yetersiz kalıyor.
Doktor seçiminde isabetli olmak istiyorsanız, ilk görüşmenizde bol bol soru sorun. Tıptaki yeni gelişmeleri ne kadar yakından takip ettiklerini ölçmeye, anlamaya, sezmeye çalışın. Soru sormaktan çekinmeyin. Eğer hastasıyla konuşmayı vakit kaybı gibi göreniyle karşı karşıyaysanız, vakit kaybeden tarafın kendiniz olduğunu bilin ve hemen yeni bir doktor aramak üzere yanından ayrılın.
Kadın futbolcu tabi ki seksi olmalı
UEFA Başkanı Lennart Johansonn’un kadın futbolculara verdiği ‘reklam almak istiyorlarsa daha seksi olmaları’ önerisine kadın futbolcular tepki göstermiş. Seyredilmek değil, sadece spor yapmak için futbol oynuyorlarsa, tepki göstermekte haklılar. Yok eğer seyredilmek istiyorlarsa, ki futbol seyirlik bir oyundur, Johansonn’un önerisine kulak vermeleri gerekir. Kadınların oynadığı futbolu çekici kılabilecek tek şeyin Johansonn’un önerisi olduğunu bilsinler. Ve su balesi yapmak isteyen erkekler kadar çaresiz bir durumda olmadıkları için de sevinsinler.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2005
ABD dönüşünde Başbakanlık uçağında bulunan gazetecilerden içki talep eden çıktı mı, çıkmadı mı pek o kadar ilgilenmiyorum. Ertuğrul Özkök’ün ‘Ama ne olur, dönüş yolunda içinizden hiç olmazsa biri, bir kadeh içki istesin’, dediği yazısıyla aynı gün yayınlanan yazım (tinyurl.com/8y62j) sayesinde kendi hesabıma prestijimi kurtardım sayılır.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın verdiği ve Başbakan Erdoğan’ın da bulunduğu yemek davetini yazmıştım. Davette, iş adamlarından biri AKP’nin şaraba aşırı vergi, kaçak Kuran kurslarına cezayı kaldırma gibi politikalarını medyada yeterince eleştirmediğimizden yakınınca, davetteki şarapsever iş adamlarının kendisi de dahil, tamamının önündeki bardaklara bakmasını söylemiştim.
Bir tek benim önümde şarap bardağı vardı.
Neyse...
Ben asıl, dikkatlerden kaçan başka bir noktaya değinmek istiyorum. Başbakan’ın verdiği tüm davetlere bakıyorum da, davetliler içki içmekten çekiniyorlar ama sigara içmekten hiç çekinmiyorlar. Üstelik Erdoğan’ın sigara konusunda çok hassas olduğu da bilinen bir gerçek. Sigara bağımlılığı nasıl bir illet tir ki, insanları yağcılık yapmaktan bile geri koyabiliyor?
Mehmet Barlas geçen haftaki bir yazısında, sigara lobisinin söylemine başvurarak sigara ve içkiyi aynı kefeye koymuştu. Sigara da, alkol de sağlığa zararlı diyordu.
Öncelikle günde bir, iki kadeh kırmızı şarabın sağlığa yararlı olduğu artık kanıtlanmış bir bilimsel gerçek. Öyle olmasa bile alkol içenin zararı, sarhoş olup saldırganlaşmadıkça sadece kendisine. Ki böylesi resmi davetlerde, birisinin bu derecede sarhoş olması da vaki değil. Sigara içen ise sadece kendisini değil çevresindeki herkesi zehirliyor.
Öte yandan Vatan’dan Bilal Çetin, Erdoğan’la birlikte ABD’ye uçtuğu Başbakanlık uçağında, Erdoğan’a çaktırmadan sigara içtiklerini yazmış övünerek. Kimse içki içmemişmiş ama uçağın arkasında zaman zaman sigara içmişlermiş...
Uçaklarda hava tamamen değiştirilmez. Kabindeki hava filtre edilerek, yüzde elli oranında dışarıdan gelen taze havayla karıştırılarak devri daim edilir. Yani uçağın arkasında da içseniz, göbeğinde de savurduğunuz o pis dumanlar tüm uçağın içine yayılır. Üstelik Başbakanlık bir kamu kurumu olduğuna göre uçağı da kamu hizmeti yapılan bir alan. 4207 sayılı yasaya göre ‘kamu hizmeti yapan kurum ve kuruluşlardan beş veya beşten fazla kişinin görev yaptığı kapalı mekanlarda tütün ve tütün mamüllerinin içilmesi yasaktır’.
Yasaya göre Bilal Çetin ve suç ortaklarının cezalandırılması gerekiyor. Yine yasaya göre uyarıda bulunmadığı için amirin de ceza alması gerekiyor. Başbakanlık uçağı gibi Başbakanlık konutu da kamu hizmeti verilen bir yer. Burada verilen davetlerde de sigara içmek sadece özel olarak tecrit edilmiş odalarda serbest olmalı...
Uygar bir Türkiye’de yaşamayı özleyenler olarak sigara konusunda çok duyarlı olan Başbakan’dan bu konuda gerekli adımları atmasını bekliyoruz.
Bay ve Bayan Smith tuzsuz susamsız simit
Sokağa atacak paranız ve boşa harcayacak zamanınız yoksa Mr. & Mrs. Smith filmine gitmemenizi tavsiye ederim. Brad Pitt’in evliliğine böylesi boş bir filmin neden olması yazık olmuş. Tabii film değil filmin baş kadın oyuncusu Angelina Jolie bunun asıl nedeni ama olsun. Filmin hakkında kıyametler kopan sevişme sahnesini merak ediyorsanız, bu sahneyi görmek için de heveslenmeyin. Önce Brad Pitt ve Angelina Jolie’nin ateşli bir şekilde öpüşmesi yansıyor perdeye. Sonra nefes nefese yere yığıldıklarını görüyoruz. O yuva yıkan meşhur sahne ya altın makasa kurban gitmiş Türkiye’de, ya da öpüşerek orgazm olma sanatı koparmış bunca kıyameti. Hangisi doğru tahmin, ben karar veremedim. Ama eşi Jennifer Aniston’un kafasının atmasına Brad Pitt’in filmdeki bakışlarını görmesi yeterli olmuştur. Sırılsıklam aşık olduğu o kadar belliydi ki, yönetmen filmin senaryosunu bile değiştirmek zorunda kalmıştı bana kalırsa.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2005
Ölümsüzlüğün sırrını biliyorum. Yok bu bilgiye vakıf olmamın nedeni, yıllar önce geçirdiğim bir ameliyat sonrasında, birkaç dakikalığına gidip gelmiş olmam değil o diyara... İki buçuk yaşında beşinci kattan düşüşüm sırasında yaşadıklarım da değil. Şimdi moda ya, medyada sık sık çıkıyor bu tip hikayeler. Hani ölümden dönenlerin anlattıkları... Beyaz bir ışık tünelinden geçmişler de, tünel boyunca kendilerine ölmüş bir sevdikleri refakat etmiş de, tünelin ucunda büyük bir mutluluk ve huzur varmış da, o birkaç dakikalık yolculukları boyunca tüm yaşamları bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmiş de, falan da filan...
Şahsen gidip gelmemiş olsam yutturacaklar. Ben size söyleyeyim tamamı halüsinasyon. Beynin o sırada oksijensiz kalmasından dolayı görülen hayaller. Ben de hepsini hálá gerçekmiş gibi anımsadığım hayaller gördüm. Ama öyle ucunda ışık olan bir tünel, tünelin ucunda bekleyen nur yüzlü dede gibi hayaller değildi bunlar. Odamdan, yoğun bakım servisine penceresiz hastane koridorlarında yaptığım kısa yolculuğu, dışarıda güneşli bir havada ağaçların göründüğü, pencereli bir koridorda yapmış gibi gördüm. Hastaneyi hiç terk etmemiş olmama rağmen, bir ambulansa bindirilip başka bir hastaneye taşındığımı gerçek gibi yaşadım. Doktorların üzerimde telaşla çalıştığını da hatırlıyorum. Sonrası karanlık.
Ölümsüzlüğün sırrını aslında taa 1998 Nisan’ında Hürriyet Pazar’da yazmıştım. Şimdi hatırlamamın nedeni, çarşamba günü Referans’ta yayınlanan bir haber. Doğan Erdoğan’ın haberine göre gelecek bilimci Ian Pearson, insan beyninin 2050’ye kadar bilgisayara yüklenebileceği fikrini ortaya atmış.
Günaydın Pearson! Genetik bilimindeki son gelişmelerin bedenin kopyasının yaratılabilmesini mümkün kıldığı, geriye tek bir sorun kaldığı, onun da beyindeki bilgilerin kopya bedenin kopya beynine aktarılabilmesi olduğu, Pearson’un iddiasından yedi yıl önce, Nisan 1998 tarihli yazımın (tinyurl.com/739xh) konusuydu.
Ağustos 1998 tarihli ‘KGB peşimde’ başlıklı bir diğer yazımı (tinyurl.com/do3k8) ise Rus bilim adamı Alexander Bolonkin’in benzer iddiasının gazetelerimizin birinci sayfalarını süslemesi üzerine yazmışım. Bolonkin, ‘Ölümsüzlüğün sırrı 2020’de çözülecek: İnsan bilinci çipe kopyalanacak’, diyerek çıkmıştı manşetlere çünkü. Bu ikinci yazımda ‘2020’de üretilmesinin bizim için bir sakıncası olmamasına rağmen bizce oldukça iyimser bir tahmin’, demişim.
Bolonkin’in ölümsüzlüğün sırrının bu çipin görüntüsü tamamen insana benzeyen bir robota yerleştirilmesiyle çözüleceğini söylemesine ise karşı çıkmışım. ‘Aşk olsun Sayın Bolonkin, neden robota yerleştirilsin, genetik bilimindeki gelişmeler ne güne duruyor?’ diye sormuşum.
Neyse konuyu uzatmayıp, noktayı koyayım. Ölümsüzlüğün sırrı, çipe aktarılan beynin tıpatıp kopyasının, ters bir işlemle, kolanlanmış bedenin beynine aktarılmasında. Ve bunun başarılacağı gün de öyle çok uzaklarda değil.
AKP’nin yemekte şarap taktiği
Barlas Yurtsever, geçen gün Vatan’ın birinci sayfasına çıkan haberinde Başbakan Erdoğan’ın katıldığı bir yemekte, garsonların konuklara sadece su ve meşrubat tercihini sorduğunu yazıyordu.
Benzer bir olay benim de başıma geldi. Pazar günü Grand Cevahir Otel’de Milli Eğitim Bakanlığı ve TÜBİSAD’ın ev sahipliğinde gerçekleşen bir akşam yemeğine katılmıştım. Başbakan Erdoğan da yemekteydi. Garsonlar konuklara ne içeceklerini sorarken, sadece su ve meşrubat seçeneklerini sundular.
Çağdaş yemek kültürüne göre, yemek davetlerinde şarap sunulması görgü gereğidir. Sırf test etmek için garsondan kırmızı şarap istedim. Kısa bir durakladı, sonra yanımdan ayrıldı ve birkaç dakika sonra kırmızı şarap dolu bir kadehle geldi. Gelen şarap hem kötüydü, hem de soğutulmuş. İçeceğim de yoktu zaten, bir yudum tadıp bıraktım.
Anlaşılacağı üzere AKP’nin bu konudaki tavrı davetlerinde konuklarına alkollü içki seçeneği sunmamak ama talep eden yemek zevki gelişkin konuklar olursa da sorun yaratmamak. Şarabın kalitesi ve yanlış servisi ise herhalde Cevahir Otel’in suçuydu. AKP’nin otele böyle bir telkinde bulunacağını düşünmek komplo teorisine girer.
Bu arada toplantının konusu çok hayırlı bir meseleydi: Bilgisayarlı Eğitime Destek Kampanyası. Bu kampanyayla ilgili geniş bir haberi Hürriyet’in ücretsiz eki e.yaşam’ın bugünkü sayısında bulabilirsiniz.
Tribünleri ‘Hakan, Hakan’ diye tarikatçılar bağırttı
Türk futbol seyircisini iyi tanırım. Tüm tepkileri duygusaldır. Kendi takımını nasıl gaza getireceğini, rakip takım oyuncularını nasıl demoralize edeceğini, hakemi nasıl etkileyeceğini bilmezler. Seyirciyi böyle topluluk olarak tanırım da, tek tek tanımam tabii ki.
Amigoları ise hiç tanımam. Birilerinden direktif mi alırlar, tribünleri nasıl yönlendireceklerini kulaklarına birileri mi fısıldar bilemem... Bu sebeple Yunanistan milli maçının ardından tribünleri ‘Hakan, Hakan’, diye bağırtacak kadar ‘bağnaz’ amigo var mıdır gerçekten, bilmiyorum. Amigoların hiçbiri gözüme öyle ‘fanatik’miş gibi de görünmüyor. Bu konu ne zaman açılsa, ben, ‘Muhtemelen sözünden çıkamayacakları birilerinin telkinine uyuyorlardır’, görüşümü beyandan geri durmuyorum. Milli Amigo Birol’u benzer bir telkinle yönlendiremeyecek biri veya birileri, Yunanistan maçından sonra tribünleri ‘Hakan, Hakan’ diye bağırtanların, sırf bu şartla maça girmesini sağlamışlarsa hiç şaşırmam.
Not: Bu yazdıklarım Yeni Şafak gazetesinde ‘Ersun Yanal’ın, Hakan Şükür’ü tarikatçı olduğu gerekçesiyle takımdan kesme şartıyla Milli Takım’ın başına getirtildiği’ iddiasında bulunan Fehmi Koru’nun kullandığı teknik, aynen tatbik edilerek yazılmıştır. En fazla Fehmi Koru’nun yazısı kadar ciddiye alınmalıdır.
Yar İstanbul’a sokak kafeleri gerek
Prag sokaklarında gezerken, diğer tüm turistik şehirlerde de rastladığım bir özelliği dikkatimi çekti. Şehrin turistik mahallelerinin sokakları, hep masaları sokağa taşan kafelerle, restoranlarla doluydu. Bu manzara dünyanın hangi turistik şehrine giderseniz gidin karşınıza çıkan manzara. İstanbul hariç.
İstanbul’un en turistik bölgesi Sultan-ahmet’te parkın etrafına serpiştirilmiş bir, iki derme çatma çay bahçesinden, birkaç ara sokağa sığınmış restorandan başka bir şey yok!
Trafiğe kapalı İstiklal Caddesi kadar ruhsuz bir alışveriş sokağına, Avrupa’nın hiçbir turistik şehrinde rastlayamazsınız. Mustafa Sarıgül’ün o çok övündüğü Nişantaşı bile Avrupai bir görünümden çok uzak. Sanki turiste para harcatmamaya yemin etmiş gibi bir halimiz var.
Gerçi İstanbul ne kadar turistik bir şehir, orası da tartışma götürür. Biz kendimiz bile İstanbul’u resmen turistik bir şehir olarak görmüyoruz. Türkiye için turistik tanıtım filmleri yapıp, yabancı televizyonlarda reklam olarak oynatıyoruz ama İstanbul için yapılmış bir tanıtım kampanyamız yok. Varsa yoksa çulsuz turiste, Güney’deki her şey dahil tatil köylerimizi tanıtmakla meşgulüz. Biraz da Efes, Kapadokya, Pamukkale, hepsi o. İstanbul ise üvey evlat.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2005
Dev bir teknoloji şirketi olmasına rağmen eski ekonominin devi olan Siemens için, uzun vadede yeni ekonominin hakim olduğu dünyada belki de Siemens’in bocalamasını ve hatta batmasını önleyecek Siemens Mobile, tüm başarılarına rağmen bir kambur gibiydi. Siemens Mobile sektöre çok geç girmesine rağmen, cep telefonu pazarında önemli bir yer kapmıştı. Özellikle Batı ve Doğu Avrupa ile Latin Amerika’da satış açısından çok başarılı oldu. Daha da önemlisi sıfırdan, çok prestijli bir marka yarattı. Siemens Mobile Türkiye pazarında da çok başarılıydı. Hem prestijli bir marka yaratma konusunda, hem de pazardan pay kapma açısından... Tüm bu başarılara karşılık Siemens Mobile’ın ilk yıllara özgü kaçınılmaz olarak eksi veren bütçesi, hantal bir dev olan Siemens’e ağır geldi.
Çinli toplama bilgisayar markası Lenova’nın IBM’in kişisel bilgisayar bölümünü satın almasının enformasyon teknolojileri sektöründe yeni bir akımı mı simgelediği tartışılan bir konuydu. Tayvan merkezli BenQ’nun Siemens’in cep telefonu bölümünü satın alması bu iddiayı destekler bir gelişmeymiş gibi gözükse de, aslında tamamen farklı bir operasyon.
Siemens Mobile, yani Siemens’in cep telefonu bölümü genç bir oluşum. Siemens’in hızla büyüyen ve gelecek vadeden yeni bir sektörde var olma arayışının ürünü. Nokia, Motorola, Ericsson’a göre sektöre çok sonradan adım atmış olmasına rağmen Siemens Mobile çok başarılı oldu.
Yeni bir sektöre, geç adım atan şirketlerin ilk yıllarda zarar etmesi kaçınılmazdır. Çeşitli şirketlerin markalaşarak çoktan yer kaptığı pazarlarda kendine yer açmaları için rakiplerine göre çok daha büyük pazarlama bütçeleri ayırmaları gerekir. Ayrıca pazarda, yeterince doyurulmamış alanları keşfedip, bu alanlara hitap edecek ürünler geliştirmelerini dolayısıyla Ar-Ge’ye de rakiplerinden çok daha fazla bütçe ayırmalarını gerektirir.
Siemens Mobile sektöre çok geç girmesine rağmen, cep telefonu pazarında önemli bir yer kaptı. Özellikle Batı ve Doğu Avrupa ile Latin Amerika’da satış açısından çok başarılı oldu. Daha da önemlisi sıfırdan, çok prestijli bir marka yarattı.
Siemens Mobile Türkiye pazarında da çok başarılıydı. Hem prestijli bir marka yaratma konusunda, hem de pazardan pay kapma açısından...
Tüm bu başarılara karşılık Siemens Mobile’ın ilk yıllara özgü kaçınılmaz olarak eksi veren bütçesi, hantal bir dev olan Siemens’e nedense ağır geldi. Halbuki Siemens Mobile’ın zararı Siemens’in dev bütçesinin içinde çok küçük kalan bir kalemdi.
Dev bir teknoloji şirketi olmasına rağmen eski ekonominin devi olan Siemens için, yeni ekonominin kurallarıyla oynamak zordu. Orta vadede kárlı olabilecek, uzun vadede ise belki de yeni ekonominin hakim olduğu dünyada Siemens’in bocalamasını ve hatta batmasını önleyecek Siemens Mobile’ı bir kambur gibi gördüler ve kurtulmaya çalıştılar.
Siemens, cep telefonu bölümünü satmak için bir süredir arayış içerisindeydi. Bu arayış sürecinde benim favorim Panasonic’le birleşme çözümüydü. Satma değil birleşme... Tıpkı Sony Ericsson başarılı birleşmesinde olduğu gibi.
Sonuçta Siemens Mobile’ı Tayland merkezli BenQ aldı. BenQ da yıldızı giderek parlayan bir şirket. Çinli Lenova ile kıyaslanamayacak kadar Ar-Ge’ye önem veren bir şirket. Siemens Mobile da, IBM’in kişisel bilgisayar bölümüyle karşılaştırılamayacak kadar dinamik ve yenilikçi. Dolayısıyla bu satın alma her iki şirkete de yarayacak bir gelişme gibi gözüküyor.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2005
Önce Sezar’ın hakkı Sezar’a. <B>Ersun Yanal haklı</B>. Dünya üçüncüsü bir takım devralmadı. Dünya üçüncüsü olan takım farklı bir kuşağın son temsilcilerinden oluşuyordu. Ama o kuşak artık geride kaldı.
Geçen haftaki yazımda, bu konuya farklı bir vesileyle değinmiştim. Amatör ruhun çok gerilerde kaldığını, kitleleri uyuşturmak için kullanıldığı son 25-30 yıllık dönemin de geride kaldığını yazmış, futbolun artık bir endüstri olduğunu vurgulamıştım.
Avrupa futbolu bu endüstrileşmeye bizden çok daha önce başladı ve tamamladı. Dünya üçüncüsü olduğumuzda, bir önceki kuşağın son güçlü temsilcileri olan takımımız, Avrupa futbolunun endüstrileşmiş kuşağının yeniyetme temsilcileriyle karşılaşıyordu. Bu başarımızın büyük bir nedeni de budur.
Türk futbolunu uluslarası arenada daha iyi yerlere taşımak istiyorsak, endüstrileşme çağına ayak uydurmak zorundayız. Bu iş artık düşük kültür ve gelir seviyesindekileri çeken tribünlerle olmaz.
Başarısızlığın sorumluluğu seyircilere atılmak isteniyor. Sponsorların getirdikleri taraftarlar yeterince tezahürat yapamamışlar da, maçı tiyatro izler gibi seyretmişler.
Eğer gerçek futbol izleyicisi gelseymiş maça, çok daha etkili tezahürat yaparlarmış.
Kısmen doğru bir eleştiri. Neden sonuç ilişkisi doğru kurulmuş olmasına rağmen önerilen alternatif de Türk futbolunu kurtaracak bir çözüm sunmuyor.
Ercan Saatçi’nin doğru bir tespiti vardı pazartesi günkü Hürriyet’te. Birbirine alışık olmayan milli takım taraftarı, takım taraftarına göre organize olmakta güçlük çekiyor, diyordu.
Milli maçlarda tribünleri ister sponsor davetlileri, ister hasbelkader bir araya gelmiş farklı takımların taraftarları doldursun, sorun organize ve bilinçli tezahürat yapamamakta.
Çözüm sponsorları tribünlerden kovmakta değil; sponsorların bundan böyle işin bu yönüne dikkat etmeleri, bu konuda çalışmalar yapmalarında.
Örneğin Efes Pilsen’in Okay Temiz perküsyon grubunu maça getirme girişimi doğru bir adımdı. Ama sponsorlara bundan sonra düşecek asıl önemli görev, tribün seyircisini doğru yönlendirebilecek amigoların eğitilmesinde düşüyor. Sponsorlar ve milli takım sorumluları bir araya gelip, vakit geçirmeden üniversitelerin sosyal psikoloji bölümlerinden de destek alarak amigo eğitim programları başlatması doğru bir adım olacaktır.
Ne o? Yoksa siz ister ‘sosyetik’, ister ‘lumpen’ olsun Türk futbol seyircisinin doğru düzgün tezahürat yapmayı bildiğini iddia edengillerden misiniz?
Anadolu Ateşi ABD turnesinde
Anadolu Ateşi nihayet New York yolunda... Taa yıllar önce yola Sultan’s of the Dance olarak koyulduklarında, gösterilerinin Broadway’de sergilenmek üzere özel olarak tasarlandığı iddiasında bulunmuşlardı.
Bu iddialarıyla o dönem birlikte oldukları Mydonose çadırına binlerce seyirci çekmişlerdi. Bizim köyde adettendir, birileri büyük iddialarda bulunarak basında boy gösterir, sonra iddiaları gerçekleşmeyince medyadan hesap soran çıkmaz.
Biraz hafiften tiye alarak bu hesabı sormak amacıyla; biraz da gerçekten uygun olduklarını düşündüğüm için, seneye Örovizyon’da bizi Anadolu Ateşi temsil etsin diye yazmıştım.
Yazımın yayınlandığı gün Anadolu Ateşi’nin Genel Sanat Yönetmeni Mustafa Erdoğan aradı ve müjdeyi verdi. Radio City Entertainment Productions ile beş gösterilik bir ABD turnesi için anlaşma imzalamışlar. Turne Philadelphia, Boston, Washington şehri, Şikago ve New York gösterilerinden oluşuyor. 13-23 Ekim 2005’te gerçekleşecek turnenin New York durağı, Broadway’de olmasa da şehrin ünlü konser ve spor salonu Madison Square Garden’da 15 Ekim’de sahnelenecek. Turnenin asıl amacı ise Las Vegas’ta kalıcı bir şova başlamak. Las Vegas’ta büyük otellerden birinde böyle kalıcı bir şova başlayabilirlerse gerçekten büyük bir başarı elde etmiş olacaklar. Ama ilk adım olan bu ABD turnesi bile önemli bir başarı.
ABD, Avrupa’ya ya da başka bir ülkeye benzemez. Burada böylesi bir turneye çıkabilmek, büyük bir başarının habercisi olabilir.
Yazının Devamını Oku