12 Ağustos 2005
Aralık 2004’te Türkiye’nin en etkili yazarları listesini yapmak için kullandığım yöntem, sonradan çok popüler oldu. Yöntemin, geçen sene uyguladığım sırada bir ufak gediği vardı. Google arama makinesinin arka planında koşan yazılım, o günlerde Türkçe harfleri, bugünkünden farklı bir teknolojiyle değerlendiriyordu.
İsminde Türkçe karakter geçen bir isim, İnternet’te kimi kaynaklarda ‘Ertuğrul Özkök’, kimi kaynaklarda ‘Ertugrul Ozkok’, kimi kaynaklarda ise her iki şekliyle birden geçebiliyor. Bu yüzden Google’da ‘Özkök’ diye arattığınızda farklı, ‘Ozkok’ diye arattığınızda farklı sonuçlar alabiliyordunuz.
Google bu sorunu gideren bir yazılımı geçenlerde devreye soktu. Artık Google aramaları, aradığınız ismi nasıl yazarsanız yazın, doğru sonucu getiriyor. Yani arama yazılımı, siz ‘Ozkok’ yazsanız bile, içinde hem ‘Özkök’ hem ‘Ozkok’ yazan sayfaların tamamını buluyor.
Yeni yazılımın devreye girmesiyle, geçen yılki listemi güncelleyim dedim. Google’a bağlanıp, Hürriyet yazarlarının adı ve soyadlarını, tırnak içine alarak arama kutucuğuna girip, birer birer arattım.
Gelen sonuç listelerinin en sonuncusuna gidip, en dibindeki ‘Aradığınıza en yakın sonuçlar için bazı verileri iptal etmek zorunda kaldık’, diye başlayan cümlenin içinde geçen rakamı okuyarak, listemi güncelledim.
Hürriyet yazarlarının gündem yaratma gücünü gösteren listeyi aşağıda bulabilirsiniz. Hemen söyleyeyim, bu en çok okunan yazarlar listesi değil. Yazılarına başka kaynaklarca en çok atıfta bulunulan yazarlar listesidir. Yani yazarların, gündem yaratma güçlerine göre sıralandığı bir liste. Listeyi hazırlarken istemeden atladığım bir, iki isim olmuştur mutlaka.Örneğin geçen seneki listemde Oktay Ekşi’yi atlamıştım, bu sefer unutmadım. Hürriyet’te yeni köşe sahibi olmuş isimleri ise haksızlık olmaması için bilerek listeye dahil etmedim. Ayrıca listeyi 30’uncu yazarda kestim.
Tabii bu ham bir liste. Sadece bir veri. Bu verilerin yararlı bilgiye dönüşebilmesi için yorumlanmaya ihtiyacı var. Örneğin listedeki yazarların haftada yazdığı yazı sayısı birbirleriyle eşit değil. Haftada bir kez yazan bir yazarın tek bir yazısıyla aldığı atıf sayısını, haftada yedi kez yazan yazarın aldığıyla direkt olarak karşılaştırmak yanlış olur. Ya da aynı zamanda televizyon yıldızı da olan bir yazarın isminin geçtiği kaynak sayısını, sadece gazeteci olan bir yazarın isminin geçtiği kaynak sayısıyla karşılaştırmak da...
Bu arada bazı ilginç gözlemlerimi de aktarayım. Araştırdığım isimler arasında Türk basınında, ismine en çok atıfta bulunulan yazar, 517 arama sonucuyla üstadımız Çetin Altan. Onu 516 ile Fatih Altaylı takip ediyor. Bu yüksek skorda, Hürriyet’ten Sabah’a olan yeni transferiyle ilgili taze haberlerin de kuşkusuz önemli bir etkisi var.
Buna karşılık diğer Sabah yazarlarının, Hürriyet yazarlarına göre belirgin derecede düşük olan gündem yaratma gücü skorları, Fatih Altaylı’nın Sabah’a güç katıp katmayacağı yolundaki spekülasyonlara iyi bir cevap niteliğinde: (Ali Kırca 278, Hıncal Uluç 276, Savaş Ay 205, Mehmet Barlas 173, Umur Talu 141, Erdal Şafak 118, Emre Aköz 102, Yavuz Donat 101, Ömer Lütfi Mete 100, İlker Sarıer 36, Mansur Forutan 17).
Son olarak haftada iki kere ve ana gazetede değil ekte yazan bir yazar olarak; ana gazetede ve haftada dört, beş kez yazan bazı imzaları geride bırakmanın benim için övünç kaynağı olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
Ahmet Hakan Coşkun’u, ‘Ahmet Hakan’ diye arattığınızda çok kullanılan bir isim olduğundan, arama sonuçlarına giren bolca farklı ‘Ahmet Hakan’lar sonuçlarda yüzde 35’lik bir sapmaya yol açıyor. 253 skoru bu sapma, sonuçtan düşülerek bulunmuştur. ‘Ahmet Hakan Coşkun’ olarak aratıldığında alınan skor ise 126’dır.
Hürriyet Yazarları
Gündem Yaratma Gücü Endeksi
1- Ertuğrul Özkök 420
2- Emin Çölaşan 417
3- Cüneyt Ülsever 381
4- Özdemir ince 375
5- Bekir Coşkun 375
6- Oktay Ekşi 350
7- Doğan Hızlan 317
8- Yalçın Doğan 306
9- Murat Bardakçı 278
10- Ayşe Arman 256
11- Ahmet Hakan Coşkun 253
12- Ferai Tınç 211
13- Enis Berberoğlu 193
14- Yalçın Bayer 187
15- Yurtsan Atakan 179
16- Pakize Suda 179
17- Ege Cansen 177
18- Ali Atıf Bir 172
19- Osman Müftüoğlu 170
20- Hadi Uluengin 161
21- Zeynep Göğüş 156
22- Arman Kırım 122
23- Gila Benmayor 116
24- Armağan Çağlayan 115
25- Erdal Sağlam 112
26- Vahap Munyar 97
27- Kanat Atkaya 91
28- Ebru Çapa 74
29- Şükrü Küçükşahin 59
30- Nora Romi 54
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2005
Bilgisayar çipine <B>Atatürk</B>’ün imzasını ve Türk bayrağını mikro boyutlarda ve üç boyutlu olarak işlemeyi başarmışız. Aman ne mutlu bize... Atatürk yattığı yerden bununla övündüğümüzü görüyorsa, mezarında üzüntüden ters dönmüştür herhalde. Elalem nano teknoloji ile kendi kendine üreyen, yolunu bulan, üstlendiği görevleri yerine getiren nanobotlar inşa etmek üzere, biz bir bilgisayar çipinin üzerine saç inceliğinde mikro imza atmak gibi boş işlerle uğraşıyoruz. Üstelik ne çip Türk üretimi ne de imzayı atmakta kullanılan cihaz... ODTÜ’nün yaklaşık 2 milyon dolar ödeyerek satın aldığı cihaz setiyle, önümüze gelen çipe damga vurup, hava basıyoruz.
Hazır böyle bir cihaza sahip olmuşken, aklıma yapılacak daha çok ilginç örnekler geliyor. Örneğin Türkiye’de yaşayan tüm vatandaşlarımızın ismini, büyükçe bir plakanın üzerine mikro teknoloji ile basabilir, uzay mekiğinin bir sonraki seferiyle uzaya gönderebiliriz. Böylece tüm nüfusunu uzaya göndermeyi başaran ilk ülke oluruz.
Ya da Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın üç boyutlu vesikalık resmini iğne başına kazır, karşısına bir mikro kamera koyar, alınan çok küçük boyutlu resmi, ADSL bağlantı üzerinden Endonezya’nın başkenti Cakarta’ya gönderir, İnternet altyapımızın gücüyle övünebiliriz.
Milli Eğitim Bakanımız’ın öğretmenleri dizüstü bilgisayar sahibi yapmak için açtığı ihalenin şartnamesine F klavye şartını koymayı unutmuş olmasına üzülmesine de gerek kalmaz. Hatasının farkına varan Milli Eğitim Bakanı’nın, dizüsütü bilgisayarların ihale şartnamesinde yer almamasına rağmen F klavyeli olması ricasını kıran bilgisayar şirketlerimizin de vicdanı rahat olsun. Milli Eğitim Bakanı’nın kıyağı sayesinde oturdukları yerden sattıkları bilgisayarları, Türk standartlarına uydurmak için efor sarfetmeleri gerekmez. ODTÜ’nün 2 milyon ABD mangırı sayıp satın aldığı cihazla, Q klavyelerin üzerine mikro F harfi basarlar, biz öğretmenlere F klavye verdik, onlar Q görüyorsa bizim suçumuz değil diye kendilerini savunabilirler.
Geçenlerde öğrenciler çeşitli giriş sınavlarına Milli Eğitim Bakanlığı’nın sitesinden başvurmak, sonuçları da yine bu sitelerden öğrenmek zorunda kaldılar. Ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın sitesi sürekli çöktüğü için ne yapacaklarını şaşırdılar. İki milyon dolar sayıp sahip olduğumuz üstün teknoloji sayesinde, koca bakanlığın bilişim altyapısını birkaç yüz bin dolara güçlendirmemize gerek kalmaz. Saç teli inceliğinde baskı yapabilen cihazla, Milli Eğitim Bakanlığı sınav sonuçlarını at kuyruğu kılına basar, öğrencilere de sınav sonuçlarını tereyağından kıl çeker gibi almak kalır.
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2005
Mark Twain’in ilk gelişinin ardından 150 yıl geçtikten sonra, 2005’teki İstanbul ziyareti izlenimlerini aktarmaya kaldığım yerden devam ediyorum... Atatürk Havalimanı’nda bindiğim takside kalmıştık. Bagajdaki termosifon benzeri, ne işe yaradığını bilmediğim silindir cihaz yüzünden, kucağım dahil dört bir yanım bavullarla dolu bir şekilde sığışmayı başarabildiğimi yazmıştım.
İki gün sonra gazeteden okuduğum haberden, bu termosifon benzeri silindirin likit gaz deposu olduğunu öğrendim. Meğer, ben havalimanından ayrıldıktan bir süre sonra, sıradaki taksilerden birinin bagajındaki depo havaya uçmuş. Kıl payı kurtulmuşum yani.
Gazete dedim de aklıma geldi. Bindiğim takside, koltukta bir Türk gazetesi buldum. Açıp incelemeye başladım.
Şoför, hemen atıldı, ‘Abi’ dedi, ‘O şimdi çevirdiğin sayfada, bir köşe yazarı var. Demin müşteri beklerken okudum, New York’ta bazı heykellerden bahsediyor. İlgimi çekti ama bahsettiği heykellerle dair hiç bilgi vermemiş. Sen New York’tan geliyorsun, bahsettiği heykelleri bilirsin. N’olur biraz bilgi ver, köşe yazısına konu olduklarına göre neyin nesidir bu heykeller?’
Tüm bunları başı arkaya dönük, gözünü gözümden ayırmadan sıraladığından, Türk taksilerinde otomatik şoför teknolojisi kullanıldığını anladım. Bu yüzden gazeteyi, hiç çekinmeden uzattım, yazıyı çevirmesini istedim.
Üç boyutlu heykel
Köşe yazarının ismi Ali Atıf Bir’miş. Tasvir yeteneği o kadar güçlü ki, heykeller hakkında bilgi vermemesine ve şoförün kısıtlı çevirisine rağmen, heykellerden ilkinin Battery Park’taki ünlü heykel olduğunu anladım. Yazarın ‘üç boyutlu bir heykel konsepti’ olarak tanımladığı heykelin iki boyutlu fotoğrafını yanda sunuyorum. Yazar işte bu heykel için ‘Kim yapmış, neyi temsil ediyor araştırmadım’, demiş ve heykeli gördüğü yerden Özgürlük Anıtı’na kalkacak gemiyi iki, üç saat beklemek zorunda kalmasından yakınmış.
Birkaç dakika mesafedeki heykelin yanına yürüyüp, hemen altındaki plakaya bakmamış olmasına ihtimal vermediğimden, okuru meraktan çatlatmaya yönelik usta işi bir yazı tekniği kullandığına eminim. Şoförün merakı da, haklı olduğumun kanıtı.
Neyse ben hem şoförü, hem de sizi meraktan çatlatmamak için söyleyeyim. Yazarın bahsettiği heykel, ünlü Venezuelá asıllı Parisli ressam ve heykeltıraş Marisol Escobar’ın, New York’ta yaşadığı dönemde şehre hediye ettiği eseri ‘Gemici Anıtı’ndan (Merchant Mariners’ Memorial) başkası değil. 1976 yılından 1988 yılına kadar süren uzun bir seçim süreci sonucunda, İkinci Dünya Savaşı’nda Japon denizaltılarınca torpidoyla vurulup batırılan ticari gemilerde ölen gemiciler anısına Escobar’a sipariş edilmiş ve 1991’de dikilmiş.
Saldıran Boğa
Yazarın, New York’a gideceklere Özgürlük Anıtı ve Empire State Binası’nı görmelerini tavsiye eden çok anlamlı yazısının satır aralarına, Da Vinci Şifresi’ne taş çıkartacak ustalıkta dantel gibi işlediği ikinci heykel bulmacasını çözmem daha da kolay oldu. ‘Kocaman bir boğa heykeli’ tanımını vermesi yetti.
Yazar heykelin önünde fotoğraf çektirip, Türkiye’ye dönünce hava atanlarla da dalgasını geçmiş. Bu fotoğrafı görüp ‘Vaaau ne anlama geliyor bu?’ diye soranlara, sorunun cevabını vererek yardımcı olmaktan da kaçınmış. Şoför sordu, ben o yüzden söylüyorum.
Arturo Di Modica’nın üç tonluk bronz heykeli ‘Saldıran Boğa’nın (Charging Bull) halk arasındaki adı Wall Street Boğası’dır ve halkın yakıştırdığı bu ad, heykelin anlamı hakkında dikildiği coğrafi konumdan esinlenemeyenlere bile önemli bir ipucu verir. Yere eğilmiş başıyla her an saldıracakmış izlenimi veren güçlü boğa, finans piyasalarındaki iyimser saldırganlığı simgeler.
Şoföre bunları anlattım ve İstanbul’un en ünlü heykellerini sordum... Derin derin düşündükten sonra, başladı anlatmaya...
(Devam edecek)
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2005
<B>Vapurlar</B>, Haydarpaşa, <B>mimarlar kongresi</B>, kongre turizmi, <B>Cumhuriyet döneminin etkileri</B>, İstanbul vizesi, <B>don paça plaj modası </B>derken İstanbul’un kentsel dokusunun medyanın bu yazki gözde konularından biri olması, İstanbul’un kurtuluşu için umut verici. Peki bu tartışmalar sayesinde İstanbul dünyaca meşhur bir turizm merkezi olur mu, turistlerden vazgeçtim hemşehrilerimle birlikte yaşamaktan mutlu olacağım bir şehir olur mu? Hiç sanmıyorum.
İstanbul’un adam olması için öncelikle şu ‘İstanbul gibisi yok şekerim’, kendini kandırmacasından vazgeçmemiz şart.
İstanbul’un çirkinliğini, yaşanmazlığını, pisliğini, çarpıklığını, geri kalmışlığını görmezlikten geldikçe, sorunlara çözüm bulmanın olanağı yok.
Bir kere İstanbul Cumhuriyet’le birlikte değil, İstanbul’un fethinden itibaren bozulmaya başladı. Önce bu gerçeği itiraf edip, kabul etmek lazım. İstanbul yüzlerce yıl boyunca asla güzel bir şehir olmadı. 20. yüzyılın ortalarına kadar batıya en yakın ve turistik olarak tek ulaşılabilir doğu şehri olması nedeniyle egzotik bir çekiciliği vardı, hepsi o kadar.
Mark Twain’in 1867’de yazdığı gibi güzelliği zarif silüetinden ibaretmiş ama karaya atılan ilk adımdan itibaren insan kendini dev bir sirkin içinde buluyormuş. Dükkanlar bir kümes, kutucuk, tuvalet, dolap, ya da artık siz ne diye adlandırmak isterseniz ondan ibaretmiş. Türkler bu dükkanların kapılarında bacak bacak üzerine atarak oturur, müşteri bekler, uzun pipolardan tütün tüttürür ve Türk gibi kokarlarmış. İstanbul sokakları insanın hayatında bir kez ama daha fazla görmesine de gerek olmayan bir manzaradan ibaretmiş.
Yani İstanbul, Cumhuriyetle birlikte bozulmaya başladı diyenler hiç fazla kaygılanmasın, Cumhuriyet’ten 60 yıl öncesinin İstanbul’uyla, Cumhuriyet’ten 80 yıl sonrasının İstanbul’u arasında hiç fark yokmuş.
Mark Twain, İstanbul’a gemiyle gelmiş. Bugün uçakla gelen bir turist olsa yine aynı şeylerle karşılaşırdı ve muhtemelen şöyle yazardı:
‘Uçaktan inip İstanbul havalimanına adım atar atmaz ortalık Türk gibi sigara kokmaya başladı. Tabelalarda sigara içmenin yasak olduğu belirtiliyordu ama Türklerden bazıları uçaktan iner inmez tütmeye başladılar. Bavulları alıp gümrükten geçince, sürgülü kapının dışında büyük bir sirk kalabalığı tarafından karşılandık. Ter, vücut yağı ve toz karışımı ağır bir koku çarptı burnuma. Şamatacı kalabalık kapının çevresini kuşatmıştı ve çıkış yolunu bulabilmem için deneyimli olduğu anlaşılan bir başka yolcu grubunun peşine takılmam gerekti.
Sokağa çıkar çıkmaz kakafonik bir gürültünün içinde buldum kendimi. Çığrışan insanlar, korna sesleri, polis sireni, hoparlörden diğer otomobildekilere bağıran bir ses ve kaynağını anlayamadığım daha nice sesten oluşan bir uğultu...
Yaya geçidinden geçmek isterken birkaç kez ezilme tehlikesi atlattım. Yaya geçidi otomobillere geçit vermek istemeyen surlar gibi yoldan yükseltilmiş tümseklerden oluşuyordu. Sürücüler deli gibi bu dağ gibi tümseklere saldırıyor ve otomobillerini yaya geçitlerinden geçmeye çalışan insanların üzerine son sürat sürüyorlardı. Sanki çarpacakları her yayadan puan kazanacakları bir bilgisayar oyunundaymış gibiydiler.
Bağrışan adamlardan birinin işaret ettiği yöne giderek taksi bulmayı başardım. Taksinin bagajının yarısından fazlası ne olduğunu anlayamadığım, termosifon benzeri metal bir silindir tarafından işgal edilmiş olduğundan, kucağım da dahil dört bir yanım bavullarla dolu, zor bela sığışabildim taksiye.’
(Devamı haftaya çarşamba, yine bu köşede)
Türk işi zeka testinin sonucu da zeka testi
Sabah yazarı Emre Aköz, Almanya’da yapılan zeka testlerinde Türk çocuklarının düşük performans göstermesiyle ilgili tartışmaya katkısı olması açısından, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki ilk yılında aldığı psikolojiye giriş dersinden bir örnek vermiş.
Özetle hiçbir zeka testinin evrensel olamayacağını, kültürel olarak taraflı sapmalar gösterebileceğini yazmış. Verdiği örnek zekadan çok, bilgi ölçen bir teste aitmiş gibi görünse de, temelde haklı. Zeka testlerinin çoğunluğu kültürel taraflılığı olan testler. Ama hiçbir zeka testinin tarafsız olamayacağı fikrine katılmıyorum. Bilgi seviyesinden bağımsız, sadece problem çözme yeteneğini ölçmeye yönelik çok başarılı testler de var.
Neyse asıl değinmek istediğim şey başka... Emre’nin zeka testi yazısı, Türkiye’de yapılan bir zeka testinin, zeka testlerini aratmayacak sonuçlarıyla bitmiş. Sivas’ta 16 bin öğrenciye zeka testi yapılmış. Alınan sonuçlara göre 16 bin öğrencinin 2 bini üstün zekalı, yüzde 80’i normal, yüzde 18’i başarısızmış. Sonuçları okuyunca kafam karıştı. Yapılan zeka testinin sonuçları da sanki bir zeka testi. 16 bin öğrencinin 2 bini üstün zekalı bulunduysa, bu 16 bin öğrencinin yüzde 12 buçuğuna denk gelir. Üstün zekalı yüzde 12,5, artı normal çıkan yüzde 80, artı başarısız olan yüzde 18, eşittir yüzde 110,5... Nasıl iş anlayamadım. Emre’nin okurlarına yaptığı bir zeka testi mi acaba?
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2005
Yanlıştan dönmeyi bilmek erdemdir. Ama iş işten geçmeden, zamanında dönmek... Yanlışından zamanında dönemeyene bir tek özür dileme ve sahneden usulca çekilme seçeneği kalır erdemli olabilmek adına. Galatasaray’ın başına musallat olan Canaydın yönetimi, her ikisini de bilmiyor.
Başarısız oldukça tek yaptıkları koltuklarına daha sıkı sıkıya yapışmak.
Geçen yıl Galatasaray Adası’nın adının ‘Buz Ada’ya çıkmasına yol açan beceriksizliklerini eleştirdiğimde, her beceriksizliklerinde olduğu gibi sessiz kalmayı seçmişlerdi. Hatadan anında dönebilmek varken inat ettiler...
Dünyada başka hiçbir spor kulübüne nasip olmayan bir simgeyi, kulübün adıyla anılan gerçek bir adayı, Galatasaray Adası’nı, üç kuruşa kurban ettiler. Yarım yüzyıllık Galatasaray Adası’nı bir restoran işletmecisine kiralarken, sözleşmeye adanın adını koruyacak maddeler koymayı akıl edemediler. İşletmeci de Galatasaray Adası’nın adını ‘Buz Ada’ya çıkardı.
Hatadan zamanında dönülmesini belki sağlayabilirim umuduyla, konunun farklı boyutlarını ve Galatasaray camiasından gelen tepkileri sürekli yazarak, tüm bir yaz boyunca gündemde tutmuştum. Taraftardan ve camiadan da güçlü eleştiriler gelmeye başlamıştı ama nafile...
Canaydın yönetimi Nuh dedi, peygamber demedi. Yüzyıllık koca Galatasaray’a, dünün çocuğu bir restoran işletmecisinin karşısında boyun eğdirdi.
Yönetimin Galatasaray Adası’ndaki işletmeci ile ilgili tutumunu, nihayet bu yaz başında değiştirdiğini görünce umutlandım. Galatasaray Adası’ndaki restoran, sezona bu kez Buz Ada yerine Buz Yaz olarak girdi. Geçen sene ismini ‘eski Galatasaray Adası olan Buz Ada’ diye kullanıyordu. Bu sene ‘Galatasaray Adası’ndaki Buz Yaz’ olarak kullanmaya başladı.
Bu değişim yönetimin hatasından döndüğünü göstermesi açısından sevindirici. Ama geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye. Yönetimin yeni tavrı, çok geç ve eksik atılmış bir adım ne yazık ki?
Geçen gün Mercan Dede’nin verdiği konser sırasında Galatasaray Adası’na bir tekne çarpmış. Haber çoğu gazetede ‘Buz Ada’ya tekne çarptı’, diye adanın geçen yazki eski ismi kullanılarak verildi. Yine birkaç hafta önce Ayşe Arman yaptığı bir söyleşide, Galatasaray Adası’nın adını birkaç kere ‘Buz Ada’ olarak kullandı. Galatasaray Adası medyada, hálá çoğu kez ‘Buz Ada’ olarak anılıyor. Bu tip hatalar bazen kasıtsız, bazen de Fenerbahçeli ya da Beşiktaşlı editör ve yazarlar tarafından kasıtlı olarak yapılıyor.
Hatadan geç dönen yönetimin bu gecikmesini telafi edebilmesi için işletmeciye ‘Buz Ada’ ismini değiştirtmeye zorlaması yetmezdi. ‘Buz Ada’yı kesinlikle çağrıştırmayacak bir isim seçmeye zorlamalıydı. Hadi bunu da akıl edemediler, yaz başından beri Galatasaray Adası’nın ismi medyada sayısız kere ‘Buz Ada’ diye kullanıldı. Tek bir düzeltme gönderdiler mi? Gazete yöneticilerini, editörleri, yazarları her hatanın ardından bıkmadan usanmadan arayıp, bilgilendirdiler mi?
Galatasaray Adası’nın adının Buz Ada’ya çıkmasının baş sorumlusu bizzat Galatasaray yönetimi. Sen rakiplerinin eline böyle bir koz verirsen, onlar da sonuna kadar kullanırlar.
Hakeme küfreden futbolcu olsa
Sabah yazarı Emre Aköz, hakeme küfür eden futbolcunun, futbol kurallarının gerektirdiği cezalara ek olarak hapisle de cezalandırılacak olmasını doğru bulmadığını yazmış. ‘Anlayamıyorum’, diyor, ‘Zaten kırmızı kartla oyundan atılıyor ve haftalarca maça çıkamıyor. Ayrıca hapis de verilirse; bir suç iki kere cezalandırılmış olmaz mı?’
Olmaz sevgili Emre. Hukukta ‘eşit suça eşit ceza’ diye bir ilke var. Aynı suçu işleyenlerin, asgari aynı cezayla cezalandırılmaları gerektiğini anlatır. Yani hukuk küfür eden bir vatandaşa hapis cezasını öngörüyorsa, bu ceza her vatandaşa uygulanır.
Ama bu, aynı suça, suçun işlendiği ortamların özel kurallarına göre de ek ceza verilemeyeceği anlamına gelmez. Örneğin sportif müsabakaların, kulüplerin, derneklerin, ailenin mevcut yasalara aykırı olmamak kaydıyla bir de kendi kuralları vardır. Hırsızlık yapan oğul, alacağı hapis cezasına ek olarak babası tarafından ‘konuşmamak’la da cezalandırılabilir. Yüz kızartıcı bir suçtan hüküm giyen üye, mahkemece verilen cezaya ek olarak dernek tarafından üyelikten de çıkarılabilir.
Küfür eden futbolcunun sportif kuralların gerektirdiği cezaya ek olarak yasal bir cezaya çarptırılması söz konusu değil. Futbolcunun eylemi öncelikle her vatandaşa uygulanan yasalara göre suç. Oyundan atılması ve maç cezası alması ise katıldığı spor müsabakasının kurallarına göre verilen cezalar.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2005
<B>Engin Ardıç</B>, ‘Teknoloji bizim kuşağın boyunu aştı’ diyordu geçenlerde. Sevgili abim Engin Ardıç, şaka yollu da olsa kendisine haksızlık etmiş. Bilgisayar kullanmayı ekmek parası uğruna, mecburen öğrendiğini söylüyor, ‘Çaresiz kafamızı gözümüzü yara yara, kendimiz öğrendik. Ama eksik öğrendik, ben şu anda bilgisayarımın yarısını bile kullanmıyorum. Düşük kapasiteyle çalışıyorum’ diyor.
Teknoloji kuşağı, bilgisayar kuşağı, İnternet kuşağı diye bir şey var mı gerçekten? Varsa bile bu kuşak, eski kuşaklardan çok mu ileride?
Engin Ardıç bilgisayarın gücünden yarım performansla yararlanabildiğini söylüyor. Bilgisayar kuşağı, İnternet kuşağı denilen güruh, yarı performansla bile kullanamıyor ki.
Evet yeni kuşak içinde, bilgisayarın gücünü yüzde 90 performansla kullanabilenler de var. Ama bunların sayısı kitapların gücünden layıkıyla yararlanmayı bilen eski kuşak mensuplarından fazla değil. Her kuşağın kendi dahileri de var ve dahi kendi dangalakları da...
İnternet kuşağı denilen kitlenin demografisini merak ediyorsanız, İnternet’teki anonim sözlüklere, tartışma alanlarına, forum sitelerine bakmanız yeter. Zırvalayanların, iki kelimeyi bir araya getirmekten aciz olanların, okuma ve algılama özürlülerin sayısal üstünlüğüne bakarak, İnternet kuşağının da, 12 Eylül kuşağından, 68 kuşağından, X kuşağından, zırt kuşağından pek farklı olmadığını anlarsınız.
Tek fark İnternet’in sağladığı özgür yayın ortamı sayesinde, dangalaklıkların bol bol sergilenebilmesinde...
Yazılarım bazen teknik aksaklıklar nedeniyle Hürriyet’in İnternet sitesinde çıkmıyor. Yazılarımın İnternet’te çıkmadığı günlerle, çıktığı olağan günlerde aldığım okur e.mektuplarının nitelikleri arasında dağlar kadar fark var. Yazım İnternet’te çıkmadığında, gelen mesajların hepsi doğal olarak yazımı kağıda basılı gazeteden okuyanlardan geliyor. Bu okurlar e.posta gönderdiklerine göre İnternet de kullanıyorlar ama haberleri, yazıları kağıda basılı gazeteden okumayı tercih ediyorlar. Yani İnternet kuşağından değiller.
Öte yandan, yazımın İnternet’te de yayınlandığı günlerde, aldığım okur mesajlarının sayısı artarken, kalitesi de düşüyor. Bunlar da yazıları İnternet’ten okumayı tercih eden İnternet kuşağı temsilcileri. Daha doğrusu okumayı değil de bakmayı tercih edenler. Yazıya şöyle hızla bir göz gezdirip, klavyeye sarılıyor, rezil bir Türkçe ile görgüsüz, kaba, ukala cümle kümelerinden oluşan mesajlar döşeniyorlar.
Haşmet Babaoğlu da Spielberg’in Dünyalar Savaşı filmiyle ilgili beğeni farklılıklarımız üzerine İnternet kullanıcısı, yeni kuşak sinemaseverlerin ne düşündüğünü merak etmiş. Sinema.com sitesinin ‘en sevdiğiniz Spielberg filmleri hangileri?’ anketinin sonuçlarına bakmış. Üçüncü Türden Yakın İlişkiler’in, İnternet kuşağından sadece yüzde 4 oranında beğeni toplamasına üzüldüm.
Kuşaklar arası fark bu kadar da olamaz diye düşündüm. Oranın bu kadar düşük olmasını, yeni kuşağın eski tarihli bu filmi seyretmemiş olma olasılığına bağladım.
Diyeceğim o ki, yok aslında birbirimizden farkımız, ama hepimiz Osmanlı torunlarıyız.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2005
İşim gereği çok seyahat ediyorum. Dünyanın belli başlı havayollarının hemen hepsiyle uçuyorum ve çoğunun mil programına da üyeyim. Bir, iki yıl öncesine kadar uçmak için genellikle Türk Havayolları’nı tercih ederdim. Hem servisi iyiydi, hem personeli, hem de mil programı. Ama sonra iktidar değişip, kadrolaşma THY’ye de bulaşınca işler tersine döndü. Mil programına öyle yeni kurallar getirdiler ki, sadık müşterilerine sanki ödül değil, eziyet vermeyi amaçladıklarından şüphe etmeye başladım.
Mil programlarında, kulüp üyesinin uçtukça mil puanı kazanması ve biriken puanlarını kullanarak ücretsiz uçak biletiyle ödüllendirilmesi esastır. Amaç müşteriyi, ücretsiz bilet için gerekli milleri toplayabilmek için, her seferinde üyesi olduğu havayollarını seçmeye teşvik etmektir.
THY öncelikle uçuşlarda ödül bileti için rezerve ettiği koltuk sayısını iyice kısıtladı. Bugün THY’den ödül bileti almaya kalktığınızda, neredeyse ancak bir yıl sonrasına yer bulabiliyorsunuz. O da şansınız varsa!
Hele yüksek sezonda ödül bileti almayı aklınızdan bile geçirmeyin. Tek bir şartla ödül bileti bulabiliyorsunuz, o da garantili bilet diye bir şey icat ettiler, mil hesabınızın kökünü kurutacak kadar astronomik mil puanı harcamanızı gerektiriyor. Üstelik kazandığınız millerin, belli bir süre kullanmazsanız yanması durumu var ki, tam bir garabet. Bunlara bir de kötüleşen ikram, şarap düşmanlığı, bezdirilmiş personelin kötü hizmeti eklenince, çok mecbur kalmadıkça THY ile uçmamaya karar verdim.
THY’ye küsünce, diğer havayollarının mil programlarını bir bir inceledim. Uçuş tecrübelerimden edindiğim izlenimleri de üzerine kattım ve Amerikan Delta Havayolları’nın mil programında karar kıldım.
Bir kere Delta’nın SkyTeam isimli mil programına ortak, pek çok havayolu daha var. Yani bu programda Delta’ya ek olarak Air France, Alitalia, KLM, Austria, Czech, ElAl, Emirates, Singapore ve daha pek çok havayoluyla uçunca da mil kazanabiliyorsunuz... Delta’nın mil programında, kazandığınız miller hiç yanmıyor. Delta uçuşlarında ödül bileti için çok daha bol koltuk rezerve edildiği için, ödül bileti almak çok daha kolay. Ödül bileti için yüksek sezonda daha fazla mil harcamak da gerekmiyor.
Daha fazla uçtukça üyelik statünüz de yükseliyor. THY’de CİP salonundan yararlanmak gibi boş işlere yarayan üyelik statüsü, Delta’da her uçuşta daha fazla mil kazanmanızı sağlıyor. Örneğin gümüş statüsündekiler uçtukları milin 1,25 katını, altın statüsündekiler iki katını kazanıyorlar. Platin satüsüne geçenler o yıl içinde altı uçuşta ekonomiden ‘business’a ücretsiz ve mil harcamadan terfi etme ve CİP salonlarından yararlanma hakkı kazanıyorlar.
Delta’nın programının tek dezavantajı kredi kartı harcamalarından mil kazanmak için bir Türk bankasıyla anlaşmasının olmaması. Eğer kredi kartı kullanımından mil kazanmak sizin için çok önemliyse, o zaman Denizbank’la anlaşması olan Lufthansa’nın mil programını öneririm.
En iyi İstanbul restoranı Sunset ve Park Şamdan
Arman Kırım, Hürriyet Pazar’daki son yazılarından birinde, ‘Gerçek restoran eleştirmenliğinin zamanı gelmedi mi?’ diye soruyordu. Geldi bence. Gusto dergisinin her sayısında, dört yemekseverin restorandaki sohbetinden oluşan, ilginç bir restoran eleştirisi de yapılıyor zaten.
Bu arada restoranlarımızın eleştirilecek o kadar çok yanı var ki, medya daha çoook restoran eleştirisi yazısı kaldırır. Kırım’ın çağrısına uyup, bu köşede zaman zaman restoran eleştirisi de yazacağım. Ama bugün yerim dar olduğu için, eleştirilecek yanı çok az olan birinden başlayayım. İstanbul’da yaptığı işin hakkını layıkıyla veren ve klasikleşebilen iki restorandan biri olan Sunset’ten.(Diğeri de Park Şamdan)
Sunset’in sahibi Barış Tansever, restoran işletmeciliğini tam anlamıyla profesyonelce yapan ender işletmecilerimizden. Karşılama, servis, sunum, ambians, manzara hepsinin en iyisini Sunset’te bulabiliyorsunuz. Zengin bir şarap listesi istiyorsanız, yolunuz yine Sunset’e çıkacak. Sunset’in zaten çok zengin olan şarap kavı, Uzan müzeyadesinden aldığı 1000 şişe nadide şarapla iyice zenginleşti. Sunset’in mutfağı da çok zengin. Suşi’den Türk mutfağına kadar her damak tadına hitap ediyor. Kusuru mu? İstanbul’da bonfilenizi az pişmiş istediğinizde gerçekten az pişmiş getirecek bir restoran arıyorsanız, aradığınızı Sunset’te de bulamayabilirsiniz. Geçen akşam az pişmiş istediğim et, orta pişmiş geldi. Diğer İstanbul restoranlarında çok pişmişe yakın geldiğinden, buna da şükür dedim.
En iyi rakı Tekirdağ Altın
Geçen gün Sabah’ın eki Aktüel Pazar’da, dört yazar pir olmuş piyasadaki rakıları değerlendiriyorlardı. Emre Aköz, Refik Durbaş ve Ali Sirmen, gurme elebaşları Ahmet Örs’le bir balık restoranında buluşup, piyasadaki sekiz rakıyı test etmişler.
- Balık baştan kokar, rakıyı balık restoranında test etmekle baştan hata etmişler. Meyhanede test etmeleri daha doğru olurdu.
- İkinci hataları bir oturuşta sekiz rakıyı birden, üstelik susuz ve sulu olarak iki turda test etmeleri. Haliyle içtikçe, beğenileri de artmış.
Değerlendirmelerine ve rakıları içiş sıralarına bakınca, seçimlerini rakının hammaddelerinden en çok hangisinin etkilediği hemen anlaşılıyor.
Tadıma Yeni Rakı’yla başlamışlar, Tekirdağ, Tekirdağ Altın, Kulüp rakısıyla devam etmişler. Buraya kadar verdikleri not hep vasat. Anlaşılan beşinci kadehten itibaren, kafalar da rakılar da güzelleşmeye başlamış, notlar artmış. Altınbaş, Burgaz, Efe Klasik ve Efe Yaş Üzüm kadehlerini sırasıyla yuvarlamışlar. En güzelini, sekizinci kadehlerinde Efe Yaş Üzüm’de bulmuşlar.
Ben Efe Yaş Üzüm hariç, hepsini farklı zamanlarda tattım.
Favorim Tekirdağ Altın...
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2005
Biz şu ‘önemli olan iç güzelliğidir, dış güzelliği değil’ lafını hem biraz yanlış algılıyor, hem de abartıyoruz galiba... Medeni ülkelerin şehirlerinde, kenar mahalleler hariç her semtte bakımlı, temiz yüzlü binalar çoğunluktadır. Bizde ise örneğin İstanbul’un en mutena semtlerinde bile, dış cephesi dökülen binalara rastlamak olağandır. İnsanlarımız nedense evlerinin içine gösterdikleri özeni, dışına göstermekten uzak dururlar.
İstanbul’un en kalburüstü semtlerinde, en pahalı evlerini, apartman dairelerini satın alırlar... İç dekorasyonuna da bir o kadar para dökerler ama pencerelerinin dışına iki çiçek saksısı koymazlar. Eve misafir gelen yakınlarına hava atmaktan hoşlanırlar ama sokaktan geçen hemşehrileri ya da turist misafirlerinin beğenisi umurlarında değildir. Çiçek zevki olanların, bitki severlerin bile çoğunluğu, bu zevklerini evin içine serpiştirdikleri saksılarla tatmin etmeyi yeğlerler. Pencereye koydukları saksıları, pencerenin dış değil iç pervazına sıralarlar.
Hürriyet Cuma’da geçen hafta ‘Türkiye’nin en güzel 10 balkonu’ yarışmasının sonuçları yayınlanmıştı. Yarışmada ilk 10’a giren balkonların hepsi birbirinden güzeldi. Yarışmanın duyurusu yapıldığında eşim Lale, ‘Keşke Hürriyet’in açtığı bir yarışma olmasaydı, ben de katılabilseydim’ diye hayıflanmıştı.
İlk 10’a giren balkonların yayınlanan fotoğraflarından görebildiğim kadarıyla, jüri üyeleri değerlendirme yaparken bazen iç güzelliğine, bazen de dış güzelliğine değer vermişler. Dikkatimi çeken bir başka husus ise ilk 10’a seçilen balkonlar içinde, üçüncü olanı hariç hepsinin güzelliğini çiçeklere borçlu olması.
Benim favorim, altıncılığı kazanan Ömer İşcan’ın Torba’daki evinin serenat balkonu! Tamamen dışardakilerin göz zevkine hitap eden bu mini balkona bayıldım. İlk 10’a dokuzuncu ve 10’uncu olarak giren Erkan Barbüken’in Bornova’daki dairesinin ve Renan Ongan’ın Gölcük’teki evinin balkonları da evin dışındakilere hitap eden güzellikleriyle ikincim ve üçüncüm olurlardı.
Türkiye’nin en güzel 10 balkonu yarışması, medeni zevkleri teşvik eden çok güzel bir girişim. Yazıişleri Müdürü Neyyire Özkan, Hürriyet Cuma’nın bu nitelikte yarışmalara devam edeceğini söyledi. Benim de önerilerim var: Türkiye’nin en güzel 10 pencere önü, 10 kapı girişi, 10 ön bahçesi, 10 dış cephesi yarışmaları, iç güzelliklerimizi dışa da yansıtmamıza yardımcı olacak yarışmalar olacaklardır.
İnternet’te künye dönemi
Başkan yardımcısı olduğum için İnternet Medyası Derneği’nin iki haftadır çözmeye çalıştığı önemli bir soruna yoğun bir şekilde müdahil olmak zorunda kaldım.
Dernek başkanı Hadi Özışık ve diğer yönetim kurulu üyeleriyle birlikte gösterdiğimiz çabaların ilk mutlu sonucunu, Ertuğrul Özkök’ün ‘Medyada künye devrimi’ başlıklı yazısında özetlemesi, İnternet yayıncılığının bu önemli sorununun geniş halk kitlelerinin gündemine taşınması açısından, bizim için beklenmedik bir hediye oldu.
Sorun şuydu:
İnternet dışındaki medyada, sahibi belli olmayan, künyesiz bir yayının yayımlanması mümkün değil. İsimsiz, künyesiz yayın yayımlamaya kalkanları hukuki cezalar bekliyor. İnternet’te ise ne idüğü belirsiz siteler yayınlamak çok kolay. Herhangi biri kalkıp, kimliğini neredeyse yüzde 100 saklamayı becererek, anonim bir site açabiliyor ve istediğine istediği hakareti edebiliyor, istediği iftirayı atabiliyor.
Bu gibi sitelere açıklama, tekzip göndermenin hiçbir anlamı yok çünkü ortada muhatap yok. Tek çare yayımını ve/veya erişimi engellemek.
İnternet, hepimizin alışmak zorunda olduğu bazı yeni özellikleri olan bir ortam. İnternet’te isteyen künyesiz, anonim yayın da yapabilir.
Ama bu durumda çok dikkatli olması şart. Hakaret, iftira ya da yasal sınırların dışına taşma durumunda tamamen kapatılmayı göze alması gerekir. Sorumlusu belli olmayan sorumsuzlukların, yani gayrımeşru yayınların meşru yollardan engellenmesine sansür denemez.
İnternet Medyası Derneği olarak, kurulduğumuz günden beri künye konusuna çok büyük önem veriyoruz.
Kuruluşumuzun üzerinden daha henüz bir ay geçmeden, künye konusunda çok önemli bir aşama kaydetmiş olmamız, bizim için gurur vesilesi bir başarı.
Devamı da gelecek...
Avcı kadınlara bilimsel önlem: Pahalı ama değersiz hediye
Kadınlara pahalı hediye almaktan hoşlanan ama hediye avcısı kadınlara yem olmaktan da endişe duyan centilmen erkeklere müjde!
Londra Üniversite Koleji’nden Prof. Robert Seymour ve Dr. Peter Sozou, pahalı ama değersiz hediyelerle kadın tavlamanın matematiksel modelini geliştirdiler.
Bilim adamlarına göre hediyenin fiyatı, erkeğin niyetinin bir göstergesi. Erkekler ancak uzun dönemli bir ilişki beklentisi besledikleri kadınlar için pahalı hediyelere yöneliyorlar. Ancak hediyeyi alır almaz, kıçlarına tekmeyi basacak hediye avcısı kadınların sayısı hiç de az değil.
Bilimsel model, tam bu noktada erkeklerin yardımına koşuyor. Modele göre, pahalı ama verildikten sonra hiç maddi değeri kalmayan hediyelere başvurmak en iyisi. Örneğin pahalı bir restoranda yemeğe davet etmek... Bu durumda, kadının hediyeyi kabul etmesi için erkekten onunla vakit geçirecek kadar hoşlanması gerekiyor. Hediyenin ikinci avantajı, kadın için maddi bir değerinin olmaması. Üçüncü avantaj ise reddedilme durumunda erkeğin hediyeye para harcamaktan tamamen kurtulması!
Yazının Devamını Oku