22 Temmuz 2005
Dünyaca meşhur cerrahlarımız fındığın günlük dozu için kapıştılar. Kalp cerrahı olan <B>Mehmet Öz </B>günde bir avuç öneriyor, beyin cerrahı olanı <B>Gazi Yaşargil </B>bir avuç çok fazla diye itiraz ediyor, 12 saatte iki tane yiyin diyor. Aslına bakılırsa Prof. Mehmet Öz ve Prof. Gazi Yaşargil’in bu konudaki otoriteleri, Erman Toroğlu’nun hıyar konusundaki otoritesinden fazla değil.
Tamam her ikisi de dünyaca ünlü iki cerrah. Ama cerrahlar işte, o kadar! Kardiyolog, onkolog ya da beslenme uzmanı profesör değiller. Tescil edilmiş uzmanlıkları cerrahi ile sınırlı. Kanserden, kalp krizinden korunmaya yönelik beslenme konusundaki tescil edilmiş uzmanlıkları, bir kabzımalın salatalıkla ilgili tescil edilmiş uzmanlığı kadar, daha fazla değil.
Aslında bu konu Türkiye’deki sağlık bilinci açısından da çok önemli. Bizde genellikle kanser teşhisi konulan hastalar yallah cerraha havale edilirler. Halbuki kanser alanında uzmanlaşmış, yetkin kişiler onkologlardır. Uygulanacak tedaviyi onkologların tavsiye etmesi gerekir. Belki cerrahla konsültasyonda bulunsa da iyi olabilir ama asıl uzman onkologtur. Ve Türkiye’de binlerce kanser hastası, tek bir onkolog yüzü görmeden cerrah bıçağı altına yatırılmaktadır. Benzer bir şekilde pek çok kalp hastası da, kardiyolog yüzü görmeden kalp cerrahlarının ellerinde şifa aramaktadır.
Bu çarpıklığın bir an önce düzeltilmesi gerekiyor. Ama kimin umrunda?
Kim ne dedi ben ne dedim
BBC Türkçe Servisi Müdürü Hüseyin Sükan, ‘Terörist kelimesi BBC yayın kurallarına göre mümkün olduğunca kullanılmasından kaçınılması tavsiye edilen bir kelimedir’, demiş. news.bbc.co.uk adresine girip arama kutucuğuna ‘terrorist’ yazdım. Kullanılmasından mümkün olduğunca kaçınılan bu kelime tam 3 bin 730 BBC haberinde kullanılmış.
n Serdar Turgut ‘Star Wars’un Türkiye’deki ilk gösteriminden önce uzaylı kostümleriyle sıraya girenleri ve Harry Potter’ın son kitabını çıkar çıkmaz satın almak için kuyruğa girenleri anlayamadığını yazmış. Anlamaya çalışsa iyi olur. Anladığı gün yayın yönetmenliğini yaptığı gazetenin satışlarını da artırabilir.
Kaliforniya’dan tesettür mayo rüzgarı
Haşema’nın moda olacağını ‘Tesettür mayo rüzgarı’ başlıklı yazımla (tinyurl.com/bnxn3) iki sene öncesinden 2004’ün kışından haber vermiştim. Gerçi Haşema Tekstil, tesettüre uygun mayoları 1989 yılından beri üretiyor ve ‘haşema’ tıpkı Selpak gibi markanın isimleşmesinden türemiş bir kelime ama gündeme oturacak kadar moda olabilmesi için bu yazı beklem zorunda kaldı.
2004’teki yazımda Kaliforniya sahillerinde vücut hatlarını, sörfçülerin dalgalı bakışlarından gizleyen mayolarıyla arz-ı endam etmeye başlayan mutaassıp bayanların türedeğini yazmış, 2004 yazını son moda tesettür mayolarla açmak isteyenler için sitenin adresini de (www.wholesomewear.com) vermiştim.
Mutaassıp sosyetemiz bu sitedeki şık modellere yüz vermeyip, Ahmet Hakan Coşkun’un tabiriyle sakil ötesi modellere rağbet gösterdi. Ben yine de umutluyum. Kapansa da, şıklığına önem verip erkeklerin ilgisini üzerine çekmekten vazgeçemeyen hanımlarımız, Kaliforniya sahillerinde esen rüzgarları Türkiye plajlarına getirmekte fazla gecikmeyecektir.
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2005
Önce filmi hálá görmeyenleri bir kez daha uyarayım.Steven Spielberg’in, H.G. Wells’in 1898 tarihli ‘Dünyalar Savaşıyor’ (War of the Worlds: kitabın orijinal tam metnine tinyurl.com/dwdwq adresinden ulaşabilirsiniz) romanından sinemaya uyarladığı ‘Dünyalar Savaşı’nı vizyondan kalkmadan mutlaka seyredin. Daha sonra büyük ekranlı da olsa, TV’den seyrederek aynı keyfi almanız mümkün değil.
Tabii bu filmin zevkine tam olarak varabilmeniz için tüm önyargılarınızı sinema salonunun kapısında bırakmanız gerektiğini de eklemem gerekiyor. Gözlemleyebildiğim kadarıyla Türk seyircilerin yarıya yakını sinemadan yüzde 100 memnun ayrılmıyor. Memnuniyetsizler arasında Ahmet Hakan Coşkun gibi filmi hiç anlayamayanlar da var. Ama filmden yeterince hoşnut olmayanlar arasında Haşmet Babaoğlu gibi sinemadan anlayan, üstelik empati duygusu da fazlasıyla gelişmiş, kültürlü, zevkli, entellektüellerin de çıkması düşündürücü...
Vatan yazarı Haşmet Babaoğlu da, tıpkı Ahmet Hakan Coşkun gibi uzaylı işgalinin filmde tamamen ABD’de geçen sahnelerle verilmesini eleştirmiş. ‘Hollywood için dünya Amerika’dır’, diyor. Eserin orijinali İngiltere’de geçtiği için bir ölçüde haklı. Ama bu değişiklik gişe amaçlı. Dünyayı ABD’den ibaret görmek gibi benmerkezci bir gerekçeye dayanmıyor. Filmin sadece tek bir ülkede geçmesinin nedeni ise bir önceki yazımda da (Üzücü Türle Yakın İlişkiler; tinyurl.com/btput) belirttiğim gibi Spielberg’in seçtiği ustalık isteyen anlatım biçimi.
Spielberg, Hollywood yapımı uzaylı istilacılar konulu diğer filmlerde bolca yapıldığı gibi dünyanın dört bir yanından dehşet görüntülerine başvurma kolaylığına sapmamış. Filmde kahraman ABD Başkanı’nın odasında toplanan Genelkurmay şahinleri de yok. Yaşanan dehşet tamamen filmin anti kahramanı çaresiz babanın, Tom Cruise’un gözünden aktarılıyor.
Haşmet Babaoğlu film için, ‘11 Eylül’den sonra yeni terörist saldırılarının paniği içinde yaşayan Amerikalı beyinleri gıdıklamaya yönelik kofluklar taşıyor’, diyor, ‘Uzaylıları kullanarak 11 Eylül sonrası paranoyaları kaşımak işini herhangi bir yönetmen yapabilirdi.’
İşte Haşmet’i filmin zevkini sonuna kadar yaşamaktan alıkoyan neden tam da burada!
Haşmet gibi empati ustası bir yazarın, 11 Eylül’ün yarattığı dehşeti bu kadar hafife alabilmesi gerçekten çok şaşırtıcı. Eğer Haşmet bile empatisini kaybedebiliyorsa, ABD düşmanlığının toplum olarak ne kadar içimize işlediğini, tüm önyargılarımızdan arınarak çok iyi bir şekilde tartmamız gerekiyor.
İslami teröristlerin İkiz Kuleler’i vurarak binlerce masum insanı katletmesi, belki de ileride tarihçiler tarafından bir çağ dönümü olarak nitelenebilecek kadar önemli bir olay. Böylesi önemli bir olayın yarattığı toplumsal travmaları sembolik olarak işleyen bir filmi, sırf bu travmayı yaşayan halk ABD’li diye içi boş ve derinlikten uzak olarak nitelemek, büyük haksızlık.
‘Filmi çeşitli şekillerde okuyabilirsiniz. Yabancı ülkelerdeki Amerikan askeri müdehaleciliğinin, o ülkelerdeki işgale direnenler tarafından yok edileceği, uzaylıların başına gelenin Amerikalılar’ın da başına geleceği sonucu çıkarılabilir...’
Filmin senaryo yazarı David Koepp’in USA Weekend’de yayınlanan söyleşide verdiği bu ipucunu, filmi önyargılarından arınmadan seyretmekte ısrarlı olanlara hediye ediyorum. Kimse bu filmin vereceği zevkten mahrum kalmamalı.
Nedir bu Galatasaray’ın logolardan çektiği
Koca Galatasaray camiasında, Allah rızası için ama başından da savmadan logo tasarlayacak doğru düzgün bir grafiker yok mudur?
Önce GS’nin 100. yılı için komik bir Pokemon aslanını logo olarak ilan ettiler. Üstelik logonun içinde ezeli rakip Fenerbahçe’nin simgesi FB harfleri saklıydı. Şimdi de yeni kurulan Galatasaray Taraftar Dernekleri Federasyonu’na (galatasarayfederasyonu.com) uygun buldukları şu logoya bir bakın.
Bu nedir böyle? Kötü bir şaka mı, zevksizlik mi, dalga geçme mi, boşvercilik mi, madem öyle al işte böyle demeye getirmek mi? Çözmek mümkün değil. Hani aslan Galatasaray’ın simgesi olmasa, pek kolay kolay aslan da denilemeyecek iki hayvan figürü var logoda.
Nedense sıskaları çıkmış ve yeleleriyle, kuyrukları kız gibi süslü iki aslan... Grafik olarak yanlış bacakları önde olduğu için, hadım edilmiş izlenimi veren iki aslan... Ellerinde Galatasaray bayrağına benzemeyen garip flamalar tutan iki aslan... Dilleri bir karış çıkmış, yorgunluktan ölecek izlenimi veren iki aslan... Öff sıkıntı bastı. Ne zaman kurtulacağız bu yönetimden?
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2005
Hani geçenlerde Van’ın Gevaş ilçesinde koyunun teki uçurumdan atladı, paşinden 450 koyun daha atlayıp telef oldu ya... Şu <B>‘Vapurumu Vermiyorum’ </B>kampanyası ve peşinden pek çok yazarın kopardığı kıyamet de bana bu sürü psikolojisini hatırlatıyor. İstanbul’un simgesi vapurlar seferden kaldırılacakmış da, yerlerine Norveç’ten sipariş edilen konserve kutusu tekneler konacakmış... Geçen hafta böyle bir şeyin söz konusu olmadığını ama İstanbul’un da çok daha etkin bir toplu deniz taşımacılığına ihtiyacı olduğunu yazmıştım. Yazımın ardından İstanbul Deniz Otobüsleri AŞ(İDO) Genel Müdürü Dr. Ahmet Paksoy aradı, teşekkür etti.
Ben ‘Vapurumu Vermiyorum’ fırtınasının en azından kazanda estirildiğini sanıyordum. Ahmet Paksoy’dan dinlediklerim karşısında, Liliput cücelerinin çay kaşığında koparttığını görüp, iyice şaşırdım.
Bir kere iddia edildiği gibi Norveç’ten ısmarlanmış tek bir deniz aracı bile yokmuş. Kampanya sitesinde ‘İşte konserve kutusu vapurlar’ diye yayınlanan resimler tamamen hayaliymiş. (Şimdi kampanya sitesine tekrar baktım, resmi değiştirmişler, hayal ürünü olduğu besbelli, dev boyutuyla konserveyle de uzaktan yakından ilgisi olmayan yeni bir tasarım ucubesi koymuşlar.)
İDO geçen yazımda da belirttiğim gibi İstanbullular’ın toplu deniz taşımacılığı gereksinimlerini karşılamak üzere bir proje grubu kurmuş, kıyamet bundan kopuyormuş. Proje grubu ulaşımda denizin payını nasıl artırırız, vapurları engellilerin de kullanabileceği hale nasıl getirebiliriz, iskeleye yanaşma ve ayrılmalarda çekirge gibi zıplayanları nasıl önleriz, tarifeleri nasıl sıklaştırırız gibi ancak aklı başından uçmuşların karşı çıkacağı konular üzerinde çalışıyormuş. Projede öncelikle İstanbullular’ın istek ve ihtiyaçları göz önüne alındığından, geliştirilecek çözümlerde deniz araçlarının açık güverteli tasarlanması da kesinmiş.
Vapur düşmanı ilan edilen İDO’nun yeni yönetimi, 15 yıldır vapur yapılmayan İstanbul tersanelerinde kendilerine hurdaya çıkmış olarak teslim edilen iki vapuru bakıma almış.
Bunlardan Necati Gürkaya, geçen hafta sefere sokulmuş, Şehit Sami Akbulut vapuru ise Haliç Tersanesi’nde Nisan ayında bakıma alınmış, 1 milyon YTL harcanarak yenileniyormuş.
İnsaf, gerçekten insaf... İstanbul’un simgesi vapurları yok etmek isteyen zihniyet, bunları mı yapar?
Madara olduk Doğan Hızlan’a
Belki bu da bir tezat ama dünyanın çevresindeki dönüşünü de, kendi çevresinde dönüşünü de kusursuz bir uyum içinde tam 29,5 günde tamamlayan Ay, tam da bu uyum nedeniyle hep tek bir yüzünü Dünya’ya döner ve diğer yanı Ay’ın karanlık yüzü olarak anılır. Halbuki Ay’ın Dünya’ya dönük yüzü de, karanlık olarak anılan yüzü de eşit miktarda gün ışığı alırlar.
Çoğu insan gibi Doğan Hızlan’ın da bir herkese gösterdiği, bir de sadece bakmak isteyenlerin görebildiği yüzü var.
Geçmiş deneyimlerden gelen değerlerin simgesi olarak tanınan Doğan Hızlan’ın yenilikçi yönü az bilinir. Ama aslında Türk basınının yeniliğe en çok açık yazarı Doğan Hızlan’dır. Edebiyat ve sanat eleştirilerini üniversite yıllarımdan beri takip ettiğim Doğan Hızlan’ın teknolojiyle tango yapan kişiliğiyle 1995 yılında Hürriyet’te haftalık İnternet sayfası yapmaya ve köşe yazıları yazmaya başladığımda tanıştım.
Yeni köşemi ilk kutlayanlardan biri olmuştu. İnternet hakında sorular soran ilk köşe yazarı da Doğan Hızlan’dı, teknik servisten bilgisayarının İnternet’e bağlanmasını talep eden ilk tepe yönetim katı sakini de...
Yine 1995’te yayınladığımız 21. Yüzyıl eki için, o dönemdeki Hürriyet yazarları arasından aklıma gelen ilk ve tek ismin de Doğan Hızlan olması boşuna değildi. 21. Yüzyıl’ın en güzel teknoloji yazıları Doğan Hızlan imzasıyla yayınlandı. Ne zaman bir araya gelsek dönemin Google’ı Altavista’da daha verimli arama yapmanın yollarını sorar, yine o dönemin Amazon’u CD-Now’dan CD siparişi vermenin keyfini paylaşırdı.
Geçen gün Hürriyetim’in ana sayfasında Doğan Hızlan imzalı bir e.günlük (blog) açıldığını (hurriyetim.com.tr/ blognot) görünce hiç şaşırmamamın nedeni de, Hızlan’ın herkesin bilmediği yenilikçi yanını çok yakından tanımamdır. Türkiye’de e.günlük açmak gibi cesaret, maharet ve kan harareti isteyen bir girişime ilk imza atan popüler köşe yazarının Doğan Hızlan’dan başkasının olmasını beklemezdim zaten.
Internet bakaryazarları
‘Üçüncü türle yakın ilişkiler’ başlıklı yazımın ardından gelen mesajlardan birinde aynen şöyle yazıyordu: ‘filmin adı dünyalar savaşıyor değil dünyalar savaşı heralde koltuğa kitlenince adı tam kavrayamadın’... Bu tip mesajlar gazete okurlarından değil, yazılarımızı İnternet’ten okuyan, daha doğrusu şöyle bir göz atan İnternet bakarlarından geliyor.
Bu tiplerin gazetelerin İnternet versiyonlarında dolaşmalarının nedeni, farklı fikirleri okuyup kendi fikirlerini üretmekte kullanmak filan değil. Tek amaçları, yazarların hatalarını yakalamak ve kendilerinin ne kadar üstün olduklarına olan inançlarını pekiştirmek. Tabii yakaladıklarını sandıkları hataların aslında bilinçli yapılmış seçimler olduğunu anlayamayacak kadar cahil olduklarının da farkında değiller çoğunlukla.
Gösterime ‘Dünyalar Savaşı’ adıyla giren filmin senaryosuna temel olan H.G. Wells’in dünya klasiği romanı ‘War of the Worlds’ün Türkçe’de bilinen adı ‘Dünyalar Savaşıyor’dur. Kitap Türkiye’de bu isimle yayınlanmış, ancak film eserin adının bilinen çevirisiyle değil, yeni bir adla gösterime sokulmuştur. Önceki baskıları ‘Dünyalar Savaşıyor’ adıyla yayınlayan İthaki Yayınları da, yeni baskılarda filmin popülaritesinden yararlanmak için yeni adı kullanmayı seçmiştir. Bakaryazarlara duyurulur.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2005
Sevgili <B>Serhat Ayan</B> bir aylığına eve kapanmış, dış dünyayla tek bağlantısını İnternet ve diğer teknolojiler aracılığıyla kurarak yaşayacak ve deneyimlerini gazetesi Akşam’da tefrika edecekmiş. Alışveriş dahil tüm ihtiyaçlarını İnternet aracılığıyla karşılayacak, sosyal ilişkilerini İnternet üzerinden devam ettirecek, işini evden yapacak, yani yazılarını evinde yazıp gazeteye İnternet üzerinden gönderecekmiş.
Şimdi belki Serhat’a nazire gibi olacak ama ben de bu yazımı Fethiye, Ölüdeniz’de birkaç gündür kapandığım nefis bir otelin plajında yazıyorum. Tatil köyü ve otelden oluşan LykiaWorld’ün plajında, çam ağaçlarının gölgesinde, cırcır böceği korosunun eşliğinde, önümde dizüstü bilgisayarım, sağımda kahvem, solumda dondurmamla yazımı yazıyorum.
Serhat bir ay sonunda, uzak kaldığı güç odaklarının yakınında kalanlarca altı oyulmazsa, ev ofis kavramının Türkiye’de de uygulanabileceğini kanıtlamış olacak... Benim tatil ofis kavramını kanıtlamak gibi bir amacım yok. Siz bu yazıyı okurken gazeteye dönmüş olacağım.
Aslında yazıyı burada yazmam da şart değildi. Bugün pazar, yarın gazeteye dönmüş olacağım ve yazımı da aslında pazartesi günü yazmam gerekiyor. Ama cennet gibi bir yerde tatil yapıyor olunca ve tatilde olmama rağmen ilginç bilgiler edinip ve gözlemlerde bulununca, oturup keyifle yazı yazmadan duramıyorum.
LykiaWorld, eski Club Robinson. Mülk sahibi Silahtaroğlu ailesi, tatil köyü kompleksini kiracısı olan Club Robinson’dan 1997 yılında devralıp kendi işletmeye başlamış. LykiaWorld her yıl 30 bin turisti ağırlıyor. LykiaWorld’ün güneydeki diğer tatil köylerimizden en önemli farkı daha kaliteli bir turist kitlesine hitap etmesi. Bunu da turizmimizi esir almış ‘her şey dahil’ politikasından uzak durarak, fiyatlarını ve kalitesini biraz yukarıda tutarak başarıyor.
Fiyat farkının karşılığında müşterilerine çok zengin aktivite olanakları ve çocuklu aileler için cenneti aratmayan olanaklar sunuyor. LykiaWorld’ün leziz mutfağını da unutmamak lazım. Günde 1,5 ton et tüketilen ve her gün 600 çeşit sıcak yemek sunulan tesiste gıda güvenliği ve temizliğine büyük önem gösteriliyor.
Gıda Güvenliği ve Sağlığı Sorumlusu Ezgi İnam’dan, mönünün hazırlanmasında uyguladıkları güvenlik önlemlerini dinlerken başım dönüyor. LykiaWorld’de diğer çoğu tatil köyündeki gibi açık şarap (bu aynı zamanda sulandırılmış şarap demek) değil şişeli ve markalı şarap sunulması da çok önemli bir farklılık.
Lykia World’ün Yönetim Kurulu Üyesi ve Pazarlama Koordinatörü Zeynep Silahtaroğlu, tatil köyüne en çok Almanların, İngilizlerin ve Rusların ilgi gösterdiğini söylüyor. Ancak sayıları her yıl artan Ruslar hem daha uzun konaklıyorlar, hem de diğer ülkelerden gelenlere göre çok daha fazla para harcıyorlarmış. Silahtaroğlu, Rusların turizm sektörümüzdeki artan önemine dikkat çekiyor ve yakında başlayacak olan Çinli turist akınına da hazırlıklı olmamız gerektiğini söylüyor.
Tatil köyü turizmi tabii ki çok önemli. Lykia World gibi ‘her şey dahil’ ucuzculuğundan uzaklaşabilmeyi başaran otellerin sayısının artması da çok olumlu bir gelişme. Ama Türkiye’nin bir Paris’i, Roma’sı, Londra’sı, Prag’ı olmadıkça ister Rus, ister Çinli, ister tüm dünya Türkiye’ye aksın dünya turizm pastasından büyükçe bir dilim kapmamızın olanağı yok. Ve ne yazık ki İstanbul bu şekilde pazarlanabilecek niteliklerin çoğuna sahip değil.
Emre Aköz geçen gün bir yazısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, Uluslararası Mimarlık Kongresi’ne katılan konuklara dağıttığı şehir rehberinde yer alan ‘Cumhuriyet’in ilanı, kentin tarihi statüsünü ve prestijini zayıflattı’ gibi ifadelerin eleştirilmesini saçma ve vıcık vıcık ideolojik bulduğunu yazmıştı. Kısaca İstanbul’un gerçekten de Cumhuriyet döneminde önemini yitirdiğini söylüyordu.
İstanbul’un 1900’lü yılların başlangıcından itibaren önemini yitirdiği doğru, ama asıl bunun nedenini Cumhuriyet’in ilanına bağlamak vıcık vıcık ideoloji kokuyor. Cumhuriyet’in ilanının İstanbul’un önemini yitirme sürecindeki payı, tarihi konjonktürden gelen nedenlerin yanında çok küçük. Bu nedenler de bir başka yazının konusu olsun.
Uçakta iyi şarap haram
Ertuğrul Özkök’ün Başbakan’ın uçağında şarap içip içmeyeceği merak konusuydu. Ben içeceğinden emindim zaten. Asıl merakım Başbakanlık uçağında ikram edilecek şarabın, şarap konusunda zevk sahibi Özkök’ü memnun edip etmeyeceğiydi. Benzer bir deneyimimden dolayı sunulacak şarabın kalitesinden şüpheliydim.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın verdiği ve tek bir davetlinin şarap sipariş etmeye yanaşmadığı bir yemek davetinde garsondan kırmızı şarap istediğimi, gelen şarabı çok kötü olduğu, üstelik yanlış ısıda sunulduğu için bir yudum içip bıraktığımı bu sütunlarda yazmıştım. Şarap sunumu ve seçiminin, iktidar kadroları tarafından yönetilen Türk Hava Yolları’ndaki özensizliği de şüphemi kuvvetlendiriyordu.
Özkök, Başbakanlık uçağında şarap içtiğini ancak beğenmediği için iki yudum alıp bıraktığını yazdı. Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ergun Babahan da olayın ayrıntılarını yazdı. Uçaktaki misafirlere sunulan şarap listesi çok zayıfmış. Özkök, listedeki tek umut vaat eden seçeneği istemiş. Ama o da kötü bir şarap çıkmış.
Şarap kültüründen uzak olanların, düzgün şarap sunabilmesi için empati sahibi olmaları gerekir. AKP iktidarının astronomik vergilerle Türk şarapçılığını komaya sokması ve yoğun eleştirilere rağmen bu icraatinden vazgeçmemesi, inanç üzerine politika yaptıkları kuşkusunu her geçen gün daha da artırıyor.
Türk şarapçılığını öldürmeye kararlı olanlardan, misafirlerine kaliteli şarap sunmalarını beklemek safdillilik olurdu.
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2005
Tamam şarap içmeyecektir biliyoruz ama <B>Tayyip Erdoğan </B>hazır <B>San Fransisko</B>’ya gitmişken bir gününü de Napa Vadisi’ni gezmeye ayırsa keşke. Yeni dünya şarapçılığının başkenti olan Napa’yı gezerse hükümetinin astronomik vergilerle kökünü kurutmak istediği Türk şarapçılığının, gölge etmezlerse nerelere gelebileceğinin örneğini görür de insafa gelir belki. İşte bu amaçla Başbakanımız için yarım günlük, kısa ama tam da amacına uygun bir Napa rehberi sunuyorum...
Opus One: Napa’dan çıkıp vadi boyunca kuzeye doğru ilerleyip, Oakville’e varınca sağda ABD’nin en saygın şarap markası Opus One’ın şatosu var. Opus One tek bir tür şarap yapıyor. Adı da buradan geliyor. Opus One’ın şarabı kadar şarap evinin mimarisi de çarpıcı. Scott Johnson imzalı huzur veren bir tapınağı andıran ilginç yapı, şarap içmeyenler için bile görmeye değer. Tabii şarap içenler 25 dolar karşılığında Opus One 2001’i tadabilir, 160 dolar karşılığında bir şişesine sahip olabilirler.
Niebaum Coppola: Opus One’ın biraz ilerisinde, Rutherford’a gelmek üzereyken solda ünlü film yönetmeni Francis Ford Coppola’nın şarap evi var. Coppola burayı köklü bir şarap üretici ailesi olan Niebaum’dan, Baba filminden elde ettiği gelirle satın almış. Şatoda küçük bir müze ve zengin bir şarap butiği hizmet veriyor. Niebaum Coppola, diğer pek çok sektörde olduğu gibi şarapçılıkta da pazarlamanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Çok iyi şaraplar üretmesine rağmen ticari başarısızlığa düşen Niebaum’un, dünyaca ünlü bir isimle birleşince yakaladığı başarı grafiği Başbakanımız’ın da ilgisini çekecektir diye düşünüyorum. Şarap tatmak isteyenleri ise 15 dolar karşılığında şatonun kaliteli ürünlerinden beşi bekliyor. Tadımda kullanacağınız kristal bardak da hatıra olarak siz de kalıyor.
V. Sattui: Kuzeye doğru devam edip, St Helena’ya varır varmaz sağda... Piknik alanıyla hemen dikkat çekiyor. V. Sattui’nin özelliği, ürettiği şarapları sadece şatosunda satması. Bunun için uyguladığı pazarlama taktiği ise tadımlarının ücretsiz olması. 20 kadar çeşide sahip şarap evinde, her gün rotasyonla değişen yedi, sekiz çeşit ziyaretçilere ücretsiz olarak tattırılıyor. Paralı tadım yaptıran şatolardan ellerini kollarını sallayarak çıkan ziyaretçileri, burada kolilerle çıkarken görmek sıradan bir manzara. V. Sattui’nin Tayyip Erdoğan’ın ilgisini çekecek yanı ise, çok zengin çeşitli gurme dükkanı. Peynir ve şarküteri ürünlerinin tadımı da ücretsiz.
Üzücü türle yakın ilişkiler
Filmlerde artık yeni bir şey bulamamaktan, şaşırtıcı ve etkileyici sahnelerle karşılaşmamaktan şikayet edenlerdenseniz Dünyalar Savaşıyor’u ne yapıp edin, vizyondan kalkmadan önce mutlaka sinemada seyredin. Tabii Ahmet Hakan Coşkun gibi değiştim demenize rağmen hálá bir takım önyargılarını üzerinden atamayanlardan değilseniz.
Spielberg’in son filmi, başyapıt niteliğinde. ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’tan sonra koltuğa en fazla çakıldığım film oldu. Spielberg’in 1998 tarihli olan bu filminde ilk 15 dakikayla sınırlı olan etkileyicilik, Dünyalar Savaşıyor’da ilk 15 dakikadan sonra başlıyor ve filmin sonuna kadar gittikçe şiddetlenerek devam ediyor.
Dünyalar Savaşıyor’un Spielberg’in filmografisi içinde dikkat çeken bir başka özelliği ise, yönetmenin uzaylılarla dünyalıların karşılaşmasını anlatan üçüncü filmi olması. Uzaylıları ABD’nin dış ilişkilerine göre dost ya da düşman göstermek bir Hollywood geleneğidir. İngilizce ‘alien’ kelimesinin hem ‘uzaylı’ hem ‘yabancı’ anlamına gelmesinin de bunda payı vardır sanırım.
Saldırgan ve istilacı uzaylılarıyla ‘Dünyalar Savaşıyor’; Spielberg’in uzaylıları dost gösteren ilk Hollywood filmi olan 1977 tarihli ‘Üçüncü Türle Yakın İlişkiler’inden ve çok insancıl bir uzaylı başkarakteri olan 1982 tarihli ‘E.T.’sinden yaptığı keskin bir dönüş niteliğinde.
Spielberg, bu keskin dönüşün ABD’nin içinde bulunduğu dönemle ilgisini, filmin içinde kullandığı simgelerle bolca sergilemiş zaten. Filmin başında köprülerin havaya uçması karşısında küçük çocuğun bunu terörist saldırısı sanması, insanların yıldırım fırtınasının açtığı garip deliğin başını korkup kaçmak yerine merakla doldurması, kaçarken bir feribota binmeye çalışan insanlara görevlilerin ‘sakin olun’ çağrısında bulunması, sokakta uzayıp giden kayıp panosu, ‘Bir yakınını kaybettin mi?’ sorusu v.s., bunlar hep İslami teröristlerin İkiz Kulelere yaptığı saldırılardan kalan toplumsal anılar. Bu anılar filmde o kadar açık ve net simgelerle verilmiş ki, Ahmet Hakan Coşkun’un yaptığı gibi ‘Amerikan çocuksuluğunun ve basitliğinin izlerine kahkahalarla güldüm’ demek; ‘beynimde ur varmış’ diyen biriyle ‘Ha, ha, ha! Belliydi zaten son günlerdeki aptalca fikirlerinden’ diyerek dalga geçmeye benzer.
Spielberg ‘Dünyalar Savaşıyor’la belki dost uzaylılar temasını bırakıp, Hollywood’un klasik istilacı uzaylılar temasına geri dönmüş ama filmi yine de klasik uzaylı istilacılar filmlerinden ciddi bir şekilde ayıran yeniliklerle bezemiş. Örneğin klasik uzaylı istilası filmlerinde, hep uzaylıların dünyanın farklı bölgelerine yaptığı saldırılar da gösterilir. Uzaylı istilasının dehşeti bu şekilde kolayca artırılır. Spielberg ‘Dünyalar Savaşıyor’da tüm istilayı kahramanın gözünden vermiş. Diyaloglar sayesinde uzaylıların dünyanın her yerine saldırdığı açıkça anlatılıyor ama dehşet sadece kahramanın tanık olduğu sahneler aracılığıyla yaşatılıyor. Ahmet Hakan Coşkun bu ustalık isteyen yöntemi de kavrayamamış ve ‘Amerikalılar dünya dendiğinde sadece Amerika’yı anlamaktadır. Çünkü filmde uzaylıların sadece Amerika’yı işgali var ve bu durum dünyanın işgali olarak yansıtılmaktadır’ eleştirisini getirmiş.
Neyse sonuç olarak tavsiyem, bu filmi gerilim filmlerine özel bir antipatiniz ya da kültürel önyargılarınız yoksa kesinlikle kaçırmamanız. Kendinizi birkaç kez koltuğa yapışmış, ağzınızı birkaç kez açık kalmaktan kurumuş, çenenizi birkaç kez hayretten düşmüş, gözlerinizi birkaç kez faltaşı gibi açılmaktan yorulmuş bulacağınızdan emin olun.
Not: Film günümüze uyarlandığı için senaryosuna konu olan H.G. Wells’in 1898 tarihli aynı adlı romanıyla doğal olarak neredeyse hiçbir ilgisi kalmamış. Bu nedenle henüz okumadıysanız H.G. Wells’in kitabını da zevkle okuyabilirsiniz. Ne kitap filmin, ne film kitabın tadını kaçırıyor.
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2005
Günümüz koşullarında TT’nin satışından elde edilecek gelirin tatmin edici olması beklenemezdi. Verilen fiyat teklifleri, firmaların piyasanın hızla serbestleştirileceği beklentisine göre riski hesaplanmış rakamlardır. Dolayısıyla TK’nın, olası ağlamalara kulağını kapatıp, piyasayı hızla serbestleştirecek düzenlemeleri yapması boynunun borcudur.Türk Telekom ucuza gitti, pahalıya satıldı tartışmalarının artık hiçbir anlamı yok. Türk Telekom şu anda iyi sayılabilecek bir fiyata satılmak üzere. Bu koşullarda daha iyi bir fiyata satılmasına olanak yoktu. Ama illa satılmalı mıydı, o ayrı bir konu. Yanlış anlaşılmasın özelleştirme karşıtı filan değilim. Sadece Türk Telekom’un, günümüz koşullarında artık satılmasının bir önemi olmadığını düşünüyorum. Bunun nedenlerini taa Nisan ayında, yine bu sütunda ‘Türk Telekom satılmasın’ (tinyurl.com/9wr9v) ve ‘TT’yi ne satalım ne besleyelim’ (tinyurl.com/899nr) başlıklı iki yazımda sıralamıştım.Bu yazılarda sıraladığım nedenler, özelleştirme sonrasında çok daha önemli hale geldiği için önce kısaca özetleme ihtiyacı duyuyorum.Türk Telekom yıllar önce, koşullar uygunken, serbestleşme henüz ufukta yokken mutlaka yapılmalıydı. Üstelik o gün, bugünkü fiyattan satılmış olsa bile yine de kárlı çıkardık. Bunu aradan geçen on yıl boyunca TT’nin ettiği kárın, yıllar içinde iki fiyat arasında oluşan farkı haydi haydi karşılıyor olmasına rağmen söylüyorum. TT 10 yıl önce yaklaşık 20 milyar dolar ediyordu ama aradan geçen 10 yıl içinde 10 milyar doların üzerinde kár da etti. Bu yine de çok önemli değil, TT’nin o yıllarda özelleşmemiş olmasının Türkiye’ye verdiği asıl zarar telekomünikasyon sektörünün hálá daha tam serbest bir piyasa olmaktan uzak kalmasıdır.Günümüz koşullarında TT ’nin satı şından elde edilecek gelirin tatmin edici olması beklenemez. Çünkü TT satıldıktan sonra Telekomünikasyon Kurumu‘nun (TK) tutumu önem kazanıyor. TT satılana kadar aman değeri düşmesin diye tutuk davranan TK, bundan sonra serbestleşmenin önünü ya açacak ya da açmayacak. TT’yi satın alan özel sektör, serbestleştirmemesi için baskı yapacak. Bu da serbestleşmenin hızını yavaşlatacak. Serbestleşme özelleştirmeden daha önemli olduğu için TT satılmamalı, kendi haline bırakılmalı ama serbestleştirme büyük bir hızla yapılmalıydı. TT zaten birkaç sene daha bu şekilde kár etmeye devam eder, bugünkü satış fiyatını çıkartır, sonra da kendi kendine tasviye olurdu.TT için teklif veren şirketler, miktarı belirlerken TK’nın tutumunu hesaba katmak, kendileri için en olumsuz senaryoya göre yani TK’nın piyasayı hızla serbestleştireceği senaryosuna göre fiyat teklifi vermek zorundaydılar.Bugün ortaya çıkan rakamlar, firmaların piyasanın hızla serbestleştirileceği beklentisine göre riski hesaplanmış rakamlardır. Dolayısıyla TK’nın, olası ağlamalara kulağını kapatıp, piyasayı hızla serbestleştirecek düzenlemeleri yapması boynunun borcudur. Gerisi vatana ihanet olur.
button
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2005
<B>Behiç Ak,</B> vapurumuvermiyorum.org<B> </B>adresinde <B>‘Vapurlarımızı Vermiyoruz’ </B>sloganıyla bir kampanya açmış. Takip edebildiğim kadarıyla basında da Kürşat Başar, Fatih Altaylı ve Engin Ardıç şehir hatları vapurlarının yenilenmemesini savunan yazılarıyla, bu kampanyaya destek verdiler. Ama her yazarın destek derecesi birbirinden farklıydı. Kürşat Başar vapurların bir kısmının bile değiştirilmesine karşıydı. Fatih Altaylı’nın yazısı çok daha ılımlıydı, Engin Ardıç’ın ki ise nostalji tuzağına düşmekten son paragrafıyla sıyrılıyordu.
Nostaljik zevkleri anlayabiliyorum ama biraz da gerçekçi olmak lazım. İstanbul Deniz Otobüsleri AŞ (İDO) eskiyen vapurları turistik amaçlı kullanılacak birkaç tanesi haricinde seferden kaldırıp, yerlerine çok daha hızlı modern deniz araçları koymaya karar vermiş. Kıyamet de bundan kopuyor. Vapurlar İstanbul’un simgesiymiş, kaldırılmamalılarmış...
Doğru vapurlar İstanbul’un simgesi. Boğazdan geçişlerini seyretmek insana keyif veriyor. Ama vapurların asıl kullanım amacı ulaşım. Hiçbir vapur sefere sadece süs olsun diye konulmuyor. Hepsinin ana işlevi toplu deniz taşımacılığı yapmak.
Teknolojik ilerlemelerle birlikte, her şey gibi toplu deniz taşımacılığında kullanılan araçlar da değişiyor. Nostalji güzel bir duygu. Duygu olarak kaldığı sürece zararı yok. Ama gelişmeyi, ilerlemeyi engelleyecek boyutlarda eylemler üzerinde de etkili olmaya başladığı andan itibaren nostalji olmaktan çıkıp irtica kimliğine bürünüyor.
Nostaljiye her konuda teslim olmuş olsaydık bugün minarelerde elektrik ampulleri değil hálá kandiller yanıyor olurdu. Beyoğlu-Karaköy Tüneli’nde vagonlar elektrikli motorlarla değil atla çekilirdi. İçme suları evlere kamyonetlerle değil at arabaları ve sakalarla dağıtılırdı.
Nostaljik duyguların bir özelliği de, eskiyi hep iyi yanlarıyla hatırlayıp, kötü yanlarını unutmaya eğilimli olmasıdır. Vapurlar kaldırılmasın diyenler vapurlarda içilen çayları, yenilen simitleri, püfür püfür esen güvertelerini anıyorlar. Ama nedense onlarca metre öteye kesif bir idrar kokusu yayan tuvaletlerini yazmak kimsenin aklına gelmiyor. İçilen çaylar hatırlanıyor da o çayların karbonat kokması ve çay bahçelerine göre iki kat fiyattan satılmasını anan yok. Püfür püfür esen güverteler akıllarda kalmış ama kötü havalarda girilmek zorunda kalınan kapalı salonların havasızlığı ve pisliği kimsenin hafızasında yer etmemiş.
Geçen hafta San Fransisko’daydım. Geçen yüzyılın başından kalma kablo vagonlar (cable car), hálá kullanılıyorlar. Ama artık toplu taşıma işlevlerini otobüslere, troleybüslere ve metroya devretmiş olarak daha çok turistik amaçlı bir işlev görüyorlar.
İstanbul’da da kimsenin vapurların tamamını kaldırmak gibi bir niyeti yok. İDO’nun yapmak istediği bir kısmını turistik amaçlı kullanıma ayırıp, geri kalanını değiştirmek. Böylelikle hem İstanbul’un simgelerinden biri korunmuş olacak, hem de gerçek işlevlerini yerine getirmekten her geçen gün daha da uzaklaşan köhnemiş vapurlar, toplu deniz taşımacılığını tekrar canlandıracak hızlı, temiz ve modern yeni modellerle değiştirilmiş olacaklar.
Daha iyisi can sağlığı...
Galatasaray bilgi altyapısında lider
Kulübü 100. kuruluş yılında alemin maskarası yapan Galatasaray yönetimi meğer kedi olalı bir fare tutmuş ama haberimiz yokmuş. Yeni öğrendim, GS yönetiminin göreve gelir gelmez ayağının tozuyla yaptığı ilk icraatlerden biri kulübün bilişim altyapısına yatırım yapmak olmuş. Bu modernleşme girişimi kapsamında Kent Bilgi Sistemleri, kulübe batılı büyük spor kulüplerinde kullanılan marifetli bilgisayar yazılımlarının bir benzeri olan Taraftar Yönetim Sistemi’ni kurmuş. Taraftar Yönetim Sistemi ile taraftarla olan tüm ilişkiler, sezonluk bilet satışı, dergi aboneliği, kulüp üyeliği tek bir merkezden yönetilebiliyor. Her bir taraftara özel bir taraftar kimlik numarası verilip, üyeyle kişisel tercihlerine ve alışkanlıklarına göre kişiye özel ilişki kurulabiliyor. Sistem yeni geliştirmelere de açık. Örneğin mağazacılık ile entegre edilebilir, stadyum yönetiminde kullanılabilir, üyelere puan kazanma sistemi getirilebilir. Darısı diğer spor kulüplerimizin başına.
Maksimum ücret yolda
Afrika’daki yoksulluğa son verilmesi için kamuoyu yaratmak amacıyla düzenlenen Live8 konserini izlerken, aklıma minimum ücret var da neden maksimum ücret olmasın tartışması geldi. Türkiye şubesinin kurucularından olduğum Dünya Fütüristler Birliği’nin yayınladığı ‘The Futurist’ isimli bir dergi var. Derginin son sayısında geleceğin eğilimleri arasında maksimum ücret uygulaması da sayılıyor.
Dünya genelinde bu kadar bozuk bir gelir dağılımı varken, az sayıda da olsa bazı büyük şirket yöneticilerinin çok yüksek ücretler alması, daha da ilginci başarısız olup işten atıldıklarında daha da büyük tazminat ücretleri alması tepki çekiyor. Örneğin işten çıkartılan başarısız bir şirket başkanının aldığı tazminat miktarı, yoksul bir ülkenin milli gelirine yaklaşabiliyor.
Maksimum ücret uygulaması aslında ABD Başkanı Franklin D. Roosvelt’in önerisiyle 1942’den beri gündemde. Sorun aslında maksimum ücretin uygulanabilir olup olmamasında değil, miktarının saptanmasında. Fütüristlere göre filozoflar bu sorunu da çözecek ve ileride minimum ücrete ek olarak maksimum ücret uygulaması da olacak.
Yazının Devamını Oku 1 Temmuz 2005
Geçen hafta <B>Siyaset Meydanı</B>’nın konukları arasındaydım. İnternetHaber.com’dan <B>Hadi Özışık</B>’ın çabalarıyla yeni kurulan <B>İnternet Medyası Derneği</B>’nin üyeleri ve <B>Ali Kırca</B>’yla birlikte İnternet haberciliğini masaya yatırdık. Biliyorsunuz Siyaset Meydanı, ele alınan konu en ince ayrıntısına kadar tartışıldığı için saatlerce sürer. İnternet medyasının geleceği, programın son bölümüne kaldı. Sabah erken saatte San Fransisko’ya uçağım olduğundan programın son bölümüne katılamadan, ayrılmak zorunda kaldım.
Kalabilseydim, programın ilk bölümünde kısaca değindiğim ve İnternet haberciliğinin geleceği olarak gördüğüm e.günlükleri (blog: ağ günlüğü anlamına gelen web log’un kısaltması) tartışmaya açmak istiyordum.
TurkTicaret.net sitesine, e.günlüklerin gelişimini şarabın oluşumuna benzeten bir yazı yazmıştım. İnternet medyası konulu Siyaset Meydanı’ndan çıkıp şarabın yeni dünyadaki başkenti San Fransisko’ya doğru uçmaya başlayınca bu yazımı hatırladım.
Şarap üzüm şırasındaki şekerin mayalanarak alkole dönüştürülmesiyle üretilir. Tek hücreli, mikroskobik bir mantar türü olan maya, üzüm şekeriyle beslenir. Mayada bulunan sindirim enzimi, şekeri parçalayarak alkol ve karbondiokside dönüştürür. Maya da bu işlem sırasında ortaya çıkan enerjiyle beslenir ve çoğalır. Mayalanma işlemi, şıradaki alkol oranı yaklaşık 17 dereceye varıncaya kadar devam eder. Maya bu kadar yüksek oranda alkolün içinde yaşayamaz. Yani bir bakıma kendi atığının içinde boğulur.
İdeal şarap, içindeki şeker miktarı tam da şarap 16-17 dereceye geldiğinde bitecek miktarda olan şıradan elde edilir. Yeterince sıcak geçmeyen yazlarda üzümdeki şeker oranı da düşük olur. Bu durumda şıradaki şeker, 16-17 derece alkol elde etmek için yetersiz kalır. Üreticiler de şıraya fazladan üzüm şekeri katarlar. Bazen de üzüm, aşırı şekerli şıra elde etmek için bilerek geç hasat edilir. Bu üzümlerin şırasında, alkol oranı 17 dereceye ulaşınca mayaların tamamı öldüğü için tüketilememiş, yani alkole dönüşmemiş şeker kalır. Kaliteli dömi-sek şaraplar bu yöntemle üretilir.
İnternet haberciliğinin geleceğinde önemli bir yer tutacağını düşündüğüm e.günlükler için de benzer bir durum söz konusu. E.günlükler tıpkı üzüm şırasındaki maya gibi İnternet’in ilk günlerinin şekerli ortamından besleniyorlar. Ortamdaki şekeri e.günlük yazarlarının büyük ölçüde iyi niyetli olması ve konvansiyonel medyaya alternatif arayan İnternet kullanıcılarının sempatisi sağlıyor.
Bu uygun ortamda e.günlükler çok büyük bir hızla çoğalıp, yaygınlaşıyorlar. Ancak çoğalıp, yaygınlaşırken tıpkı şaraptaki maya gibi kendi atıklarını da yaratıyorlar. E.günlük yazarlarının büyük çoğunluğu gazetecilik mesleğinden olmayan amatör yazarlar. İstemeden de olsa yanlış ya da eksik içerikli haberler yayınlıyorlar. İnternet’in bir kitle iletişim aracı olduğunu unutarak, arkadaş arasında sohbet edermişçesine kaygısızca yazılar yazabiliyorlar. Öte yandan e.günlüklerin gücünü görüp, bundan faydalanmaya kalkışan kötü niyetlilerin sayısı da hızla artıyor.
Sonuçta İnternet medyası ve haberciliği e.günlükler aracılığıyla bir yandan hızla olgunlaşırken, öte yandan güvenilirliğin azalması sonucunda e.günlükleri boğacak bir ortama doğru gidiliyor.
İnternet bir gün tüm medyayı yutacak. Gazete, televizyon, dergi, radyo, e.günlük hepsi birleşecek, İnternet medyasını oluşturacak. Bugün mayalanma dönemini yaşıyoruz. Şarabın kalitesini hep birlikte belirleyeceğiz.
Yazının Devamını Oku