2 Eylül 2005
Gelişmekte olan bir ülke olarak, teknolojide çok büyük ölçüde dışa bağımlıyız. Bilgisayar ve bilgisayar yazılımı gibi ürünlerde elalemin kendi ihtiyaçlarına göre ürettiği ürünleri, aynen alıp kullanmaktayız. Pazarımızın nispeten küçük olması nedeniyle talebin değil arzın dikte ettiği özellikleri, bize uysun uymasın kullanmak zorunda kalıyoruz.
Örneğin Milli Eğitim Bakanlığı’nın sözüm ona öğretmenleri bilgisayar sahibi yapmak için açtığı kampanyada, Türkiye’ye özgü ihtiyaçları karşılayıp karşılamadığına bakılmaksızın öğretmenlere bir takım bilgisayarlar kakalandı. Türkçe klavye standardı "F" olmasına ve öğretmenler okullarda F klavye kullanacak olmalarına rağmen, uyduruk Türkçe Q klavye almaya zorlandılar.
Şimdi bu öğretmenler, eğer bu bilgisayarları kampanyanın uygun koşullarından yararlanıp başkaları için almadılar ve gerçekten kendileri kullanacaklarsa, yaşayacakları trajikomediyi bir düşünün. Evde uyduruk Türkçe Q klavye kullanmaya alıştırılacaklar, okulda gerçek Türkçe F klavye kullanmak zorunda kalacaklar.
Dizüstü bilgisayarların, masaüstü pazarı doymuş gelişmiş ülkeler için daha uygun olması, Türkiye’nin ekonomik şartlarına çok daha uygun masaüstü bilgisayar seçilmesi halinde aynı paraya üç öğretmenin bilgisayar sahibi yapılabilecek olması gibi konular, işin diğer yanı.
Yıllardır Türkiye’deki eğitim sektörünün büyüklüğünü, Türkiye’nin kendine has ihtiyaçlarına göre özel eğitim bilgisayarları geliştirtmekte koz olarak kullanabileceğimizi yazıp duruyorum. Ama son on yılın gelmiş geçmiş iktidarlarının tümünde Milli Eğitim Bakanlığı, pazarın her üreticinin ağzının suyunu akıtacak kadar büyük olmasına rağmen ürecilerin dayatmalarına boyun eğmeyi tercih ediyor.
Yan sütunlardaki haberimizde anlatılan, Intel’in dünyanın dört farklı yerinde açtığı geliştirme merkezleri, bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için büyük fırsat. Çünkü bu geliştirme merkezlerinin amacı, bölgesel ihtiyaçlara göre özel platformlar geliştirmek.
Milli Eğitim Bakanlığı, öğretmenlere dizüstü bilgisayar gibi saçma sapan projelerle vakit geçireceğine, elini çabuk tutup dev eğitim sistemimize uygun platformun özelliklerini belirleyecek olursa, eğitim sistemimize uygun ve eğitim bütçesini çarçur ettirmeyecek çözümlere kavuşabiliriz.
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2005
Newsweek dergisi, bölgesel baskısında İstanbul’u ‘cool’ şehir ilan etti ya, İstanbul’u dünya şehri sananlara da bir haller oldu. Hadi kıyak olsun ‘cool’un Türkçe karşılığını da vereyim. ‘Cool Istanbul’ şeklindeki kullanılışında havalı, fiyakalı anlamına geliyor. Bazılarının çeviride zorluk yaşamasının nedeni, ‘cool’un zarf olarak kullanıldığında farklı, hatta zıt bir anlama gelmesi.
Herneyse, diyorlar ki havalı İstanbul bir dünya şehriymiş de, turistler akın etmeye başlayacakmış.
Hadi canım sen de! Duy, işit, inanma... İstanbul, merkezi turist kaynamayan dünyanın tek metropolü. Bu haliyle ve bu turizm bakanıyla daha fazla turist çekecek hali de yok. Çekse çekse Arapları çeker...
Çekmeye başladı da zaten, Akmerkez şimdiden olmuş Ak Arap Merkez...
Araplara da, kimse kusuruma bakmasın ben turist demem.
Irkçılıktan filan değil. Adamın akı da bir arabı da benim için.
Turizm ‘dostlar alışverişte görsün’den ibaret bir kavram değil. Turizmin asıl önemli boyutu sosyal...
Turizmin kültürler arası ilişkileri canlandırıcı işlevi sayesinde getirdiği kültürel etkileşim, ticari getirisinden çok daha önemli.
Kültürel etkileşimin olabilmesi için de bir ülkeyi, şehri ziyaret eden yabancının sosyal faaliyetlerde bulunması, yerel halkla iletişim kurması gerekiyor.
Turizm dünyanın her yanında, ticari canlılığa ek olarak sosyalleşme canlılığı da yaratıyor.
Turist gittiği ülkede kafelerde, restoranlarda, barlarda, otelin lobisinde, sinemada, tiyatroda, operada, mesire yerlerinde yerel halkla iletişim kurup, kültürel etkileşime giriyor.
Turistin sağladığı asıl zenginlik ticari alışverişten değil kültürel alışverişten kaynaklanıyor.
Araplardan alacağımız kültürel bir zenginlik var mı, yok mu orası tartışılır.
Medine’nin ismini aldığı günlerde vardı mutlaka ama petrolden sonra bu kültürün ne kadarı kaldı emin değilim.
Arap’tan turist olmaz dememin nedeni bambaşka. Arap’tan turist olmamasının tek nedeni var o da Arap ziyaretçilerin kimseyle sosyalleşmemesi.
Ziyaret ettikleri ülkelerde, şehirlerde ne kafeye giderler, ne bara... Kara çarşafları içindeki kadınlarıyla zaten bırakın sözlü teması, göz teması dahi kuramazsınız. Erkekleriyle de olsa olsa, al gülüm ver gülüm fiyat pazarlığı muhabbeti yapabilirsiniz, hepsi o...
Tamam Arap ziyaretçiler de gelsin İstanbul’a. Ama turist sayısı arttı diye kendimizi kandırmayalım, İstanbul’a gerçek turist çekmenin yollarını aramaya da bir an önce başlayalım.
Yuh!
PES! ABD’nin New Orleans kentinde büyük bir tayfun felaketi yaşanıyor, televizyon kanalları arasında geziniyorum tık yok.
İnsanlar ölüyor, binalar yıkılıyor, koca bir şehri sel basıyor, bir milyon kişi şehri tahliye ediyorken TV kanallarımızın felaketin sonuçlarıyla ilgili üzerinde önemle durdukları tek şey var; petrol fiyatlarının yükselmesi.
Bir tek NTV nispeten biraz daha hazırlıklı gibi. Onun da sunucusu ABD’den bağlandığı muhabirine, Amerikalılar birbirleriyle yardımlaşabilirler mi ki, gibilerinden cahilce bir soru soruyor. Belli ki ‘ABD’de sokakta adam ölür, dönüp başını çeviren bakmaz’ asılsız efsanesine inanıyor hálá.
YUH! Ertesi gün gazeteleri açıyorum, durum biraz daha iyi.
Yeterince malumat vermiş gazeteler en azından.
Ama o da ne? Sabah Gazetesi’nin birinci sayfasında bir karikatür. Aslında bu rezilliğe karikatür demek karikatür sanatına bir hakaret.
Dünyanın bir yerinde tayfun felaketi yaşanıyor, milyonlarca insan evinden barkından olmuş, yüzün üstünde insan ölmüş, binlercesi ölümle burun buruna gelmiş, binalar yıkılmış, koca bir şehir oturulamaz hale gelmiş ve bir karikatür bu felaketle dalga geçiyor.
Karikatür Salih Memecan imzalı ama ben bu karikatürü Salih Memecan’ın çizdiğine inanmak istemiyorum. Boş bir anında çizip, sonra kendisinin de pişman olduğuna eminim. Ama doğrusu bir özür dilemesini de bekliyorum. İnsanlık adına, LÜTFEN!
Lümpenproleteryanın kapalı balkon sefası
Selahattin Duman ‘Vatandaş donuna sahip çık’ sloganlı eylem saçmalığını yerinde gözlemlemiş.
Caddebostan Plajı’na bakan, bir zamanlar yalı olan evleri incelemiş.
Diyor ki, ‘Birinin bile balkonunda denize karşı oturan ev sahibi yoktu. Buradan belli ki sinirleri kaldırmıyor.. Ahalinin denize girme coşkusunu görüp, hafta sonlarını zehir etmek istemiyorlar’...
Yanlış. Evlerin birinin bile balkonunda denize karşı keyif yapan birilerinin olmamasının nedeni, halk plaja değil.
Bebek’te sahil yolundaki lüks apartmanların balkonlarında da durum farklı değil. Orada halk plajı filan yok, sahili lüks yatlar süslüyor ama balkonlar yine bomboş.
Çünkü ev sahiplerinin yarısı zaten yaz için İstanbul’u terk etmiş, tatile çıkmış. Diğer yarısının ise (muhtemelen tatile çıkanların çoğunluğu da dahil) deniz manzarasına karşı keyif yapma kültürü yok.
Hatta çoğu balkon, yüzlerce metrekarelik evlere birkaç metrekare daha katmak amacıyla kapatılmış.
Denize donla giren fakirin, caddenin karşısındaki lüks evde oturan sonradan görmeyle ortak kültürü bu. Ha denize donla girmişsin, ha denize bakan balkonunu pimapenle kapatmış.
Kültür aynı, zevk aynı, zihniyet aynı. Tek fark mangır düzeyi...
Sonra lümpenproleterya çoktan devrim yaptı, iktidara oturdu dediğimde kızıyorlar.
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2005
Donla denize girme banalliği ve bu banalliğe destek verme zevzekliği iyice çığrından çıktı. Şimdi de <B>Leman</B> dergisi <B>‘Vatandaş donuna sahip çık’ </B>diye bir kampanya başlatmış ve donla denize girerek eylem yapmış. Mizahı bile banalleştirmişler, don seviyesine indirmişler. Aralarından biri de çıkmış, dünyanın orasında burasında dolaştım, donla denize giren her yerde var, bizde niye olmasın buyurmuş.
Hırsızlık da dünyanın her yerinde var, arsızlık da, beyinsizlik de... Dünyanın her yerinde var diye, bunları da mı savunacağız yani?
Donla denize girenlere dünyanın her yerinde rastlayan arkadaş, denize donsuz girenlere de rastlamıştır mutlaka gittiği yerlerde.
Çıkıntılık yapacaklarsa bari denize donsuz girselerdi. Hiç olmazsa lümpence bir eyleme değil, ‘Sans Culottes’ eylemine imza atmış olurlardı.
Engin Ardıç’a kendi bilmedikleri kelimeleri kullanıyor diye kızanlar bana da kızacak...
Ama koca bir siyaset tarihini küçük bir köşeye sığdırmamı bekleyen yoktur herhalde.
Merak eden tinyurl.com/73rnu adresinden bilgi edinebilir. İngilizce bilmiyorsanız sizin için üzgünüm. Türkçe İnternet içeriğinde 10 yıl öncesinin batılı kaynaklarının 10’da bir seviyesini yakalayamadık ama tinyurl.com/894gl adresine bir göz gezdirin.
Uzun metin okuma yetisini yitirmemiş yarı mutlu azınlıktansanız, yeterli bir önfikir edinebileceğinizden eminim.
Yabancı diliniz yoksa ve romanları bile özetinden okuyorsanız, mutlu çoğunluktan olmaya devam edin. Bu saatten sonra yapabileceğiniz bir şey yok...
Engin Ardıç’tan söz açmışken geçen günkü yazısı geldi aklıma.
Denize donla girenlerin, onlarla aynı banalliğe düşmeden nasıl hicvedilebileceğinin iyi bir örneğiydi ‘Ey Türk lumpeni! Titre ve donunu giy!’ başlıklı yazısı.
Sonraki yazısından anladığım kadarıyla kuru gürültü koparmaya bayılanlar, yazılarının kesilmesi için kampanya başlatmışlar.
Her kuşun etinin yenmeyeceğini anlamışladır umarım.
Ama Ardıç’ın da yanıldığı bir nokta var. Lümpenproleterya ile devrim yapılacağını sandıkları için Türk solcularına zavallı demiş. Türk soluyla ittifak yaparak değil ama lümpenproleterya devrim yaptı bile Türkiye’de. Çoktandır mediyokrasinin iktidarda olduğu (hadi bu sefer İnternet’le filan uğraştırmayayım; vasatların iktidarı) Türkiye’de, koltuklara lümpenlik oturdu her yerde.
Donla denize giren hep vardı ve hep olacak. Bu lümpen bir zevktir. Ama bu lümpen zevki yücelten köşe yazarları çıkmaya başladıysa,lümpenlik iktidara gelmiş demektir.
Reha Muhtar’ın trafik cezası yazıldı mı
23 Ağustos tarihli yazısında Reha Muhtar, bir trafik suçuna göz yummakla övünmüş, trafiği düzene sokmaya çalışan polislerle alay etmiş ve insanları yayın yoluyla suç işlemeye teşvik etmişti.
Geçen haftaki Formula 1 yarışına yetişmek için, şoförünün yolun en sağındaki emniyet şeridini kullanmasına göz yumduğunu yazmış böbürlenerek.
Otomobilleri emniyet şeridinden uzaklaştırmaya çalışan trafik polislerine ise ‘kışkışlayan kovboylar’ yakıştırmasında bulunmuş.
Çok merak ediyorum... İstanbul Emniyeti Trafik Şube Müdürlüğü, basın yoluyla açıkça itiraf edilen bu suç hakkında herhangi bir işlem yaptı mı? Savcılık, suça teşvik ve suçu övmekten soruşturma açtı mı?
Yoksa görevleri medyayı satır satır takip etmek olanlar bile mi okumuyor Reha Muhtar’ı?
Ya da okuyorlar ama onlar da mı ciddiye almıyorlar?
Kifidis gibi satıcı mı kaldı
Sungur Tibet Atakan, 11 aylık oldu ve yürümeye başladı. İki hafta sonra tatil için ailecek Güney Fransa’ya gideceğiz.
Doktorumuz Müjde Yurtseven ve okuduğumuz tüm kaynaklar bebeklere iki yaşa kadar ayakkabı giydirilmemesini öneriyordu. Biz yine de belki sokaklarda yürümek için tutturur diye, ilk adım ayakkabısı alalım dedik, Akmerkez’de Kifidis Ortopedi’ye gittik. İlk adım ayakkabısı isteyince Emre Armağan Bey gözlüklerinin üzerinden şöyle bir baktı ve ‘mecbur musunuz?’ diye sordu. Anlayamadık.
‘Yani’, dedi, ‘karda, çamurda, çok pis sokaklarda yerinde tutması olanaksız bir çocuk mu? Eğer değilse biz kesinlikle iki yaşından önce ayakkabı önermiyoruz. Bırakın çıplak ayakla bassın, tabanı gelişsin. Özellikle de kumda ve toprakta yürütün. Ve bize bir yıl sonra gelin...’
Böyle dürüst satıcı kaldı mı? Ve böyle dürüst bir satıcının, sattığı ürünlere değil de kiminkine güveneceksiniz?
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2005
Ulus Pazarı’nın yargı kararıyla kapatılmasını sevinçle karşılayanlara bir ölçüde hak verdiğini yazmış <B>Fatih Altaylı</B>. Ama sonra pazarların dar gelirli vatandaşların can simidi olduğunu belirterek, pazarların toptan kapatılmasına sevinmemek gerektiğini söylemiş. Ulus Pazarı’nın mahkeme kararıyla kapatılmasına sevinenlerdenim. Çünkü Ulus Pazarı’nın, Fatih Altaylı’nın bahsettiği dar gelirli vatandaşların rızkını çıkarttığı pazarlarla bir ilgisi yok.
Ulus Pazarı’na vatandaşın kendi taktığı isim Sosyete Pazarı.
Pazarın adının sosyete pazarına çıkmasının nedeni, ünlü yabancı giyim markalarının bu pazarda çok ucuza satılması ve bu nedenle dar gelirliler kadar orta ve üst gelirlilerin de akınına uğraması.
‘İyi ya işte, ne güzel... Normalde ateş pahası olan markaları halk ucuza alma olanağına kavuşuyor’, demeyin.
O dünyaca ünlü markalar sudan ucuz fiyata yasal yollardan satılmıyor tabii ki.
Taklit oldukları için de ucuza gitmiyorlar. Kullanılan yöntem taklitten de çirkin.
Türkiye fason tekstil cenneti ya. Dünyaca ünlü giyim markaları, milyonlarca dolar verip tasarlattıkları, milyonlarca dolar harcayıp tanıtımını yaptıkları modellerini Türkiye’deki fason imalatçılara ürettiriyorlar.
Fason imalatçılar, siparişini aldıkları ürünleri defosuz teslim etmek zorunda. Ama defosuz üretim yapmanın olanağı yok.
Bu nedenle tahmini bir fire oranına göre, aldıkları siparişten bir miktar daha fazla üretim yapmak zorundalar.
Kimi üreticiler bu fire oranını çok yüksek tutuyor ve normalde imha etmeleri gereken sipariş fazlası ürünlerini halk pazarları aracılığıyla piyasaya sürüyorlar.
Ulus Sosyete Pazarı, bu ürünlerin piyasaya sürüldüğü tek Pazar değil tabii ki. Aynı ürünler aslında farklı semt pazarlarında daha da ucuza satılıyor.
Dar gelirli vatandaşların zorunlu ihtiyaçlarını uygun fiyatla karşılamasını sağlayan pazarlara tabii ki evet. Ama bu pazarları, bu tip sahtekarlıklardan temizlemek de şart.
Ulus’taki Pazar, bu tür yasadışı satışların ayyuka çıktığı bir pazar olmuştu. Kaldırıldığı iyi oldu. Beşiktaş Belediyesi, uygun bir yer bulup Beşiktaş semtine itibar getirdiğini iddia ettiği bu pazarı yeniden açacağını söylüyor.
Nasıl bir itibar arayışıysa bu...
Grafikerlerden logo arayanlara çağrı var
Galatasaray yönetiminin komik logo seçme şampiyonu olmaktaki kararlı tutumunun son örneğini eleştirmiştim.
Eleştirdiğim logonun sahibi Galatasaray Taraftar Dernekleri Federasyonu’nun yöneticileri ziyaretime geldiler. Başkan Ömer Parıldar ve Başkan Yardımcısı Cemalettin Gürel, logo seçiminin sorumlusunun tamamen kendileri olduğunu aktardılar.
Galatasaray kulüp yönetiminin federasyonun kurulmasında büyük katkıları ve yardımları olmuş ama logo seçiminde herhangi bir telkinleri olmamış.
Galatasaray Taraftar Dernekleri Federasyonu kendi alanında bir ilkmiş. Amaçları yurdun dört bir yanındaki Galatasaray taraftar derneklerini tek bir çatı altında toplayarak, kurumsallaştırmakmış.
Galatasaraylılığı kalite sembolü haline getirmeyi hedefliyorlarmış.
Pek çoğu kahvehane görüntüsü sergileyen dernek lokallerini standartlaştırmak istiyorlarmış. Rakip takımların taraftarlarının imreneceği bir girişime ön ayak olmuşlar.
Logo konusuna gelince. 100. Yıl logosu gibi bir skandala imza attıktan sonra kulüp yönetiminin çok daha deneyimli olması ve kuruluşuna bu kadar katkıda bulunduğu bir federasyona logo konusunda da yardımcı olması gerekirdi.
Neyse ki federasyon logosu henüz tescil edilmemiş. Federasyon yönetimi logoyu değiştirebileceklerini söylüyor.
Aynı yazımın ardından Grafikerler Meslek Kuruluşu (GMK) Yönetim Kurulu Başkanı Turgut Erentürk’ten de bir teklif geldi.
Dernek olarak, 100. Yıl logosuyla ilgili yorumlarımı da takip ettiklerini ve günümüz Türkiye’sinde artık bu tür tartışmaların yapılıyor olmasından umutlandıklarını belirtiyorlar.
Ve bu tür amblem ve logo çalışmalarına ihtiyacı olanları, GMK derneğiyle (gmk.org.tr) bağlantı kurmaya çağırıyorlar.
Bu tür çalışmalar için profesyonel grafik tasarımcıların katılabileceği yarışmalar organize edip, yetkin bir jüri kanalıyla gerekli alternatifleri oluşturabileceklerini söylüyorlar.
Belki işe Galatasaray Taraftar Dernekleri Federasyonu’nun logosuyla başlarlar.
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2005
Geçen sayımızdaki ‘Tereyağından kıl çeker gibi bilişimle kalkınalım’ başlıklı yazımda, ODTÜ’de kullanılmaya başlanan yeni bir üretim tekniğinin tanıtılma şeklini hicvetmiştim. ODTÜ mikro elektronik mekanik ürün geliştirmek ve üretmekte kullanmak üzere 2 milyon dolarlık bir cihaz seti almıştı. Ancak bu cihaz setiyle yapılacak araştırmaları tanıtmak için seçtiği yöntemde popülizmin ölçüsünü kaçırmış, basına yapılan tanıtımda Atatürk’ün imzasının ve Türk bayrağının mikro boyutlarda işlendiği bir bilgisayar çipi kullanmışlardı.
Tanıtım faaliyetinin sonucu tabii ki tam bir felaket olmuştu. Gazeteler işin bilimsel boyutunu bir yana bırakmış ve hemen bu magazinel boyutuna dalmıştı.
Haber basına bu şekliyle yansıdığında, e.yaşam’ın geçen sayısı hemen hemen bitmek üzereydi ve konuyu araştırıp, haber yapmak için vaktimiz yoktu. Konunun haber boyutunu bu sayımıza sakladım (Doç. Dr. Tayfun Akın’ın Türkiye için gurur kaynağı çalışmalarıyla ilgili Hüseyin Gönüllü’nün hazırladığı haberi bu sayfamızda okuyabilirsiniz) ve bilimsel bir çalışmanın tanıtımı için seçilen komik yöntemi hicveden bir köşe yazısıyla yetindim.
Türkiye’de hicivden anlamayan önemli bir kitle olduğunu, yazımın ardından gelen mesaj bombardımanı sayesinde hatırladım.
Bilimsel çalışmaların basında daha fazla ve doğru bir şekilde yer alması özlediğimiz bir şey. Ama bunun için bu çalışmaların doğru bir şekilde tanıtılması, iletişiminin profesyonelce yapılması gerekiyor. Bu çok önemli bir konu olduğu için, bu kez hicve filan başvurmadan, düz bir şekilde tekrar yazma ihtiyacı duyuyorum.
Bilimsel çalışmaların halka anlatılmasında magazinel bazı öğelerin kullanılması aslında doğru bir yöntem ve her zaman kullanılmasında büyük yarar var. Ama bunu yaparken çok dikkatli olmak, magazinel örneği çok iyi seçmek gerekiyor. Yapılan işi anlatmakta kullanılan magazinel öğe öyle iyi seçilmeli ki, hem halkın ilgisini çekmeli, hem de yapılan işi çok iyi anlatmalı.
Örneğin bugünkü sürmanşetimizde, yeni bir nano teknoloji tekniğinin haberi var. Bu teknolojik haberi, okura çekici kılabilmek için gündemdeki bir konu olan Formula 1 yarışlarıyla ilişkilendiren bir başlık seçtik. Yeni teknoloji sayesinde çok hafif, çok sağlam ve aynı zamanda akü görevi de görebilecek otomobil kasaları üretilebilecekti. Buluşu yapan bilimadamlarından biri, bu teknolojinin seneye Formula 1 otomobillerinde kullanılabileceğini söyleyerek, teknolojiyi halka anlatmakta kullanılacak çok doğru ve yerinde bir örnek vermişti. Bize de bu güzel örneği başlığa taşımak kaldı.
Ama bilim adamı örnek olarak yeni teknoloji sayesinde üretilecek yapay kaslarla Hülya Avşar’ın selülit sorununun çözülebileceğini söylemiş olsaydı, bu yeni teknolojinin tam olarak neye yarayacağını anlatmayan bir örnek olacaktı.
ODTÜ’de yapılan araştırmaları anlatmak için seçilen bilgisayar çipi üzerine atılan mikro Atatürk imzası da bu yüzden kötü bir seçim. Çünkü sergilenen ürün, teknolojinin ne işe yaradığını anlatmaktan çok uzak.
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2005
<B>M<I>ark Twain ilk ziyaretinden 150 yıl sonra, 2005’te ziyaret ettiği İstanbul’la ilgili izlenimlerini göndermeye, ben de sizlerle paylaşmaya devam ediyorum. Şoför, turistleri genellikle sahil yolundan şehre götürdüğünü ama yazın otoyolu tercih ettiğini söyledi.
Ben sahil yolundan gitmekte ısrar edince baklayı ağzından çıkardı.
Meğer yaz aylarında sahil yolu hiç de hoş manzaralar sunmuyormuş.
Sıcaktan bunalanların hücumuyla halk plajına dönüşüyormuş. Bu bana daha da ilginç geldiğinden, sahilden gitme ısrarımı sürdürdüm. Şoför, ‘yok abi’, dedi sandığın gibi değil, ‘Öyle deniz sefası yapan cıvıl cıvıl insanlar bekliyorsun sen ama manzara çok farklı’.
Dediğine göre pijamalı, atletli insanlar yaktıkları mangalların etrafında toplaşıyor, güreş tutup, bağrışıyorlar, donla denize giriyorlarmış.
Hatta yazarın biri eleştirecek olmuş da, kantarın topuzunu biraz fazla kaçırınca bir başka yazar tarafından ‘faşist’ diye aşağılanmış ve ‘faşist’ hakaretleri artınca işinden de olmuş.
Sahil yolundan gitme ısrarımı kırmak, lafı değiştirmek için ön koltuktaki bir gazeteyi uzattı ve kapağındaki resmi gösterdi.
‘Türkiye modern bir ülke’, dedi, ‘Sahil yolundaki çirkin manzaralardan etkilenip, hakkımızda yanlış izlenimlere kapılmanı istemem’.
Uzattığı gazetenin birinci sayfasındaki havuz kenarında güneşlenenlerin olduğu fotoğrafı işaret ederek, deniz ve havuz kültüründen uzak olmadıklarını anlatmaya çalıştı.
Fotoğrafa bakınca kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum.
Havuz kenarında mayolarıyla, bikinileriyle güneşlenen gençlerin önünden takım elbiseli, kravatlı, kösele ayakkabılı bir grup geçiyordu.
Havuz kenarında böylesi kıyafetlerle, üstelik ayakkabıyla dolaşmanın da, görgü kurallarını hiçe sayan bir davranış olduğunu söyleyemedim.
Kahkaha krizimi ancak kim olduklarını sorabilecek kadar bastırabildim.
Ama Universiade oyunları sırasında olimpik havuzu gezen bir bakan ve heyeti olduğunu öğrenince kahkahayı koyuverdim.
(Devam edecek)
Kahvesiz kahve neyse içkisiz restoran da o
İstanbul Ticaret Odası’nın (İTO) Kandilli’deki sosyal tesislerinde, içkisiz bir restoran açılmış.
İTO Başkanı Murat Yalçıntaş, tesisteki içkili restoranları kapattığı yönündeki eleştirileri tesiste zaten iki içkili restoran var, üçüncüsünü içkisiz yaptık diye savunmuş.
İlk bakışta geçerli gibi görünen bir savunma.
Öyle ya tesiste üç restoran var. İkisinin içkili, birinin içkisiz olması adil bir çözüm değil mi?
Değil...
İçkili restoranda kimseye zorla içki içirilmez.
Ama içkisiz restoranda her müşteri içki içmekten zorla alıkonulur.
İçkili restoranda herkes ne içeceğine karar vermekte özgürdür.
İçkisiz restoranda ise insanlara despotizm uygulanır.
İçki içmeyen bir İTO üyesi için Kandilli’deki tesislerde gidebileceği üç restoran var.
Buna karşılık yemekte içki içmeyi tercih eden İTO üyesi için gidebileceği restoran seçeneği ikiyle kısıtlanmış.
Yani İTO Başkanı Murat Yalçıntaş, yemekte içki içmeyi tercih eden üyelerini, yararlanabilecekleri restoran sayısını kısıtlayarak cezalandırıyor.
Bakalım daha neler göreceğiz?
Kokteylsiz kokteyl daveti vermeyi, faizsiz bankacılık yapmayı başaranlardan rakısız meyhane, şarapsız şarapevi, içkisiz bar da beklemek hakkımız...
Başımıza da çekilişsiz piyango gibi gelmediler mi?
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2005
Galatasaray’ın 100. Yıl Balosunda gösterilen Galatasaray belgeseli <B>Galatasaray Lisesi </B>görüntüsüyle noktalanıyormuş da, bu seçkincilikmiş de, böyle bir belgeselin ‘Galatasaray, Galatasaray’ diye haykıran milyonlarca taraftarın görüntüsüyle bitmesi gerekirmiş de, falanmış filanmış. Yönetimin basiretsizliği yüzünden adı BuzAda’ya çıkartılan Galatasaray Adası yerine Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan 100. Yıl Balosu’nun düzenleyicilerine bir sorum var:
- Karıncaezmez Şevki’yi Samatya SSK’da bulan. Her gün ziyaretine giden, hediye ettiği orijinal formayla ölü gibi yattığı yatağında, birkaç dakikalığına da olsa çocuklar gibi şenlenmesini, Re Re Re Ra Ra Ra diye şahlanmasını sağlayan... Öldüğünde mezara indiren, kefenine parçalı GS formasını örten. Kız kardeşine maddi yardımda bulunan...
- Metin Oktay’ı vefatından itibaren her sene düzenli olarak anan... Geçen sezon Arif’in attığı her golün ardından tribünleri ‘Goool, Metin Oktay’ diye bağırtan. Metin Oktay’ın dev formasını kapalının üstünden sallandıran...
- Galatasaray’ın kurucusu Ali Sami Yen’in artık rahmetli olan eşi Fahriye Yen’in tüm GS camiası öldü bilip unutmuşken, huzurevinde olduğunu öğrenip, yıllarca ziyaret eden ve her seferinde en az 30 liseli ve üniversiteli genç Galatasaraylıyı beraberinde götüren...
- Ali Sami Yen’i her ölüm yıldönümünde mezarında ziyaret eden...
- Her 18 Mart’ta Çanakkale şehitlerini ve aralarındaki GS’lileri anmak için organizasyonlar düzenleyen...
- Kimsesiz çocukları Galatasaray maçlarına getirip, hediyeler dağıtan...
- Metin Oktay ilköğretim okuluna milyarlarca TL’lik kırtasiye yardımında bulunan, okulun dış cephesini boyatan...
Galatasaray yönetimi midir, ya da Yönetim Kurulu’ndan biri midir, ya da Başkanı mıdır?
Yönetim belki bu sefer utanıp susar, onun için ben söyleyeyim, değil.
Bu kişi ultrAslan taraftar grubunun genel koordinatörü Alpaslan Dikmen’dir. Ve Alpaslan Dikmen, Galatasaray Yönetimi tarafından 100. Yıl Balosu davetlileri arasında olmaya layık görülmemiştir.
100. Yıl Balosu’nun, Dolmabahçe Sarayı’nda yapılması seçkincilik değil...
Tek başarısı koltuğuna yapışmak olan yönetimin şakşakçılarından oluşan bir davetli listesi hazırlamak seçkincilik değil... Galatasaray belgeselinin, kulübün beşiği Galatasaray Lisesi’nin görüntüsüyle bitmesi seçkincilik...
Hadi canım sen de...
Radikal bir votka kokteyli
Binboa votkanın Türkiye Barmenler Derneği işbirliğiyle düzenlediği kokteyl yarışmasının final jürisindeydim. Hem hepsi birbirinden nefis dokuz kokteyli tatma hem de barmenlerin piri ve içki kültürünün Türk üstadı Vefa Zat’la tanışıp, sohbet etme zevkini yakaladım.
Sırasıyla birinci, ikinci ve üçüncü olan Mövenpick Hotel’den Ali Rıza Yalçın, Ritz Carlton Hotel’den Cevat Yıldırım ve Bodrum The Marmara Hotel’den Mahmut Öztop, Vefa Zat’la ortak favorilerimizdi. Ben farklı olarak, bir de Antalya Side Asteria Otel’den Nazmi Kaplan’ın çok farklı bulduğum kokteylini beğenmiştim. Radikal bir kokteyl olmasından dolayı, her zevke hitap etmemesi ve birinci olmaması doğal. Sizin damak tadınıza uyup uymayacağını da bilemem. İyisi mi tarifini vereyim, yapıp kendiniz karar verin...
5N isimli kokteyli hazırlamak için; 4 cl Binboa Votka, 1 cl Archers, 1,5 cl Monin Fındık Şurubu, 13 cl Portakal Suyu, 0,5 cl Grenadine’i buzla iyice çalkalayın, bardağa süzüp taze fındık dalıyla süsleyerek servis edin...
Diğer finalistlerin tariflerine binboa.com’dan ulaşabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2005
<B>Hakan Şükür</B>’ü çok severim. Şükür’ün tarikatlarla ilişkisinin olup olmaması, <B>Fethullah Gülen</B>’i sevip sevmemesi beni ilgilendirmez. Futbol kariyeriyle ilgili tartışmalara, dini inançlarıyla ilgili konuların karıştırılmasını doğru bulmuyorum.
Ama son gelişmeler, Hakan’ın tarikatçılığı ile futbol kariyerini ilişkilendirenlerin, bizzat tarikatçılar olduğu yönünde ciddi kuşkular uyandırıyor.
Hatırlayacağınız gibi Hakan Şükür, Ersun Yanal döneminde Milli Takım kadrosundan kesilmişti.
Hakan Şükür’ün oynatılmadığı, çok kritik Türkiye-Yunanistan maçından alınan kötü sonucun hemen ardından Fehmi Koru’nun, Hakan’ın futbolculuğu ile tarikatçılığını birleştiren, tamamen ideolojik içerikli bir yazısı çıktı. Yazı, Ersun Yanal’ın Milli Takım’ın başına, Şükür’ü tarikatçı olduğu için takımdan kesmesi şartıyla getirildiği iddiasını gündeme getiriyordu.
Sevdiğim bir yazar olan Fehmi Koru’nun, böylesi dayanaksız bir iddiayı gündeme getirmesine çok şaşırmıştım.
Koru’nun kullandığı dayanaksız iddiaları gündeme getirme taktiğini yermek amacıyla aynı taktiği kullanarak ‘Tribünleri Hakan, Hakan diye tarikatçılar bağırttı’ başlıklı bir yazı (tinyurl.com/9ej26) yazmıştım. Aslında böyle bir durum yoktu tabii. En azından ispatı yoktu. Tıpkı Koru’nun dayanaksız iddiasında olduğu gibi.
Sonra garip şeyler oldu. Milli Takım Kazakistan’ı 6-0 yendi, Yunanistan da kendi evinde Ukrayna’ya yenildi. Ve Türkiye’ye kapanan Dünya Kupası finalleri kapısı yeniden aralandı.
Bu başarılı gidişatına rağmen Yanal’ın görevine son verildi, yerine çok büyük bir kariyer düşüşü içindeki Fatih Terim getirildi. Fatih Terim de, Hakan Şükür’ü yeniden kadroya aldı.
Fehmi Koru’nun kullandığı yöntemi aynen kullanırsak, şimdi bize de sorma hakkı doğmaz mı? Acaba Ersun Yanal’ı tarikatçılar mı görevden aldırttı ve Fatih Terim göreve tarikatçı Hakan Şükür’ü takıma almak şartıyla mı getirildi?
Fehmi Koru o yazısını, bu gelişmelerin yolunu açmak için mi yazmıştı? İnanmıyorum ama bana bu soruyu sorabilme yolunu Fehmi Koru’nun iddialarının açtığı kesin.
İki joker Türk şarabı
İtiraf etmeliyim ki Mey’in Tekel’in şaraplarından yarattığı Kayra serisine ve Pamukkale’nin Anfora serisine karşı önyargılıydım. Önyargım Kayra için Tekel’in kötü şaraplarından bu kadar kısa sürede iyi bir şarap çıkarılamayacağını düşündüğümden, Pamukkale içinse yaşadığım birkaç kötü deneyimden kaynaklanıyordu.
Geçen gün Kayra’nın Terra Öküzgözü-Boğazkere 2004’ünü ve Pamukkale’nin Anfora Şiraz 2003’ünü denedim. Terra Öküzgözü-Boğazkere 2004, içmek için henüz çok genç olmasına rağmen yıllandırmak için umut vaat ediyor ve bu genç haliyle bile gövdeli bir içim sunuyor. Bukesi gelişmemiş olmasına rağmen doygun bir tada sahip. Ama fiyatı genç bir şarap için çok yüksek
Anfora Şiraz 2003 ise tam anlamıyla mükemmel. Burunda da, damakta da uzun bir etkisi var. Özellikle baharat, tereyağ ve kızarmış ekmek kokusu, Türk şaraplarında pek bulunmayan bir özellik olarak ilginç bir deneyim sunuyor. Her iki şarap da denemeye değer güzellikte...
Yazının Devamını Oku