30 Eylül 2005
Mutlaka sizin de başınıza gelmiştir. Benim başıma çok gelmişti ama hiç bu son seferki kadar rezil bir duruma düşmemiştim.
Kredi kartınızın, limitinizde hiçbir sorun olmamasına rağmen mağazanın POS makinesi tarafından kabul edilmemesi durumundan bahsediyorum.
Alışveriş sırasında, provizyon alma aksilikleriyle daha çok yurtdışındayken karşılaşıyorum. Bu konuda en sık sorun yaşadığım kart ise Denizbank’ın Bonus’u.
Yurtdışında olduğumu sezer sezmez, sanki otomatik bir savunmaya geçiyor ve beni fazla para harcamaktan korumaya çalışıyormuş gibi, kartımla yapmak istediğim harcamalara onay vermemekte direniyor.
Bir de, hatların çalışmadığı ya da sistemin geçici olarak kilitlendiği durumlar var. Bu gibi anlarda, yurtdışındaysam sorun olmuyor. Mağaza, kafe ya da restoran hemen bankaları tarafından kendilerine verilen yedek slip çekme makinesini çıkartıp, harcama miktarı çok yüksek değilse provizyon bile almadan, yüksekse telefon açıp provizyon alarak işi bitiriyorlar.
Ama Türkiye’deki bankalar, kendileriyle iş yapmayı seçen üye kuruluşlara bu yedek slip çekme aletini vermekten kaçınıyorlar! Bu yüzden de hatlarda ya da sistemde geçici sorunlar yaşandığında, pamuk elleri cebe atıp nakit ödemekten başka çare kalmıyor.
İyi de ya yanınızda nakit yoksa? O övüne övüne bitiremedikleri, bangır bangır reklamını yaptıkları kredi kartına güvenip alışverişe çıktıysanız ne olacak?
Geçen gün işten eve dönerken cebimdeki kartlara güvenip markete uğradım. Dört büyük poşeti dolduracak miktarda alışveriş yaptım.
Kredi kartını uzattım ve bingo! Hatlar çalışmıyor. Farklı kartları deniyoruz, yararı yok. Akbank’ın POS makinesi alışverişe geçit vermemekte direniyor.
Elimde poşetler, sırada bir sürü müşteri Akbank’ın sisteminin insafa gelmesini bekliyoruz. Çünkü Akbank, markete mekanik slip makinesi vermeye lüzum görmemiş.
POS makinesinin üzerinde 800’lü bir yardım hattı var. Birkeç kez arıyoruz, cevap veren bile çıkmıyor.
Tam yarım saat bekledikten, aldığım donmuş gıdalar eridikten, ayaklarıma kara sular indikten ve burnumdan alevler fışkırmasına ramak kala Akbank’ın sisteminin keyfi yerine geliyor, provizyonu veriyor.
Tamam Türk bankalarının, kredi kartı kullanımını artıracak, teşvik edecek önlemleri alacağı yok. Ama tüketiciyi koruyacak, bankaları üye iş yerlerine yedek slip çekme aleti koymakla yükümlü tutacak bir düzenlemeye gidilmesi şart.
Ayvansaray tıpkı Prag olacakmış
Milliyet’in Pazar ekinde yayınlanan Özkan Güven imzalı habere göre Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, ‘Ayvansaray’dan 10 Prag çıkar’ demiş.
Hadi canım sen de! Bırakın Ayvansaray’ı, İstanbul’un tümünden çeyrek Prag çıkmaz ve bugüne kadar çıkmadı da zaten.
Nedeni İstanbul ya da Ayvansaray’daki tarihi eserlerin yeterli zenginlikte olmaması değil. Bilakis tarihi eser zenginliği açısından İstanbul, Prag’a on basar.
Ama ne İstanbul’dan, ne Ayvansaray’dan çeyrek Prag bile çıkmaz. Çünkü turist sadece tarihi eser görmeye gelmiyor. Turist gezdiği şehirlerde, tarihi eserler arasında dolaşırken mola verecek kafeler, güzel bir yemek yiyecek restoranlar ve eğlenecek barlar da bekliyor.
Bizde ise yok camiye 100 metre, yok okula bilmem kaç metre uzaklıkta diye kafelere, restoranlara içki satma ruhsatı vermekten kaçınılıyor.
Böyle saçma sapan, çağdışı kanunlarla, yönetmeliklerle İstanbul asla dünya şehri filan olamaz.
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2005
Unutmak güzel de, mağduru rezil, rezili vezir etmese... Çarşambanın gelişi perşembeden belliydi. Ünlü bir dizi oyuncusunun görüntülerini gizlice çekip, dağıtan sapık, rezil emellerine medyayı da alet etmekte zorlanmayacağını biliyordu.
Medya bunu ilk kez yapmıyor. Daha önce de mağduru rezil, rezili vezir etmişti.
Çok değil, tam bir yıl önce benzer bir skandal yaşanmıştı. Hatırlayacağınız gibi bir kadın, ünlü bir tiyatro oyuncusuna otel odasında komplo kurup, cinsel ilişki görüntülerini gizli kamerayla kaydetmiş ve bu görüntüleri şantaj yapmakta kullanmıştı.
Bir sene aralıkla yaşanan her iki olayı da, mağdurların ismini kullanmadan yazıyorum ama iki mağdurun da kim olduğunu hemen anladığınızı biliyorum.
Şimdi size bir sorum var. Geçen seneki video skandalında, görüntüleri gizlice çekip, şantaj için kullanmakla suçlanan sanığın adı neydi?
Hatırlamıyorsunuz değil mi?
Peki o davanın sonucu ne oldu?
Sanığın ismini, bir sene önceki yazıma bakıp hatırladım; Burcu Mercan. Ama davanın gidişatı ya da sonucuyla ilgili, İnternet aracılığıyla tüm gazetelerin arşivlerini taramama rağmen tek bir haber bile bulamadım.
Geçen sene yazdıklarım doğru çıktı yani; ‘Şantaj zanlısı en fazla üç yıla kadar hapis istemiyle yargılanırken, şantaj mağduru, müebbet ahlaksız etiketine mahkum edildi.’
Geçen sene medya, sanki suçlu şantaja uğrayan, mağdur ise şantaj yapanmış gibi davranmıştı. Şantaja uğrayanın fotoğrafları çarşaf çarşaf, şantaj zanlısınınki hep yüzü gizlenir şekilde yayınlanmıştı.
Medyada köşebaşlarını tutan sözde feminist, özde cinsiyet ayrımcısı çete, hep bir ağızdan şantaj mağduruna yüklenmiş, ‘erkek olduğu için korunuyor’, diye yaygara yapmış, şantaj mağduru tiyatro oyuncusunu sırf erkek olduğu için linç etmişti.
Bu seneki video skandalında medya, biraz daha dengeli davrandı. Olayın mağdurunu afişe etmekle yine hatalı davranıldı ama en azından mağdur olana sahip çıkan yazarlar da çıktı. Mağdure, geçen sene erkek mağdura yapıldığı gibi tamamen yalnız bırakılmadı.
Hatta Akşam gazetesi, haberi mağdurenin ismini ve fotoğrafını yayınlamadan verseydi belki haber tüm medyada verilmesi gerektiği gibi, mağdurenin kimliği gizlenerek verilecekti.
Dileğim bu işin sonunun geçen seneki gibi olmaması. Aradan birkaç ay geçtikten sonra mağduru değil, sapığı hatırlayalım. Sapığı değil, mağdur olanı unutalım.
New York’ta son trend baloncuk çayı içmek
Geçen ay San Fransisko’da da birkaç yerde rastlamıştım ama baloncuk çayı satan dükkanlara iki günlüğüne geldiğim New York’un neredeyse her sokağında rastlıyorum.
Baloncuk çayı (bubble tea), 1980’lerin başında Tayvan’da, okul önlerinde kurulan küçük çay standlarından birinin sahibi tarafından yaratılmış.
Çocukların şekerli tatlardan ve eğlenceli içeceklerden hoşlandığını gören satıcı, çaya çeşitli meyva aromaları katıp, iyice çalkalamış ve soğuk olarak sunmuş.
Çalkalama sırasında çayın üzerinde oluşan köpük ve dibinde oluşan baloncuklar nedeniyle, bu serinletici meşrubat ‘baloncuk çayı’ adıyla anılmaya başlamış.
Baloncuk çayı çok farklı meyvalarla ve bazen süt ya da krema kullanılarak da yapılabiliyor. Ama olmazsa olmaz ana malzemesi ‘tapiyoka incileri’ (tapioca pearls) isimli poşette, kuru olarak satılan, sıcak suda haşlanarak hazırlanan, nişasta bazlı, boncuk biçimli tanecikler. Tapiyoka incileri, yuka kökünden elde edilen nişastadan yapılıyor.
Baloncuk çayını, malzemelerini İnternet’ten sipariş ederek evde de yapabilirsiniz. Fikir verici tarifler için www.bubbleteasupply.com, malzeme siparişi içinse www.bobateadirect.com adresine başvurabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2005
ynadaki görüntüsünü, kendini çirkin bulanlar sevmez. Gerçekçi yaşam şovları meşhuru Ata’nın kuşkulu ölümü üzerine yazılanları, ağzım bir karış açık okuyorum.
Günah keçisi yaratmakta usta yazarlarımız, bu kez iki günah keçisi birden yarattılar.
Yazarlar Ata’nın ölümünden medyayı ve anne Semra Hanım’ı sorumlu tutanlar olarak kamplaştılar.
Medyayı suçlayanlara göre Ata hızla gelen şöhretin kurbanı. Katıldığı gerçekçi yaşam şovu sayesinde hızla şöhret olmuş ve bu şöhreti kaldıramayıp, ruh sağlığı bozulmuş. Bu yüzden de ölümünden medya sorumluymuş.
Bu gibilere bakarsanız şöhretin hızla geleni değil, yavaş yavaş geleni makbul. Sanırsınız diğer şöhretlerimizin hareketleri o kadar dengeli ki, bir tek televizyon şovları sayesinde ünlenenler şöhretin ağırlığını kaldıramıyorlar.
Bu şöhretin ağırlığı dedikleri de ne demekse artık? Yoksa benim bilmediğim Şöhret adında ünlü bir şişmanımız var da, antrenmansız kaldırmaya çalışanlar kaldıramıyor, antrenmanlı olanlar mı kaldırıyor?
Asena’yı ‘İstersem seni 12 saatte bulurum’ diyerek tehdit eden İbrahim Tatlıses’in mi, her fırsatta ‘Erkektir aldatır’ diye beyanat verip, eşinin bilmem kaçıncı aldatışından sonra boşanma kararı alan Hülya Avşar’ın mı, telefondaki hayranına ‘vericen mi’ diyen Ata Demirer’in mi davranışları dengeli davranışlar? Damat Ata şöhretin ağırlığını kaldıramadı da, onlar mı kaldırıyorlar?
Kimilerince doğal şöhret olarak ilan edilen ünlülerimiz arasında uyuşturucu kullananlar mı daha fazla, kullanmayanlar mı?
Yoksa oğlu Ata’nın daha toprağı kurumadan, Semra Hanım’ı yerden yere vuran ünlü köşe yazarlarımızın davranışı mı dengeli? Evlat acısı çeken bir annenin, kimbilir nasıl bir ruh haliyle sarf ettiği cümleleri pornografik bir şekilde eleştirenler mi şöhreti kaldırmakta daha başarılı?
Oğul acısı çeken bir anneyi, ulu orta yargılamak, suçlamak kime ne kazandırır?
Amacınız Semra Hanım’ı intihara mı sürüklemek?
Kendimizi kandırmayalım. Bizim toplum olarak bozulmuş ruhumuz. Ruhsal sorunlarıyla tek başına mücadele etmek zorunda bırakılan on milyonlarca insan var. Gerçekçi yaşam şovlarımızla, o şovlar sayesinde ünlenenlerimizle, başka yollardan şöhret kazananlarımızla, yazarlarımızla, okurlarımızla hepimiz aynı toplumun parçasıyız.
Bir günah keçisi bulmak gerekiyorsa, o bizim içimizde. Kızgınlığımız içimizdekileri yansıtan aynaya ve o aynada gördüklerimize.
Şato Kalecik 2003
Şato tarzında, yani kendi bağlarının üzümünden, yerinde üretilerek yapılan şarapçılık Türkiye’de pek yaygın değil. Olanların da çok azında kaliteli şarapçılık yapılıyor.
Şato Kalecik kaliteli şarap üreten çok ender örneklerden biri. Geçen sene piyasaya kısıtlı miktarda sürdükleri ilk etiketli ürünleri Kalecik Karası 2002 ve Fransız Kupaj 2002 tükendi. Geçenlerde bu iki çeşidin 2003’lerini satışa sundular.
Şato Kalecik bağlarından hasat edilen Cabernet Sauvignon, Merlot, Carignan, Syrah ve Tannat üzümlerinden üretilen ve fermentasyonun ardından 18 ay küçük boy Fransız meşe fıçılarda dinlendirilen Şato Kalecik Fransız Kupaj’ın 2003’ünü, 2002’ye göre çok daha gövdeli ve sert tanenli buldum.
2002 henüz iki yıllıkken de rahat içimli bir şaraptı. Geçen gün sakladığım şişelerden birini açtım, aradan geçen bir yılda daha da güzelleşmiş. Birkaç yıl daha saklandığında mükemmelleşecek. 2003’ü ise beş, 10 şişe alıp en az üç yıl saklamak akıllıca bir yatırım olur. Hemen içmek için de, meyvemsi şarapları sevenlere Şato Kalecik Kalecik Karası 2003’ü öneririm.
Tükenen 2002’leri ise Ulus Sunset restoranda bir süre daha bulabilirsiniz.
satokalecik.com
İngilizcesi ecstacy artistçesi extacy
Basında eskiden uyulan kural basitti, karışıklığa yol açmazdı. Yabancı bir dilden gelen, ama sıkça kullanılmaya başlayan bir kelime, okunduğu gibi yazılırdı. Sonra nedendir bilinmez, bu kural değişti. Yabancı dilden kelimeler, aynen yabancı orijinalindeki yazılışıyla yazılmaya başladılar.
Karışıklık çıkmasın diye de, Türkçe yazılışı yer etmiş kelimeler, yine eskiden olduğu gibi yazılır dendi ama karmaşa yine de önlenemedi.
Bir kelimenin yazılışının yerleşik olup olmadığı insanların keyfine bırakılınca iş çığrından çıktı. Örneğin ‘Londra’, ‘London’ diye yazılmaya başlamadı ama ‘Nev York’, ‘New York’ oldu. ‘Şikago’ ise kimine göre ‘Chicago’ kimine göre ‘Şikago.’
İngilizce biliyormuş havası atma akımı sonucunda 40 yıllık ‘Teksas’ı bile ‘Texas’ olarak yazmayı savunanlar türedi.
Sonuçta okunduğu gibi yazma kuralından vazgeçmenin en ironik sonuçlarından birine geçen gün yine rastladık. İngilizce’de bile ‘ecstacy’ olarak yazılan kelime gazetede ‘extacy’ olarak yayınlandı. Aynı hata çeşitli gazetelerde, bundan önce de defalarca yapılmıştı.
Şunu okunduğu gibi ‘ekstasi’ olarak yazsak böyle kazalar da olmaz...
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2005
İster uzun, ister kısa, göz açıp kapayıncaya kadar geçer her yaşam. Gözünü kapattıktan sonra da bir şeyler bırakabilenler ardlarında, en uzun yaşayanlarımızdır aslında. Geçen hafta bir trafik kazasında, henüz 39 yaşında ölen Affan Atakan da ardında kalıcı etkiler bırakabilenlerimizdendi.
Affan Atakan, Selahattin Atakan’la birlikte Bebek Kahve ismiyle ün yapan kahvehanenin ortağıydı.
Kahvehanenin asıl ismi yanlış hatırlamıyorsam Atakan Kıraathanesi idi. 20 yıl önce, penceresine asılı cam tabelada yazardı.
Bebek Kahve’yi Bebek Kahve yapan Abdullah ve Mehmet Ali Atakan kardeşlerdi. Abdullah abi Selahattin’in, rahmetli Mehmet Ali Abi de Affan’ın babasıydı.
Önceleri balıkçı kahvesi olan mekan, Abdullah ve Mehmet Ali kardeşlerin zamanlarını aşan vizyonları sayesinde Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin rağbet ettiği bir öğrenci kahvesi olmuştu. Sonradan başka üniversite ve liselerden öğrenciler de müdavimler arasına katıldı.
Bebek Kahve hep bir hayat okulu oldu. Çoğu öğrenci, üniversitede aldıkları teorik eğitimi, Bebek Kahve’de aldıkları pratik eğitimle pekiştirdi. Üniversiteden mezun oldular ama çoğu için Bebek Kahve eğitimi hiç bitmedi.
Şimdi belki çoğumuza garip gelecektir ama eskiden kızların kahveye gitmesi ayıp sayılırdı. Bebek Kahve bu tabuyu yıkan ilk kıraathaneydi.
Bugün Selahattin, Affan ve Özcan’la özdeşleşen Bebek Kahve, o yıllarda Abdullah Abi, Mehmet Ali Abi ve Şükrü Abi ile özdeşleşmişti.
Onlar ölüm ve emeklilik gibi zorunlu nedenlerle ellerini ayaklarını çekince, Bebek Kahve’yi yaşatma görevini Selahattin, Affan ve Özcan üstlendi.
Seleflerinin yarattığı eseri, geliştirerek ayakta tuttular. Kağıt oyunları ve tavla daha babaları zamanında kahvenin bahçesinden, kapalı kısmına sürülmüştü. Halefler, kağıdı tamamen kaldırdılar.
Kahvehaneyi, müdavimlerini rahatsız etmeyecek ufak tefek değişikliklerle modernleştirdiler, günümüz şartlarına uydurdular.
Mönüyü yıllara yayılan yavaş bir değişimle çok büyük ölçüde zenginleştirdiler.
Bebek Kahve’ye Türkiye’nin kablosuz İnternet ağına sahip ilk kafesi ünvanını kazandırdılar.
Bugün Bebek Kahve artık Türkiye’de klasikleşebilmiş, kuşaklar boyunca yaşayacağını kanıtlamış çok ender mekanlardan biri. Affan, çevresindekilere dağıttığı sevgiyle, onların kalplerinde edindiği kalıcı yere ilaveten, Bebek Kahve eserinin yaratıcılarından biri olarak da yaşamaya devam ediyor.
Ve belki de; iki ay sonra doğacak bebeği, göz açıp kapayıncaya kadar gelecek bir zamanda, babasının bıraktığı eseri, tıpkı onun gibi geliştirerek yaşatmaya başlayacak.
Ucuzcu yönetimin yahnisi
Hazırladığı 100’üncü yıl logosuyla Galatasaraylıların yoğun eleştirisine maruz kalan Bülent Erkmen, Beyoğlu Belediyesi’nin siparişi üzerine enfes bir logo tasarlamış. Her ikisi de Bülent Erkmen’in ajansı Bek Tasarım’ın imzasını taşıyan logoları yan yana koyduğunuzda, ‘Ucuz etin yahnisi yavan olur’, atasözünün tescil logosu olabilecek bir görüntü ortaya çıkıyor.
Hatırlanacağı gibi Galatasaray yönetimi 100’üncü yıl logosunu Bülent Erkmen’e hatır, gönül ilişkisiyle bedavaya yaptırmıştı. Amatörce yaptırılan işin sonucunda da ortaya, kuyruğunda ezeli rakip Fenerbahçe’nin başharfleri ‘fb’nin gizlendiği, taraftarların büyük çoğunluğunca benimsenmeyen, hatta alaya alınan bir logo çıkmıştı.
Şimdi Erkmen’in profesyonelce hazırladığı, dört dörtlük Beyoğlu logosuna bakınca, hayıflanmamak elde değil. Keşke yönetim 100’üncü yıl logomuzu da, parası neyse verip, sipariş etseymiş.
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2005
Canınız sıkıldığında bakış açınızı değiştirmeyi deneyin. Turistik Güney Fransa’da her köşeyi, masaları sokaklara taşan restoranlar kaplamış. Hepsinin ortak özelliği yemeklerin lezzeti kadar dış görünüşe de azami özen göstermeleri...
Zaten bu turistik bölgede, her şey ve herkes iç güzelliklerini dışa da yansıtmak için sanki bir yarış içinde. Şıklığına önem vermeyen bir kadına, giyimine özen göstermeyen bir erkeğe, bakımsız bir eve, boyasız bir binaya rastlamanın neredeyse olanağı yok.
Bizim gariban İstanbul’da ise tüm restoranlar kalın perdeler, boyalı camlar, yüksek duvarlar ardında. Üstelik içeriye gösterilen özenin onda birinden nasibini almamış dış cephelerle.
Juan les Pins ve Cap Ferrat sokaklarında, çevreledikleri malikaneleri gözlerden uzak tutan ama o gözlerin gönlünü almayı da bilen kimi zarif, kimi şatafatlı bahçe duvarlarına bakarken, rahmetli Galatasaray Adası’nın kıyıdan görünümü geliyor gözlerimin önüne.
Galatasaray spor(?) kulübünün, en büyük becerisi koltuğa yapışmak olan yönetimi tarafından özel bir işletmecinin keyfine terk edilen ve adı artık BuzAda’ya çıkan Galatarasaray Adası...
BuzAda (a.k.a. Galatasaray Adası), içeriden ve kıyıdan sergilediği farklı görünümlerin çarpıcı tezatıyla, lümpenleşmiş İstanbullu zevkinin abidei bir simgesi...
Adanın işletmesini alanlar, Galatasaray yönetiminin önlem almayı akıl edemediği bir cinlikle, Galatasaraylı olmayanları da çekebilmek için adanın adını değiştirdikleri yetmiyormuş gibi adanın içini güzelleştirmeye döktükleri paranın beş kuruşunu bile dışı için harcamaktan kaçınmışlar.
Rahmetli Galatasaray Adası’na bir kıyıdan bakın, bir de motorla karşıya geçip içinden. Ne demek istediğimi anlayacaksınız. Aslında içine girmenize bile gerek yok. Harabeyi andıran dış görüntüsünü kıyıdan görmeniz yeter.
Kültür kolay oluşmuyor. Ama 100 yılın birikimini yıkmak hiç de zor değil! Koltuğuna yapışan Canaydın yönetiminin Galatasaray’a yaptığı en büyük kötülük de bu. Şampiyon olunmuş, olunmamış o kadar önemi yok. On küsur yıl şampiyonluk yüzü görmediği de oldu Galatasaray’ın. Sonra Avrupa şampiyonu oldu. Ama 100 yıllık kültür bir kez yıkıldı mı, bir daha kolay yerine gelmez.
İstanbul’un yıkılan Tarlabaşı’sının bir daha asla yerine gelmeyeceği gibi...
Milli takım forması uygunsuz kıyafetmiş
Arkadaşlığımız 23 küsur yıl öncesinin Galatasaray Adası’nda başlayan Mehmet Emin Adanalı, milli maç galibiyetimizi Galatasaray Adası’nda kutlamak istemiş.
Galatasaray sicil üyesi olan Mehmet Emin Adanalı, yanında iki kız arkadaşı, sırtında Türk milli takımı forması ile adaya ayak basmaya kalkışmış. Adayı hálá Galatasaray Spor Kulübü’nün sosyal lokali sanıyor. Ada elden gitmiş, Galatasaray yönetimince gece kulübü işletmecilerinin eline terk edilmiş, bilmiyor.
Kapı görevlisi, kulüp üyesi olup olmadığını sormaya bile gerek duymadan, ‘Kıyafetiniz uygun değil, giremezsiniz’ demiş. Uygunsuz dediği kıyafet, milli takım forması.
Ziyaretçilerini kulübün kurucusu Ali Sami Yen’in fotoğrafıyla karşılaması gereken Galatasaray Adası’na giriş, gece kulübü ‘bodyguard’larının insafına terk edilirse, olacağı budur. Yönetimden kimse de çıkıp ‘Ey gece kulüpçüsü! Galatasaray üyelerinin kıyafetini uygunsuz bulmak ne senin, ne de kapı görevlinin haddine’, demezse, kapıya dikilen görevli gelenleri kulüp üyeliğiyle değil, kendi banal değer ölçüleriyle seçmeye devam eder.
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2005
<B>B</B>aşlamak yolun yarısıdır derler ya, sormak da cevabın yarısıdır.<br><br>Şu anda tatildeyim ve sorular tatilde de peşimi bırakmadı. Açıldığında mimarisiyle çok övündüğümüz Atatürk Havalimanı’nın tuvaletlerinin çoğunda bebek bezi değiştirmek için özel yerlerin olmaması, dünya mimarisine hediye ettiğimiz yeni bir akım mıdır?
Fransa’da taksi şoförlerinin aksi, taksilerin temiz; Türkiye’de şoförlerin nazik, taksilerin pis olmasının nedeni, aksi mizaçla temizlik arasında doğru orantılı bir ilişki olması mıdır?
Dünyanın tüm turistik şehirlerinde, hangi restorana bakarsanız bakın, her masada mutlaka içki görürsünüz. Türkiye’de ise turistler Sultanahmet Köftecisi’nde, Hacı Abdullah’ta suya, kolaya talim etmek zorunda bırakılırlar. İstanbul’un paralı turist çekememesinin nedenlerinden biri de içkisiz restoran gibi çağdışı uygulamalar olmasın?
İstanbul-Frankfurt seferini yapan Lufthansa uçağının ayak ve ter kokması, Frankfurt-Nice seferini yapan uçağın sabun ve parfüm kokmasının nedeni nedir?
Yurtdışında Türkler’le müzelerde değil de en fazla alışveriş merkezlerinde karşılaşılması, Türkiye’deki refah seviyesinin yüksekliğinin mi kanıtıdır?
Atatürk Havalimanı dış hatlar gidiş terminalinin giriş bölümünde iki ana kafe var. Solda küresel bir zincir olan Gloria Jeans, sağda ise yerel İstanbul Cafe. Küresel olanında sigara içilmeyen masalar servis alanının bitişiğinde, yerel olanında ise uzağında. Sigara içmeyenleri, servis alanından bir şey alıp masalarına geçmek için sigara içenlerin oturduğu bölümden geçmek zorunda bırakanın, kafelerden küresel olanının değil de, yerel olanının olması tesadüf müdür?
Atatürk havalimanına gelen uçaklardan çıkan yolcuların leş gibi sigara kokusuyla karşılanmasının nedeni, gümrük ve polis memurlarının sigara yasağına aldırmamaları ve kimsenin de bunlara hesap soramaması mıdır?
Kahraman müşterisavar müşteri ilişkilerine karşı
Atatürk havalimanındaki kafelerden Türk olanındaki mantıksız uygulama, küresel olanında da vardı birkaç ay öncesine kadar. Her ikisinde de bu mantıksız uygulamayı değiştirmeleri için birkaç defa şikayette bulunmuştum.
Türkiye’deki restoranlarda, bankalarda filan çalışanlar, kendilerine bir şikayet ilettiğinizde, sanki onları suçluyormuşsunuz gibi savunmaya geçerler. Kafelerden Türk olanında yaptığım şikayetler de yine bu savunma duvarına çarptı ve yönetime ulaşamadı.
Gloria Jeans’te ise her masaya bir müşteri memnuniyeti anketi konmuş ve personel de şikayeti olanları bu formu doldurmaya yöneltmek üzere eğitilmişti.
Gloria Jeans’i hatasından döndüren ve müşterilerini memnun etmesi, müşteri şikayetlerinin yönetime kadar ulaşmasını sağlayan bu akılcı çözüm sayesinde mümkün oluyor. Küresel bir marka olması da bu sayede...
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2005
<B>Reha Muhtar</B>’ın ironik yazısını anlamamışım. Doğrudur. Reha Muhtar’ınkiyle karşılaştırıldığında eğitim ve zeka düzeyim, yaptığı zeka ürünü dolaylı anlatımları anlamama müsait değil. Bu yüzden ironi filan yapmadan, dümdüz yazayım. Kaliteli televizyon haberciliği denilince Türkiye’de herkesin istisnasız aklına gelen ilk ve tek isim olan Reha Muhtar, ‘Yolun 4’te 3’ünde şike yaptım ve şoförün yolun en sağındaki güvenlik şeridinden gitmesine ses çıkarmadım!..’, diye yazmıştı. Ben de İstanbul Emniyeti’ne Muhtar’a ceza kesip kesmediklerini sormuştum.
Meğer ironi üstadı Muhtar, bu cümlesinde de ironi sanatına başvurmuş.
Koca yazısını ‘Bu ne biçim Hürriyet Ertuğrul’ diye seslenerek, dünya mizah tarihine geçecek incelikteki ironik cümlesini kavrayamadığım için beni yayın yönetmenime şikayet etmeye ayırmış.
Halbuki kimbilir o gün ne değerli konular işleyecekti köşesinde. Her zaman değindiği onca önemli konu dururken, koca bir yazıyı ‘çocuk’ diye andığı, kendisiyle hemen hemen aynı yaşta bir velede ayırmak zorunda kalmış. Vah ki ne vah!
Ertuğrul Özkök geçen günkü yazısında, diğer yazarlara sadece ön isimlerini kullanarak hitap eden yazarların kabalığından bahsediyordu. Reha Muhtar için birisinin ilk ismini kullanmak bile nazik bir lütuf.
Benim ilk adımı anmaya bile tenezzül etmemiş ‘garip çocuk’ demekle yetinmiş...
İroni yapmayı beceremediğim için dümdüz, en yalın ifadelerle yazmaya devam ediyorum. Türkiye’nin en zeki haber sunucusu olarak nam salan Reha Muhtar, televizyon saltanatı günlerinde, kendi zeka seviyesinde olmayan halka derdini anlatabilmek için her şeyi üç kere tekrarlar, bir de alt yazı geçerdi.
Şimdi gazete okurlarını, televizyon seyircilerinden bir derece daha zeki bulduğundan olacak, her şeyi iki kez tekrarlamakla yetiniyor.
Örneğin Ertuğrul Özkök’e şöyle sesleniyor, ‘Al o yazıya bir daha bak.. Yazıdaki ironiyi anlamayan, anlayamadığı şeyi de gammazlamaya kalkan o yazıya bir daha bak’.
Bu arada İstanbul Emniyeti Trafik Şube Müdürlüğü’nden henüz cevap alamadım. Reha Muhtar’a ceza yazdılar mı, yazmadılar mı? Bu sorunun cevabı, öyle ironiyle filan geçiştirilebilecek gibi değil çünkü.
Boğaziçi Üniversitesi’nden yakın bir arkadaşımın babası, ünlü bir sinema yönetmeni anlatırdı.
Taa 70’li yıllarda çok ünlü bir komedyenle birlikte sık sık şehirlerarası seyahate çıkarlarmış. Hız limitini aşıp, polis tarafından durdurulduklarında, ünlü komedyen pencereden başını uzatıp, meşhur gülüşünü patlatır, polisler de gülmekten katılır ve ceza kesmezlermiş.
Bu dediğim tabii onlarca yıl öncesi. Polisimizin değişmiş olduğunu, ünlü komedyenleri artık cezadan muaf tutmadıklarını umuyorum.
Ay galiba son cümlede istemeyerek ironi yaptım. Kusura bakmayın.
Eğitim şart
CeBIT Bilişim’e paralel olarak yapılan Bilişim Zirvesi’nin açılış forumu konuşmacılarındandım. Yavuz Baydar’ın yönettiği oturumda Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’le fikir tartışması yapma olanağı bulduk.
Eğitim, Türkiye nüfusunun belki de yüzde olarak en büyük kesimini ilgilendiren bir konu. Türkiye’nin büyük bir çoğunluğu ya eğitim çağında, ya da eğitim çağında olan/olacak en az bir çocuğu var.
Bu nedenle Bilgisayar Destekli Eğitim (BDE) projesinin çok daha fazla gündemde tutulması gerektiğini düşünüyorum.
10 yıldır yürütülmekte olan projede gelen, giden tüm hükümetlerin düştüğü temel yanlış, projenin amacını öğrencilere bilgisayar kullanmayı öğretmek olarak görmeleri oldu. Halbuki ana hedef bilgisayarı bir eğitim aracı olarak kullanmak olmalı. Yapılacak daha çok şey var ama önce hedefi düzeltmeliyiz.
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2005
New Orleans’ı 21. yüzyılın Atlantis’ine çeviren <B>Katrina</B> kasırgası, bilinçaltımızı da yüzeye çıkardı. Binlerce insanın öldüğü, kültür abidesi bir şehrin tamamen sular altında kaldığı, milyonlarca insanın evinden, barkından olduğu kasırga felaketini fırsat bilenlerimiz iki koldan saldırıya geçtiler.
Birinci kol konuya, çevreci cenabından daldı. Binlerce insanın ölümüne yol açan felaketi doğanın sopası olarak andı.
Yabancı bir yaklaşım değildi bu bizim için. 1999 depremini Allah’ın sopası olarak yorumlayan yobazları hatırlattılar. Ha depremi Allah’ın cezası olarak yorumlayanlar, ha kasırga felaketini doğanın cezası...
Çevreci yobazlara göre ABD hükümeti, küresel ısınmaya karşı önlemler içeren Kyoto Sözleşmesi’ni imzalamadığı için, ‘Doğa’ intikamını Katrina kasırgasıyla almış.
Hani ‘Bu bir uyarı. Eğer ABD Kyoto sözleşmesine destek vermemekte inat ederse, ABD de dahil olmak üzere tüm dünyayı çok daha büyük felaketler bekliyor’ deseler, anlayacağım. Ama küresel ısınmanın sonucu olduğuna dair hiçbir bilimsel kanıt olmayan Katrina kasırgasını, doğanın intikamı olarak gösterebilmek için gerçekten fanatik olmak gerekiyor.
İkinci saldırı kolu ise devekuşu tipi milliyetçilerden geldi.
Devekuşu tipi milliyetçilere göre gelişmiş ülkelerle aramızdaki farkı kapatabilmek için acı gerçekleri kabul edip, bunların üstesinden gelme yollarını aramak gibi zor yollara sapmaya gerek yok.
Gelişmiş ülkelerden farkımız olmadığına, hatta onlardan ileri olduğumuza inanmak onları geçebilmemiz için yeterli.
Aslında biz çok ileriyiz ama doğulu müttefiklerimiz geri kaldığı için batılı müttefiklerimizce hükmen yenik sayıldık.
Bunlara göre Katrina felaketi ABD rüyasının çöküşünü temsil etmektedir. Hatta ortada felaket filan da yoktur, binlerce kişi ölmemiş, koca bir şehir sular altında kalmamış, milyonlarca insan evinden, barkından olmamıştır... Kategori 4 şiddetinde bir kasırga da esmemiştir, tüm bunlar ABD’nin kendi beceriksizliğinin sonucudur ve ABD de bu beceriksizliğini tüm dünyaya felaket diye yutturmak istemekdedir.
Bu gibiler otoritenin kalmadığı bir şehirde yağmalama eylemlerinin başlamasını, ABD’nin aczi olarak yorumladılar.
Öte yandan Türkiye’de her felakette asıl yağmanın resmi kurumlarca yapıldığına, her depremden sonra Kızılay’ın adının yolsuzluk soruşturmalarına karıştığına nedense hiç değinmediler.
Ya da bir felaket olasılığı karşısında Türkiye’de herhangi bir şehri boşaltmaya kalkışsak, diğer şehirlerden çapulcuların ters yönde akın edip, boşalan evleri daha felaket başlamadan yağmalayacaklarını bilmezmiş gibi davrandılar.
Alibeyköy’de devletin bir kaşık suya teslim olduğunu çabuk unuttular.
Atlantis’in batışı insani değerlerin batışının cezalandırılmasıysa, Allah felaket mağduru New Orleans’tan sonra felakete oh çeken bizi de korusun.
Orhan Pamuk Avrupa yamuk
Avrupa Birliği ülkeleri olan Fransa ve Belçika’da devletin resmi görüşü ‘Ermeni soykırımı’nın olduğu yönünde. AB üyesi olmasa da, kültürel ve hukuki geçmişiyle göbeği Avrupa ile birlikte kesilmiş olan İsviçre’de de öyle. Ve bu ülkelerde devletin resmi görüşüne muhalefet etmek, yani ‘Ermeni soykırımı yoktur’ demek yasalara göre suç. Yine bu ülkelerde ‘ermeni soykırımı yoktur’ demek, yasal işlem gerektiriyor ve cezai yaptırımları var.
Ama aynı ülkelere göre Türkiye’nin, kendi resmi görüşünü yalanlayanları cezalandırma hakkı yok. ‘1 milyon Ermeni, 30 bin kürt öldürüldü’, diyerek resmi görüşe göre yalan söyleyen Orhan Pamuk’un yargılanması, ‘Ermeni soykırımı yoktur’ demeyi suç sayan ülkelere göre anti demokratik.
Avrupa Birliği değil Nalıncı Kesercileri Birliği mübarek...
Sabah Akşam dayak yedim
Bu hafta sonu Sabah ve Akşam gazetelerinin gündemlerinde, Ertuğrul Özkök’ten sonra ikinci sırada geliyordum her ne hikmetse...
Cumartesi günü Yalçın Pekşen, pazar günü Reha Muhtar çakmış.
Hadi hayırlısı...
Yazının Devamını Oku