Yurtsan Atakan

Kanseri herkes yener

12 Temmuz 2006
Amansız hastalık demelerine bakmayın, kanser ölümcül hastalıkların belki de en iyisi. "Sevgi kanseri yendi" yaklaşımını sorgulamış Haşmet Babaoğlu geçenlerde Vatan’da.

Gelin önyargılara kapılmadan, ezberci davranmadan tartışalım demiş.

"Peki ama ’kansere yenilenler’ sevgisiz miydi?" diye soruyor.

Değildi tabii. En azından bazıları.

Anahtar kanseri yenmek için sevginin yeterli olmaması ama şart olmasında.

Kanseri en iyi ölümcül hastalık olarak anmamın nedeni de insana kendiyle hesaplaşabilmesi için zaman bırakması.

Sevgiyi bulması için bir şans daha tanıması.

Kanserle tanışan birinin kanseri yenebilmesi için önce eşinin, ailesinin, dostlarının sevgisine ihtiyacı var. Ama yeterli değil kendi iç sevgisine de muhtaç.

Haşmet Babaoğlu çok güzel bir soru daha sormuş.

"Ne yani? Bazıları bu ’amansız hastalığa’ karşı mücadele verip galip geliyor, bazıları da yeniliyor mu?" diyor.

Hayır çünkü kanseri yenmenin yolu mücadeleden değil teslimiyetten geçiyor.

Kanseri yenmek demek de ne demek zaten?

80 yaşında yakalanmış birinin beş yıl daha mı yaşaması?

Sekiz yaşında tanışan birinin 25 yaşında trafik kazasında mı ölmesi?

Zafer ölmemekse eğer, mutlak zafer hep ölümün değil mi?

Peki ya zafer, hayatta kalmak değil de ölümle barışmaksa?

İşte o zaman kanser insana, kansere yakalanmayan çok az kişiye nasip olan mutlak zaferi tatma şansı veriyor.

Ölümle barışıp, mutlak zaferi kazandıktan sonra ise kanserle dostluk maçı başlıyor.

Mücadele, şampiyonluktan sonra yapılan bu dostluk maçından galip çıkmak için gerekiyor.

O da az çetin bir mücadele değil, ayrı konu...

Kazanmak için mücadele gücü de yeterli değil. Yeterince erken teşhis, doğru tedavi yönteminin seçilmesi, maddi olanaklar gibi mücadele dışı önemli kriterler de var.

Ama şampiyon olduktan sonra, gerisi vakit kazanma...

Sevgili Haşmet de cevabı başlığında bulmuş aslında, "kanserle arkadaş olmak"... Oksimoron değil bu, yaşamla arkadaş olmaktan farklı bir anlamı yok.

Ölüm yaşamın ayrılmaz bir parçası. Ölümle barışmadıkça yaşamla barışık olmak imkansız.

Yaşamak çok güzel...

TV’de kötü yola düşürme yarışması

Popstar yarışması, dans yarışması, türkü yarışması derken olacağı buydu.

Sonunda Arap dansları yarışması da başladı.

Yarışmanın yapımcıları yarışmanın temasına kendilerini o kadar kaptırmışlar ki danslardaki arabeskliği programın yapımına da taşımışlar.

19 yaşında bir kız. Baba dayağından bıkmış, ailesinden ayrılmış. 18 yaşından büyük, rüştünü ispatlamış, kim ne karışır?

Jüri üyelerinden Tanyeli başladı kızı hırpalamaya, suçlamaya...

Ailesi böyle bir yarışmaya katılmasına ne dermiş? Babası kemiklerini kırar mıymış?

Nerede yatıp, kalkıyormuş? Kendisini bekleyen hayatı düşünmüş müymüş?

Yaptığı her uyarı, oryantal dünyasına girmenin kötü yola düşmekle eş anlamlı olduğunu vurguluyor.

Gerçi örneklerin çoğuna bakılırsa, haklı olduğu da söylenebilir.

Kızcağız ağlıyor, Tanyeli içeri gidip iyice düşünmesini ve öyle gelmesini söylüyor.

Kız çıkıyor, bir daha da gelmiyor.

Ve yapımcılar, vazgeçen çaresiz kızın görüntülerini ekrana getirerek teşhir etmekten kaçınmıyor.

Kızcağız o görüntüler yayınlandığında eve baba dayağı yemeye gitmeyi mi yoksa intiharı mı seçecek, umurlarında değil.

Yüce rating, sen nelere kadirsin?
Yazının Devamını Oku

Galatasaray’ı bedavaya sattılar

8 Temmuz 2006
Anlaşılan o ki, Özhan Canaydın Galatasaray’ı ucuza satmakta kararlı. Geçen sefer, Galatasaray Adası’nın adının Buz Ada’ya çıkmasının nedenini beceriksizlik sanmıştım.

Pazar günü Hürriyet’te Nilgün Karataş imzasıyla yayınlanan bir habere göre, yeni işletmeci Galatasaray Adası’nın adını "Su Ada" olarak değiştirmiş.

Haberin üzerinden bir hafta geçti klüpten bir açıklama gelmedi.

Demek beceriksizlik filan değilmiş. Galatasaray Adası’nın adı bilinçli olarak satılmış.

Canaydın yönetiminin "Galatasaray" adına karşı bir antipatisi var herhalde.

Galatasaray denilince Özhan Canaydın’ın tüyleri diken diken oluyor olmalı ki, dünyada eşi benzeri olmayan ve kulübün malı olan adanın adının Galatasaray olmasını istemiyor.

Canaydın’ın niyeti "Galatasaray" adını korumak olsa, geçen seferki skandal hatasından ders almış olması gerekirdi.

Yeni işletmeciyle yapılan sözleşmeye adanın adını değiştiremeyeceğine dair bir madde eklenirdi.

Bu basit önlem, geçen seferki ihmale rağmen alınmadığına göre Canaydın yönetimi, üç kuruş gelir için adasının adını satmaya bile tenezzül ediyor.

Bari satmışken, iyi bir fiyata satsalardı. Galatasaray adı ucuza gitmeseydi.

Onu da becerememişler.

Galatasaray Adası, adı da dahil yıllığı 400 bin dolardan gitmiş.

Yine Hürriyet’te Şükrü Kızılot’un köşesinde Hakan Şükür’ün formasının açık artırmada 200 bin YTL’den satıldığı yazıyordu.

Dünyada eşi benzeri olmayan Galatasaray Adası, adı da dahil olmak üzere yıllığı 400 bin dolar... Bir futbolcunun forması 200 bin YTL...

Galatasaray’ı bu kafayla mı mali krizden çıkartacaklar?

Serdar Turgut kopyacı mı

Serdar Turgut’un pazar günkü yazısı şaşırtıcıydı.

"Penaltı ve Oyun Teorisi" başlıklı yazısı, Slate’de yayınlanan "World Cup Game Theory" başlıklı yazının kısaltılarak yapılmış çevirisinden ibaretti.

İki yazı arasındaki benzerlikleri siz de merak ettiyseniz Turgut’un yazısı için tinyurl.com/q8j2z...

Slate’deki yazı için tinyurl.com/hgvgp adreslerine bakabilirsiniz.

İntihal mi, esinlenme mi, yoksa kaynak gösterme unutkanlığı mı siz karar verin...

İçinden deniz geçen otel

Bugüne kadar çok enteresan ve etkileyici otel lobisi görmüştüm ama Berlin Radisson SAS’ınki hepsini solda sıfır bıraktı.

Dört yanı otelin odalarıyla çevrili, üzeri cam tavanla örtülü dev bir avlu düşünün. Avlunun tam ortasında dev bir akvaryum. Tam 25 metre yüksekliğinde.

Altı katlı otelin, zemininden tavanına kadar yükseliyor.

Bir milyon litre deniz suyuyla doldurulmuş.

İçinde 56 farklı türden, 2 bin 500 balık yaşıyor.

Temizliğini ve balıkların beslenmesini balıkadamlar yapıyor.

Dünyanın en büyük silindir akvaryumu.

Tam ortasından bir de asansör geçiyor. Asansör seyir amacıyla kullanılıyor.

12,8 milyon Avroya mal olmuş ve Aralık 2003’te tamamlanmış.

Berlin’e yolunuz düşerse, başka otelde kalıyor olsanız bile Radisson SAS’a uğrayıp, akvaryumu çevreleyen barında birer içecekle serinleyin...

Otelde kalmayı düşünürseniz de, akvaryuma bakan odalardan rezervasyon yaptırın.

Eş cins yazarlar kendini açıklasın

İsmimi anmaktan kaçındığı için ismini anmayacağım bir köşe yazarı, eşcinsel köşe yazarları kendilerini açıklasınlar dedi.

Oray Eğin şiddetle karşı çıktı. Hıncal Uluç hak verdi. Eğin ona da şiddetle karşı çıktı.

Oray Eğin’in ilk tepkisine hak veriyorum. İnsanlara cinsel tercihini açıklama baskısı yapmak faşistliktir.

Ama Hıncal Uluç’un fikirlerine haksızlık ettiğini düşünüyorum. Uluç, eşcinsellik günümüzde bir aşağılama olmaktan çıktı, eşcinseller bu yüzden cinsel kimliklerinden utanmamalı, gururla açıklamalı ki, eşcinselleri aşağılayanlar utansın, diyor kısaca.

Eşcinsellik batılı ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de aşağılanma olmaktan çıkmış olsa yüzde yüz doğru.

Ama öyle olmadığı "eşcinsel yazarlar kendilerini açıklasın" diyen yazarın, eşcinselliği alay amacıyla kullanan şu satırlarından belli:

"Böyle bir yanlış okumayı keyif aldığım bir televizyon eleştirmenin yapmasını çok yadırgadım. (...) Umarım bu ’art niyet’ bir takım yüzük kardeşliği durumlarından kaynaklanmıyordur".

Yazının Devamını Oku

Ateşli taraftardan fayda yok aileler stata

5 Temmuz 2006
Statlar çapulcu seyircilerden temizlenmedikçe Türk futbolu bir adım daha öteye gidemez. Bu konuya uzun bir süredir değinmeyi düşünüyor ama bir türlü fırsat bulamıyordum.

Dünya Kupası çeyrek final maçlarından birini Samsung’un davetlisi olarak eşim ve 21 aylık bebeğimizle birlikte seyrettim. Bu futbol şöleni sayesinde Türk Futbolu ile Avrupa Futbolu arasındaki en önemli farkın antrenman sahasından değil tribünden kaynaklandığına, tüm kuşkularımı silecek açıklıkta şahit oldum.

Almanya-Arjantin maçı VIP locası/tribününden seyrettiğim ilk maç değildi. Türkiye’de de, Avrupa’da da VIP locasından birkaç maç seyretme fırsatım olmuştu. Bu seferkinin farkı eşim ve bebeğimle ilk kez birlikte maç seyretmiş olmamdan kaynaklanıyordu.

17.00’daki maçı seyretmek için otobüsle, otelden 12.30’da yola çıktık. Stada giden yollar, kilometreler öncesinden maça yürüyerek gitmeyi tercih eden renkli taraftar gruplarıyla doluydu. Pek çok taraftar da ulaşım araçlarıyla gidiyordu.

Kaldırımlardaki ve araçlardaki futbol seyircileri arasında çoluklu çocuklu ailelerin çokluğu dikkatimi çekti. Kadın seyirci oranı da erkeklerinkine yakındı.

Arjantin formaları ve bayrakları taşıyan taraftarlar, ev sahibi Alman taraftarların arasında, en ufak bir olay çıkmadan rahatça yürüyorlar, bayraklarını sallayıp tezahürat yapıyorlardı.

Trafik hiç tıkanmadı ve yarım saatte stada vardık. Girişte izdiham olursa diye çekiniyordum ama kapılardan ve güvenlikten geçerken bebeğimizi kucağımıza bile almaya gerek kalmadı.

Erken geldiğimiz için kalabalık azdı diye düşündüm ama maç bitiminde de aynı rahatlıkla çıktık.

Davetlileri VIP salonunda nefis bir ziyafet bekliyordu.

O gün orada yüzlerce davetlinin bıraktığı gelir, bilet ücretinin onlarca kat üzerindeydi.

Geçen sene Ali Sami Yen’de locadan seyrettiğim maçı hatırladım. Sidik kokulu locada, plastik bardaklarda içilen birkaç içki ve yenilen ay çekirdeklerinin hesabı geldiğinde dudağımız uçuklamıştı. Ama kısa bir inceleme sonucunda hesabın şişirildiğini, ödenmesi durumunda çok büyük bir yüzdesinin kulübe değil büfe görevlisinin cebine gideceğini görmüştük.

Galatasaray’ın Seyrantepe’deki yeni stat inşası gündemde. Yeni stadın Galatasaray’ın geleceğini değiştirmesi isteniyorsa, aileleri çekecek bir stat kompleksi planlanmalı.

Stat çevresine restoranlar, kafeler, barlar, sinemalar, eğlence kompleksleri, alışveriş merkezleri yapılmalı.

Bilet fiyatları üst gelir grubundan seyircileri çekecek şekilde yüksek tutulmalı. Maçlar aileler için gün boyu sürecek birer hafta sonu eğlencesine dönüştürülmeli.

Taraftar desteğinin ateşinin düşmesinden korkmamalı. O ateşin yarardan çok zarar getirdiğini defalarca gördük.

Eğer maçlar sadece taraftar ateşlemesiyle kazanılsaydı, her sene Avrupa şampiyonu olur, bu Dünya Kupası’nın dışında kalmazdık.

Türk futbolunun kurtuluşu futbola para harcayacak, kültürüyle doğru yerde doğru tezahüratı yapacak kesimi statlara çekmekte...

Paidar’ım çok yaşa

Duyduğumda inanamadım. Sevgili Paidar Abim, Türk voleybolunun efsanevi yıldızı Paidar Demir trafik kazasında ölmüş.

Paidar Abi dememe bakmayın, topu topu üç yaş büyüktü benden. Ama o üç yaş, arkadaşlık ettiğimiz yıllarda bana abilik etmesini sağlayacak kadar büyük bir yaş farkıydı.

Babası Ayhan Demir babam Baysungur Atakan’ın en yakın arkadaşıydı. Tesadüfe bakın ki, kayınpederim Mehmet Aksoy’un da çok yakın bir dostu çıktı.

İki buçuk yaşımda beşinci kattan düştüğümde, arabasıyla hem elektriği, hem röntgen cihazı, hem röntgen mütehassısı, üçüne birden eksiksiz sahip olanını bulabilmek için hastane hastane babamla birlikte dolaştıran; hem milli voleybolcu, hem milli basketbolcu, hem de Türk Ticaret Bankası Müdürü olan Ayhan Demir’in, hem sporda hem iş yaşamında en az babası kadar başarılı oğlu, ağabeyim Paidar Demir...

Ölmüş... 45 yaşında, trafik kazasında...

Mü?.. Yok canım...

Babası gibi onun da adı yazıldı bir kere hiç solmaz yaldızlı harflerle spor tarihine.

Ne mutlu ölümsüzlere...
Yazının Devamını Oku

Atatürk Havalimanı’nda sigara serbest

30 Haziran 2006
Atatürk Havalimanı’na yolu düştüğünde, insanların sağlığına saygıdan değil de sırf yasak olduğu için sigara içmeyen bağımlılardansanız hiç çekinmeyin, yakın bir sigara. Atatürk Havalimanı’ndaki sigara yasağı koca bir kandırmacadan ibaret. Uluslararası alan Dingo’nun ahırına dönmüş, polis aciz, yetkililer yetkisiz.

Geçen hafta başında Seul’e uçmak üzere akşam saatlerinde Atatürk Havalimanı’na geldim.

Şimdi ismi lazım değil çünkü her dükkanda durum aynı, gidiş terminalindeki dükkanların birinin önünden geçiyorum.

Dükkan görevlisi, belli ki işler de kesat canı sıkılmış, çekmiş altına bir tabure, dayamış sırtını duvara, açmış bacaklarını iki yana, başını hafiften tavana doğru dikmiş, elindeki sigaradan derin bir nefes çekiyor. Dumanını bıçkın bıçkın havaya doğru üflüyor.

Yanına yaklaştım, sigarayı söndürmesini rica ettim.

"Yasak bize sökmez", dedi küstahça, "Git istediğine şikayet et, burada kimse sigaramıza karışamaz".

Pasaport kontrol bölümünün girişinde oturan polislere gittim, durumu anlatıp müdahale etmelerini istedim. Garip garip yüzüme baktılar. Israrlı tavrım üzerine içlerinden en genci kalktı, olay mahaline teşrif etti.

Bıçkın delikanlı ağzında sigara, bıraktığım pozda yerli yerindeydi. Polis sigarayı söndürmesini istedi. Delikanlı oralı olmadı, içmeye devam etti.

Yavuz hırsız misali polise "Bu adamın canı sıkılmış, benimle uğraşıyor" diyerek beni şikayet etti.

Sözlü tartışma devam ederken yerinden kalktı, üzerime yürüdü. Baktım polis seyretmeye devam ediyor, şikayetçiyim, üzerime yürüdü dedim.

Telsizle başka bir polis çağrıldı.

Adam geldi, şikayetçiyseniz falanca yerde karakol var buyrun oraya, sigara için ise yapabileceğimiz bir şey yok dedi.

Bıçkın delikanlı polisin gözünün içine baka baka bir sigara daha yaktı, dumanını üzerimize doğru savurdu.

Polis, gazeteci olduğumu ve konuyu uzatmamın başlıca nedeninin böyle bir durumda neler olacağını görüp yazmak olduğunu söyleyince hafiften ağız değiştirdi.

Dediğine göre böyle bir durumda tek yetkileri şikayetin raporunu tutup, Valilik’e göndermekmiş. Ceza kesilip kesilmeyeceğine Valilik karar veriyormuş.

Yani işin özeti şu...

Atatürk Havalimanı’ndaki sigara yasağı ve sigara içenlere uygulanacak ceza koca bir palavradan ibaret.

Polis sigara içenler karşısında aciz, ceza kesmeye yetkisi yok.

Bırakın ceza kesmeyi, sigara içen birini gördüğünde kendi başına rapor bile tutamıyor.

İlla vatandaşın biri şikayetçi olacak ve ceza kesilebilmesi için mağdur suçluyla karşı karşıya gelmeyi göze alacak.

Olduuu! Gözlerim dolduuu...

Uçakta İnternet keyfi

Pilotlarına sigara içmeyi yasaklamayarak yolcularının sağlığını hiçe sayan THY ile uçmaktan mümkün olduğunca kaçındığımdan Seul’e de THY ile değil Kore Havayolları ile uçmayı tercih ettim.

Sigara tiryakiliği konusunda bizimle yarışır olmalarına rağmen, on buçuk saatlik yolculuk boyunca kokpitten yolcu kabinine en ufak bir sigara kokusu sızmadı.

Ama Kore Havayolları ile uçmanın benim için en ilginç yanı uçakta kablosuz İnternet bağlantısı hizmetinin sunulmasıydı.

Seyir irtifasına ulaşır ulaşmaz dizüstü bilgisayarımı çıkartıp açtım.

Connexion by Boeing isimli üçüncü parti bir şirket tarafından sağlanan hizmetin bedeli bir saat için 9,95, iki saat için 14,95, tüm uçuş süresi için 26,95 ABD dolarıydı.

Uçuş günü ABD doları, uçaktan hızlı uçuşa geçtiği için biraz tereddüt etsem de vahşetin çağrısına dayanamadım ve kredi kartı bilgilerimi girip, gönderi tuşladım.

İnternet bağlantım birkaç dakika içinde kurulmuştu.

Dünyanın ücra köşelerinden birinin 12 bin metre üzerinde, 900 km hızla uçarken İnternet’e bağlanmanın, Türkiye’de evden bağlanmak arasındaki farkını merak ediyorsanız, bugün yine Hürriyet’le birlikte verilen e.yaşam ekindeki yazıma beklerim...
Yazının Devamını Oku

TK’nın WiMAX inadı Türkiye’yi batıracak

30 Haziran 2006
Dünyadaki gidişat ayan beyan belli olmuşken Telekomünikasyon Kurumu’nun sektörün serbestleşmesini hızlandıracak adımları atmaktan ısrarla kaçınması Türkiye’yi zaten gerisinde kaldığı dünyadan iyice geride bırakıyor. Geçen hafta Kore Havayolları ile Seul’e uçtum. Uçakta kablosuz İnternet bağlantısı sunuluyordu. Dizüstü bilgisayarımı açıp hemen denedim. Rusya semalarında, yerden 30 bin feet yükseklikte, uçak saatte 800 küsür km hızla uçarken, İstanbul’da evimde ADSL ile kurduğum bağlantıyı kat kat aşan hızda İnternet’e bağlandım. Üstelik kablosuz olarak...

Dünya artık bu noktalara koşuyor. İnsanlar telefon konuşmalarını Skype gibi yazılımları kullanarak İnternet üzerinden yapıyor. İnternet telefonu insanlara yerden 30 bin feet yükseklikte, dünyanın ücra bir köşesinin üzerinde 900 km hızla uçarken evdeki çocuğuyla görüşme olanağı tanıyor. Üstelik saati 9 dolar gibi, ucuz bir fiyattan...

Dünyada herşey İnternet üzerine taşınıyor. Telefon, video konferans, sayısal TV yayınları İnternet üzerinden yapılıyor.

Örneğin bizim burada Türk Telekom’un kağnı hızındaki ADSL bağlantılarına verdiğimiz ücrete, elin Fransızı onbeş, yirmi kat hızında İnternet bağlantısı alıyor. Üstelik ödediği ücrete İnternet üzerinden limitsiz telefon konuşması yapmak (ülkenin herhangi bir noktasındaki herhangi bir normal telefonu arayabilecek şekilde) ve kırk kanal interaktif sayısal TV kanalı aboneliği dahil. Yüzlerce sayısal radyo kanalını da ekstradan sayın.

Telekomünikasyon Kurumu Türkiye’de açık alanlarda Wi-Fi İnternet bağlantısını yasaklayan düzenlemeler yaparken, eloğlu koca şehirlerin tümünü kapsayan Wi-Fi altyapıları kuruyor.

Wi-Fi ile de kalınmıyor, şehirler çok daha hızlı ve efektif yeni nesil kablosuz İnternet ağları olan WiMAX altyapılarıyla donatılıyor.

Bizim Telekomünikasyon Kurumu ise WiMAX lisanslarının 2007’ye, o da belki yetişebileceğini deklare ediyor.

Telekomüniksayon Kurumu varoluş nedeni olan sektörün serbestleşmesini ve rekabete açılmasını sağlayacak düzenlemeleri büyük bir hızla yapmak yerine, geciktirmekte ısrar ediyor. Bu da artık özel bir şirket olan Türk Telekom’un piyasadaki hakim konumunu sürdürmesini uzatmaktan başka bir işe yaramıyor.

Geçen yılın Aralık ayında TK, WiMAX lisanslarını 2006 sonuna yetiştirmeye çalışacağını deklare etmişti. O zaman TK’ya bir çağrıda bulunmuştum. Wi-Fi teknolojisi eskiyene kadar bir Wi-Fi yönetmeliği çıkartmadınız, bari WiMAX’te gecikmeyiniz, demiştim.

Ama TK’nın aklı "numara taşınabilirliği" gibi fuzuli işlerde. Kim uğraşacak şimdi WiMAX’le...
Yazının Devamını Oku

Şarap düşmanlığına inat yerli şarap tercih edin

23 Haziran 2006
Şarap seviyor, dünya pazarlarında Türk şaraplarının da boy göstermesini istiyorsanız AKP’nin şarap düşmanı politikalarına inat yerli şarapları tercih edin lütfen. Ben öyle yapıyorum... Kırk yılda bir içme fırsatı bulduğum çok kaliteli şaraplar hariç, evde ya da restoranda şarap seçerken yerlileri seçmeye özen gösteriyorum.

Bu seçimi yaparken nelere dikkat ettiğime ve hangi Türk markaların hangi çeşitlerini yabancı fiyatdaşlarından daha iyi bulduğuma birkaç hafta önce değinmiştim. Şimdi de Türk şaraplarını destekleme çağrımın nedenlerini özetleyeyim...

AKP’nin Türk şarapçılığını boğma taktiği meyvelerini vermeye başladı.

Süpermarket raflarını Türk şaraplarından çok yabancı şaraplar süslüyor artık. Restoranların şarap mönülerinde Türk şarabı çeşitlerine yok denecek kadar az sayıda yer verilmeye başlandı.

Türkiye’nin ilk içki kültürü dergisi Gusto’daki bir yazısında, Ahmet Örs de aynı dertten mustaripti...

Gidişatın bu yönde olduğunu, AKP’nin şarap düşmanı politikasının buralara varacağını bir yıl önce yazmıştım. AKP’nin iki icraatı, hedefin bu olduğunu açıkça gösteriyordu.

Şaraba getirilen aşırı vergi yükü ve şarap ithalatının serbest bırakılması başka bir sonuca yol açamazdı.

Türk şarapçılığı son on, onbeş yıldır büyük bir atılım içindeydi. AKP iktidarının ilk yıllarında yapılan yatırımların sonuçları da alınmaya başlamış, Türk şaraplarının kalitesi artmaya, çeşitliliği zenginleşmeye başlamıştı.

Şarap meraklılarının artmaya, şarap kültürünün ağırdan yaygınlaşmaya başlaması da Türk şarapçılığının gelişmesine katkıda bulunuyordu.

AKP’nin politikalarıyla Türk şarapçılığının başı ezilmeye başlandı. İç pazar yeterince güçlenmediğinden Türkiye’de şarabın maliyeti, iç pazarından da aldığı güçle dünyaya açılan ve çok büyük miktarlarda üretim yapan Arjantin, Şili, Güney Afrika ve Avustralya gibi ülkelere göre çok yüksek.

Türk şarabı sofralık şarap ve orta kalite şarapta bu ülkelerin şaraplarını yakaladı, hatta geçti. Ancak üretim maliyeti ve vergi yükü çok yüksek olduğundan market raflarında ve restoran mönülerinde kendinden düşük kalitedeki yabancı şaraplarla rekabet edemez hale geldi.

Şarap kültürü henüz yeterince oturmadığından, müşteri tercihinin züppece bir tavırla yabancıdan yana kayması da AKP’nin amacını kolaylaştırıyor.

İşte bu nedenle, süpermarketten sofra şarabı, restoran mönüsünden orta kalite bir şarap seçerken tercih hakkımı her zaman yerlilerden yana koyuyorum. Ve bu sayede hem daha iyi şarap içmiş, hem de Türk şarapçılığına AKP’nin politikalarına karşı destek çıkmış oluyorum.

Havai fişek görgüsüzlüğü tüm Türkiye’nin sorunuymuş

Sevincini havai fişek atarak ilan etme görgüsüzlüğü ve bu konudaki denetim eksikliğinin yarattığı felaket riskini yazmıştım. Yazımın yayınlandığı gün İstanbul Emniyet Müdürlüğü gazetelere ve haber ajanslarına gönderdiği yazılı açıklamada, izinsiz havai fişek gösterisi yapan ve yaptıran kişi veya şirket yetkililerini, haklarında Kabahatler Kanunu’nun 32. maddesine göre işlem yapılacağı konusunda uyardı.

Açıklamada, yaz mevsimiyle birlikte düğün ve kutlamaların arttığına dikkat çekilerek, bu törenlerde havai fişek gösterisi yapılmasının, yasal prosedüre uyularak yapılması gerektiği hatırlatıldı.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne, geliyorum diyen felakete karşı bu hatırlatmayı yaptığı için teşekkür ediyorum.

Umarım neredeyse her gece yapılan havai fişek gösterileri yeterince denetlenebiliyordur da. Bu gösterilerin sayısı o kadar arttı ki, hepsinin izinli olduğuna inanmak çok güç.

Bu kadar çok havai fişek gösterisi izinli yapılıyorsa da ilginç. Emniyet Müdürlüğü’nün izin verirken cimri davranması, insanları rahatsız edici sıklıkta gösteriye izin vermemesi gerekir.

Bu arada gelen okur mesajlarından, tek dertli kentin İstanbul olmadığı, havai fişek atma görgüsüzlüğünün tüm Türkiye’yi sardığını anlıyorum. Türkiye’nin dört bir yanından havai fişek gösterilerinin sıklığından şikayet eden mesajlar aldım. Şikayet sayısında İstanbul’dan sonra İzmir ve Antalya önde gidiyor. İlgili emniyet müdürlülüklerinin bilgisi olsun...
Yazının Devamını Oku

Akıllı başın sefasını kültürlüler yaşar

21 Haziran 2006
Geçen haftayı egzantrik araçlara binme ve kullanma haftası ilan ettim kendi kendime... Helikoptere ve Formula yarış otosuna bindim. Helikopteri kullandım da... Tabii pilotun yakın kontrolünde.

Helikopter uçuşu ve bir dakikalık kullanma zevki, katılacağım akşam yemeği davetinin sunacağı sürprizlerin de habercisiydi.

Vaillant’ın Türkiye Genel Müdürü Christoph Grosser, yeni ürünleri akıllı kombiyi evinde verdiği bir akşam yemeği davetinde tanıtmaya karar vermişti.

Grosser’in evi şehrin kilometrelerce dışında Şile’de on dönüm içinde bir çiftlik evi olunca, renkli kişiliğiyle tanınan genel müdür konuklarını davete beş helikopterle getirmeyi uygun görmüş.

Christoph Grosser, bir Türk burjuvasında çok nadir rastlayabileceğiniz yaşam kültürüne tüm çeşitliliğiyle sahip.

Garnizon girişli sözüm ona lüks sitelerin alçak tavanlı, milyon dolarlık apartman dairelerinde pineklemek yerine Şile’de bir çiftlikte yaşamayı seçmiş.

Birkaç ay içinde sıkılınıp sokağa atılacak fino köpekleri besleyenlerden de değil. Köpek eğitmenliği sertifikası almış, çiftliğinde kendi eğittiği altı kurt köpeği var.

Sosyal hayatı sosyete dergilerine poz verme amaçlı gece gezmelerinden, müzayede bayrağı sallamalarından, karma suluboya sergisi ziyaretlerinden çok uzak. Eşi Martina ile birlikte dostlarına, çiftliklerinde kendi yetiştirdikleri sebzelerin de kullanıldığı zengin mönülü davetler veriyorlar.

Vaillant’ın yeni servisini tanıtmak için de benzer bir davet yapmayı seçmişler. Misafirperverlikleriyle sıradan bir basın toplantısını, unutulmayacak bir geceye dönüştürmüşler.

Yemeğe geçmeden hemen önce, çiftliğin kapısına bir minibüs dayandı. İçinden Vaillant yazılı tişörtüyle bir servis elemanı çıktı.

"Kombinizde arıza var", dedi. Bir arıza olduğundan haberleri olmayan evdekiler şaşırdı. Servis elemanı açıkladı.

Grosserler’in evinde Vaillant’ın en yeni sistemi kuruluymuş. Genel Müdür’ün evinde aşağısı olacak değil ya...

Sistem İnternet’e bağlı. Ev sahibi, sistem sayesinde evin ısısını dünyanın herhangi bir köşesinden ayarlayabiliyor.

Ama sistemin asıl işlevsel yanı, İnternet üzerinden servisle haberleşmesinde. Bu sayede servis merkezi, sistemde bir arıza olduğunda, hatta arıza daha olmadan önce arıza sinyallerini alıyor. Evdekiler arızanın farkına varmadan, servis aracı kapıya dayanıyor.

Servis aracının, davetlilerin helikopterle gelebildiği Grosserler’in Şile’deki çiftlik evine uğramasının nedeni 2002’den sonra üretilen tüm kombilere uygulanabilen sistemin arıza alarmı vermiş olması.

Neyseki arıza basit, kapalı kalan bir vanadan ibaret. Servis elemanının avuçiçi bilgisayarla tüm kontrolleri yapıp, vanayı açıp, bakım raporunu İnternet üzerinden merkeze göndermesinin ardından, bahçede bizi bekleyen gecenin lezzetli sürprizleriyle tanışma faslına geçiyoruz.

Yerde uçuş zevki

Formula 1’e binip, Formula pistinde tur atmak bile büyük bir deneyim ama bu deneyimi bir de geçen yılın F1 Grand Prix şampiyonu Renault F1 aracı ile yaşamak heyecanı iki katına çıkartıyor.

Geçen haftasonu Renault’nun İstanbul Park’ta düzenlediği iki günlük World Series yarış keyfinden bir gün önce, F1’lerin ’start’tan önce garajdan çıktığı, yarış sırasında bakımının yapıldığı pit alanındayım.

Test sürüşü için özel tasarlanmış, iki kişilik olması dışında F1’lerle aynı özelliklere sahip aracın pilot koltuğunda ünlü Fransız pilot Simon Abadie var.

Kemerler bağlanıp, kontrol ediliyor. Kaskımın siperini indirir indirmez kalkıyoruz. Pit geçişini aşıp piste çıkar çıkmaz, araç ok gibi fırlıyor. İvme inanılır gibi değil. Lunaparklardaki hız trenlerinde hissedilen çekim gücünün kat kat fazlası insanı koltuğa yapıştırıyor.

Pist aynı bilgisayar oyunlarındaki gibi görünüyor. Virajlar aniden beliriyor.

Bu hızla virajı almanın olanağı yok, pistten çıkıp devrileceğiz diye düşünmek için bile sadece bir saniyeniz var. Dua etmeye bile yetmeyecek bir zaman içerisinde aniden yavaşlıyor, hemen ardından yine hızlanmaya başlayarak viraja giriyor, virajdan çıkarken tekrar koltuğa yapışıyorsunuz.

Koca pisti bitirip, turu tamamladığınızda zaman kavramınız altüst oluyor. Saatler boyu süren bitmek bilmez bir heyecan mı, yoksa birkaç saniyede biten tadı damağınızda kalan bir orgazm mı yaşadığınıza karar veremiyorsunuz...
Yazının Devamını Oku

Eyvah görmemişin havai fişek mevsimi başladı

16 Haziran 2006
Bu sene sezona sanki biraz daha yavaş girdik ama havai fişekli kutlama zontalığının yaz boyunca giderek azacağına eminim. Her şeyi havai fişek atarak kutlamaya kalkışanların sayısı son yıllarda öylesine arttı ki, geçen yaz haziran ve temmuz aylarında havai fişeksiz geçen tek bir gece hatırlamıyorum. Hatta bazı haftasonlarında bir gösteri bitiyor, diğeri başlıyordu.

Defalarca ziyaret etmiş olmama rağmen dünyanın en büyük, en eğlenceli şehirlerinde rastladığım havai fişek gösterilerinin toplamı iki elin parmaklarını geçmez. Disney’in Orlando’daki eğlence parklarında her gece tekrarlanan muhteşem havai fişek gösterileri gibilerini ayrı tutuyorum. Bunlar şehir dışındaki, eğlence için ayrılmış özel alanlarda gerçekleştirilen gösteriler. Yerleri apayrı...

Bizdeki gösterilerin büyük çoğunluğu ise havaya ateş ederek kutlama yapma magandalığının evrim geçirmiş şekli. Hatta belki havai fişek atma merakının İstanbul’da bu kadar artmasının kültürel kökü, silah atarak kutlama yapma magandalığına dayanıyor. Cebi para görüp, zevkleri hafiften incelenler, silah atanları gönülsüzce "cık cık"layıp, içlerinde kalan dürtüyü havai fişek atarak doyurmaya başlıyor.

Ne bir kontrol, ne bir denetim, ne bir güvenlik önlemi var. Parayı bastırıp havai fişekleri kapan evinin balkonundan, teknesinin güvertesinden, düğün salonunun bahçesinden fitili yakıp, patlatıyor. Mucize eseri henüz bir felaket yaşanmadı. Ama bu denetimsizlik sürerse, yakında yaşanacağı kesin.

Valilik, Emniyet şimdilik gösterileri seyretmekle yetiniyor. Göz göre göre gelen felaketin ardından da demeçler verirler. Olur biter...

Babalar Günü’nü kutlayabilecek şanslılardansanız

Bu pazar Babalar Günü. Babam öleli 18, baba olalı 2 yılım geçmiş.

Babalar Günü’nde babaya verilecek en iyi hediyenin ne olduğunu yeni anlıyorum.

Geriye baktığımda tüm hayatını oğullarına bağışlamış bir baba görüyorum. Aynı takım elbiseyi onlarca yıl, ama tertemiz ve tiril tiril giyip, oğullarını en pahalı okullarda okutmuş, en iyi üniversitelere göndermiş bir baba...

Yaptığı harcamaları kuruşu kuruşuna her akşam bir hesap cetveline geçirip ayın sonunu denkleştirmeye çalışırken oğullarını okul arkadaşlarının katıldığı tatil seyahatlerinden geri bırakmayan bir baba...

Hayatının tamamını çocuklarına adamış bir baba...

Sizin de babanız bu gerçek babalardansa, Babalar Günü’nde hediye filan almayın, gerek yok. Bir pazar olsun, günününüzün tamamını babanızı mutlu etmeye adayın yeter. Mutlu olması için onu ne kadar sevdiğinizi göstermeniz, başarılarınızı ona borçlu olduğunuzu hissettirmeniz yeter.

Bunu yapabilmek için önünüzde sonsuz zaman yok, sakın unutmayın...

Gusto dediğin hayaldeki sevgilidir

Emre Aköz ikidir Gusto’nun okur anketini eleştiriyor. Türkiye’nin ilk ve rakipsiz içki kültürü dergisi Gusto her yıl okurlarına, çeşitli kategorilerdeki en iyileri bir anketle soruyor.

Bu yıl Gusto okurları yılın en iyi malt viskisi olarak "Lagavulin"i seçtiler. Emre Aköz de Lagavulin’in çok zor bulunan bir viski olmasından yola çıkarak, Gusto okurlarını kafadan atmakla suçluyor. "İş ankete geldi mi Türkler düpedüz uydurur", diyor ve "Bizdeki anketler ’gerçeği’ değil, ’talepleri’, ’hayalleri’ ya da ’ahbap-çavuş ilişkilerini’ ölçer", diye ekleyerek de genelleştiriyor.

Aköz’ün genelleştirmesine kısmen hak veriyorum. Sadece bizde de değil, tüm dünyada anketler hakikaten bazen ’gerçekleri’ değil ’hayalleri’ ölçer. Ancak bu tespit Gusto anketi için doğru değil.

Bir kere Gusto anketi sokaktan geçeni çevirip, ya da adamın kapısına dayanıp yaptırılan anketlerden değil. Okurun kendi özgür iradesiyle, en ufak bir baskı olmaksızın emek harcayarak, zaman ayırarak katıldığı bir anket.

İkincisi anket zaten okurların neyi içtiğini değil, neyi en fazla beğendiğini soruyor. Yani davranışı değil beğeniyi ölçüyor. Dolayısıyla okurun "Lagavulin" seçimini, nereden buldun da içtin diye sorgulamak anlamsız.

Bu arada Gusto’nun anketi, böylesi bir tartışmayı gündeme taşımakla bile içki kültürünün gelişmesi yolunda önemli bir görevi yerine getirmiş oluyor. Teşekkürler Gusto...
Yazının Devamını Oku