25 Ağustos 2006
TELEKOMÜNİKASYON Kurumu (TK) cep telefonlarında numara taşınabilirliği tartışmasını, akılcı bir orta yol bularak tatlıya bağlama yönünde önemli bir adım attı. Daha önce Hürriyet e.yaşam’da birkaç kez eleştirdiğimiz hukuksal problemlere ve haksızlıklara yol açacak tam numara taşınabilirliği uygulamasından vazgeçilerek, kısmi numara taşınabilirliği uygulamasına geçileceği açıklandı.
TK Başkanı Tayfun Acarer tarafından Avea ile Uzak Mesafe Telefon Hizmetleri veren şirketler arasında yapılan arabağlantı anlaşmasının imza töreninde yapılan açıklamaya göre, kurumun altı aydır üzerinde çalıştığı numara taşınabilirliği uygulamasında sona yaklaşıldı.
Bugün üç cep telefonu operatörü ve TK’nın katılımıyla yapılacak toplantıda numara taşınabilirliği konusunda mutabakat sağlanması bekleniyor.
TK’nın öngördüğü uygulamaya göre bir operatörden başka bir operatöre geçecek kullanıcı, eski cep telefonu numarasını üç haneli operatör kodu haricinde yeni operatörüne aynen taşıyabilicek.
Örneğin 0532 xxx xx xx olan numarasını, yeni operatöre geçince 0542 xxx xx xx olarak kullanabilecek.
Bu çözümün açıklanmasından önce, numara taşınabilirliği uygulamasının operatör kodu da dahil olmak üzere tam olarak yapılması öngörülüyordu.
Yani örneğin 0532 xxx xx xx numarasını kullanan bir Turkcell abonesinin, Telsim’e geçtiğinde operatör kodunu da değiştirmeden 0532 xxx xx xx numarasını aynen kullanmaya devam etmesi düşünülüyordu.
Ancak bu uygulamanın sayısız sakıncası vardı. TK’nın şu anda önerdiği kısmi numara taşınabilirliği ile herkesi mutlu edecek orta yol bulunmuş oldu.
Cevap bulunamayan tek soru, Türk Telekom’un sabit hat numaralarının bu numara taşınabilirliği uygulamasından neden muaf tutulduğu oldu. Türk Telekom’a sağlanan bu ayrıcalık, TK’nın Türk Telekom’un yeni sahibi Öger’i kayırdığına yönelik kuşkuları artırdı.
Yurtsan Atakan
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2006
11 Eylül terörist saldırılarını ABD hükümetinin tezgahladığını iddia eden amatör videodaki saçmalıkların ipliğini pazara çıkartan bir ikinci video daha olduğunu ve en az birincisi kadar ilgi gördüğünü biliyor muydunuz? Merak edip araştırmadıysanız bilemezsiniz çünkü bir baltaya sap olamamış üç ABD’li gencin çektiği amatör saçması belgesel bozuntusuna medyadaki bakış tarzı histerik bir dalgadan ibaretti.
Histeri dalgası Oray Eğin’in bir yazısıyla başladı.
Eğin, amatör videodan genelde olumlu bahsetmesine rağmen gerekli duyarlılığı göstermiş ve yazısının sonunda belgesele yöneltilen ciddi eleştirilerin de olduğunu belirtmişti.
Ama Türk medyası bu dip nota itibar etmeyip, kerameti kendinden menkul belgeselin reklamcılığını üstleniverdi.
11 Eylül terörünün İslami teröristlerce değil ABD yönetimince tezgahlandığını savunan deli saçması mertebesindeki belgesel, kutsal kitap muamelesi görerek, gerçekliği hiç sorgulanmadan, hatta övülerek haber yapıldı.
Eski slogan solcularının, din sömürücülerin, Atatürkperestlerin ve sırf moda diye ABD düşmanı takılanların egemenliğindeki Türk medyasının belgeselin güvenilirliğiyle, ciddiyetiyle, gerçekliğiyle ilgilenecek hali yoktu tabii.
Atatürkperestinden din bezirganına, eski slogan solcusundan yeni lüks site liberaline kadar hepsinin ortak düşmanı olduğuna göre, ABD’ye yapılan her saldırı ahlak dışı bile olsa mübahtı.
İşte bu nedenlerle ABD’li üç baldırı çıplak gencin çektiği "Loose Change" isimli belgeselle ilgili haberleri okurken, belgeseldeki yalan ve saptırmalara dair tek bir satır bile okuyamadık Türkiye’de.
Belgeselin ipliğini pazara çıkartan bir ikinci filmin daha dolaştığını da öğrenemedik medyada yer alan haber ve yazılardan.
"Screw Loose Change" isimli bu karşı belgesel, "Loose Change" isimli amatör videonun altyazılı versiyonu.
Altyazılar filmdeki gerçeküstü iddiaları gerçeğe çevirme işlevini görüyor.
İlla İnternet videosu seyredeceğim ama haber sunucusunun videosuyla da ilgilenmiyorum diyenlerdenseniz "Screw Loose Change"i izlemenizi tavsiye ederim.
Not: "Loose Change" isimli belgesel bozuntusunun ipliğini pazara çıkartan gerçek belgeselin video dosyasını onpunto.com’dan yükleyebilirsiniz. Sitedeki NeO NeBu isimli köşemden ise belgesel bozuntusundaki yanlışları birer birer ortaya çıkartan kaynakların adreslerine ulaşabilirsiniz.
Namus meselesi büyüyor
Geçenlerde "e.posta adresi kurumun namusudur", başlıklı yazımda köşe yazarlarının köşelerinde kendi gazetelerinden değil de üçüncü parti şirketlerden aldıkları e.posta adreslerini kullanmalarını eleştirmiştim.
Dikkatli okurlarımdan Cavit Mocan eleştiriyi haklı olarak bir adım daha ileri götürmüş.
Gazetelerde e.posta adreslerinin çok farklı formatlarda kullanıldığına dikkat çekiyor. Yazarların adreslerinin kimi zaman adsoyad@, kimi zaman soyad@, kimi zaman da ad@ şeklinde kullanılmasını örnek gösteriyor ve bu işin neden bir standardı yok diye soruyor.
Bu arada beni de yurtsan@hurriyet.com.tr gibi standart dışı bir adres kullandığım için eleştiriyor.
Hürriyet’te standart bir kullanım şekli var aslında; "ismin başharfi ve bitişik olarak yazılan soyad@". Hürriyet’te büyük çoğunluk bu standarda uyuyor.
Bense isim@ şeklinde kullanarak standart dışı kullanıyormuş gibi gözüksem de aslında "yatakan@hurriyet.com.tr" adresim de aktif ve buraya gelen mesajlar otomatik olarak "yurtsan@hurriyet.com.tr" adresime yönlendiriliyor.
yatakan@ şeklinde değil de yurtsan@ şeklinde kullanmamın nedeni ise çok eskilere, 12 yıl öncesine dayanıyor. Türkiye’de köşesinde e.posta adresini kullanan ilk gazete yazarı olmamdan kaynaklanıyor.
O zamanlar şu anda kullanıldığı gibi bir standart yoktu tabii ki. Yıllar sonra yayıldı basında köşe yazılarında e.posta kullanma alışkanlığı.
Yaygınlaşana kadar da "yurtsan@" şeklinde kullanış şekli benim kendi standardım olmuştu çoktan.
Sakla postanı gelir zamanı
Basında e.posta kullanımı hakkında Cavit Mocan’ın dikkat çektiği bir başka konu ise kimi yazarların köşelerinde hiç e.posta adresi yayınlamaması.
Eğer bir standartlaşma olsaydı diyor, okur da yayınlanmamış olmasına rağmen yazarın e.posta adresini kolayca tahmin edebilir ve mesaj gönderebilirdi...
Benzer bir eleştiriyi bir başka okurum Murat Buyurgan da, pazarlama temalı kendi e.günlüğü’nde (blog) yayınladığı bir yazısında yapmış (muratbuyurgan.com).
"Genel yayın yönetmeni bir gazetenin kurumsal olarak en önde gelen temsilcisi ise", diyor (burada Akşam Genel Yayın Yönetmeni’nin köşesinde üçüncü parti bir şirketten aldığı adresi kullanmasını eleştirmeme nazire yapıyor), "Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök neden e-posta adresini köşesinde yayınlamıyor?"
Nedeni basit. E.posta adresi gibi kişisel mahremiyeti olan bir bilgiyi saklı tutmak her yazarın kendi tasarrufunda olan bir hak.
Dolayısıyla kimseye neden e.posta adresini yayınlamıyorsun diye hesap soramayacağımız gibi, e.posta adreslerinde standartlaşma haklı talebini de bilinmeyen e.posta adresinin tahmin edilebilir olması gerekçesiyle savunamayız.
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2006
Tamam gürültü kirliliği yapan gece kulüpleri kapatılsın. Ama aynı gerekçeyle bundan böyle ramazanda davul çalınması da yasaklansın. Gürültüyse gürültü, gürültüyle savaşsa gürültüyle savaş...
Gecenin yarısında bangır bangır müzik çalan açık hava diskosuyla, sabaha karşı gümbe de güm davul çalan bahşişçinin yaptığı arasında hiçbir fark yok.
İçişleri Bakanlığı ve çeşitli belediyeler, gürültü kirliliğine karşı açtıkları savaşta art niyetli davranmadıklarını kanıtlamak için ramazanda davul çalınmasını da yasaklamak zorundalar.
İstanbul’da çevreyi rahatsız edecek derecede yüksek sesli müzik çalmakta inat eden çeşitli gece kulüplerinin kapatılmasını yürekten desteklemiştim.
Karar doğruydu ve medeni bir ülke olsak tartışılması bile abesti.
Ama sonra ipin ucu kaçtı.
Gürültü kirliliğine karşı açılan savaş öyle yerlere doğru gitmeye başladı ki, asıl niyetin bambaşka olduğuna dair çok haklı şüpheler doğmaya başladı.
Mehmet Y. Yılmaz ve Hıncal Uluç başta olmak üzere pek çok yazar gürültü kirliliğiyle savaş adı altında yürütülen eğlence yeri baskınları ve kapatmalarının altında gerici zihniyetin yattığına dair kuşkularını dile getirmeye başladılar.
Açık hava gece kulüplerinin İstanbul’da yarattığı gürültü kirliliğine gerçekten de dur demek gerekiyordu.
Denetimsizlikten aldıkları cesaretle her geçen yıl gemi daha da azıya alan bu gece kulüpleri, İstanbul’u zaten gerisinde olduğu medeniyetten iyice uzaklaştırıyorlardı.
Şımarıklıklarının, saygısızlıklarının karşılığını almaları gerekiyordu ve verilen cezalarla aldılar da.
Ama sonra İstanbul Belediyesi’nin aldığı saat 24:00’den sonra müziğin tamamen kesilmesi kararı, turistik güney kasabalarında yapılan taciz amaçlı operasyonlar niyetin üzüm yemek değil, bağcı dövmek olduğu konusunda ciddi şüpheler uyandırdı.
Önümüz ramazan. AKP hükümetini ve AKP’li belediyeleri önemli bir samimiyet sınavı bekliyor.
Eğer amaçları gerçekten gürültüyle mücadeleyse sabaha karşı ramazan davulu çalanlara da caydırıcı cezalar getireceklerini bugünden açıklamak zorundalar.
Eğer açıklamazlarsa, eğlence yerlerini gürültü yaptıkları için kapattıklarına kimsenin inanmasını beklemesinler.
THY’den danışmanlık ücreti isterim
THY çarşamba günkü "Bilgisayar ve iPod yalnız THY’de yasak" başlıklı yazıma açıklama göndermiş.
Özetle "ABD uçuşlarında yolcunun kabine bilgisayar ve iPod sokması bizde de yasak değil, yanlış bilgiye dayalı bir yazı yazmışsınız" demişler.
Hemen telefon ettim ve eğer ortada bir yanlış bilgi varsa bunun kaynağının dünyadan haberdar olmayan kendi THY personelleri olduğunu söyledim.
Bilgi almak için THY’nin müşteri ilişkilerini arayan yolculara, ABD uçuşu sırasında yanlarına elektronik cihaz alamayacaklarını bizzat THY çağrı merkezi söylüyordu.
Ulaşabilecekleri en yetkili ağızdan bu bilgiyi alan yolcular da havalimanına, bu bilgiye göre hazırlanarak geliyor, el çantası almaktan kaçınıyor, bilgisayar ve MP3çalarlarını bavullarına yerleştirerek bagaja veriyorlardı.
Yani Delta Havayolları ile uçanlar bilgisayar ve MP3çalarlarından mahrum edilmeden rahat rahat uçarken, THY müşterileri eziyet verici bir uçuşa mahkum ediliyorlardı.
Yanlış bilginin kaynağının kendi çağrı merkezleri olduğunu anlatınca araştırdılar ve haklı olduğumu görüp, çağrı merkezi çalışanlarını bilgilendirdiler.
THY yolcuları da artık doğru bilgi alıyorlar. En azından bu konuda...
Yanlış bilgiyle hareket eden THY personelinin doğru bilgilerle donatılması ve müşteriye bu doğru bilgilerle hizmet vermesine daha önce de iki kez vesile olmuştum.
Bundan sonrası için danışmanlık ücreti isterim, haberleri olsun.
Azarladığın garsondan yemek istemeyeceksin
THY’de Mehmet Yalçın’ın danışmanlığı sayesinde "business" kabininde servis edilen içki ve şarapların kalite ve çeşitliliğinde hatırı sayılı bir sıçrama yaşandı.
THY’nin yolcularına sunmaya başladığı şaraplardan ikisinin, iki farklı saygın yabancı dergiden ödül almasını büyük bir gururla herkesten önce ben yazmıştım.
Ama her şey sunulan yiyecek ve içeceklerin kaliteli olmasıyla bitmiyor ne yazık ki.
Yeme içme kültüründe alınan keyfin yarısı lezzetse diğer yarısı da sunum ve servistir.
Danışmanlar ne yaparsa yapsın THY bu noktada çuvallıyor. Doldurulan kadroların yaptığı kötü servis yüzünden kalite artışının keyfini çıkarmak mümkün olmuyor.
Daha da kötüsü kadrolaşmanın şüphesi bile işin keyfini kaçırmaya yetiyor.
Haklı ya da haksız bugün pek çok insan THY’nin inanca dayalı kriterlerle seçilmiş kadrolarla donatıldığına inanıyor.
THY bu inancı ne yapıp edip yıkmak zorunda.
Bunu beceremediği sürece, kendisine içki içmeyenlere nefretle bakanların servis ettiğini düşünen yolcu, içinde dünyanın en iyi şarabı sunuluyor olsa bile bardağına tükürülmediğinden emin olamayacaktır.
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2006
İslamcı terörist saldırılarına karşı alınan yoğun güvenlik önlemleri, uçakla uçmanın artık asla eskisi gibi olmayacağını gösteriyor. İngiltere ve ABD uçuşlarında uçaklara el bagajı alınmıyor. Dizüstü bilgisayar, MP3çalar, DVD oynatıcı yasak.
Bu güvenlik önlemleri eğer kalıcı iseler, yakın bir gelecekte çok farklı teknolojilerle donatılmış uçaklarda uçmaya hazır olun.
Kısa bir süre önce bazı havayolları uçaklarını kablosuz İnternet altyapısıyla donatmaya başlamıştı.
Bazıları daha da ileri giderek uçuş esnasında cep telefonu kullandırmaya hazırlanıyordu.
Şimdi dizüstü bilgisayarların ve cep telefonlarının kabine alınmasının yasaklanmasıyla bu kolaylıklar hayal oldu.
Bırakın İnternet bağlantısını, eskiyi bile mumla arayacağız bu gidişle. Dizüstü bilgisayarımızı açıp yarım kalan işimiz üzerinde çalışamayacağız, MP3çalarımızdan sevdiğimiz müzikleri dinleyemeyeceğiz, DVD oynatıcımızla yanımızda getirdiğimiz filmleri seyredemeyeceğiz.
Ancak havayollarının yolcuların bu mağduriyetlerini hafifletecek çözümler sunma yarışına gireceği de muhakkak.
Örneğin bu sıkı yasaklar devam ederse belki "business" sınıfında her koltukta bir bilgisayar olacak.
Ekonomi sınıfında ise her koltukta bir MP3çalar ve hatta bir video oynatıcı bulunacak. Yolcu yanında getirdiği bellek kartını takıp, kendi müzik arşivini dinleyebilecek, filmlerini seyredebilecek.
Kısacası görünen o ki yakın bir gelecekte uçağa binerken yanımızda bilgisayar, MP3çalar, DVD oynatıcı taşımamıza zaten gerek kalmayacak.
Tüm dosyalarımızı, yazılımlarımızı, şarkılarımızı, filmlerimizi küçük bir bellek kartının içinde yanımızda taşıyabileceğiz.
Hatta elektronik cihazlarımızı uçağın bagajına vermemize bile gerek kalmayacak.
Gittiğimiz şehirdeki otel odasına, konferans merkezine, dinlenme salonuna yerleştirilmiş terminaller, yanımızda taşıdığımız bellek kartını takar takmaz kişisel bilgisayarımız, kişisel MP3çalarımız, kişisel video oynatıcımız olarak çalışmak üzere emrimize amade olacaklar.
Bilgisayar ve iPod yalnız THY’de yasak
Uçakla uçmanın geleceğine dair uçuş denemesini yazarken bir yandan da onpunto.com’da yayınlanacak bir yazı için araştırma yaptırıyordum.
Yazım bittikten sonra araştırmadan ilginç bir sonuç çıktı. Elektronik alet yasağını sadece THY uyguluyormuş.
Havayolu şirketlerini yolcu gibi arayıp sordum. Delta Havayolları ile British Airways, Türkiye’den kalkan ABD ve İngiltere uçaklarında elektronik cihazların kabine alınmasına izin veriyorlar. Sadece sıvı maddelerin alınması yasak. THY’den ise tüm yasakların devam ettiği cevabını aldım.
Yine bir THY işgüzarlığı ve vurdumduymazlığı ile karşı karşıyayız anlaşılan.
Tahminim yasak geçici bir yasaktı ve kısıtlamalar kalkmasına rağmen THY her zamanki hantallığıyla yasağı devam ettirdi. Belki yazım yayınlandığında THY de uyanıp, yasakları gevşetir.
Yazdığım denemedeki öngörülerim mi? Yasaklar devam etmese de bir gün gerçekleşecek kadar gerçekçi tahminler olduğunu söyleyebilirim.
Savaş Ay ermiş gibi
Ne yalan söyleyeyim Savaş Ay’ı fazlaca avam bulur, pek hoşlaşmazdım.
Geçen akşam Top Model yarışmasında konuk jüri üyesi olarak sergilediği performansı seyderken inanamadım.
Bildiğim Savaş Ay gitmiş, yerine bilgili, kültürlü, duyarlı, duygulu, sağduyulu, bilge bir Savaş Ay gelmişti.
İnsan bir gecede eremeyeceğine göre başka bir sebebi olmalıydı bu ani imaj değişikliğinin.
Aklıma geçen haftalarda Fatih Erkoç için yazdıklarım geldi.
Çok başarılı bir caz sanatçısı olan Fatih Erkoç’un avamın iktidar olduğu Türkiye’de sahnede kalabilmek için "Lingo lingo şişeler" gibi şarkıları repertuvarına eklemek zorunda kalmasının ne kadar acı bir durum olduğunu yazmıştım.
Aynı şekilde asıl Savaş Ay’ın Top Model’de izlediğim Savaş Ay olduğunu görüyor ve utanıyorum.
Hem işin kolayına kaçıp bunu daha önce görmeyi başaramadığım için kendimden hem de çok kaliteli insanları bacaklarına yapışıp aşağılara çekmeye çalışan toplumumuzdan.
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2006
Adalet Bakanlığı İnternet üzerinden işlenen suçlarla ilgili bir yasa tasarısısı hazırlamış. Radikal’da Adnan Keskin imzasıyla yayınlanan haberde yer alan maddelerin büyük bölümü bilişim suçlarına makul cezalar öngörüyor.
Ancak bazı maddelerin çok daha iyi tartışılması lazım.
Örneğin, suç amacıyla donanım ve yazılım üreten, uyarlayan, satan, sağlayan, dağıtanlara beş yıl hapis cezası öngörülüyormuş.
Burada suç amacıyla üretilmiş bir yazılım ile suç amacıyla üretilmemiş ancak suç amacıyla kullanılan yazılımı net bir şekilde ayırmak lazım.
Gerçek hayattan bir örnek vermek gerekirse... Bıçak fabrikası bıçakları suç amacıyla üretmez ama bıçağı satın alan kişiler bu aleti suç amacıyla kullanabilirler. Bu durumda bıçak fabrikası suçlanamaz.
MÜYAP KÖTÜ ÖRNEĞİ
Çok açık, İnternet’te de bu açık ayrım kolayca yapılabilir diyorsunuz belki.
Ama günümüzdeki bazı mahkeme kararları bu ayrımın henüz yeterince iyi yapılamadığını gösteriyor.
MÜYAP’ın şikayetiyle yüzlerce siteyi kapatan mahkeme kararları bu ayrımın iyi yapılamadığının güzel bir örneği.
Mahkeme bu siteleri, kullanıcıların yasal olmayan yollardan şarkı yüklemelerine aracı olduğu gerekçesiyle kapattı.
Ancak bu sitelerin amacı, biraz içinde gezince kolayca anlaşılabileceği gibi bu değil.
Bunların büyük çoğunluğu forum siteleri. Yani ziyaretçilerin kendi aralarında haberleşmelerine, fikir tartışması, bilgi alışverişi yapmasına aracı olan siteler.
Kullanıcılarının müzik parçalarını kendi üzerlerinde barındırmalarına ve yükletmelerine de izin vermiyorlar. Kullanıcılar burada bazı şarkıların hangi adresten yüklenebileceğine dair bilgileri paylaşıyorlar.
Mahkeme bu bilgi paylaşımı nedeniyle siteye erişimin engellenmesine karar veriyor.
Bunun bıçakla işlenen bir cinayetten bıçak fabrikasını sorumlu tutmaktan bir farkı yok.
Ya da adam karısını öldürmesi için kiralık katille orada konuşup, anlaştı diye bir kahvehaneyi kapatmakla bir.
E.GÜNLÜKLE GÜNLÜK FARKI
Yasa tasarısındaki bir başka hassas madde ise devletin güvenliğine ve kamu barışına karşı işlenen suçlara verilen cezaları, sanal ortamda işlendiği durumlarda yarı oranda artırmayı öngören madde.
Bu madde, İnternet’te işlenin düşünce suçlarını yayın yoluyla yapılan düşünce suçlarıyla aynı kefeye koyuyor.
Ancak İnternet’teki herşeyi yayın kapsamına almak çok yanlış.
İnternet sitelerinin çok büyük bir çoğuluğu ziyaretçi sayısı yüzü bulmayan yerler.
Örneğin şu anda çok moda olan e.günlükler (blog).
E.günlükte yazılan bir yazıyı, yayın yoluyla yapılmış suç kapsamına almak, bir çocuğun kağıt defterde tutuğu günlüğüne yazdıklarını yayın olarak değerlendirmekten farklı değil.
Yasa tasarısı tartışılırken bu gibi ayrımların net olarak belirlenmesine hassasiyet gösterilmesi gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2006
İş seyahatlerine bir süre ara verince birkaç farklı İstanbul restoranına arka arkaya gitme fırsatı buldum. İlki Ortaköy Radisson SAS’da açılan ve basında çıkan yazılarda yere göğe konulamayan Erguvan’dı.
Erguvan’ın medyanın bu kadar ilgisini çekmesinin nedeni, Mikla ile haklı bir şöhret yapan medyatik şef Mehmet Gürs’ün imzasını taşımasıydı herhalde.
Ne yalan söyleyeyim ben öyle ahım şahım bir yanını göremediğim için, Erguvan’la ilgili övgü dolu satırların ezbere yazıldığını tahmin ediyorum.
Balık ve etin en iyisini aynı çatı altında buluşturma iddiasıyla açılan restoranda mönünün ete ayrılmış bölümü çok sade ve yaratıcılıktan uzaktı.
Yaratıcılık adına tek umut vadeden özel terbiyeli kuzu şişi seçtim. En iyi eti sunma iddiasıyla açılan Erguvan’da az pişmiş istediğim et kupkuru kalacak kadar çok pişirilmiş olarak geldi.
Şarap mönüsü zenginceydi ama Türkiye’nin en iyi butik şarapları olan Gülor’un "G"sinin eksik olması önemli bir eksiydi.
Erguvan’ın en iyi yanı servisiydi. Diğerleri de öyle miydi bilemiyorum ama masamıza bakan garson Türkiye’de rastladığım en iyi servis elemanıydı.
Geçen akşam da ünlü balık restoranı Körfez’deydik. Sevgili dostum Ali Acar’ın teknesiyle gittik.
Ali Acar yılın büyük bölümünü Almanya’da geçiren bir işadamı. Görgünün saygıdan geldiğini bilen ince ruhlu bir insan olduğu için Körfez restorana yanaşma hazırlığında olan kaptanı hemen uyardı. Yakında kimseyi rahatsız etmeyeceğimiz bir noktadan karaya çıkıp, oradan yürüyelim dedi.
Kaptan böyle bir yer bulamayınca mecburen restorana yanaşıp, indik.
Körfez’in mezeleri de, balıkları da başka hiçbir yerde yiyemeyeceğiniz kadar lezzetli.
Ama çoğu müşterisi tekneyle geliyor. Masalardan uzak bir iskelesi olmadığı için de tekneler masaların hemen yanı başına yanaşıyor.
Gürültü ve egzoz dumanı yemeklerin verdiği lezzeti alıp götürüyor.
Mia Mensa, eşim ve bebeğimizle birlikte sık sık gittiğimiz bir restorandır. En sıcak yaz günlerinde bile püfür püfür eser.
Yemekleri çok lezzetli, müşterileri nezih, fiyatları makuldür. Tek kusuru kırmızı şarabı yazın doğru sıcaklıkta servis edecek şarap dolaplarının olmayışıdır.
Limon soslu şinitzeline bayılırım. Ama geçen günkü iş yemeğinde biber soslu bonfileyi denedim. Nefis ve tam kıvamındaydı.
Az pişmiş eti Türkiye’de, olması gerektiği kıvamda servis eden çok ender restorandan biri Mia Mensa. Divan, Lacivert, Borsa, Niş, Ulus 29, Erguvan, hatta Sunset’in bu konuda Mia Mensa’dan ders alması gerekir.
ÖSYM neden iyi
Okurlarımdan Caner Akay, ÖSYM’yi ısrarla savunmamın nedenini sormuş.
ÖSYM’yi savunmamın nedeni ÖSYM’yi kasıtlı olarak günah keçisi ilan etmeye çalışanların olması.
Türkiye’de asıl yanlış olan eğitim sistemi. Asıl düzeltilmesi gereken ise eğitimdeki fırsat eşitsizliği.
Bunun için de fırsat eşitliğinin ilkokuldan itibaren sağlanması gerekiyor.
Ama bunlarla savaşılacağına, günahı fazla olmayan ÖSYM’ye yükleniliyor. Amaç ÖSYM’yi tırpanlayarak, cemaat okullarından çıkan öğrencileri kayıran bir sistem getirmek. Çünkü ÖSYM şöyle ya da böyle üniversiteye girmek isteyen öğrencileri, bazen münferit haksızlıklara yol açsa da, olabildiğince adil bir şekilde seçmekte ve cemaat okulları ile İmam Hatip’lere ayrıcalık tanımamakta.
ÖSYM üzerinden oynanan oyunla, eğitim sistemindeki tüm çarpıklıkların nedeni ÖSYM imiş gibi gösterilmeye ve kurum yıpratılmaya çalışılıyor.
Kimin poposunu görmek istersiniz
Daha önce Yılın Saftoriği’ni seçen, Yılın Geyiği anketini başlatan onpunto.com’da bu kez de "Yaz Bitmeden Daha Kimlerin Poposunu Görmek İstersiniz" anketi yapılıyor.
Yaz boyunca paparazziler sayesinde neredeyse her hafta bir ünlünün poposunu gördük.
Ama ünlü sayısı bol, yaz haftalarının sayısı kısıtlı. Yani her ünlünün poposunu bu yaza sığdırmak olanaksız.
O yüzden onpunto.com soruyor, yaz bitmeden kimin poposu manşetleri süslesin istersiniz?
İşte adaylar:
* Özgü Namal
* Fatoş Seymen
* Türkan Şoray
* Ebru Gündeş
* Gülşen
* Esra Balamir
* Deniz Seki
* Cansu Dere
* Hilal Cebeci
* Seda Üren
* Buket Saygı
* Nurgül Yeşilçay
* Petek Dinçöz
* Funda Arar
* Nil Karaibrahimgil
* Ajlan Köse
* Seray Sever
* Gülben Ergen
Paparazzilerin peşinde koşacağı ünlü poposunun seçimi onpunto.com’da vereceğiniz oyların sonucuna bağlı.
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2006
Vatan Gazetesi, medyanın yüz vermediği <B>seks videosu</B>nu haberleştirirken nedense kendini savunma ihtiyacı duymuş.
Medyada bundan önce de <B>ünlü bir tiyatro oyuncusu</B>nun ve <B>ünlü bir dizi oyuncusu</B>nun seks videolarının haber yapılmasını örnek göstererek, <B>ünlü bir haber sunucusu</B>nun sırf medya mensubu olduğu için kayırılmaması gerektiğini ima etmiş.
Sırf medya mensubu olduğu için kayırılmamalı tabii ki. Ama yanlış bir davranış için eski yanlışları örnek göstermek de yanlış.
Medyada bundan önce de pek çok yalan haber yapıldı diyerek yalan haberi meşrulaştıramayacağınız gibi, etik olmayan bir tutumu da daha önce çok yapıldı diyerek savunamazsınız.
Tecavüz haberlerinde, <B>tecavüz mağdurunun kimliğini gizlemeye </B>nasıl özen gösteriliyorsa, seks kasedi, seks skandalı haberlerinde de mağdurun kimliği gizli tutulmalı.
Ünlü tiyatro oyuncusuna yapılan şantaj haberinde, şantaj mağdurunun kimliğinin açıklanması etik olarak doğru değildi.
Çünkü şantaja uğrayan oyuncu bir suç işlememiş, kendisine karşı işlenen bir suçla mücadele ederken kimliği açıklandığı için <B>iki kat mağdur edilmişti</B>.
Sevişme sahneleri İnternet aracılığıyla dağıtılan ünlü dizi oyuncusunun kimliği de açıklanmamalıydı.
İnternet’te <B>aşk tuzağına düşürülerek dolandırılan dekan</B>ın kimliği de gizli kalmalıydı.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2006
Geçtiğimiz hafta sonunu Orhan Türker’in evsahipliğinde Mürefte’de geçirdim. Orhan Türker Gülor Şarapları’nın babası. Yeğeni Güler Sabancı’nın 1993’te bir aile yemeğinde ortaya attığı fikrin peşine düşüp kısa sürede Türkiye’nin en iyi şarapları arasında kendine yer bulacak "G" markasını yaratmışlar.
G’nin en büyük özelliği Türkiye’deki büyük şarap fabrikalarının markalarına aşık atan tek butik şarabı olması.
Yılda sadece 80 bin şişe Gülor şarabı üretilen tesisi ve bu şarapların üzümünü veren bağları gezdikten sonra akşam yemeğinde G şaraplarından üç farklı örnek tattık.
G Shiraz, G Cabernet Sauvignon-Merlot ve G Ssangiovese-Montepulciano...
G Shiraz Gülor’un yeni denemelerinden biri olduğu için henüz çok gençti. Daha en az bir yıl olgunlaşması gerekiyor.
Sangiovese-Montepulciano harmanı çok başarılıydı.
Ama gecenin yıldızı G Cabernet Sauvignon-Merlot idi. Bunda biraz da mahzende ekstradan geçirdiği iki yılın payı vardı kuşkusuz. Piyasada satılan G Cabernet’ler 2004 tarihini taşırken, bizim tattığımız 2002’ydi. Ve kendi fiyatındaki Bordo Cabernet’lerini solda sıfır bırakacak kadar mükemmeldi.
Türkiye’deki restoranlarda, en lüksleri dahil bir, ikisi dışında kendi şarap kavlarını oluşturma alışkanlığı olmadığından, bir şarabın piyasada hangi yılı satılıyorsa restoranda da sadece o yılını bulabiliyorsunuz.
Bu yüzden G Cabernet Sauvignon 2002’yi marketlerde veya restoranlarda bulabileceğinizi sanmıyorum.
Şarap listesinde 2002 yazıyor olsa bile, masanıza getirilen şarap büyük olasılıkla 2004 olacaktır.
Nedeni lüks geçinen restoranların çoğunun müşterilerine olan saygılarını, şarap mönülerini güncellemeyerek kanıtlama yarışına girmiş olması.
2002 bulamayacağınız için marketten birkaç şişe G Cabernet Sauvignon 2004 alıp birkaç yıl evde eskitmenizi tavsiye ederim.
Mahzen ya da özel şarap dolabınız yoksa bile şarapları iki yıl eskitmekten çekinmeyin. Hızlı ısı değişiklerinin olmadığı, ışık almayan, sarsıntıdan uzak bir dolap iki yıl gibi kısa süreli eskitmeler için işinizi görecektir.
Şarap mönüsünde Türkiye’nin en kaliteli butik şarabı olan G’ye yer vermeyen restoranlara ise ısrarla hesap sorun.
Sorun ki, diğer butik şarapçılarımızın da önü açılsın, kalitenin prim yaptığını görüp atılım yapmaktan kaçınmasınlar.
Gürültü dışarı medeniyet içeri
Müjde yeni bir tartışma konumuz oldu.
Gürültü kirliliği yapan eğlence mekanlarının kapatılması doğru muymuş?
Sırf bu tartışmanın yapılıyor olması bile İstanbul’un medeni bir şehir olmadığının, bizim de medeni bir ülkede yaşamadığımızın kanıtı.
Gürültü yapıp başkalarının medenice yaşama hakkına tecavüz edenleri, turizme zarar gelmesin diye savunmaya kalkışmak kadar abes bir şey olamaz.
Dünyanın hiçbir ülkesinde şehrin göbeğinde, dışarıdakileri rahatsız edecek kadar gürültülü müzik çalan açık hava kulübü yok.
Ancak Uzak Doğu’da sefaletle boğuşan bazı geri kalmış ülkelerde ve Güney Amerika’daki muz cumhuriyetlerinde rastalanabilir üç kuruş turizm geliri uğruna kendi vatandaşını eşek yerine koyan böylesi mekanlara.
Adam dingonun ahırını kendi ülkesinde bulamıyorsa, İstanbul’da da bulamasın. Bize ne.
İstanbul Valiliği’nin gece açık havada yüksek sesli müzik yayını yapan yerleri kapatma kararı, İstanbul’un medeni bir şehir olabilmesi için atılmış önemli bir adım.
Yeter ki gösteriş uğruna atılmış tek seferlik bir adım olarak kalmasın.
Valilik’in bu uygulamadaki samimiyetinin diğer kanıtları ise Boğaz’da bangır bangır müzik çalarak dolaşan teknelere de göz açtırılmaması ve her gece tekrarlanan havai fişek görgüsüzlüklerine izin verilmemesi olacaktır.
İstanbul Valiliği’nin gürültü kirliliği yapıyorlar diye gece kulüplerini kapatıp, tüm Boğaz’ı ayağa kaldıran teknelerin geçişine, bomba gibi patlayan havai fişeklerin atılmasına izin vermesi başka hesapların olduğu kuşkusunu doğurur.
Kanseri yendi güldürmeye ant içti
Erdinç Yumuşak 23 yaşında. Sekiz sene önce kemik kanserine yakalanmış ve yenmeyi başarmış.
Şimdi kendi başarısının diğer kanserli gençler için umut olmasını hedefliyor.
Kanseri yenmiş olmaktan aldığı güçle çok önemli bir sosyal sorumluluk projesine girişmiş.
Aysar Güven, Selçuk Karan, Ali Haydar Çetin ve Akın Karan’ı da yanına alarak "Hayata Gülüverin" projesini başlatmış.
Proje 20 kanser hastası gence iki ayrı dönemde birer haftalık moral kampı yapmayı amaçlıyor. Bu kamplardan ilki 9-16 Temmuz tarihleri arasında başarıyla gerçekleştirildi.
Anamur Yoğun Duvar Tesisi’nde gerçekleşen kampa katılan kanser hastası gençler, moral tazeleyerek ve en önemlisi yıllar boyu sürecek arkadaşlıkların temellerini atarak ayrıldılar kamptan.
Erdinç Yumuşak ve arkadaşları şimdi harıl harıl, sponsor destekleriyle yürüyen projenin sürekliliği için çalışıyorlar. Projeye aktifgonulluler.org adresinden ulaşılıyor.
Yazının Devamını Oku