14 Haziran 2006
Antalya’nın Belek beldesini Las Vegas’ın ilk dönemlerine benzetiyorum. Belek’te yeni açılan Kempinski Hotel’i de, bugünkü Las Vegas’ın lokomotifliğini yapmış Mirage Hotel’e...
Las Vegas çöl ortasında, kumarın cazibesiyle yoktan var edilmiş bir turizm cenneti. Belek de kum tepelerinden oluşan bir bölgede, golfün cazibesiyle yoktan var edilmeye çalışılan potansiyel bir turizm cenneti.
İlk kurulmaya başladığı yıllarda Las Vegas’ta yeme, içme ve konaklama kumarbazlar için çok ucuz hatta bedavaydı. Eğlence seksi revülerden ibaretti.
Bu dönemin ardından 90’ların başında temalı oteller dönemi başladı. Amaç Las Vegas’a gelen turisti, başka otelde kalıyor olsa bile kendine çekip, kendi kumarhanesinde de oynatmaktı.
Oteller Las Vegas içinde sirkülasyon yaratmak için bununla da yetinmediler. En iyi restoranların şubelerini kendi bünyelerinde açıp, Broadway şovlarını otellere taşıdılar. Oteller arasında geçişleri kısıtlamak yerine, kolaylaştırmaya çalıştılar. Sokaklara yürüyen merdivenler kurdular, oteller arasında yürüyen bantlar açtılar, mini trenlerle ücretsiz hizmet verdiler.
Sonuçta Las Vegas, çekim gücünü tek tek otellerden değil otellerin toplamından alan dev bir eğlence merkezi haline geldi. Ucuz oteller yerlerini lüks otellere bıraktı.
Belek de benzer bir süreçten geçiyor. Kum tepelerine dikilen ağaçlar büyüdü. Yoktan var edilen doğal cennetin içinde şu anda hizmet veren yedi golf sahası var. Yakında 11 olacak. Bu golf sahaları, çeşitli otellerce paylaşılıyor.
Bölgenin çekim gücü birbirine yakın bu kadar çok golf sahasını içinde barındırmasından kaynaklanıyor. Böylece bölgedeki herhangi bir otele gelen golf meraklısı turist her gün farklı bir sahada oynama ayrıcalığına kavuşmuş oluyor.
Bu oteller içinde Kempinski’nin rolü çok önemli. Tüm Türkiye’ye olduğu gibi Belek’e de talep turistin daha çok ucuzcu olanlarından.
Kempinski Hotel, dünyaca tanınmış bir otel zincirinin halkası olma avantajıyla paralı turisti bölgeye çekmekte lokomotif görevi görüyor. Yurtiçinden ve yurtdışından golf sosyetesini Belek’e çekiyor.
Otelin en büyük kozlarından biri de Genel Müdür Volkan Şimşek, Pazarlama Müdürü Erdinç İşbir, Yiyecek-İçecek Müdürü Tayfun Aybar gibi turizmi her şey dahil açmazından kurtarma vizyonunu paylaşan, başarılı bir ekibe sahip olması.
Her şey dahil sistemi Türk turizmi için önemli bir görevi yerine getiriyor. Ancak zengin turisti de Türkiye’ye çekecek yeni cazibe merkezleri yaratmak zorundayız. İstanbul’u bile bu amaçla kullanamadığımız turizm sektörümüzde, Belek bu merkezlerden ilki olmanın en güçlü adayı. Kempinski Belek’in başarısı, turizmde Belek’in, hatta kesinlikle abartmıyorum tüm Türkiye’nin geleceğinin belirleyicisi olacak.
Golf: Başlaması basit usta olması zor spor
Golf turizmi diye övüp, golf oynamadan dönmek olmazdı. Daha önce hiç golf oynamamış olduğumdan Kempinski Belek’in golf sahasına, eğitmen eşliğinde adım attım. Her yeni başlayan gibi işe vuruş platformunda yapılan egzersizlerle başladım.
Eğitmenim Ahmet Kök, ilk üç, dört atış denemesinin ardından, golfe kabiliyetim olduğunu, ders alırsam iyi bir golfçü olabileceğimi söyledi.
Bu iltifatın bir motivasyondan ibaret olduğunu ve eğitmenlerce ilk deneme yapan herkese söylendiğini tahmin edecek kadar şişinme meyillisi olmadığımdan zokayı yutmadım. Ama golf o kadar zevkli ve büyüleyici bir spor ki, bir kez denedikten sonra devam etmeye karar vermek için bu tür zokaları yutmaya hacet yok zaten.
Kempinski Belek’in golf sahaları Pasha ve Sultan dünyaca ünlü sahalar. Sultan, 71 par ve 6411 metrelik uzunluğuyla çok tecrübeli oyuncular için bile heyecanlı saatler vaat ediyor. 5731 metrelik Pasha ise kısa görünmesine rağmen, pek çok sürpriz engel barındırıyor.
Golfün güzelliği de burada zaten. Her sahada farklı bir heyecan yaşamak, farklı tatlar bulmak, her oyunun ardından o günkü saha ve oyun hakkında dostlarla sohbete koyulmak. Ve tüm bunları yemyeşil bir doğanın içinde yapmak.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2006
İki sayı önceki "Cep telefonunda numara taşınabilirliği uygulanamaz" başlıklı yazımın ardından Elektronik ve Haberleşme Mühendisi okurum Ahmet Bektaş’tan e.posta ile bir bilgi notu aldım.
Yeterli yatırım yapıldığı takdirde Etiler’den Fenerbahçe’ye taşınıldığında da alan kodu değişmeden tüm telefon numarasının aynen nakledilebileceğini hatırlatıyordu.
Yazımda abonesi oldukları cep telefonu operatörlerini değiştirecek cep telefonu kullanıcılarının, eski numaralarını yeni operatörlerine aynen taşımalarını sağlayacak uygulamanın Türkiye için doğru olmayacağını savunmuştum.
Bilindiği gibi mevcut uygulamada her operatörün kendi alan numaraları var. Turkcell numaraları 053x, Telsim numaraları 054x, Avea numaraları 055x alan numaralarıyla başlıyor. Ve örneğin 0532 ile başlayan bir numaraya sahip kullanıcı operatör değiştirdiğinde, numarasının son 7 rakamını aynen koruyabiliyor ama baştaki 0532 alan numarasını 05xx ile değiştirmek zorunda kalıyor.
Telemomünikasyon Kurumu bu uygulamayı değiştirmek istediğini söylüyor. Eğer yeni uygulamaya geçilebilirse, kullanıcı operatör değiştirirken eski numarasını aynen yeni operatöre geçirebilecek.
Ancak bu değişkiliğin yapılabilirliğini olanaksızlaştıran çok ciddi engeller var.
Bunlardan bazılarını geçen yazımda yazmıştım. Eleştirilerimden biri de operatörlere numara taşınabilirliği zorunluluğu getirmeye çalışan Telekomünikasyon Kurumu’nun aynı zorunluluğu, sürekli kayırmakta olduğu Türk Telekom’a getirmeyi söz konusu bile etmemesiydi.
Yazımda sormuştum. Telefon numarasının değişmesi insanlar için gerçekten çok ciddi bir sorunsa neden örneğin Etiler’de oturan bir abone Fenerbahçe’ye taşınırken numarasını değiştirmek zorunda kalıyor?
Sayın Bektaş’ın hatırlatması bu yüzden.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2006
Galatasaray Adası yakında Galatasaraylılar’ın üzerine çökerse bilin ki sorumlusu Galatasaray yönetimidir. Nedeni yönetimin dünyada eşi benzeri olmayan Galatasaray Adası’nı, kaçak duvar zanlısı Reina’ya teslim etmiş olması.
Galatasaray yönetimi ile Reina arasında yapılan kira anlaşmasından, gazetegazete.com sitesi sayesinde haberdar oldum. Ada’nın üç yıllığına Reina’ya kiralanmasını, "Yurtsan Atakan uyuma!!!" üstbaşlığıyla sitenin manşetine taşımışlar.
Galatasaray Adası’nın adının, Canaydın yönetiminin beceriksizce yaptığı sözleşme yüzünden BuzAda’ya çıkmasını bir ara bolca eleştirmiştim ya... Gazetegazete.com’un naziresi bu yüzden.
Haklılar, herkes uyudu ama haberin gözden kaçan çok önemli unsurları var.
Bir kere Reina gibi, ısrarla diktiği kaçak duvarın çökmesi sonucu biri çocuk üç kişinin ölümüne neden olmakla suçlanan bir zanlıdan başkası mı yok, adayı kiraya verecek?
İstanbul gibi bir dünya metropolünün içinden geçen Boğaziçi gibi bir doğa harikasının göbeğindeki benzersiz adayı kiraya vermek için şaibesiz bir isim bulmak çok mu güç?
Reina'nõn işletmecisi suçlu bulunur, bulunmaz... O ayrı konu. Buna karar vermek bağımsız Türk mahkemelerinin işi.
Ama kulübü olası olumsuz gelişmelerden korumak da yönetimin işi. Ya Reina mahkemece kaçak duvar örmek ve kaçak duvarın çökmesi sonucu üç kişinin ölümüne neden olmaktan suçlu bulunursa ne olacak? Galatasaray’a yakışacak mı?
İkincisi adayı bu kadar ucuza kiraya vermek ne kadar doğru?
Hadi anladım, kulübün parası yok Galatasaray Adası gibi dünyada eşi benzeri olmayan bir mülkü kár merkezi haline getirecek yatırımları kendi başına yapamıyor.
İyi ama İstanbul’un en değerli, en emsalsiz arazisini yıllık 400 bin ABD dolarından kiraya vermek nasıl bir ticarettir?
İstanbul’un en değerli yerini, bir yabancı futbolcunun yıllık ücretinin neredeyse sadece dörtte birini karşılayacak bir bedele kiralamak hangi akla hizmettir?
Yılda 400 bin dolar, olsa olsa başarılı bir sezonda dört iyi futbolcunun primlerini karşılamaya yeter.
Mecidiyeköy’deki paha biçilmez arsayı, dağ başındaki bir arsa uğruna bırakma kabiliyetinin ardındaki ticari dehayı şimdi daha iyi anlıyorum.
Nargile kafe zengin turist kaçırır
Kapalıçarşı’ya daha fazla turist çekmenin formülü nargile kahveleri açmaktan geçiyormuş. Kapalıçarşı hızla yitirdiği otantik havasını nargile kafeler sayesinde yeniden kazanabilirmiş.
Kapalıçarşı Esnaflar Derneği Başkanı Dr. Hasan Fırat, Milliyet Pazar’da yayınlanan söyleşisinde Melis Alphan’a böyle demiş.
Kapalıçarşı’nın otantikliğini kaybettiği doğru. Ancak amaç turizmi canladırmak, Kapalıçarşı esnafının gelirini artırmaksa, çareyi nargile kafeler açmakta görmek yanlış.
Tarihi çağrışımlar yapmak için geçmişi bire bir canladırmak iyi bir yol değil. Örneğin geçmişte yoktu diye Kapalıçarşı’ya havalandırma koymamak ya da eskiden elektrik mi vardı diye gaz lambasıyla aydınlatma yapmak olacak iş değil.
Günümüzde para harcayan, alışveriş yapan turist daha çok batılı, varlıklı ailelerden çıkıyor. Bu kesimin tütün dumanına tahammülü yok.
Varlıklı, para harcayan turiste Türkiye’de zaten az rastlanıyor. Kapalıçarşı’yı nargilecilerle donatacak olursanız turistin para harcayan kesimini Kapalıçarşı’dan hepten kaçırtırsınız. Elinizde kala kala sigara bağımlısı kalitesiz, çulsuz turistler kalır.
Kredi kartımı Gima da kopyalayamamalı
Geçen hafta kredi kartı sahipleri, Gima’nın bilgisayar sisteminin haklanmasıyla tedirgin oldular.
Bilgisayar fareleri, Gima’nın sistemine sızmayı başararak binlerce kişinin kredi kartı bilgisini kopyalamışlardı.
Gima yönetimi, daha güvenli bir sisteme geçtiklerini duyurarak, müşterilerine garanti verdi. İyi de bu hiç yeterli değil.
Çünkü aslına bakılırsa Gima’nın yaptığının da bilgisayar farelerinin yaptığından sadece çok küçük bir farkı var.
Bilgisayar fareleri ne yapmış? Binlerce kişinin kredi kartı bilgisini kopyalamış.
Peki bu bilgileri nereden kopyalamış? Gima’nın kendi müşterilerinin kredi kartı bilgilerini kopyaladığı sistemden... Yani Gima da izinsiz ve yetkisiz kart bilgisi kopyalamış.
Peki ikisinin arasındaki fark nedir? Bilgisayar farelerinin kopyaladıkları kart bilgilerini kötüye kullanması.
Peki bir müşteri olarak Gima’nın haberim ve iznim olmadan kopyaladığı kredi kartı bilgilerimi kötüye kullanmayacağının garantisini bana kim verecek?
İşyerlerinin kredi kartı bilgilerini kendi sistemlerine kopyalamasını düzenleyecek ve ancak izni alınan müşterilerin kart bilgilerini sistemlerinde tutmasına izin verecek bir yasal düzenlemeye acilen ihtiyaç var.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2006
Anlaşıldı, herkesin hakkında methiye düzme yarışına girdiği Kanyon’un olumsuz yanlarını yazmakta iş yine başa düştü... Kanyon Türkiye’nin en lüks, en modern alışveriş merkezi, hakkını vermek gerek. Ama bu modern görüntü ince bir yaldızdan ibaret. Batılı yaldızı kazıdıkça altından şark sırıtıyor.
Bir kere alelacele açıldığı çok belli. Sıvalar yalapşap yapılmış, boyalar üstünkörü sürülmüş. Sıva ve boyalar taşmış, kaplamalar üzerindeki kirlerin silinmesine bile gerek görülmemiş. Şık giyimli ziyaretçiler arasında lekeli tulumlarıyla çalışmaya devam eden boyacılara rastlanıyor. En üst katında yetiştiremediği dekorasyon çalışmalarını, önünden geçenleri Bally’ci yapacak kadar saygısızca yürüten bir mağaza bile var.
Üstelik Kanyon toplumun en üst tabakasına hitap etme iddiasında. Dünyanın medeni her köşesinde değil lüks tüketim meraklıları, ucuzluk avcılarının karşısına bile inşası bitmemiş bir binayla çıkmak müşteriyi adam yerine koymamak anlamına gelir.
Gerçi Türkiye’de bu tür saygısızlıkları takan yok herhalde. O kadar övgü yazısı içinde Kanyon’un bu sakil yüzüne değinenine rastlamadım. Ziyaretçilerden hiçbirinin de bu görüntü kirliliğinden şikayetçi bir haline tanık olmadım. Eczacıbaşı da herhalde Türk sosyetesine bu kadarı yeter, daha ince düşünmeye gerek yok dedi ve bitmemiş bir merkezi hizmete açmakta sakınca görmedi.
Kanyon’un koridorları darcana. Küçükken babamla birlikte İstiklal Caddesi’nde yürüyüşlerimizden aklımda kalan tek şey iki adımda bir yediğim omuz darbeleridir. Kanyon’un dar koridorlarında yürürken aradan geçen zamanda sokakta yürümeyi hálá öğrenemediğimize bir kez daha tanık oldum. İnsanlar gaz molekülleri gibi dolaşıyorlardı.
Yürümüyor, dolaşıyorlardı. Alışveriş etmeye gelmemiş, gezmeye gelmişlerdi. Gaz molekülleri birbirlerine çarpıyor, vitrinlerin önüne gelip yön değiştiriyor, oradan oraya savruluyor ama her nedense sanki sadece az sayıda insanın geçmesine izin veren görünmez bir engel varmış gibi mağazaların kapısından içeri adım atmıyorlardı.
Böyle giderse Kanyon’daki lüks mağazaların çoğunun fazla dayanamayacağını düşünüyorum. Kanyon’un bugünkü haliyle ayakta kalabilmesi için Akmerkez müdavimi Ruslar’ı ve zengin turistleri kendine çekmesi şart.
Son eleştirim de otoparka. Kanyon’un kapalı otoparkında çok önemli bir mimari hataya düşülmüş. Trafik düzeni ve giriş çıkış yolları park yeri arayanlarla, garajdan çıkmak isteyenleri aynı yol üzerinde buluşturarak, birbirlerini engellemelerine yol açıyor. Kanyon’a geliş gidişi işkenceye çeviren bu hatalı düzenlemeye acilen bir çare bulunması gerekiyor.
Kanyon belki evrim geçirip yeme-içme merkezi olabilir
Kanyon’un en güzel yanı restoranları. Lüks butikler iş yapamayıp, birer birer kapanırsa, Kanyon İstanbul’un yeme-içme merkezi olma yönünde evrim geçirebilir.
Kanyon’daki dükkanların en kárlılarından birinin H?agen-Dazs dondurmacısı olacağını tahmin ediyorum.
Dünyanın en iyi iki dondurmacı zincirinden biri olan H?agen-Dazs (diğeri Ben&Jerry’s), henüz açılmamış mağazasının önüne koyduğu buzdolabından bile hayli iyi satış yapıyordu.
10 Haziran’da açılacak dondurmacıya mutlaka uğramanızı öneriririm. Wagamama’yla ilgili taa iki ay öncesinden yaptığım öngörümün isabet oranı, H?agen-Dazs tavsiyemin teminatıdır.
Wagamama’nın açılacağını ilk müjdeleyen olmuş ve açılmadan övmüştüm. Ailemle gittiğimizde kapıdaki kuyruk yüzünden giremedik. Bu sefer yağma yok.
H?agen-Dazs yöneticilerinden kuyrukta öncelik kartı rica ediyorum. Hem kendime, hem ellerinde bu yazımla gelecek okurlarıma...
Ermenistan’a oy veren Türkler
Erovizyon’dan aylar önce Ermenistan’ın, Arap ezgileri taşıyan şarkıları sayesinde, Arap ezgilerini Türk müziği sanan Türklerden bolca oy toplayacağını yazmıştım. Sonuç beklediğim gibi oldu. Ermenistan Türkiye’deki seyircilerden en yüksek ikinci puanı aldı. Okurlardan gelen mesajların bir kısmı, tahminimin doğru çıktığını ama nedeninin farklı olduğunu iddia ediyordu.
Onlara göre Ermenistan oyları Türkler’den değil Türkiye’de yaşayan Ermeniler’den almıştı. İyi de Türkiye’de yaşayan Ermeni ırkından gelen vatandaşlarımızın hepsi Türk. Türkiye’de Türk olmayan Ermeni yok ki...
Kaldı ki tüm Türk Ermeniler oy vermiş olsa bile Ermenistan’ın Türkiye’den en yüksek ikinci oyu alabilmesi için diğer Türklerin çok düşük oranda oy kullanmış olması gerekir. Erovizyon’la ilgili her yazımın ardından gelen mesajların sayısı ise, böyle bir ilgi eksikliğinin olanaksız olduğunu gösteriyor.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2006
Geçen hafta gurme şöleni havasında geçti. Biri akşam yemeği, diğeri kahvaltı iki gurme davetine katıldım. Her iki davet de, Şef Vedat Başaran’ın Türk Mutfağı bilgeliği sayesinde, İstanbul’un gurme merkezi olarak anılmaya başlayan Ortaköy Feriye restoranda verildi.
Akşam yemeğinin davet sahibi Keskinoğlu ailesiydi. Davetin amacı Keskinoğlu’nun iddialı yeni ürünü Keyf-i Lezzet piliçlerinin, damak keyfi yazarlarına tanıtımıydı.
Keskinoğlu’yla ilk kez yılbaşında karşılaştım. Şık şişesine kapılıp alınca İtalyan’ların en nefis zeytinyağı markalarına taş çıkartacak, taş baskı bir zeytinyağıyla tanışmıştım.
Merak edip Keskinoğlu markasını İnternet’ten araştırınca markaya ve bu markaya isimlerini veren aileye saygım katlanarak artmıştı.
Keskinoğlu’nun kurucusu İsmail Keskinoğlu Türkiye’ye Yunanistan’dan göçmüş. 43 yıl önce kurduğu şirketi, oğulları ve torunları soyadlarına yakışır bir şekilde devam ettirmişler. İsmail Keskinoğlu’nun adını, doğduğu Ravika Köyü’nün birebir kopyasını Manisa’da inşa ettirerek yaşatıyorlar.
Geçmişlerine, atalarına ve soyadlarına önem vermek dünyada bir eser bırakmaya meraklı batı kültürünün önemli bir özelliğidir. Bizim gibi bu dünyadaki günlerini, öteki dünyadaki yaşamını satın almak üzere geçirenlerde pek gözükmez. Atatürk sayesinde en azından soyadlarımız var, ona da şükür...
Soyadlarını el üstünde tutan ailelere, bu nedenle büyük bir saygı ve güven duyarım. Soyadlarına verdikleri önem, güvenilirliklerinin teminatıdır. Keskinoğlu ürünlerine duyduğum güvenin nedeni de, aile hakkında öğrendiklerim oldu.
Kuş gribi krizi patladığında tavuk yemeyi hiç kesmedim. Ama bebeğimize yumurta yedirmeye çekindik doğrusu. İyi pişirilmiş yumurtadan endişelenmek için mantıklı tek bir neden olmadığını görünce de yedirmeye başladık. Hangi markaya güvendiğimizi söylememe ise bilmem gerek kaldı mı?
Neo Vinci Şifresi notu: Cuma günü yazdığım (tinyurl.com/ptc8c) komplo teorili sosyetik dedikoduda geçen isimler merak yaratmış. Gerçeklerini yazmam için aşırı talep var. gazetegazete.com’da "Siyaset bilimci Atakan’ın yazısı aslında sembolik bir siyasi analiz yazısıydı", iddiasında bulunuldu (tinyurl.com/r74zu). "Yorum yok", diyerek yalanlayayım...
İstanbul’da da alem organik olmuş
Son New York seyahatimdeki gözlemimi "New York’ta alem organik olmuş" başlıklı bir yazıyla aktarmış, yazıyı organik ürün merakını yakında İstanbul’da da görürüz, diye bitirmiştim.
City Farm’ın Ortaköy Feriye’de damak keyfi yazarlarına verdiği kahvaltı davetinde, tamamen organik ürünlerin sunulduğu sofranın, en mükellef padişah sofralarını aratmayacak zenginlikte olması, organik ürün meraklılarının artık İstanbul’da da tatmin olabileceklerinin kanıtıydı.
Sadece peynirde 600 çeşit sunmakla övünen New York’un ünlü şarküterisi Zabar’s’ı yakalayabilmek için belki önümüzde daha çok yol var ama City Farm’ın ulaştığı toplam 600 çeşitlik ürün yelpazesi de yabana atılacak gibi değil.
İstanbul’daki yedi City Farm mağazasında satılan 600 ürün içinde organik olanların sayısı bir hayli yüksek. Olmayanları da yüzde yüz doğal üretilmiş gıdalardan oluşuyor. Ama en önemlisi, organik olsun olmasın, City Farm’da satılan her ürünün gurmelerin ağzına layık, benzersiz bir lezzete sahip olması.
Organik zeytin, organik bal, organik ekmek, organik kuru kayısı ve Kars gravyerine özellikle dikkat. Bağımlılık yaratabilirler...
Fıstık gibi piliç
Tavuk bizim nesil için lükstü. Dana ve kuzu etinden daha pahalıydı. Çocukluğumla ilgili anılarımda üşütüp yatağa düştüğümde, mutfakta hep bir tavuk kaynadığını hatırlarım. Hafif ama lezzetli ve besleyici bir et olduğundan, pahalı olmasına aldırılmaz, tencereye koca bir tavuk kondurulurdu.
Sonra entegre tesisler çıktı, tavuk ucuzladı ama lezzeti de düştü. Nedendir bilinmez köy tavuğu diye satılan tavukların da eti beş para etmez oldu. Kuş gribi krizi sırasında entegre tessislerin sağlık açısından önemini iyice kavradık. Ne yapalım dedik kendi kendimize, sağlık ve ekonomi uğruna lezzetten feragat etmemiz gerekiyormuş.
Keskinoğlu’nun yeni ürünü Keyf-i Lezzet piliçlerinden yapılan yemekleri tadarken, sağlık ve fiyat uğruna lezzetten vazgeçmek gerektiğini düşünmenin ne kadar boş bir inanç olduğunu anladım.
Keyf-i Lezzet piliçler Hubbard Isa Red Ja ırkından. Yavaş büyüyor ve 80 günlükken kesiliyorlar. Lezzetlerinin sırrı da, yavaş büyüme sonucunda yağın ette daha homojen dağılmış olmasında.
Keyf-i Lezzet diğer piliçlerden yüzde 30 daha pahalı. Ama yaşınız 35’in üzerindeyse eski lezzetleri hatırlamak, altındaysa da gerçek tavuk lezzeti neymiş görmek için bu farka değecektir.
Bu arada Ömür’ün yeni Çiftlik Pilici’ni de deneyin derim. 64 günlükken kesilen bu piliç türü de, leziz nostaljik tatlar barındırıyor. Her iki piliçle de henüz yeterince yemek deneyi yapamadım. Ama ilk izlenimlerime dayanarak Keskinoğlu’nunki özellikle fırın ve ızgara, Ömür’ünkinin ise soslu tavuk yemeklerinde daha iyi sonuç verdiğini söyleyebilirim
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2006
Java zaten her yerdeydi...<br><br>Bilgisayarlarda, otomobillerde, televizyonlarda, video sistemlerinde, dijital fotoğraf makinelerinde, cep telefonlarında, aklınıza gelebilecek her türlü elektronik alette Sun’ın Java teknolojisiyle çalışan ve işimizi gören işlemler gerçekleşiyordu. Hatta Nasa’nın Mars aracında bile... O yüzden bu seneki JavaOne Konferansı’na katılmak üzere San Fransisko’ya doğru uçarken, bunun daha ötesinde ne gösterecekler ki diye düşündüğümü itiraf etmeliyim.
JavaOne konferanslarına 1995’teki ilkinden bu yana biri hariç her yıl katıldım. İlk iki yılın ortak özelliği Java’ya inanan küçük bir kitlenin gösterdiği inançlı heyecandı. Ardından çok hızlı büyüyen bir kitle olmanın getirdiği gururlu sevinç geldi. Java’nın özellikle cep telefonlarında kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte, son altı yılın ortak özelliği ise Java’nın her yere girmiş olma zaferinin kutlanmasıydı.
Bu yılın da öyle geçeceğini, Java’nın birkaç ufak tefek yere daha burnunu sokmuş olmasıyla övünüleceğini sanmanın ve uçuş sersemliğinin verdiği mağmurluktan, Jonathan Schwartz’ın sözleriyle bir anda sıyrıldım. Daha bir ay önce Sun’ın İcra Başkanı olan Schwartz, 15 bin kişilik Java geliştiricileri seyircisinin önünde Java’nın açık kaynak olacağını müjdeliyordu.
Bunun anlamını, sokaktaki kullanıcılara artık Java’yla daha fazla karşılaşacaksınız diye tercüme edebilirim. Daha fazla ama daha açık, sütlü ve hafif, hatta belki kafeinsiz olarak...
Gerçi sıradan kullanıcılar Java ile yazılmış uygulamaları zaten kolayca ve sorunsuz kullanıyorlardı. Cep telefonlarında Java ile yazılmış oyunları oynuyor, İnternet’te gezerken Java ile yapılmış servislerden yararlanıyorlardı.
Peki Java’nın açık kaynak olması ne fark getirecek?
San Fransisko’da akşam yemeğinde farklı ülkelerden bir grup gazeteciyle bunu tartışıyorduk. Çoğu Java’nın açık kaynağa geçmesinin Sun’ın Java’nın getirdiği lisans gelirinden vazgeçtiği anlamına geldiğinde hemfikir olması karşısında hayrete düştüm.
Çünkü bu doğru değil. Açık kaynak lisanslamaya geçmek ücretsiz lisanslama anlamına gelmiyor. Sadece Java ile yazılım geliştirenleri daha özgür bırakan bir adım bu.
Bundan böyle Java’nın daha hızlı gelişeceği ve yaygınlaşacağı anlamına geliyor. Sun’ın şirket olarak bundan etkileniş şekli ise komünist bir rejimden kurtulup liberal ekonomiye geçen, eğitim sistemi gelişkin bir ülkeye benzeyecek. Java’nın daha hızlı yaygınlaşması daha fazla lisans geliri ve ek olarak daha fazla servis gelirinin şirkete akmasını sağlayacak.
Biz kullanıcılara yansıması ise daha hızlı, daha kolay kullanımlı, daha fazla sayıda Java uygulaması aracılığıyla hayatımıza gelecek kolaylıklar olacak.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2006
Sosyete bir süredir komplo teorilerini aratmayan, derin ilişkilerle örülü bir aşk dramı dedikodusuyla çalkalanıyor. Dedikodu yazmak hiç adetim değildir ama bunu yazmazsam çatlarım. Ne de olsa sosyete dedikodusu. Gerçek isimleri vermek yakışık almaz. Diyelim birinin adı Cumhur, diğerininki Nur...
Nur’la Cumhur dört yıldır evli.
İlişki üçlü olmadıkça sosyete dedikodusunun tadı çıkmaz. Üçüncünün de adı Deniz diyelim...
Dost meclisinde ikisi yalnız kaldıkları bir sırada Deniz, Nur’a abayı yakıyor. Nur, Deniz’e önce ilgiliymiş gibi davranıyor ama sonra fazla yüz vermiyor.
Derken bir gün Deniz’in kulağına Nur’un gizli bir sevgilisi olduğu fısıldanıyor. Üstelik bu gizli sevgili Deniz’in eski arkadaşı. Onun da adı Mehmet olsun... Deniz Mehmet’i arıyor, Mehmet inkar ediyor ama konuşmaları biraz da şüphe çekici.
Bir gün Deniz’in cep telefonuna Mehmet’ten bir mesaj geliyor. Daha önce itiraf edemediğini ama Nur’la ilişkisinin doğru olduğunu yazıyor ve zaten o anda Nur’un evinde olduğunu da ekliyor. Deniz evliliği yıkmak umuduyla Cumhur’u arıyor ve eşi Nur’un onu Mehmet’le aldattığını söylüyor.
Cumhur bir koşu eve gidiyor ve Nur’la Mehmet’i aynı yatakta yakalıyor. Çekip Mehmet’i vuruyor.
Nur, Mehmet’in kendisine tecavüz ettiğini iddia ediyor. Önce kimse inanmıyor, mahalleli Nur’u taşlamaya kalkıyor.
Ama sonra Mehmet’in Deniz’in eski arkadaşı olduğu ortaya çıkıyor. Lise yıllarında Mehmet’le sınıf arkadaşlarına ortak komplolar filan kurarlarmış. Çete gibiymişler. Mehmet’in cebinden bir de çek çıkıyor. Deniz tarafından imzalanmış. Cep telefonu kayıtlarından son günlerde birkaç kez görüştükleri de belirleniyor.
Mahalleli daha geçen gün taşlamaya kalktığı Nur’a acımaya başlıyor. Cumhur, Deniz’in ihbarının kusursuz zamanlamasından zaten şüphelendiğini söylüyor. Herkes, Deniz’in Nur’a abayı yakmış olduğuna, aşkına karşılık alamayınca da eski lise çetesi arkadaşı Mehmet’le kafa kafaya verip bir plan kurduklarına inanıyor. Plana göre Mehmet, Nur’un evine girip tecavüz edecek, Deniz de bu sırada eşinin onu aldattığını ihbar edecek, eve koşan Cumhur, Nur’u Mehmet’le birlikte yakalayacak. Evet diyor herkes, bu kuşkusuz bir komplo...
Tek kuşkulu ayrıntı Mehmet’in eve nasıl girdiğinde. Cumhur, Nur’u kapıyı yabancılara açmaması ve içeriden mutlaka sürgülemesi için son günlerde sıkı sıkı tembihlemiş.
Evet gerçekten de bir komplo var. Hem de ne komplo... İşin aslı şu ki, Mehmet’i baştan çıkartıp evine alan Nur’un kendisi. Daha önce zaten Deniz’in kulağına Mehmet’le ilişkisi olduğu dedikosunu da o fısıldatmış. Mehmet evdeyken bir fırsatını bulup cep telefonundan Deniz’e mesaj çeken de Nur. Meğer Cumhur’la evliliği zaten hesap evliliğiymiş. Gönlü aslında çocukluk aşkı Adem’deymiş. Evlendikten sonra Cumhur’un tüm malını mülkünü üstüne geçirtmeyi başarmış. Cumhur’u hapse yollatıp boşanacak, Cumhur’dan aldığı malı mülküyle birlikte Adem’e varacakmış.
Hadi şimdi çıkın işin içinden bakalım. İş komplo teorileriyle uğraşmaksa, komplo teorisi komplo teorisinden üstündür.
Ne o? Yoksa siz, göründüğü gibi olmayan her şeyin sanıldığı gibi olduğuna mı inananlardandınız?
Yabancıyı aratmayan yerli kırmızılar
AKP destekli yabancı şarap saldırısı karşısında özellikle sofra şarabı ve orta kalite şarap seçerken Türk markalarını seçiyorum. Kalite-fiyat dengesi en iyi şaraplar da yerliler arasından çıkıyor zaten.
Günümüz koşullarında biraz da sihirbazlık gerektiren bu işi başaran Türk şarap markalarının olması sayesinde, Türk şarapçılığını bütçeden ve kaliteden ödün vermeden desteklemek mümkün...
Örneğin Sevilen’in Majestik 2005’i... Şiraz ve Kalecik Karası’nın başarılı bir kupajından elde edilen Majestik 2005, 12 YTL’lik fiyatıyla sofra şarabındaki en büyük favorim. Kavaklıdere’nin Angora’sı ve Pamukkale’nin Anfora Trio’su da bu kategoride yabancı muadillerine fark atacak şaraplar.
Sofra şarabının biraz üstündeki kalitede ise Pamukkale’nin Anfora Shiraz’ını, Avustralya hariç hiçbir ülkenin Şiraz’ına değişmem. Hele 16-17 YTL’lik etiket fiyatıyla, Avustralya’dan bile zor rakip çıkar... Doluca’nın DLC serisi de (özellikle de yeni çıkan Boğazkere’si) bu sınıfın iyilerinden.
Restoranda hiç çekinmeden sipariş edebileceğiniz ve benzer fiyattaki rakiplerine taş çıkartacağından emin olabileceğiniz Türk şarapları ise Doluca’nın Karma serisi (özellikle Merlot-Boğazkere kupajı), Şato Kalecik’in Fransız Kupajı, Kavaklıdere’nin Selection’ları ve Boğazkere’si, Sarafin’in Cabernet Sauvignon’u...
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2006
Üç yıl önce New York’ta gezerken, kaldırımlara yeni dikilmiş ağaçlar ve her birinin önüne yerleştirilen plakalara takılmıştı gözüm. Her plakada, teröristlerin yolcu uçaklarıyla vurduğu İkiz Kuleler’de ölen kurbanlardan birinin ismi yazılıydı.
Sonradan araştırıp öğrendim ki, 9-11 terörist saldırısında ölen 2.792 kişinin her biri için bir ağaç dikilmiş New York kaldırımlarına. Ağaçlardan beşi İkiz Kuleler’in yıkıntıları arasında ayakta kalmayı başarabilen ağaçlarmış. Her ağaca kurbanlardan birinin adı verilmiş.
Öteden beri, ABD’yi dünyanın süper gücü yapan kültürel değerlerin en önemlilerinden birinin insanların anısını yaşatmaya verdikleri toplumsal önem olduğunu düşünürüm...
Derneklerin, kulüplerin, şirketlerin kurucuları, eski başkanları, eski yöneticileri asla unutulmaz ABD’de. Çeşitli vesilelerle anılır, onurlandırılırlar. İsimleri plaketlere yazılıp kapılara asılır, salonlara adları verilir, anılarına günler düzenlenir...
Yıllar önce Şikago’da otel olarak kullanılan bir gökdelenin çok yüksek tavanlı lobisini süsleyen granit duvarın üzerindeki yazıları okuduğumda, insanların anısına olan saygının boyutu karşısında iyice hayrete düşmüştüm. Granit duvarın üzerinde, gökdelenin inşasında çalışan yüzlerce kişinin ismi kazınmıştı. Mimarlardan mühendislere, ustabaşlarından işçilere kadar emeği geçen herkesin...
ABD’de insan anısına saygı, ulusal felaketlerin ardından doruğuna vurur. Felaket kurbanlarının isimlerinin yaşatılabilmesi için hiçbir şey esirgenmez. Hollywood bile bu göreve soyunur...
Biz ise felaketleri en kısa sürede unutmaya çalışmaya meyilliyizdir. Felaketin acılarını unutabilmek bilinçaltımıza gömdüğümüz seçimlerin arasında, kurbanları anmamak da vardır ne yazık ki...
Ertuğrul Özkök, Danıştay üyelerine yapılan silahlı saldırıyı "Rejimin 11 Eylül’ü" diye tanımlayarak, muhteşem bir tespitte bulundu geçenlerdeki yazısında.
Aklını deli saçması komplo teorileriyle yiyenler farklı farklı anlamlar çıkartmaya kalkıştılar bu yazıdan ama yazının özü şu üç cümledeydi; "Bu hepimize karşı yapılmış bir saldırıdır. Hepimizin bundan çıkarması gereken dersler var. Bu ülkede din üzerinden siyaset yapmak çok, ama çok tehlikelidir "...
Türkiye Cumhuriyeti rejiminin 11 Eylül’ü de tıpkı ABD’nin 11 Eylül’ü gibi unutulmayacak, dersler alınacak bir felaket olarak anılmalı.
Mustafa Yücel Özbilgin’in anısı, adına dikilecek bir anıtla yaşatılmalı. Bu anıt türbanlısı türbansızı, her türlü inançtan insanı ziyaretçisi olarak buluşturmayı amaçlamalı. Tıpkı siyahı, beyazı her ırktan ABD’liyi buluşturan Martin Luther King anıtı gibi.
Ermenistan’a Türklerden oy yağacağı belliydi
Eurovision şarkı yarışmasında Türkiye’nin Ermenistan’a 10 puan vermesi neden bu kadar ilginç bulundu, anlayamadım. Taa iki ay önce böyle olacağını yazmıştım (Bkn.: tinyurl.com/lfsbr).
24 Mart tarihli yazımda Ermenistan, "asıl sürprizi, şarkılarındaki Arap ezgileri sayesinde Türkiye’den ve yurtdışında yaşayan Türkler’den gelecek oyların çokluğu karşısında yaşayacaklar", demiştim.
Aynen öyle oldu. Ermenistan kötü şarkısıyla Türkiye’den 10 puan almakla kalmadı, Türklerin yoğun olarak yaşadığı hiçbir ülkeden puansız kalmadı. Belçika’dan 12, Fransa ve Hollanda’dan 10, Bulgaristan’dan 8, Almanya’dan 3 puan aldı. Türkiye’ye yüksek puan veren ülkeler de aynılarıydı.
Ermenistan diğer oyları da ya coğrafi komşularından ya da kulakları Arap ezgilerine aşina olan Yunanistan (10), İsrail (8), İspanya (8) ve Kıbrıs (7) gibi Akdeniz ülkelerinden aldı.
Bu arada gelmiş geçmiş Eurovision tarihinde, Türkiye’yi temsil eden en iyi şarkıya ise gerçekten yazık oldu. Sibel Tüzün nefis performansına ve dandik yarışma Eurovision’a yakışmayacak kadar iyi şarkısına rağmen ortalarda bir derece elde etti.
Yazının Devamını Oku