Yurtsan Atakan

Dekan rezil dolandırıcı vezir

2 Ağustos 2006
El insaf! Dolandırılan dekan rezil, dolandıran kadın kahraman ilan edildi. Kadın-erkek ilişkisi konusunda erkek düşmanı pop feminist söylemine ve terörüne boyun eğmiş medyamız bunu hep yapıyor.

Ne zaman bir ilişki skandalı patlasa hep kadının yanında saf tutuluyor. Kadın yasal bir suç işlemiş bile olsa, mağdur olan erkek suçlu ilan ediliyor.

Ünlü bir erkek tiyatro oyuncusuna video kasetle şantaj yapıldığında da böyle olmuştu. Şantaj yapan kadın gözlerden gizlenmiş, şantaj mağduru erkek yerden yere vurulmuştu.

Pop feminist medya şimdi de dolandırılan dekanı infaz ediyor.

Bir dekan İnternet’te sohbet ettiği bir kadına nasıl kanarmış? Yüzünü bile görmediği bir kadına nasıl aşık olurmuş?

Helal olsun kadına, koca dekanı kandırıp parasını almayı başarmış demeye getirecek kadar düzeysiz yazarlar bile çıktı.

Bunlar gerçekten feminist olsa, sadece yazışarak tanıştığı birine evlenme teklif edecek kadar aşık olan birini romantizm prensi ilan etmeleri gerekirdi.

Dekan, romantik prens unvanını hak ediyor.

Bir kere çok yakışıklı. Çoğu kadının kalbini ilk bakışta çarptıracak kadar düzgün bir fiziğe, etkileyici bir yüze, karizmatik bir duruşa sahip. Üstelik şık da...

53 yaşında ve 13 yıl önce boşanmış.

40 yaşından beri bekar.

Bir erkeğin mesleğinde en verimli yıllarını bekar geçirmek zorunda kalmış.

Eviyle işi arasında mekik dokurken, eş bulma şansı işyeriyle kısıtlı kalmış.

Daha da kötüsü, taşrada yaşayan bu erkeğin mesleği üniversite hocalığı.

Taşradaki bir üniversitede her gün karşılaştığı yüzlerce öğrenciden biriyle yakınlık kuracak olsa yandı.

Dekanımız, yakışıklı profesörü ayartmaya çalışan onlarca güzel kız öğrencinin yılışık kurlarına da yüz vermemek zorunda.

İyi ki İnternet var.

Yakışıklı ama çaresiz profesörün, İnternet sohbetinin sağladığı mahremiyete sığınması çok doğal.

Burada karşısına çıkan, kurnaz dişinin ağına düşmesi, kanserim yardım et yakarışlarına kayıtsız kalmaması da kalbinin temizliğinin kanıtı.

Ama kurnaz dişi dolandırıcının kurnaz medya müttefiklerine göre bütün suç yakışıklı, eğitimli, duygusal, yardımsever, altın kalpli romantik prenste.

İyi de kardeşim, Nasreddin Hoca’nın haykırdığı gibi hırsızın hiç mi suçu yok?

Şarapla puro meselesi

"Ha şarapla puro ha pastırmalı baklava" başlıklı yazıma purosever okurlardan itiraz geldi.

Puroyla şarap içilir, diyorlar.

İçilir tabii ki. Puroyla şarap içilmez demedim zaten.

Şarapla puro içilmez, dedim.

Tıpkı rakı sofrasında balık yenilebileceği ama balık sofrasında rakı içilemeyeceği gibi.

Ya da uyku hapı içerek intihar etmek isteyen birinin son dakikalarını daha keyfili yaşamak için hapları şarapla yutabileceği ama keyif için şarap içen birinin uyku hapı içmeyeceği gibi...

Bir okurum da doktorlarının arada sırada içilen puronun sağlığa zararlı olmadığını söylediğini iddia etmiş.

Türkiye’de bu denli cahil doktorlar var mı gerçekten?

En iyi Türk yemeği restoranının iki yanlışı

Geçenlerde yazdığım Feriye methiyesinin ardından, en iyi Türk yemeği restoranı olan bu restoranın iki küçük olumsuz uygulamasına tanık oldum.

Pazar günü eşim ve bebeğimizle öğlen yemeği için Feriye’ye gidelim dedik.

Türkiye’deki restoranlarda nadir rastladığımız bir şey olduğu için, bebek sandalyesi olup olmadığını önceden telefon edip sorduk. İyi ki sormuşuz.

Akşam çocuk kabul etmiyorlarmış. Olabilir... Öğlen yemeğine kabul ediyorlarmış ama bebek sandalyeleri yokmuş. Olmaz...

Geçen gün de öğlen yemeğine gittim. Kuzu sırtını az pişmiş istememe rağmen çok pişmişe yakın geldi. Türkiye’de az pişmiş et yemek neredeyse olanaksız.

Şefler az pişmiş isteyip, kanlı eti görünce geri gönderen müşterilerden bıkmış olacaklar ki, az pişmiş de isteseniz çok pişmişe yakın pişiriyorlar eti.

Yemek kültürü olmayan müşteriyi memnun etmek için ne istediğini bilen müşteriyi cezalandırmak iyi restoranlara yakışmayan bir tavır.

Feriye, Divan, Lacivert, Borsa, Niş, Ulus 29, hatta Sunset’te bile tanık olduğum bu yanlış uygulamadan bir an önce vazgeçilmesi gerek.
Yazının Devamını Oku

Ha şarapla puro ha pastırmalı baklava

28 Temmuz 2006
Radikal’in haberine göre İpek Tuzcuoğlu puro içmesine rağmen sigarayı bıraktığını iddia ediyormuş. Türkiye’nin en iyi içki kültürü dergisi Gusto, temmuz sayısının kapağını Davidoff purolarına ayırmış.

Mutfak aletleri markası Gaggenau, şarap meraklıları için ürettiği özel kav dolabına puro nemlendirici bölüm eklemekle övünüyormuş.

İpek Tuzcuoğlu’nunki züğürt tesellisi, Gusto’nunki gaflet, Gaggenau’nunki görgüsüzlük.

Ve üçü de yeni bir akımın sonucu.

Bu yeni akıma göre puro içmek gastronomik bir zevk.

Akımı pompalayanlar ise herkesin tahmin edebileceği gibi tütün tacirleri.

Amaçları yaşam tarzı sembolü olmaktan çıkıp, ilkelliği ve iradesizliği simgelemeye başlayan sigaranın eski koltuğuna puroyu konuşlandırmak.

Bunun için de puroyu sanki sigaraya göre daha zararsızmış gibi tanıtıyorlar.

Piyasaya sürdükleri vanilya kokulu üçüncü sınıf purolarla, sigarayı bırakmaya çalışanları şekerle çocuk tavlar gibi baştan çıkartıyorlar.

İpek Tuzcuoğlu gibileri bu yeni ideolojinin kurbanı. Tütün tacirlerinin zokasını öyle bir yutmuş ki, "Bence dozunu ayarlarsanız zararlı diye bir şey yok" gibi cahilce yumurtlamalarda bile bulunabiliyor.

En beğendiğim Türk dergisi olan Gusto’nun puroyu kapak yapmasına ise inanamıyorum. Bir anlık gafletin sonucu herhalde. (İçki kültürünün piri Mehmet Yalçın’dan ricacıyım, tütünü yayın yönetmenliğini yaptığı Gusto’dan uzak tutsun lütfen.)

Puro ile içki kültürünü bir araya getirmek, spor kültürü ile küfürü bir araya getirmek gibi bir şey.

Sırf birileri bir arada yapıyor diye ne küfür spor kültürünün bir parçası olur, ne de sigara ve puro içmek içki kültürünün...

Kaldı ki, küfürün sportmenliği öldürdüğü gibi tütün de damak zevkinin en büyük düşmanı.

Puro içen birinin yudumladığı içkinin tadına varması olanaksız. Nikotin ve katran dildeki tat alma memeciklerini hissizleştirir.

Sigara ya da puro içen biri tat alma becerisi sakatlanmış biridir. Ne yediğini anlar, ne içtiğini.

Siz bakmayın bizdeki ünlü restorancıklara ve şef geçinen aşçıbaşlarına. Dünyanın en iyi şefleri restoranlarında puro içilmesine izin vermezler.

Puro içip kendi tat alma becerilerini törpüleyen damak zevki yoksunlarının, başkalarının da zevkine tecavüz etmelerine müsade etmezler.

İyi bir restoranda puro içmenin sanat müzesindeki heykele tükürmekten farkı yok. Şefe ve eseri yemeğine hakaret...

Gaggenau’nun puro nemlendiricili şarap kavı dolabı da, avam zevkleri tavlamayı amaçlayan tütün tacirlerinin çabalarının boşa gitmediğinin abidesi olmaya aday bir ürün.

Sırf 1,500 dolar diye açtırdığı şarabı, puronun ağzında bıraktığı acılığı yıkamak için kullananlara hitap ediyor.

Lingo lingo Fatih Erkoç

Kaliteye yüz verilmeyen, vasatın bile demode olduğu, varsa yoksa avamın prim yaptığı garip bir dönemden geçiyoruz.

Oracle’ın Sait Halim Paşa Yalısı’nda verdiği iş ortakları yemeğinde sahnede Fatih Erkoç vardı.

Fatih Erkoç Türkiye’nin en iyi caz yorumcularındandır. Sahnede daha da devleşir. Seyirciyi büyük bir doğallıkla avucunun içine alır.

Cazla arası olmayan seyircileri bile etkiler.

Oracle’ın davetinde de nefis caz parçalarıyla sıkı bir giriş yaptı.

Caz ziyafeti ne yazık ki kısa sürdü. Nasıl oldu anlamadım cazdan göbek havalarına geçti.

"My Way"le başlayan konser "Lingo lingo şişeler"le devam etti.

Seyircinin isteği ya da beklentisinden değil, Oracle’ın davetlileri cazdan çok hoşnut bir kitleydi.

Absürd geçişin nedeni Fatih Erkoç’un ayakta kalabilmek için bu tür davetlerde takınmak zorunda kaldığı tavrın yarattığı alışkanlıktı.

Avamın iktidarı Fatih Erkoç gibi bir sanatçıyı buna zorluyorsa, işimiz zor.

Çarkı durdurup geri çevirmek gerekiyor ama o gücü bulacağımızdan çok şüphem var.

Sınavzedeyim Hakim Bey

Üniversiteye giremeyenlerin kendilerini sınavzede ilan edip ÖSS’yi suçlamasının anlamsızlığını yazmıştım.

Sonuçta herkesin üniversite okuyacak hali yoktu. Adayların bir kısmının elenmesi gerekiyordu ve ÖSS de bu eleme işini olabildiğince eşitlikçi ve adil bir biçimde yapıyordu. Mevcut eğitim sistemi içinde pratik bir alternatifi de maalesef yoktu.

Kendini sınavzede görmekte kararlı pek çok okurdan mesajlar geldi. Çoğu birbirine benzediği için örnek olarak birini hiç düzeltmeden, biraz kısaltarak veriyorum:

"bütün yıl çok çalıştım ama yinede kazanamadım öss’yi. sizin zannettiğiniz gibi her devlet okulu ii eğitim vermiyor.1.5 milyardan fazla öğrenci girdi bu sınava ve 108 bini barajı geçti.bu barajı geçemeyen büyün öğrencilerin tembelmi olduğunu kanıtlıyor.tabiki hayır suç bizde değil kesinlikle değil sizin gibii at gözlüğüyle etrafa bakan insanlarda"..

Allah Allah! Üniversiteyi neden kazanamamış acaba?

Cümlelere küçük harfle başlamış, ayrı yazılması gereken -de, -da bağlacını, -mı, -mu soru ekini, -ki bağlacını bitişik yazmış, soru cümlesini nokta ile bitirmiş, virgülü hiç kullanmamış.

İlkokul düzeyindeki dil bilgisi kurallarını bilmiyor ama üniversitede okuma kapasitesine sahip olduğunu düşünüyor.

Ne diyeyim ki?
Yazının Devamını Oku

Yeni nesil DVD’de Samsung çalımı

28 Temmuz 2006
Kuala Lumpur havalimanının transit bölümünde mahsur kalarak Spielberg’in Terminal filmini gerçek hayatta yaşama maceramı geçen hafta Kelebek’te yazmıştım. Olay Samsung’un Filipinler’deki optik disk sürücüleri fabrikasını görmek üzere İstanbul’dan Manila’ya uçarken başıma geldi.

Çoğunluğu gazetecilerden oluşan 11 kişilik ekibimizle birlikte aktarma yapmak üzere Malezya’nın Kuala Lumpur havalimanında uçaktan indik.

Manila uçağına bindiğimizde pasaportumun yanımda olmadığını fark ettim ve uçaktan inmek zorunda kaldım.

Neyse lafı uzatmayayım, Türk elçiliğinin ilgisizliği, terminalde kısılıp kalmanın çaresizliği içinde geçen beş, altı saatin ardından pasaportumu bulup, özgürlüğüme kavuştum.

Ama Manila uçağı çoktan kaçmış olduğundan, Filipinler’e ancak ertesi gün uçabildim. Böyle olunca da fabrika gezisini kaçırdım.

Fabrika ziyareti sırasında anlatılan bilgileri, gruptaki gazeteci arkadaşlarımdan şifahen dinledim.

Aktardıkları bilgiler arasında en ilginci Samsung ve Toshiba’nın ortaklaşa üretecekleri yüksek çözünürlüklü DVDçalarlarla ilgiliydi.

Yüksek çözünürlüklü DVD’lerdeki format rekabetini daha önceki sayılarımızda birkaç kez işlemiştik.

Yüksek çözünürlüklü DVD’ler artan bellek kapasiteleri sayesinde görüntü kalitesinin katlanarak artmasını ve filmlere etkileşimli ekstra özellikler katılmasını sağlayacak.

Bilgisayar ve ev elektroniği üreticileri yüksek çözünürlüklü DVD teknolojisinde kullanılacak standart için iki farklı grupta kamplaşmış durumdalar.

Bir tarafta Sony’nin başını çektiği BluRay, diğer tarafta Toshiba’nın başını çektiği HD-DVD standardı var.

BluRay, HD-DVD’ye göre çok daha üstün bir teknoloji. Buna karşılık HD-DVD erken davranıp piyasaya şimdiden çıkan ürünleriyle avantaj yakalamaya çalışıyor.

HD-DVD daha çok bilgisayar markalarınca desteklenirken, BluRay ev elektroniği markalarından destek buluyor.

Savaş henüz bitmediği için hangi standardın kullanıcılarca benimseneceği şimdilik meçhul. Dolayısıyla satın alma kararı vermek de güç çünkü yeni nesil teknolojiler olması nedeniyle zaten pahalı etiketlere sahip olan ürünleri alıp, tarih olacak bir teknolojiye yatırım yapma riski yüksek.

Toshiba ve Samsung kullanıcıların bu endişesini gidermeyi amaçlayan bir çözüm düşünmüşler.

Ortak kurdukları TSST isimli firmayla her iki teknolojiyi birden destekleyen, çift fonksiyonlu sürücüler üretmeyi planlıyorlar.

Seçim yapmakta zorlanan kullanıcı açısından gerçekten güzel bir çözüm.

Ancak dezavantajları da var. Bu dezavantajlardan en önemlisi artan maliyetten kaynaklanan fiyat sorunu.

Zaten pahalı olan bir ürünü, daha da pahalı bir fiyattan satmak zor olacaktır.

Öte yandan savaşı kazanan teknolojiyi bilgisayarlarda kullanılan sürücülerden çok evin salonunda TV setinin hemen yanıbaşına kurulacak DVDçalarlar belirleyecek.

Dolayısıyla çift fonksiyonlu DVD sürücülerin bir geçiş ürünü olacağı anlaşılıyor. Standart savaşları bitene kadar kuşkusuz önemli bir boşluğu dolduracaklar ama savaşın sonucuna etkileri olmayacak.
Yazının Devamını Oku

Keşke karpuzu da ÖSS seçse

26 Temmuz 2006
ÖSS bu sene ne kadar doğru, ne kadar adil bir seçme sistemi olduğunu kanıtladı. Okulu da, dershaneyi de asmaktan kaçınmayan, ne müfredat cengaveri ne de test canavarı olan üç gencin ÖSS Türkiye sıralamasında Sözel 2, Sözel 1 ve Eşit Ağırlık’ta birinci olması ÖSS’nin tıkır tıkır çalıştığını gösterdi.

ÖSS’yi eleştirmeye kalkan Lemancılar ise adaylarının tüm soruları yanlış cevaplama gibi kolay bir eylemi becerememesi üzerine çuvalladı.

ÖSS yıllardır popülist eleştirilerin hedefindeydi.

ÖSS’yi eleştirenler beğeni toplayacaklarından emindiler.

Ne de olsa her yıl yüzbinlerce öğrenci sınav stresiyle boğuşuyor; milyonlarca ana, baba çocuklarının geleceğiyle ilgili kaygı duyuyor.

Günah keçisi olarak ÖSS’yi ilan etmek kolaydı. ÖSS öğrencileri sınav atı yapıyordu (çocuklarını kendi inisiyatifleriyle sınav atı yapan aileler rahat olsun)...

ÖSS öğrencileri ezbere yöneltiyordu (tembel öğrenciler suç sizde değil yani)...

ÖSS bilgiyi değil test çözme becerisini ölçüyordu (ezberci öğrenciler suç sizde de değilmiş)...

ÖSS köylerde okuyan çocuklarla pahalı okullarda okuyanlar arasında eşitsizlik yaratıyordu (sorun kapasitende, çalışkanlığında değil evladım, paranın gözü kör olsun)...

Ama Yiğit Cem Öztürk, Okan Çalışkan ve Osman Berker Yağcı ÖSS 2006’da şampiyon olarak tüm ezberleri bozdular.

Her üçü de orta gelirli ailelerden geliyorlardı.

Her üçü de parasız devlet okulundan mezundu.

Her üçü de okullarında parlak öğrencilerden değildi.

Her üçü de dershane müdavimi değildi.

Her üçü de özel derslere boğulmamıştı ama yinede her üçü de ÖSS şampiyonu olmuştu.

ÖSS’yi kazanamayan sevgili arkadaşım. Çocuğu üniversiteye giremeyen sevgili okurum.

Boşuna suçlu aramayın çünkü suçlu yok.

Eşitsizliklerle dolu bir dünya, adaletsizliklerle dolu bir hayat ve temelden yanlış olan bir eğitim sistemi içinde ÖSS en eşitlikçi, en adil, en doğru çalışan müessese...

Öğrenci Seçme Sınavı sınavı

Geçen yazımda "ÖSS sınavı" diye bir tamlama kullanmışım.

IP numaralarına bakınca büyük çoğunluğunun aynı kişiden geldiği anlaşılan onlarca e.posta mesajı aldım.

Kıvıracak değilim. "Öğrenci Seçme Sınavı sınavı" gibi bozuk bir ifadeyi dalgınlıkla kullandım. Ama...

"Öğrenci Seçme Sınavı sınavı" düzgün bir ifade biçimi olarak da kullanılabilir. ÖSS’de başarısız olmalarını sınavzede olmalarına bağlayan okurlarıma bir çağrım var. Bu tamlamanın hangi durumda ifade bozukluğu olmayacağını açıklayan bir mesaj atsınlar. Doğru cevabı verebilenlerin, sınav sisteminin kurbanı olduklarını kabul edeceğim.

e.posta adresi kurumun namusudur

Milliyet yazarı Ece Temelkuran köşesinde kullandığı ecetem@hotmail e.posta adresinin, bilgisayar korsanlarınca haklanmasından şikayetçi olmuş.

Korsanlara serzenişte bulunup e.posta adresini değiştirmek zorunda kaldığını, bundan böyle etemelkuran@milliyet.com.tr adresini kullanacağını söylüyor.

İyi de serzenişte bulunmakta haksız. Zaten baştan beri kendi kurumunun adresini kullanması, güvenliğini kendi kurumunun sorumluluğuna bırakması gerekirdi.

Ama üzülmesin. Bir gazetenin kurumsal kimliğine saldırı anlamına gelen bu hatayı yapan tek gazeteci kendisi değil.

En uç örneği Akşam gazetesinde. Serdar Turgut, gazetenin Genel Yayın Yönetmeni olmasına, yani gazetenin kurumsal olarak en önde gelen temsilcisi olmasına rağmen "@superonline"lı e.posta adresini kullanıyor, "aksam.com.tr"nin güvenilmez olduğunu haykırıyor.
Yazının Devamını Oku

ÖSS’ye donla girecek

21 Temmuz 2006
ÖSS’de tüm soruları yanlış cevaplayıp eksi puan alarak sınav sistemini protesto etmeye çalışan kurnaz Lemancının zekasının, bu işin altından kalkmaya yetip yetmediği henüz belli değilmiş. Zaten önemli de değil.

ÖSS sınavında tüm sorulara yanlış cevap vermek hiç de sanıldığı kadar zor bir iş değil.

Tüm sorulara doğru cevap vermek, tüm sorulara yanlış cevap vermeye göre karşılaştırılamayacak kadar daha zor.

Buna rağmen sınavda tüm sorulara doğru yanıt verenler çıktı. Ama sınav sistemini, ancak lümpenlerin bir şey sanacağı bir eylemle protesto etmeye çalışan Leman çalışanı büyük olasılıkla çuvalladı.

Bu Lemancılar geçen sene de lümpen yalakası bir protesto yapmaya kalkışmışlardı.

"Vatandaş donuna sahip çık" diyerek, halkı denize donla girmeye çağırmışlardı.

Neyse ki lümpenler bile itibar etmemişlerdi bu abuk çağrıya.

Tıpkı bu seferki gibi sadece medya itibar etmişti bir tek lümpenleri etkileyebilecek türden bir eyleme.

ÖSYM Başkanı Ünal Yarımağan, medyatik bir adayın ucuz kahramanlık çabası diye yorumlamış kolay rekor denemesini.

"Tüm soruları yanlış yapmak son derece kolay, çok bilgi de gerekmez", demiş ÖSYM Başkanı.

Haklı, yerden göğe kadar haklı...

ÖSS sınavına giren en bilgisiz adayın bile kolayca yapabildiği bir şeydir cevap şıkları arasından en olmayacağını elemek.

Her sorunun cevap şıkları arasında ilk bakışta kolayca elenebilecek, saçma bir şık mutlaka vardır.

Popülist eylemcinin takıldığı çok az sayıda da atma şansı var. Beş şık içinde yanlış şıkkı tutturma olasılığı yüzde 80 ne de olsa.

Sınav sistemini protesto etmek için tüm soruları yanlış yanıtlamaya çalışmak, trafik kazalarını protesto etmek için bir günde yüz kaza yapmaya kalkışmaya benziyor.

Suçu sınav sistemine atmak işin en kolayı.

Eğitim sistemi çökmüş, sınav sistemini eleştiriyoruz.

Suçu Türkiye’nin yıllardır belki de en iyi, en adil çalışan kurumlarından biri olan ÖSYM’ye atmaya çalışıyoruz.

Lemancılara bir önerim var. Bu seneki eylemde de başarılı olamazlarsa seneye iki eylemi birleştirsinler. ÖSS’ye donla girmeye kalkışsınlar. Türbanla girilememesini protesto ediyoruz desinler.

Yılın Saftoriği seçildi sıra ’Yılın Geyiği’nde

Onpunto.com’da açtığım Yılın Saftoriği anketi sonuçlandı. Birinci açık ara farkla, oyların yüzde 42’sini kapan Hülya Avşar oldu. Hülya Avşar’ı Yılın Saftoriği yapan özelliği bilip bilmeden her şey hakkında konuşması.

İkinciliği herkesi saftorik sanacak kadar saftorik olduğu gerekçesiyle Maliye Bakanı Kemal Unakıtan; üçüncülüğü ise Özhan Canaydın’ı tekrar başkan seçen Galatasaray Kongre Üyeleri kazandı.

OnPunto.com’dan Özer Asan ilk ankete olan yoğun ilgiden etkilenmiş olacak ki anketleri devam ettiriyor.

Yeni ankette Yılın Geyiği seçilecek.

OnPunto’nun ön adayları arasında Erol Köse-Gülşen aşkı, Doğa Bekleriz’in kulaklarını tutkalla yapıştırması, Tuğçe Kazaz’ın Hıristiyan olması, Rahşan Ecevit’in solu birleştirme turları, First Hanım Emine Erdoğan’ın kıyafetleri, Sibel Can’ın tangası gibi seçenekler bulunuyor.

Aday önerilerinin toplanma aşamasında olan ankete kendi adaylarınızı önermek için onpunto.com adresini ziyaret edebilirsiniz.

Yaşarken ölü ilan edildi

Geçen cuma Hürriyet’te bir ilan yayınlandı. İlk Türk otomobili Anadol’un üretilmesinin 40. yıldönümü vesilesiyle, kuruluşunu Anadol’a borçlu Pressan şirketince verilmiş bir ilandı.

İlanda Anadol’un üretilmesini mümkün kılan ve artık aramızda olmayan bazı isimler de vefayla anılıyordu.

Yalnız bir sorun vardı. Vehbi Koç, Bernar Nahum, Erdoğan Gönül, Sami Kurtul, Orhan Kabatepe isimleriyle birlikte anılan Oğuz İnözü ölmedi, yaşıyor.

Oğuz İnözü 1964’te Ford Otosan’a girdiğinde Anadol yüzde 20 yerli parça ile üretiliyormuş. Erdoğan Gönül ile kafa kafaya verip, çalışıp çabalayıp yerli parça oranını yüzde 42’ye çıkartmışlar. Bunun için de Türkiye’de yedek parça imalatçılarının kurulmasına ön ayak olmaları gerekmiş.

İnözü’nün Anadol’un tasarımına da katkısı var. İlk Anadol’larda kriko otomobilin altına tasarım hatası nedeniyle ancak yere yatılarak yerleştirilebiliyormuş.

İnözü’nün tasarım değişikliğiyle lastik değiştirmek gerektiğinde elbiselerin kirlenmesine katlanma zorunluluğu ortadan kalkmış.

Nereden nereye...

Sakat arabasıyla belediye otobüslerine kolayca binilecek günleri de görebilirsek acaba kimleri anacağız?
Yazının Devamını Oku

Konsolosluk sayesinde Spielberg’lik oldum

19 Temmuz 2006
Spielberg’in Terminal filmini gerçek hayatta yaşadım, havalimanı terminaline hapsoldum. Paris havalimanında geçen gerçek bir hikayeden uyarlanan filmde Tom Hanks geçerli bir pasaportu olmadığı için New York havalimanında mahsur kalıyordu ya... Ben de pasaportumu kaybedince Malezya’da Kuala Lumpur Havalimanı’nda mahsur kaldım.

Uluslararası terminalden ne dışarı çıkmama, ne bir uçağa binmeme, ne Türkiye’ye geri dönmeme izin verdiler. Kısılıp kaldım.

Olay İstanbul’dan Malezya aktarmalı bir uçakla Filipinler’e uçmaya çalışırken başıma geldi.

11 kişilik bir ekip olarak Kuala Lumpur’da uçaktan indik, kahvaltımızı ettik, Manila’ya uçmak üzere biniş kartlarımızı vererek bekleme salonuna girdik.

Pasaportumun yanımda olmadığını o anda fark ettim. Seyahat boyunca bizlere eşlik eden iki ev sahibimizle birlikte Malezya Havayolları bankosuna gidip durumu anlattık. İndiğimiz uçaktaki koltuk numaramı verip, kontrol etmelerini istedik.

Pasaportumun uçakta bulunmadığını iddia ettiler. Dahası pasaportsuz uçağa binemeyeceğimi söylediler.

Tüm ekibi Manila uçağıyla uğurlayıp, oturacak koltuk bulmanın bile zor olduğu sıkıcı, renksiz, kişiliksiz Kuala Lumpur Havalimanı’nda yapayanlız, kaderimle baş başa kaldım.

Göçmen bürosuna gidip, durumumu anlattım, Türk Konsolosluğu’na gidebilmek için geçici giriş belgesi vermelerini istedim. Olmaz, dediler.

Konsolosluk görevlisinin havalimanına bizzat gelip, geçici seyahat belgesi düzenlemesi gerekiyormuş.

Ne zaman bir yabancı ülkeye adım atsam, telefonumu açar açmaz Turkcell’den o ülkedeki Türk konsolosluğunun telefonunu bildiren bir mesaj gelir. Meğer işime yarayacağı günleri göreceğim varmış. Hemen konsolosluğu aradım, medet diledim.

Karşıma çıkan konsolosluk görevlisi medet sunmak yerine azarlamaya başladı. Pasaportumu nasıl kaybedermişim, dikkat etmemiş miyim?

İşleri başlarından aşkınmış da, havalimanı uzakmış da, araçları yokmuş da, gelemezlermiş. Bir düşünsünlermiş bakalım, sonra tekrar konuşurmuşuz.

Hemen bir başka Malezya Havayolları bankosuna koştum. Durumumu anlattım ve Filipinler’e gitmekten vazgeçtim ilk uçakla Türkiye’ye dönmek istiyorum dedim.

İlk uçak üç gün sonraymış.

Üstelik bırakın terminalden dışarı adım atmayı, üç gün sonraki uçakla İstanbul’a gerisin geri uçmam için bile konsolosluğun keyfinin yerine gelip, zor durumdaki vatandaşına yardım etmek için havalimanına teşrif etmesi şartmış.

Çaresizlik içinde terminali arşınlarken, İstanbul’da uçağa biniş anım gözümün önüne geldi. Koltuğuma otururken, pasaportumun elimde olduğunu hatırladım.

Bankoya koşup görevliye pasaportun mutlaka koltuk cebinde kalmış olması gerektiğini söyledim.

Uçak başka bir şehre uçmuş. Geri dönmesine bir buçuk saat varmış.

Görevli bu kez çok anlayışlı biri çıktı. Uçak iner inmez bizzat karşılamak üzere, yanaşacağı kapıya gitti.

İki saat sonra elindeki pasaportu havada sallaya sallaya, gülerek geliyordu.

Konsolosluğun insafına kalmaktan kurtulmuştum.

Hayale tüple dalmak varmış

Tüple dalmak ve paraşütle atlamak fırsat bulup da yapamadığım eski hayallerimdir.

Tüple dalma fırsatını Filipinler’de buldum. Ama açıkçası biraz çekindim de.

Benim bildiğim tüple dalış kursu çok ciddi bir iştir. Eğitmen eşliğinde dalıştan önce sınıfta alınan dört, beş derslik teorik eğitimle havuzda alınan pratik eğitimi gerektirir.

Filipinler’deki eğitimde ise deniz dalışının öncesindeki eğitim; havuzbaşında alınan on dakikalık teorik eğitimle, havuzda alınan yirmi dakikalık pratik eğitimden ibaretti.

Havalimanındaki terminal kabusundan sıyrılmış olmanın verdiği moralle, en derinlere dalmayı iple çekeceğim.

Size de mutlaka deneyin derim...
Yazının Devamını Oku

Yabancı konuk Feriye’de ağırlanır

14 Temmuz 2006
Türk mutfağıyla çok övünürüz de iş yabancı misafirleri ağırlayacak bir Türk restoranı bulmaya gelince fena halde çuvallarız. Gelen yabancı misafirler Türk mutfağı niyetine ya kebapçıya götürülür ya balıkçıya...

Geçenlerde bir sohbet sırasında İstanbul’da yabancı misafirleri götürebileceğimiz restoranları saymaya çalıştık.

Sofra, Konyalı ve Naz Turkish Cuisine’den başkası gelmedi aklımıza. Bir de kebaba Türk mutfağı yorumunu getirmeyi başaran Beyti... Bunlara belki mönüsünde Türk mutfağından seçmelere de yer veren Sunset’i de ekleyebiliriz.

Sohbet başka konulara kaydıktan sonra Ortaköy’deki Feriye Lokantası’nı ihmal ettiğimizi fark ettim.

Geçen akşam da bir iş yemeği için Feriye Lokantası’ndaydım.

Feriye’yi ihmal etmiş olmama bir kez daha hayıflandım.

Feriye Lokantası’nı İstanbul’a armağan eden kişi daha önce Çırağan Tuğra restoranı yaratan Şef Vedat Başaran.

Vedat Başaran, Feriye’de nefis Türk yemeklerinden oluşan muhteşem bir mönü sunuyor.

Her yemek ayrı bir lezzet şöleni. Evde yemekle restoranda yemenin farkını başka hiçbir yerde tadamayacağınız lezzetlerle, aleni bir şekilde ortaya koyuyor.

Vedat Başaran’ın çok hoş bir sürprizi daha var. Şarap mönüsünü de tamamen Türk şaraplarından oluşturmuş.

Restoranlara musallat olan ucuz yabancı şarap züppeliğine yüz vermemiş.

Yerel lezzetleri yine ancak yerel lezzetler tamamlar diyor.

Haklı tabii... Dahası, sadece Türk yemeklerinin değil Türkiye’de yerli malzemeyle yapılan tüm yemeklerin lezzetini de sadece Türk şarapları tamamlar.

Yarım saatte kaç görgüsüz fişek atar

Görgüsüzlüğün son perdesine ulaşan havai fişek atma çılgınlığıyla ilgili yazımın ardından İstanbul Emniyet Müdürlüğü izinsiz havai fişek gösterisi yapanları uyarmıştı.

Geçen gün Ortaköy Feriye Lokantası’nda yemek yerken, tam tamına dört ayrı havai fişek gösterisini peş peşe seyrettik.

Biri bitiyor biri başlıyordu. Yarım saat içinde tam dört havai fişek gösterisi...

Yuh artık, gerçekten yuh bu kadarına.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü izinsiz havai fişek gösterisi yapılamayacağını söylüyor.

İyi de yarım saat içinde dört ayrı havai fişek gösterisine nasıl izin vermişler?

Gecede yüz gösteri izni istense, ona da mı izin verilecek.

Yok mu bu görgüsüzlüğün bir ayarı?

Zeytinyağımız pislik içinde üretilmiştir

Türk Hava Yolları’nda yemek servisinde Marmarabirlik’in hazır salata sosu, mini ambalaj içinde sunuluyor.

Sızma zeytinyağı ve limon suyundan oluşan sosun ambalajının arka yüzünde bir açıklama cümlesine ihtiyaç duyulmuş.

Türkçe ve İngilizce olarak yapılan açıklamada şöyle yazıyor:

"Marmarabirlik zeytinyağı, Marmara Bölgesi’nde yetiştirilen üstün vasıflı zeytinlerden itina ile hasat edilerek modern tesislerimizde, hijyenik ortamda üretilmiştir".

Ne demek şimdi yani bu?

Başka nasıl bir ortamda üretilecekti ki?

Böyle bir açıklamaya ihtiyaç duymak aynı zamanda Türkiye’de pislik içinde üretilen pek çok ürün olduğunun itirafı anlamına gelmiyor mu?

İMEİ çuvalladı sırada Telekom var

İşin kokusu gittikçe daha fazla çıkıyor. Taa geçen yılın sonunda, vatandaşın 5 YTL’leri tırtıklanmaya başladığında uyarmıştım.

Cep telefonlarını kayıt altına almak bahane, amaç telefonlarımızı izleme demiştim.

Toplanılan paralarla kurulan sistemdeki büyük güvenlik açığına da dikkat çekmiştim.

CHP Antalya Milletvekili Nail Kamacı, Ulaştırma Bakanı’nın cevaplaması istemiyle TBMM Başkanlığı’na verdiği önergede bu güvenlik açığını sormuştu.

Bakanlık içi boş bir cevap vermekle yetinmişti.

Sonra Mayıs’ta Cumhuriyet Savcılıkları’nın çalıntı cep telefonlarının görüşmeye kapatılması istemlerini geri çevirdiği ortaya çıkmıştı.

Bu da toplanan 5 YTL’lerle kurulan sistemin, iddia edildiği gibi kaçak ve çalıntı telefonla mücadele için kullanılmayacağını gösteriyordu. Skandal nihayet tam patladı.

Telekomünikasyon Kurumu’nun kurduğu sistem tamamen çuvalladı. Aylar öncesinden söylemiştim, kulak asan çıkmamıştı.

Şimdi yine aylar öncesinden bir şeyi daha söyleyeyim. Beş özel telekom şirketi Türk Telekom’la ara bağlantı sözleşmesi imzaladı, sektör rekabete açıldı deniliyor ya...

İnanmayın.
Biz bu filmi İnternet aboneliğinde de görmüştük.

Türk Telekom ara bağlantı ücretlerine aşırı zam yapıp, kendi abonelik ücretlerini aşırı düşürerek rekabeti başlamadan bitirmişti.

Telekomünikasyon Kurumu da ağzı açık seyretmekten başka bir şey yapamamıştı. Telefonda da aynısı olacak.
Yazının Devamını Oku

Kopyaya hayır diyenler kopyalayın diyor

14 Temmuz 2006
Hürriyet e.yaşam'ın şubat ayı ikinci sayısında yayınlanan yazım, Türk yazılımcıların şimşeklerini üzerime çekmişti. Aradan çok değil, sadece dört ay geçti.

Yazılım stratejileri konusunda dünya çapında bir uzman olarak kabul edilen Dr. Fuat Alican'ın, Yazılım Sanayicileri Derneği Yasad için hazırladığı raporda önerilen stratejiler, şubat ayındaki yazımla paralel düşünceler içeriyor.

Aklın yolu birdir demişler.

Ben bu söze "akıllıların sayısı akılsızlardan azdır"ı ekleyeyim.

"Tekstil sektörü yazılıma ders olsun" başlıklı yazıda Türk yazılımcıların da aynı tekstilciler gibi devlete el açmasını, destek beklemesini, "Hint modeli, Çin modeli" gibi sahibine hayrı olmayan at nallarından medet ummalarını eleştirmiştim.

"Hani şimdi Turgut Özal'ın oportünizmi (fırsatlardan yararlanmasını bilme), vizyonerlik olarak anılıyor ve tekstil sektörünü ihya edip, paraları Paşa'da filan savurup, ev almadan lüks otomobil alan tekstil zenginleri yarattı ya 1980'lerde... Yazılım sektörümüzün bizim başımız kel mi diye ağlaması da bu yüzden. İstiyorlar ki, Tayyip Erdoğan da oportünistliğini biraz onlardan yana kullansın ve sektörü ihya etsin" diye yazmışım.

Dr. Alican da Türkiye için önerdiği yazılım stratejisinde diyor ki:

"Gereken önemli bir nokta da yazılım firmalarının herşeyi devletten beklememesi ve sürekli 'isteyen bir sektör' konumuna düşmemesidir".

Şubat ayındaki yazım Türkiye'nin önüne sürekli sürülmeye çalışılan Hint modeli, Çin modeli saçmalığına karşı çıktığım ilk yazı değildi.

Yıllardır yazıyorum. Ne kadar başarılı bir örnek olursa olsun herhangi bir ülkenin uyguladığı stratejileri model almakla bir yere varamayız. Varacağımız yer olsa olsa çoktan sömürülmüş bir pazarda çöpçü olmaktır.

Bilgi Çağı'nda başarılı ve güçlü bir ülke olmak istiyorsak, kendi modelimizi yaratmak zorundayız. Daha önce başkaları tarafından uygulanmış stratejiler, başarılı olmuş stratejilerse zaten bir boşluğu dolduran stratejilerdir ve orada artık bize ekmek kalmamıştır.

Dr. Alican da aynı şeyleri söylüyor:

"Yazılım stratejik sektör ilan edilerek, başka ülkelerden kopya edilmeyen ve ülke özelliklerini gözeten bir Ulusal Yazılım Programı oluşturulmalıdır".

Öteden beri savunduğum bir başka nokta ise Bilgi Toplumu olmanın yolunun illa bilişim teknolojileri üretmekten geçmediğidir.

Bilgi Toplumu olmak, hangi sektörde olursa olsun, ister tarım ister tuvaletçilik, bilgi teknolojilerini rekabet avantajı yaratacak şekilde kullanabilmek demektir.

Türkiye'nin Bilgi Çağı'na adım atabilmesi için illa bilişim teknolojileri üretmesi gerekmediğini, bilişim teknolojilerini uluslararası rekabet yaratmaya yönelik kullanabileceği niş marketleri bulmasının ve bilişim teknolojilerini bu pazarlarda kullanmanın en iyi yollarını bulmasının yeterli olacağını söylüyorum.

Bunun için de amacı bu niş pazarları belirlemek ve bilişim teknolojilerinin bu niş pazarlara hitap eden sektörlerde kullanım stratejilerini belirlemek olan bir Bilgi Toplumu Bakanlığı kurulması gerektiğini yazıyorum.

Bunları savunmakla, dünya yazılım pazarında ya da dünya bilişim marketinde Türkiye'ye yer yok demiyorum. Sadece şart değil diyorum.

Fuat Alican, Türk yazılım sektörü için niş market yakalama fırsatının henüz kaçmadığını söylüyor. Nüfusun büyük çoğunluğunun hálá bilgisayar kullanıcısı olmadığı bir ortamda birçok fırsat vardır, diyor.

Yüzde yüz katılıyorum.

Bu fırsatın öncelikle iç pazarda, daha da öncelikle kamuda olduğunu düşünüyorum. Türk yazılım sektörünün öncelikle paket yazılımların özel ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak kaldığı iç pazara yönelerek kalkınacağına inanıyorum. İç pazar güçlü oldu mu gerisi gelir, merak etmeyin.

Öte yandan o haklarında övgüler düzülen Çin ve Hint modellerine bakacak olursak ikisinde de katma değeri yüksek üretim yapılmadığını, dev yabancı markaların ucuz fason üretimiyle yetindiklerini ve uygulanan bu modelin Çin ve Hindistan halklarına refah getirmekten çok uzak olduğunu görürüz.

Kopya yazılıma şiddetle karşı çıkan yabancı yazılım markalarının, Türkiye'ye model kopyalamayı dayatmaya çalışması boşuna değil.
Yazının Devamını Oku