20 Mayıs 2006
Trafik polislerinin trafik kurallarına uymayanlara dokunmayıp, uyanları cezalandıran tutarsız uygulamalarını fotoğraflarla da belgeleyerek yazmıştım. Yazımın yayınlandığı gün İstanbul Valisi Muammer Güler telefonla aradı.
Yazıma eşlik eden fotoğraflar Bebek’te, o sırada Vali’nin de ziyaret ettiği büyük bir mücevheratçının önündeki sokakta çekilmişti.
Telefon ettiğinde de tesadüf eseri yine bu mücevheratçıya gidiyormuş. Semra Özal’ın bir resim sergisi açılışı daveti varmış.
Yazımda, Bebekli bir gencin söylediklerinden aktararak mücevheratçının Vali’nin yeğenine ait olduğunu ve Vali’nin bu mekanı sık sık ziyaret ettiğini yazmıştım.
Vali, mücevherci dükkanının yeğenine ait olmadığını ve burayı sık sık ziyaret etmediğini söyledi.
"Peki, düzeltirim", deyip yazının asıl konusuyla ilgili cevap beklediğimi belirttim. Soruşturma açıp, ilgileneceğini söyledi.
Bu vesileyle cevap bekleyen soruları biraz daha açayım.
- Trafik polisinin birinci derece afet acil ulaşım yolu üzerinde, park yasağı levhalarının hemen altına park etmiş araçlara dokunmayıp, Vali’nin ziyaret edeceği binanın hemen karşısındaki park yasağı olmayan yerde duran araçları çekmesinin nedeni nedir?
- Trafik polisi, araçları kavşak içine park ettikleri için çektiklerini söylüyor. Ancak geçen haftaki fotoğraftan da açıkça görülebileceği gibi, boşaltılan yerin büyük bölümü kavşak içinde değil. Fotoğrafta gözüken Mercedes’e ise dokunulmamış. Kavşak içi tanımı, polise göre acaba Mercedes marka otomobillerin önünden mi başlıyor?
- Geçen yazımda yayınladığım ikinci fotoğrafta, Vali gelecek diye çekilen araçların yerine başka araçların park ettiği gözüküyordu. Fotoğrafta bu yeni araçların hemen önünde ekip otosuyla, trafik polisi de gözüküyor. Eğer oraya park etmek yasaksa, bu yeni araçlar polisin önünde oraya nasıl park edebilmiş? Bu araçlar kimlere ait?
- Yazımda Vali’ye yemek getirdiğini söyleyen bir kamyonetin "birinci derece afet ulaşım yolu park edilmez" levhasının hemen altına park ettiğini gösteren fotoğrafını da yayınlamıştım. Vali Güler telefonda, Vali’ye yemek getirmek gibi komik bir gerekçe olamayacağını söyledi. Peki o zaman polisi komik bir gerekçeye nasıl inanmış ve o araca afet acil ulaşım yoluna park etmesi için izin vermiş?
- Gelelim en can alıcı soruya: İnsanları yasak yerlere park etmeye zorlayan ve sokakların tıkanmasına yol açan nedenlerin başında otopark sorunu geliyor. Belediyeler otoparksız inşa edilen binalardan genel otoparklar inşa etmek üzere harç topluyor ama bu otoparklar inşa edilmiyor. Valilik bu konuda bir denetime gitmeyi düşünüyor mu?
Ben de etek giymiştim Kadir inanır da giydi
Geçen hafta Sabah’ta bir haber vardı. Sosyetenin diş hekimi olarak tanıtılan Ata Anıl ile eşi arasındaki boşanma davasını konu ediliyordu.
Haberin gazetede yer bulma nedeninin, tarafların karşılıklı olarak sundukları fotoğraflar olduğu besbelliydi.
Ata Anıl’ın avukatının mahkemeye sunduğu fotoğraf, eşini bir başka erkekle samimi bir pozda gösteriyordu. Eşi Ayşe Esra Anıl’ın sunduğu fotoğrafın neyin delili olarak sunulduğunu anlamak ise mümkün değildi.
Aralarında Ata Anıl’ın da olduğu dansöz kıyafetiyle dans eden göğüsleri kıllı erkeklerin fotoğrafıydı bu. Animasyon amaçlı yapıldığı besbelli bir sahneyi yansıtıyordu.
Ata Anıl çocukluk arkadaşımdır. Bir dönem Güzelhaliç Leo Derneği’nde de birlikte çalışmıştık. Ben üç yılda sıkılıp bıraktım, o devam etti.
Leo’lar sık sık geliri hayır amaçlı kullanılan geceler düzenlerler. Hem gideri azaltıp yardıma kalacak parayı artırmak hem de eğlenmek amacıyla, animasyonu da kulüp üyelerince yapılır genellikle. Bu skeçlerden birinde ben de kadın kıyafeti giyip, bir kadını canlandırmıştım. Fotoğraflarını hálá saklar, hoş bir anı olarak dostlarımla p aylaşırım.
Ata Anıl’ın eşinin, bu nitelikteki masum bir fotoğrafı delil olarak sunması tasvip edilecek bir davranış değil. Sabah Gazetesi ise fotoğrafı, Mason toplantısında çekildiği iddiasından yola çıkarak ilk gün yayınlamakta bir ölçüde haklı. Toplumdan gizli yapılan Mason toplantılarında neler yaşandığı kamuoyunun merak ettiği bir konu. Bu kadar gizliliği olan toplantılarda, zennelerin dans ettiğini gösteren bir fotoğraf habercilik açısından ilginç tabii ki.
Ama fotoğrafın gizli bir Mason toplantısında değil herkese açık bir Leo eğlence gecesinde çekildiği anlaşılınca, Sabah’ın yeni bir fotoğraf daha yayınlamak yerine ciddi bir özür dilemesini beklerdim...
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2006
İstanbul vapurlarının süs değil, ulaşım aracı olduğunu, yenilenmesi, modernize edilmesinin şart olduğunu yazdığım yazıya Mustafa Altıoklar’dan itiraz geldi. Mustafa Altıoklar ile samimi olmasak da, tanışırız. Yıllar önce She Bar’da başlayan tanışıklığımız, Bebek Kahve’de sürdü.
Vapurların İstanbul’a kattığı ruhu vurgulamak için iki örnek vermiş. "She Bar’ı She Bar yapan Ozi (Omzuna yaptırdığı dövme yüzünden katledilen nev-i şahsına münhasır barmen) maalesef aramızda yok ve She Bar da eskisi gibi değil", diyor, "Maalesef Affan da bırakıp gitti ve artık Bebek Kahve eskisi kadar şiddetle çağırmıyor beni... Yani mekanları kendileri değil, ruhları özel kılar, nostaljik kılar"...
Ve lafı İstanbul vapurlarına getirmiş, "İstanbul, eski vapurlarıyla da tanımlanır, binbir tanımıyla birlikte. Yüzyıl sonra kimse İstanbul’u sekiz numaralı vapurla tanımlamayacak" demiş.
Sonra da her nedense yazımda modern tasarımlı vapurun daha hızlı, daha güvenli olduğunu iddia ettiğim kanaatine varmış. Hiç de öyle bir şey yazmamıştım oysa.
Sanırım İstanbul’un deniz ulaşım ihtiyacına en iyi cevabı verecek modelin kazanması gerektiği konusunda Hıncal Uluç ile aynı fikirde olmam yanıltmış Mustafa Altıoklar’ı. Uluç’la teoride hemfikiriz ama farklı sonuçlara varıyoruz. O oylamaya sunulan modeller arasından en modern görünümlü sekiz numarayı favorisi olarak gösteriyor.
Benimse herhangi bir favorim yok. Böylesine uzmanlık isteyen bir konuda oylama yapmanın şovdan ibaret olduğunu, İstanbul’un ulaşım sorununu en iyi çözecek modelin geliştirilmesi gerektiğini savunuyorum.
Önce fonksiyon düşünülsün, sonra üzerine nostaljik çizgiler giydirilsin diyorum. Fonksiyon ile nostalji buluşabiliyorsa ne álá... Yok buluşamıyorsa, fonksiyon kazanmalı, nostalji turistik seferlere ayrılacak birkaç eski vapura bırakılmalı diyorum.
Mustafa Altıoklar’la da temelde hemfikirim; Mekanlara ruh katan kişiliklerdir. İşte tam da bu sebeple, İstanbul’un yeni vapurlarında geçmişe fazla özenmenin alemi yok diyorum.
Barmen Oğuz’un benzerini bulup, omzuna aynı dövmeyi yaptırtıp She Bar’a koysak, She Bar yine eski She Bar olmaz. Affan’ın ikizi olsa yine Affan’ın yerini dolduramaz.
Zaman akıp gidiyor, hiçbir şey asla eskisi gibi olamıyor. Gidenin yeri doldurulamıyor. İstanbul vapurları da miadını doldurdu. İstanbul’un ihtiyaçları değişti ve bu ihtiyaçları karşılayacak teknolojiler de gelişti.
İstanbul vapurlarının anısını yaşatmanın doğru yolu kopyalarını yapmak değil, birkaçını turistik seferlere ayırmak. Belki bir de Mustafa Altıoklar gibi çok yetenekli bir yönetmenin başyapıtının, kimi sahnelerine fon yapmak...
İnsanlığın Gerçek Dostları
Sadece kendim için değil, gazetem için de çok büyük bir gurur kaynağı olduğunu sandığımdan, gazetede yayınlanan yazılarımdan dolayı aldığım bu ödül gazetemde haber olur diye bekledim.
Olmadı. Bana da bugüne kadar aldığım ödüller arasında en gurur verici olanı olarak kabul ettiğim bu ödülle kendi kendime övünmek kaldı.
Ama görmemişin ödülü olmuş durumuna düşmekten utanmıyorum. Çünkü bu ödül, gururumu dışa vurmaktan utanmayacağım kadar önemli bir ödül.
Sigarayla Savaşanlar Vakfı ve Derneği tarafından, sigaraya karşı etkin mücadele verenlere veriliyor. Adı "İnsanlığın Gerçek Dostu Ödülleri". Abartılı bir ad gibi ama değil.
Sigara gibi insanlığın başına, en büyük savaşlardan bile daha büyük dertler açmış, en büyük savaşlar ve doğal felaketlerin toplamından daha fazla ölüme neden olmuş bir belayla, dostlarımın antipatisini üzerimde toplamak, basit ve densiz şakalara maruz kalmak pahasına, yılmadan savaşıyor olmamın karşılığı olan bu manevi ödülü hiçbir maddi değerle değişmem.
Recep Akdağ, Nevzat Doğan, Bingür Sönmez, Ahmet Paksoy, Cem Arslan, Erdoğan Demirören, Jean Tigana, Diş Dostları Derneği, Expo Channel "Franchising" programı, HaberTürk "Weekend" programı, Sıddık Eraslan ve Meriç Köyatası ile birlikte layık görüldüğüm bu paha biçilmez ödülü, sigara karşıtı yazılarıma destek veren ve bazıları sigara tiryakisi de olan okurlarımla paylaşmaktan gurur duyuyorum.
Yırtılan yaprak magazin şovu
Atatürk’ün evindeki ziyaretçi defterine iliştirilen mesaj, mesajın yırtılması ve sonrasındaki gelişmeler tümüyle magazinel bir şovdan ibaret.
Sizi küçük düşürdüğüne inandığınız bir sözü yaymak için çaba gösterir miydiniz? Kimse istemez herhalde değil mi?
Hükümet üyeleri, mesajda kendilerine hakaret edildiğini öne sürerek birer birer dava açmaya hazırlanıyorlarmış.
İyi de Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek televizyon kameraları karşısında okuyana kadar mesajda yazılanları kimse bilmiyordu.
Hükümet üyelerini küçültücü ifadeler taşıyan mesajın yayılması için Hükümet Sözcüsü neden efor sarfediyor? Mesajdaki ifadelerin yayılmasında bir sakınca yoksa, mesajın onur kırıcı, kişilik haklarını zedeleyici bir etkisi yok demektir. O halde dava etmenin anlamı da yok.
Eğer varsa, o zaman Cemil Çiçek onur kırıcı bu mesajın geniş kitlelere ulaşmasına neden aracılık etsin ki?
Dokunulmazlıkları olanların, sade vatandaşlara dava açması, elleri kolları bağlı boksörü yumruklamaya benzemiyor mu?
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2006
Telekomünikasyon sektöründe onca sorun çözüm bekliyorken Telekomünikasyon Kurumu numara taşınabilirliği gibi öncelik sıralamasında sonda kalan işlere takmış durumda... Gün geçmiyor ki basında, biraz da rekabette geride kalan iki cep telefonu operatörünün verdikleri gazlarla numara taşınabilirliği hakkında bir yazı çıkmasın.
Yok efendim mevzuat yıl sonuna kadar tamamlanabilecekmiş. 2007 başından itibaren insanlar cep telefonu numaralarını istedikleri operatöre taşıyabileceklermiş. Cep telefonu operatörleri gerekli teknolojik altyapıyı kurup, hazır hale getireceklermiş. De miş miş...
Kavganın kopmasına neden olan yorgan 532 alan numarasından başkası değil. Yani Turkcell abonelerinin büyük bölümünün cep telefonu numaralarının ilk üç hanesi.
Bilindiği gibi mevcut düzenlemede herhangi bir operatörün abonesi, başka bir operatöre geçmek istediğinde, cep telefonu numarasının ilk üç hanesini değiştirmek, yeni operatörünün üç haneli alan numarasını almak zorunda kalıyor.
Cep telefonu abonelerinin çok büyük bir kısmı tarafından seçilen Turkcell’in rakipleri, bu numara değiştirme zorunluluğunun müşterilerin operatör değiştirmesini zorlaştırdığını iddia ediyorlar. Ve abonenin cep telefonu numarasını istediği operatöre taşıyabilmesi gerektiğini savunuyorlar.
İlk bakışta haklı bir istek gibi görünüyor. Ama, aması var. Hem de çok...
Bu düzenleme eğer en başından yapılmış olsaydı, hiçbir sorun kalmazdı. Ama yapılmadı. Yapılmadığı için de Turkcell ile 532 özdeşleşti. Öyle ki 532’nin bir marka değeri bile oluştu. Bu değer de 532’ye yatırım yapan Turkcell’e ait. Şimdi kalkıp ben marka değeri filan anlamam, sahip olduğun bu değere el koyuyorum demekle olacak bir iş değil bu yeni düzenleme. Sonunda iş mahkemelere kadar gider büyük olasılıkla.
Ayrıca alan numarasını taşıyamamanın, abonelerin operatör değiştirme kararı üzerindeki büyük etkisi olduğu savı da şüphe götürür...
Alan numarası evlerde kullanılan sabit telefon hatlarında da kullanılıyor. Etiler’de oturan aboneyle, Fenerbahçe’de oturan abonenin üç haneli alan numaraları birbirinden farklı oluyor. Ve örneğin Etiler’de oturan bir abone, Fenerbahçe’ye taşınacağı zaman telefonunun alan numarasını taşıyamıyor. Bırakın ilk üç hanesini, telefon numarasının tümünü değiştirmek zorunda kalıyor. Peki bu zorunluluk taşınma kararını ne kadar etkiliyordur dersiniz?
Daha da ilginci, Türk Telekom herhangi bir abonesinin telefon numarasını, kafasına göre istediği gibi değiştirebiliyor. Telekomünikasyon Kurumu’nca yapılan düzenlemeler TT’nin bu keyfi uygulamasını engellemiyor.
Numara taşınabilirliğinin yol açacağı bir başka gariplik ise uygulamanın hayata geçirilebilmesi için yapılması gereken altyapı yatırımı.
Bu uygulamayı mümkün kılacak teknolojik altyapı hiç de öyle basit ve ucuz değil. Telekomünikasyon Kurumu büyük olasılıkla altyapı yatırımlarını operatörlerin yapmasını isteyecek. İyi ama Turkcell’den kendi aleyhine olan bir uygulama için yatırım yapmasını istemek ne kadar adil ki?
Dolayısıyla bu işin çözümü hiç de sanıldığı kadar kolay değil.
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2006
Bebek, İstanbullular’ın en gözde haftasonu semtidir. Hele bahar geldi mi cumartesi, pazar günlerinde iğne atsan yere düşmeyecek hale gelir. Ama bu bahar, haftasonu gezmesi için Bebek’e gelenleri acı bir sürpriz bekliyor. Bebek’teki iki büyük açık otopark kapatıldı. Bir, iki küçük kapalı garaj dışında otoparkın olmadığı Bebek’te, bırakın haftasonu ziyaretçilerini, Bebekliler bile arabalarına artık zor park yeri buluyorlar.
Ama durun, Bebek’in çilesi bununla da bitmiyor bu yıl. İstanbul Valisi Muammer Güler, Bebek’i sık sık ziyaret etmeye başlamış.
Şimdi "bunun neresi kötü, daha iyi ya rezaleti görür el koyar", demeyin... Demeyin çünkü, Vali’nin her gelişi daha da büyük sorunlar yaratıyor Bebekliler için...
Nasıl mı? Nasılını başına gelen bilirmiş. Benim de başıma geldi de oradan biliyorum. Yalnız beni, Bebeklileri, Bebek’i ziyaret edenleri ilgilendiren bir konu olmayıp, tüm İstanbul’u, hatta tüm Türkiye’yi ilgilendiren boyutta bir olay olduğu için anlatayım.
Geçen cumartesi Bebek’teydim. Park edecek yer bulmak için tur atmaya başladım. Üçüncü geçişimde anacaddede boş bir yer buldum ama "birinci derece afet-acil ulaşım yolu" olduğundan park yasağına uydum ve park etmedim. Sonunda Bebek Yokuşu’nun bitiminde, park yasağı olmayan bir başka boşluk bulup, park ettim.
Üç saat sonra geri geldiğimde, otomobilimin yerinde yeller esiyordu. Sokağın park yasağı olmayan sağ yanından benimkiyle birlikte dört, beş otomobil daha çekilip götürülmüştü. Park yasağı olan sol tarafındaki otolarla, "birinci derece afet-acil ulaşım yolu"ndaki sıra sıra arabalara ise dokunulmamıştı.
Biraz ilerideki trafik ekibine derdimi anlatmaya çalışırken yanımıza civarda oturan bir genç geldi.
Vali’nin yeğeninin sokağın hemen karşısındaki dev mücevherat dükkanının sahibi olduğunu, Vali’nin de sık sık bu dükkanı ziyaret etmeye geldiğini ve her gelişinde aynı sahnenin yaşandığını aktardı.
O sırada bir minibüs, park yasağı levhasının hemen altına park etti. Şoförü polisin yanına gelip, valiye yemek getiren "catering" firmasından olduklarını ve kendilerine buraya park edebileceklerinin bildirildiğini söyledi.
Yarım saat kadar sonra, Kuruçeşme’deki otoparktan aracımı alıp dönerken, yiyecek aracı park yasağı levhasının altında hálá duruyordu. Trafik ekibi de hálá oradaydı ve işin daha da ilginci otomobillerimizin çekildiği boşluğa, trafik ekibinin gözleri önünde yeni araçlar park etmişti.
Şimdi benim de Vali’den bir, iki istirhamım olacak.
Yaşanan bu rezaletlerin Vali’nin bilgisi dışında olduğuna inanmak istiyorum. Ve kendisinden, haftasonu gezisinde konvoyundaki araçlara yer açmak amacıyla çekilen otomobilime kavuşmak için harcamak zorunda bırakıldığım paraları ödemesini rica ediyorum.
Yok eğer tüm bunlar bilgisi dahilindeyse, o zaman lütfen sık sık ziyaret ettiği yerlere birer trafik levhası konulsun. Levhada "Dikkat Vali çıkabilir! Çıkmayabilir de!" yazsın.
Böylece vatandaş Vali’nin her an çıkıp gelebileceği, gelirse aracının çekilebileceğini bilsin de, park edip etmemeye ona göre karar versin.
Popstar popüler yıldız yarışmasıdır nokta
Popstar yarışmasında "popstar"ın anlamı üzerinde bir patırtıdır gidiyor.
Bir tarafta Armağan Çağlayan, yarışmacılardan Metin Levent’in arabesk söylediği için popstar olamayacağını iddia ediyor.
Diğer tarafta Osmantan Erkır, "popstar"daki "pop"un popüler anlamına geldiğini belirterek, söylediği müzik türü ne olursa olsun, bir ses sanatçısının popüler bir yıldız olduğu anda "popstar" olabileceğini söylüyor.
İki yıl önceki yarışma sırasında Armağan Çağlayan’a hak veriyordum. Çünkü "popstar" kavramını, yarışmanın orijinalindeki anlamıyla "pop müziği yıldızı" olarak algılıyordum.
Sorun kültürler arası farklılıktan kaynaklanıyor. Batı da popüler olan her müzik türü pop müziğe giriyor. Türkiye’de ise popüler olan her müzik türü, çağdaş pop müzik kavramıyla bağdaşmadığından, sorun çıkıyor.
Yani yarışmanın "Pop müzik yıldızı" yarışması mı yoksa "Popüler yıldız" yarışması mı olduğuna karar verilmesi gerekiyor.
İki yıl önceki yarışmada bu açık değildi. Ama şimdi yarışmanın yapımcısı, programın en yetkili kişisi Osmantan Erkır, bu bir "popüler star" yarışmasıdır dediğine ve tanımı açık seçik yaptığına göre, tartışmanın alemi yok.
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2006
Türkiye’nin zaten ABD’den ileride olduğuna, ama müttefikleri yenildiği için hükmen mağlup sayıldığına inananların sayısı Hürriyet okurları içinde bile azımsanamayacak sayıdadır eminim. Doğrudur, haklarını teslim etmek gerekir... Biz ABD’den çok ileriyiz ama müttefiklerimiz yenildiği için mağlup sayılıyoruz.
ABD’liler cahildir. ABD’lileri Amerikalı diye anan yazarlardan bile daha cahillerdir.
Örneğin çoğu Türkiye’yi ortadoğu ülkesi sanır. Avrupa Birliği’ne yirmi küsür yıl sonra belki kabul edileceğimizden habersizlerdir.
Sıradan bir Türk gazete yazarı ABD halkını, New York’ta bindiği taksinin şoförüyle özdeş sayar. Özdeş saymakla da kalmaz, taksi şoförünü İstanbul, Nişantaşı, Touchdown Cafe’deki sarhoş burjuva ücretlisiyle karşılaştırır.
Touchdown’daki sarhoşun Nassau hakkında tek bir kelime edememesine takılmaz ama New York’lu taksi şoförünün Tayyip Erdoğan’ı demokrasi havarisi sanmasına hayret eder, Türkiye’yi Suudi şeyhlikleriyle karıştırmasına içerler.
Bir haftadır New York’tayım. New York’a bu belki de yirminci gelişim.
İlki hemen hemen 15 yıl önceydi. New York da tabii ki gelişiyor, değişiyor. Değişmese çoktan yakalardık.
İlk geldiğimde sigara yasağı yeni yeni deneniyordu.
Woody Allen’ı dinlemeye gittiğimde, o zamanlar henüz bağımlı olduğumdan, sık sık yemek masasından kalkıp sigara içmenin tek serbest olduğu bara yollandığımı hatırlıyorum.
New York bugün çok farklı. Taksiler bile değişti. Metro bir dolardan iki dolara çıktı. Sokak sandviççilerinde satılan sosisliler de aynen...
Hatırlıyorum, sekiz yıl kadar önce New York sokaklarında dolaşırken en büyük merakım, her bakkalın kapısının dışında buzlar içinde teşhir edilen plastik şişelerdeki taze sıkılmış meyve sularından alıp, içe içe sokakları arşınlamaktı.
Bugün artık o her köşe başında satılan taze meyve suları yok. Ama çok güçlü bir organik ürün talebi var.
Özellikle de "upper west side" olarak anılan NY’un tam ortasındaki "Central Park"ın güneybatısındaki bölgede.
Daha çok NY’lu yahudilerin yaşadığı bu bölgede tam bir organik ürün çılgınlığı yaşanıyor.
Neredeyse her köşebaşını organik ürünler satan süpermarketler tutmuş. Kuru temizlemeciler bile kapılarına "Organik kuru temizleme" tabelaları asmışlar.
Kısacası NY’ta sağlıklı yaşam ve beslenmenin yerine organik beslenme ve yaşam almış.
Yakında İstanbul’da da görürüz.
Bu İstanbul’dan adam çıkmaz
ABD ile aramızda büyük bir uçurum var. Ne kadar kabul etmesek de bu böyle...
Peki bu uçurumu nasıl kapatacağız?
Biz aslında şöyle büyüğüz, böyle büyüğüz diyerek kapatamayacağımız kesin.
Tek şansımız var, daha zeki, daha yaratıcı nesiller geliştirmek.
Peki ama bunu yapabilir miyiz?
Hiç sanmıyorum.
ABD’de çocuklar öyle bir ortamda büyüyor ve yetiştiriliyorlar ki, değil bir nesil, on nesil geçse ABD’yi yakalamamız mümkün değil.
Bir kere ABD’de çocuklar sigara dumanından tamamen muaf ortamlarda büyüyorlar. Evleri, restoranları, kafeleri geçtim, sokakta bile sigara dumanına maruz kalmaları olanaksıza yakın. Bu da beyinlerinin daha çok küçük yaşta zarar görmesini engelliyor.
Türkiye’de ise bir bebeğin beyninin sigara dumanından zarar görmeden gelişmesinin olanağı yok.
İkincisi şehircilik öylesine gelişmiş ki, aileler bebeklerini her an sokağa çıkartabiliyor, her yere onlarla birlikte gidebiliyorlar. Bizde ise bebekle sokağa çıkıp, yürümek olanaksız gibi. Bu da Türk bebeklerinin büyürken daha az uyaranla karşılaşması, yani zekalarının daha az gelişmesi demek.
Üçüncüsü, her mahalede olan çocuk parkları. Ama bunları bizdeki köpek pisliğinden geçilmeyen parklarla karıştırmamak gerekiyor.
ABD’deki çocuk parkları, bal dök yala cinsinden... Bu da belediyeler kadar şehirlilerin de kültürü sayesinde gerçekleşiyor.
Kısacası biz bebeklerimize köpeklerimiz kadar sevgi ve itina gösteremediğimiz için ABD’yi yakalamayı asla beklemeyelim. Gerisi fasa fiso...
THY’de güvenlik çatlaklara kalmış
Geçen hafta İstanbul-New York seferini yaparken Münih üzerinden gerisin geri dönen THY uçağında ben de vardım. Eşim ve bebeğimle birlikte...
Normalde kimsenin ruhunun duymayacağı bir rezaletti bu. Ama Atatürk havalimanında ikinci bir THY uçağına aktarılmayı beklerken cep telefonuyla gazeteyi arayıp haber verdiğim için medyaya yansıdı. Şahan’ın Fenerbahçe forması giymemek için ABD’ye kaçtığı iddiası da bu mecburi iniş nedeniyle ortaya atıldı.
Ama işin asıl ciddi yönü üzerinde bence hiç durulmadı.
Düşünün... THY uçağının kokpit (pilot kabini) camı çatlıyor ve THY uçağı en yakın havalimanına inmek yerine çatlak camla iki buçuk saat uçmayı, camdaki çatlağın büyümesini hatta camın patlamasını göze alıp taa İstanbul’a geri dönüyor.
Nedeni mi? Basit. THY uçağı, kokpit camı çatladığında Münih’e acil iniş yapacak olsa, THY’nin değil Almanların teknik servisine girecek ve İstanbul’dakinin kat kat üzerinde bir fatura ödemek zorunda kalacacak.
Uçaktaki yolcuların yaşamının önemi nedir ki? Uçarsın çatlak kokpit camıyla iki buçuk saat geri, olur biter...
İkinci uçakta tam on buçuk saat boyunca, sürekli sigara içen pilot yüzünden keşhane gibi bir ortamda uçmamız da ayrı bir kepazelikti.
Çatlak camlı uçakla iki buçuk saat uçmayı başarıp ölmedik belki ama uçaktaki yolculardan kaçı sigara bağımlısı pilot yüzünden kanser olup ölecek orası meçhul ne yazık ki...
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2006
İDO’nun İstanbul’un simgesi haline gelen şehir hatları vapurlarını seferden kaldırıp, ucube görüntülü yenileriyle değiştireceği hakkında bir tantana kopartılmıştı zamanında. Vapurların süs değil, ulaşım aracı olduğunu, yenilenmesi, modernize edilmesi gerektiğini,
İDO’nun yaygarayı kopartanların iddia ettiği gibi ucube modeller peşinde olmadığını, yapılan eleştirilerin yersiz olduğunu vurgulamıştım.
Zaman İDO’yu ve İDO’ya destek veren biz bir avuç yazarı haklı çıkardı. Diğerleri ise kopardıkları haksız yaygarayla kaldılar. Bakıyorum da şimdi bir özür bile dilemiyorlar.
Ancak İDO’yu eleştirme sırası bu kez bende.
Aslında vapur oylamasının gündeme oturduğu
geçen hafta yazmıştım bu yazıyı. İlandan dolayı yer daralınca, cuma günü yayınlanan sayfaya girmemiş.
İDO modernizasyon için sekiz ayrı vapur modeli hazırlatmış ve bir anketle bu vapurları İstanbullular’a oylatıyor. Sekiz modelden beşi tamamen nostaljik, ikisi nostalji ile modern arasında, biri ise tamamen modern hatlara sahip.
Geçen hafta yazıyı yazarken, tamamen modern hatlara sahip tek aday, sekiz numara, yüzde 25 oyla önde gidiyordu. Nedeni açık demiştim yayınlanmayan yazımda.
"Klasik hatları tercih edenlerin oylarının toplamı yüzde 75’i bulmasına rağmen, yedi aday arasında bölündüklerinden büyük olasılıkla tek modern adaya yenilecekler.
Ve yüzde 25 oy alan model,
azınlığın seçimi olmasına rağmen çoğunluğu silecek. Sahi bu yüzde 25, size başka bir seçimin sonucunu daha hatırlatmıyor mu?"
Yazımın ilan büyük gelmese yayınlanacağı gün
Hıncal Uluç da konunun bu yanına değinmiş.
Mustafa Altıoklar arayıp eski modelleri isteyenlerin oyları bölünecek demiş, Hıncal Uluç da hak vermiş aktarmış.
Ama beklenmedik bir gelişme oldu geçen hafta sonu. Dört numaralı aday birden bire öne geçiverdi. Bu yazıyı yazarken dört numaralı aday oyların yüzde 39’unu, sekiz numaralı aday yüzde 33’ünü almıştı. Diğer adaylar ise
tek haneli yüzdelerle nal topluyorlardı bu ikisinin ardından.
Peki ne olmuştu da açık ara önde giden tek modern aday, birden bire yedi klasik adaydan birinin arkasına düşmüştü?
Nedeni basit. Önde giden modern adayın klasik olanlardan en güçlü rakibinin dört numara olduğu o kadar çok yazıldı, çizildi ki geçen hafta boyunca... Sonunda klasik model yanlıları en güçlü rakip olan dört numara üzerinde kendi kendine oluşan bir güç birliğine gittiler.
Yani bir bakıma
iki aşamalı bir seçim gerçekleşti.
Önce çoğunluğun oyu bölündü, azınlığın oyu radikal adayı öne geçirdi. Sonra çoğunluk gidişatın farkına varınca, benzer adaylar arasından en güçlüsü üzerinde konsensusa vardı ve azınlığın kazanmasını engelledi.
Ama sonuç ne olursa olsun, toplu taşımacılık gibi uzmanlık gerektiren böylesi bir konuda seçimin halk oylamasına bırakılması
lüzumsuz bir popülistlik.
Neredeyse bir yıl önce yazdıklarımda ısrarlıyım.
Vapurlar süs aracı değil. İstanbul’un toplu taşımacılık ihtiyacı ne gerektiriyorsa o şekilde modernize edilmeleri gerekiyor. Nostalji için birkaçı turistik gezilere tahsis edilir, olur biter...
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2006
Sevgili Figen Batur Roma’nın en güzel restoranlarını anlattığı yazısında bana da laf atmadan duramamış. "Yurtsan Atakan’a inat", diyor, "bir sürü ’ristoranti per fumatori’, yani sigara içilebilen yerler. Da Fortuna, Da Cesare ve diğerleri"...
Hani geçmiş yazılarımdan birinde sigara yasağının başarılı olabilmesi için restoranlarda sigara içilmeyen masalar ayrılmasının yetersiz olacağını yazmış ve toptan yasak koyan İtalya, ABD ve İrlanda’yı başarı örnekleri olarak vermiştim ya...
"Sen öyle san, bak İtalya’da bile toptan yasak yok", demeye getiriyor.
Figen Batur, İtalya’da da sigara içilebilen yerler var diyor ama bazı bilgileri saklıyor.
Bir kere o yerlerin ismi "ristoranti per fumatori" değil, "locali per fumatori"...
İkincisi bu yerlerde sigara içmek tamamen serbest değil, sigara içilebilen bölümleri var.
Üçüncüsü bu sigara içilebilen bölümler, restoranın diğer bölümlerinden tamamen tecrit edilmiş, dışarıya duman sızdırmayan, özel havalandırması ve otomatik kapı sistemi olan yerler.
Yani evet, İtalya’da yemekte illa sigara içmek istiyorum diyenler, yalnızca kendilerini ve servis elemanlarını zehirliyorlar.
Sigara içmeyenleri, içenlerin zehirinden koruyacak bir uygulamanın başarılı olması isteniyorsa bunun tek yolu var. O da sigarayı kamuya açık yerlerde tamamen yasaklamak.
Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül lütfedip, sorularıma cevap vermiyor. O yüzden Şişli’deki geçiş döneminin ne kadar süreceğini bilemiyorum.
İtalya bu geçiş dönemini hiç uygulamadı. Restoranlara, barlara duman sızdırmaz özel bölmeler yapması için zaman tanımadı. Yasağı çıkarttı, isteyen mekanlar özel odaları yasaktan sonra zaman içinde yaptırıp, açtılar.
Şişli örneğinde olduğu gibi restoranlara bir süre tanımak, belki daha doğru. Ama geçiş döneminin bitiş tarihi net bir şekilde konulmalı ve bu bölmelerin özellikleri şimdiden net bir şekilde belirlenmeli. Restoranlara da geçiş döneminin ardından bu özel yerler dışında sigara içilmesine kesinlikle izin verilmeyeceği tebliğ edilmeli.
Timuçin Esen kadınlara oynuyor
Mikadonun Çöpleri oyunu kadınlar matinesine dönmüş. Akatlar Kültür Merkezi’nin kapısından içeri adımımı atar atmaz, kadınlar matinesi daha doğrusu kadınlar suaresine mi geldim yoksa diye duraksadım.
Fuayeyi hınca hınç dolduran kadın kalabalığının içine karışmış birkaç erkeği görünce rahatladım.
Önce Fenerbahçe-Galatasaray maçının akşamı olmasına verdim manzaradaki garipliği. Sonra, kalabalığın içine karışıp, kulağıma çalınan her iki cümleden birinde "Timuçin Esen" isminin geçtiğini fark edince ayılmaya başladım.
Tiyatro fuayelerinde sigara içmek kanunen yasak. Beşiktaş Belediyesi, bu yasağı fuayenin içine açtığı kafeteryayla delmiş. Fuaye, kafeteryadan yayılan dumanlarla keşhaneye dönmüş olduğundan dışarı kaçtım. Bekçiyle sohbete başladım.
Şüphemde haklıymışım. Her temsil de aynı manzara yaşanıyormuş. Bekçiye göre gelen az sayıda erkeğin çoğu da, eşlerinin, sevgililerinin zoruyla geliyorlarmış. "Kılıbıklığa bakar mısın abi", dedi, "İnsan sevgilisinin hayran olduğu erkeği seyretmeye gelir mi?"
Oyun güzeldi. Timuçin Esen’i ben de beğendim. Oyunculuğunu tabii. Devin Özgün Çınar’ın da ondan aşağı kalır yanı yoktu.
Günahı yönetmen Zeliha Berksoy’un boynuna, oyun boyunca her beş dakikada bir sigara tüttürdüler. Galiba Broadway’de olduğu gibi suni sigaraydı içtikleri. Fuayeden gelen dumana boğulmuş salonun havasının ağırlaşmasına katkıda bulunuyorlardı. İkinci perdede oksijensizliğe dayanamayıp, oyun çok güzel olmasına rağmen terk ettim salonu.
Ne de olsa Timuçin Esen hayranlarınınki kadar güçlü bir gerekçem yoktu göz göre göre zehirlenmeye katlanmak için.
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2006
CHP Milletvekili Osman Coşkunoğlu geçen salı TBMM’de çok güzel bir konuşma yaptı. Dedi ki, "Bilişim Toplumu sadece bilişim teknolojileriyle ilgili değildir. (Kültür değişimine ihtiyaç vardır) (...)
Örneğin, küçük işletmelerin veya çiftçimizin "rekabet gücü kazanmak için, daha başarılı üretim yapmak için benim en ileri düzeyde bilgiye ihtiyacım var" der duruma gelmesi bu kültür değişiminin önemli bir işaretidir. Bu değişim kendiliğinden olmaz, piyasanın görünmez eliyle de olmaz. Toplumun bilgi talep eder olması ve talep edilen bilginin yani içeriğin sunulması ancak hükümet politikaları ile, siyasi irade ile gerçekleşebilir. Ve bakın Coşkunoğlu bu konuşmasından önce İnternet’ten nasıl yararlandı...
CHP milletvekili Osman Coşkunoğlu hem sıkı bir İnternet kullanıcısı hem de bilgi toplumunun Meclis’teki sıkı bir savunucusudur.Türkiye’yi Bilgi Toplumu olmaya taşıyacak siyasetler geliştirmekte, İnternet’in sunduğu olanaklardan da sonuna kadar yararlanır.Coşkunoğlu, geçen Salı günü TBMM’de yaptığı konuşmadan önce yine çeşitli İnternet forumlarına mesajlar göndererek, katkı istemiş, İnternet kullanıcılarının sesini Meclis’e taşımanın yolarını açmıştı.Coşkunoğlu’nun çağrısına TBD üyesi Orhan Kalaycı’dan çarpıcı bir katkı gelmişti. Kalaycı şu örneği vermişti:1 kg patates -0.20 dolardan tonu 200 dolar 1 ton araba - 20 bin dolar 100 gr cep telefonu 200 dolardan tonu 2 milyon dolar. Patatesin tarım toplumu, otomobilin sanayi toplumu, cep telefonunun ise bilgi toplumu ürünü olduğunu savunarak, Coşkunoğlu'na "patates satarak daha ne kadar cep telefonu satın alabiliriz" sorusunu sormasını önermişti.Bu çok çarpıcı örneği biraz daha geliştirmek gerekiyor aslında. Çünkü patates de bilgi toplumu ürünü olabilir. Öte yandan cep telefonu da sanayi toplumu ürünü olabilir. Bilgi teknolojilerinden yararlanılarak rekabet avantajı yaratacak şekilde üretilen patates, bal gibi bilgi toplumu ürünüdür. Uzakdoğuda fason olarak üretilen cep telefonu ise bilgi toplumu ürünü değil sanayi toplumu ürünüdür. Kalaycı’nın çarpıcı örneğinden yola çıkarak Sayın Coşkunoğlu'na tavsiyem aynı örneği kullanması ama farklı soru ve sonuçlara gitmesini önermiştim.Türkiye'nin ihtiyacı başka ülkelerde zaten en iyi şekilde üretilen ürünleri üretmeye çalışmak yada fason üreticisi olmak değil, bilgi teknolojilerinden yararlanarak rekabetçi olabileceği sektörlerde ilerleme sağlamaktır. Örneğin Türkiye dünyanın beşinci büyük üzüm üreticisi ama çoğu sofralık üzüm olarak tüketiliyor. Yüksek katma değerli şaraba dönüşmüş olanında ise dünya üretiminde ismi bile anılmıyor. Şarapçılıkta ilerlemek eskiden çok uzun zaman alan bir işti. İyi şarap üretmek deneme yanılma yöntemleriyle kazanılan ustalığa bağlı olduğundan, bu birikimi edinmek kuşaklar boyunca birbirine aktarılan bilgi birikimi gerektiriyordu. Ancak şu anda bilgi teknolojilerinin yardımıyla eskiden yüzyılları bulan bu süreç on, yirmi yıla indi. Türkiye çok büyük bir üzüm üreticisi. Türkiye'de geliştirilmeyi bekleyen, Türkiye'ye özgü çok önemli üzüm çeşitleri var. Şaraplık üzüm çorak toprağı seviyor. Bilgi teknolojilerini, Türkiye'ye özgü bu avantajlarla birleştirebilirsek, dünya pazarlarında büyük başarı getirecek bir bilgi toplumu ürünü yaratmış oluruz. Şarap gibi bilgi toplumu ürünü olabilecek ve dünya pazarlarında rekabet avantajımız olacak daha pek çok fırsat vardır. Gelin bir Bilgi Toplumu Bakanlığı kuralım. Ama bilişim sektörünün sorunlarına eğilecek bir bakanlık olmasın bu. Bilgi teknolojilerini kullanarak Türkiye'ye rekabet avantajı getirecek sektörlerin, ürünlerin önceliğini belirleyecek, bilgi teknolojilerinin bu sektörlerde kullanılma stratejilerini yazacak bir bakanlık olsun...
Yazının Devamını Oku