10 Kasım 2006
GOOGLE’ın YouTube’u 1,65 milyar dolara satın almasının üzerinden tam bir ay geçti ama yankıları hálá devam ediyor. Yerli ve yabancı bilişim basınında okuduğum makalelerin büyük bir çoğunluğunda Google’ın bu 1,65 milyar doları nasıl çıkartacağı tartışılıyordu.
Kimileri ödenen paranın büyüklüğünden, kimileri YouTube’un henüz kár bile edemediğinden dem vuruyor, Google’ın satın alma için ödediği 1,65 milyar doları çok uzun bir süre çıkartamayacağını iddia ediyorlardı.
Satın alma haberiyle ilgili okuduğum en doğru dürüst yorum bir Türk e.günlüğündeydi (blog).
Buzz (tinyurl.com/yxtwqo) isimli e.günlüğün yazarı Umut Akyol’un "Google YouTube’u satın almadı, geleceği satın aldı" başlıklı yorumunu okuduğumda önce tam isabet diye düşündüm.
Yazıyı okuyunca yüzde yüz isabetli olmasa da, hedefi çok yakınından vurduğuna karar verdim.
Yüzde yüz isabetli olması için "geleceği satın aldı" yerine "geleceğini satın aldı" demesi yeterli olacaktı.
Makalede kısaca Google’ın YouTube’u kárlı olduğu için değil yepyeni bir ürün ve hizmet yarattığı, bir fırsat kapısı açtığı için satın aldığı söyleniyordu.
Google’ın YouTube’u tam olarak niçin satın aldığını anlayabilmek için bu savı bir adım daha öteye götürmek gerekiyor.
Google YouTube’u geleceği olan bir şirket olduğu için de satın almadı, kendi geleceğini tehdit ettiği için satın aldı.
Google bilindiği gibi dünyanın en çok kullanılan arama makinası.
İnternet kullanıcılarının, İnternet’te bir şey aradıkları zaman akıllarına gelen ilk adres.
Google şu anda ana faaliyeti olan arama dışında çeşitli servisler geliştirmeye de çalışıyor ama arama fonksiyonunu çıkartacak olursanız Google sudan çıkmış ördeğe döner.
Ancak Google’ın aramadaki üstünlüğü tekst bazlı aramalardan ibaret.
YouTube ise çok kısa bir süre içerisinde İnternet’te video arayan bir kullanıcının ilk aklına gelen adres olmayı başardı.
İnternet’te geleceğin yazıda değil videoda olduğu bilinen bir gerçek.
YouTube’un video aramada akla gelen ilk site olması Google’ın varlığını tehdit ediyordu.
Google’ın çektiği ziyaretçi kitlesini paraya dönüştürmenin yolunu henüz bulamayan YouTube’a bu kadar yüksek bir bedel ödemesinin tek nedeni budur.
Google YouTube’u satın almasa kendi ölecekti.
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2006
İstanbul Avrasya Maratonu’nu bu yıl "Sigarasız bir dünya için" sloganıyla koşuldu ama maratonun ev sahibi İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş "sigarasız bir İstanbul için" atması gereken adımları atmaktan nedense kaçıyor. Topbaş’ın önlenebilir ölümlerin baş sorumlusu sigaraya karşı açılan savaşa Avrasya Maratonu’yla destek çıkması kuşkusuz alkışlanacak bir adım.
Öte yandan dünyaya gelene kadar İstanbul’u sigarasız bir şehir yapmak başkanın kendi elinde. Gönül isterdi ki Topbaş işe İstanbul’dan başlasa.
1 Ocak 2007’den itibaren sigarayı yasaklayan ilk medeni İlçe Belediye Başkanı ünvanını alacak Mustafa Sarıgül gibi o da sigarayı yasaklayan ilk medeni Büyükşehir Başkanı ünvanıyla anılsa.
Ancak Topbaş sigara yasağını İstanbul’da uygulamak için TBMM’deki yasa tasarısının geçmesini beklediğini söylüyormuş.
Sigarayla Savaşanlar Derneği’nin ve dernek başkanı Übeyd Korbey’in desteğiyle Meclis Sağlık Komitesi Başkanı AKP Trabzon Milletvekili Prof. Cevdet Erdöl’ün hazırladığı yasa tasarısı aylardır mecliste bekliyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan yasanın çıkmasını istediğini açık açık söylüyor, tasarıda 184 milletvekilinin imzası var, muhalefet tam destek veriyor ama tasarı her nedense meclisten bir türlü çıkmıyor.
Sigara gibi bir pisliğe karşı açılan savaşa köstek olmaya çalışan görünürde sadece iki milletvekili var. Bunlar tasarıya muhalefet eden AKP Adıyaman milletvekili Hüsrev Kutlu ve AKP Gaziantep milletvekili Mahmut Durdu.
Başbakan destekliyor, iktidar iki fire dışında destekliyor, muhalefet destekliyor ama tasarı bir türlü yasalaşmıyor.
İnsan da AKP iktidarının iktidarı sigara lobisinin elinde mi diye düşünmeden edemiyor.
Sigarayla savaşa destek veren İstanbul Belediye Başkanı Topbaş bile işe kendi sorumlu olduğu yerden başlamamak için topu meclise atıyor. Mustafa Sarıgül gibi doğru bildiği yoldan gitme cesaretini gösteremiyor.
Sigara lobisinin iktidarı parmağında oynattığı bu ortamda Sarıgül’ün "medeni" cesaretini bir kez daha kutlamak gerekiyor.
Yağmur doğal afet mi?
İsteyen herkesin kendi kendinin medya patronu olabildiği Onpunto.com’un geçen haftaki manşetlerinden biri Tayyip Erdoğan’ın "Sel konusu abartıldı, dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile bu doğal afetler oluyor", komik savunmasına cevap niteliğindeydi. Onpunto.com’dan aktarıyorum:
Diyarbakır’da metrekareye 15 kg yağış: 18 ölü
Vietnam’da metrekareye 33 kg artı tayfun: 14 ölü
Etiyopya’da metrekareye 20 kg: 1 ölü
Suriye’de metrekareye 20 kg: 5 ölü
ABD Georgetown’da 23 kg: Ölü yok
Kanyon buz gibi
Cumartesi Akmerkez’de, pazar Kanyon’daydık.
Akmerkez ana baba günü, Kanyon sinek avlıyordu.
Kanyon’u heykeltıraş olmak isterken kaderin cilvesiyle mimar olmuş birine çizdirdiklerinden kuşku duyuyorum.
Yaz aylarında açılan Kanyon için "kışın bakalım ne olacak" diyen yazarlar haklıymış.
Kanyon buz gibiydi. Dışarıdan bile soğuk...
Dışarıda olmayan rüzgar Kanyon’un koridorlarında ilikleri dondururcasına esiyordu. Mağaza sahiplerinden bazıları, müşteriden umudu kesmiş, kapılarını sıkı sıkıya kapatmış, kendi can dertlerine düşmüşlerdi.
Gazetelere açılış gününde bilmem kaç bin dolarlık alışveriş yapıldığını dikte eden Harvey Nichols’ın kapıcıları kızarmış burunları, ovuşturdukları elleriyle kapı açacak müşteri bekliyorlardı.
Öte yandan restoranların hemen hepsi doluydu.
Açılışının hemen ardından yaptığım Kanyon alışveriş merkezi olmaz ama yeme içme merkezi olur öngörüsünü şimdi daha iddialı bir şekilde tekrarlıyorum.
Kanyon’da yemeğe gitmek gerçekten büyük bir zevk. Alışverişte ise Akmerkez hálá rakipsiz.
Kanyon’un en iyi beş restoranı
YemekOrtam
1. Konyalı88
2. Kitchenette78
3. Midpoint77
4. Wagamama67
5. Le Pain Quotidien*66
* Kahvaltı ve geç kahvaltı için 1 numara
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2006
Milli Eğitim Bakanı’na okullara cep telefonu yasağı koymasını önerenlerin zihniyeti, Osmanlı’nın çöküş dönemindeki Milli Eğitim Nazırı’nın meşhur sözünü hatırlatıyor: "Maarif işlerini ne güzel yönetirdik şu okullar olmasa".
Öğrencilerin okula cep telefonu sokmasını yasaklayın diyenlerinki de aynı hesap:
"Cep telefonlarının kötüye kullanımını ne güzel önlerdik şu cep telefonları olmasa"...
Neyse ki Bakan Hüseyin Çelik bu saçma öneriye yüz vermemiş, "Telefonu büsbütün yasaklamak doğru olmaz", demiş.
Demiş ama sonrasında önerdiği yöntemi de tekrar değerlendirmesinde fayda var.
Cep telefonuyla işlenen suçları disiplin yönetmeliğinde tanımlayacaklarını söyleyerek devam etmiş, "Okul içinde münasebetsiz görüntülerin çekilmesi ve İnternet’te yayınlanmasını suç kapsamına sokacağız", demiş.
Osmanlı Nazırı’nın söylemine uyarlarsak, "Okullardaki kepazelikleri ne güzel hiç görmezdik şu kameralı cep telefonları olmasa", demiş.
Okullarda münasebetsiz görüntülere yol açan olaylar oluyorsa bunda cep telefonunun suçu ne?
Bilakis bu münasebetsiz olaylardan haberdar olmamızı sağladıkları için müteşekkir olmalıyız cep telefonlarına.
Suçu kamerayla videoya almak ve TV’de yayınlamak suç olmadığına göre sınıftaki münasebetsiz olayı videoyla tespit edip İnternet’te yayınlamak neden suç olsun?
İnternet’te yayınlanan okul videolarını ararken Youtube’da eski okulum İngiliz Lisesi (EHSB), yeni adıyla Nişantaşı Anadolu Lisesi’nin (NAL) 2001 mezunlarınca çekilmiş bir videoya rastladım (tinyurl.com/y22hec).
Videoyu izlerken okul yıllarıma döndüm. Sınıfıma uğradım, bahçede oynadım, koridorlarda dolaştım.
Sıralar değişmiş, kantin gecekondu bozması bir kulübeye taşınmış, bahçe küçülmüş, yüzyılın izlerini taşıyan yer karoları parlak fayanslarla değiştirilmişti.
Değişmeyen ise öğrencilerin tatlı taşkınlıklarının altındaki gençlik heyecanları, muzır yaramazlıklarına eşlik eden umut dolu bakışları, kabaca şakalarını hoşgördüren kendini ifade etme arzularıydı.
Keşke 1982’de de cep telefonlarımız olsaydı diye düşündüm. Anılarını cep telefonu videolarıyla ölümsüzleştiren nesli kıskandım.
Sonra en azından fotoğraf makinelerimiz vardı dedim. Ve kullanımı yasaklanmamıştı. Münasebetli, münasebetsiz anılarımızı yıllığımıza taşıyabilmiştik.
Bakan Çelik’e okula cep telefonu sokma yasağını desteklemediği için önce teşekkür ediyor sonra rica ediyorum: Disiplin yönetmeliğini de lütfen çekeni değil, suçu işleyeni cezalandıracak şekilde düzenleyin.
Kadeh şarap haftası
Türkiye’deki restoranların bir, iki istisna hariç tamanında, şişe açtırmadan içebileceğiniz kadeh şarap çeşidi çok kısıtlıdır.
Sırf bu nedenle Türkiye’deki en lüks restoranlar bile iyi birer kasaba restoranı klasını aşamaz.
Kabahatin tamamı restoranlarda değil tabii ki.
Restoranlarda sunulan kadeh şarap çeşidinin kısıtlı olmasının başlıca iki nedeni var:
Birincisi uygulanan düşmanca vergiler nedeniyle şarap fiyatlarının dünya ölçeğinde çok yüksek olması.
İkincisi ise yemekte şarap içme kültürünün daha yeni yeni yaygınlaşmaya başlaması.
Restoranlar da açılan şarap bozulur endişesiyle, şarap listelerindeki kadeh şarap çeşidini kısıtlı tutma yoluna gidiyorlar.
Oysa fazla yıllanmamış şarapların iki, hatta üç gün saklanması mümkün.
Doluca’nın desteğiyle İstanbul’un 11 restoranı önümüzdeki hafta güzel bir uygulama başlatıyorlar.
6-12 Kasım tarihleri arasında sürecek uygulamada, 11 restoran müşterilerine 50’den fazla farklı şarabı kadeh olarak sunabilecekler.
Bu 50 şarap arasında Doluca ve Sarafin’in tüm çeşitlerine ek olarak Fransa, Kaliforniya, İtalya, Avustralya ve Şili’den çeşitli markalar bulunacak.
Aija, Changa, Da Mario, Erguvan, Lokanta, Mikla, Müzedechanga, Şans, Vogue ve Wanna tarafından sunulan bu fırsatı özellikle Doluca ve Sarafin’in bugüne kadar deneme fırsatı bulmadığınız çeşitlerini tatmak üzere değerlendirebilirsiniz.
Uygulama 50 çeşitle olmasa da (zaten olanaksız), diğer Türk markalarını da kapsayacak şekilde Türkiye’nin tüm seçkin restoranlarına yayılır ve süreklilik kazanırsa restorancılık sektörümüz sınıf atlar.
En iyi manzaralı 10 restoran
Çarşamba günü, Vogue restoranı sırf manzara sattığı için eleştirmiştim.
İstanbul’da manzarası güzel veya deniz kenarındaki restoranların çoğunluğunun manzara satmakla yetindiklerini yazmıştım.
Yazının ardından İstanbul’un en iyi manzaralı restoranlarının hangileri olduğunu düşündüm.
Hürriyet Cuma’nın klasikleşmiş "En İyi 10" listesinde bu konu işlenmiş miydi anımsayamadım. Oturup kendi listemi yaptım.
Bir restoranın ana işlevinin iyi yemek sunmak olduğunu unutmayarak, listeye yemekleri vasatın altında olanları dahil etmedim.
İşte yemekleri de belli bir kalitenin üzerinde olan İstanbul’un en iyi 10 manzaralı restoranı...
ManzaraYemekGenel
1- Sunset 999
2- ParkSA Hilton-Artz899
3- Meditrina978
4- Swissotel-RoofGarden1078
5- Ulus 29978
6- Vogue1078
7- Körfez797
8- Eresin Crown-Mosaic Terrace1067
9- Hamdi866
10- Arcadia Hotel-Horizon966
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2006
Hemingway’in bir zamanlar yazdığı topu topu altı kelimelik hikayeyi okuyunca aklıma geldi.
Orijinali altı kelime ama Türkçe’ye dört kelimeyle çevirmek de mümkün:
"Satılık: Bebe patikleri, kullanılmamış."
Hani okulda bayram tatiliniz nasıl geçti konulu kompozisyonlar yazdırırlar ya.
Hálá lisede okuyor olsam, geride kalan bayram tatilimi Hemingway’e özenip şu beş kelimeyle anlatırdım:
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2006
Yurtdışında Türklere rastlama olasılığınızın çok yüksek olduğu yerler bellidir; alışveriş merkezleri ve ünlü markaların mağazalarının sıralandığı caddeler... Bir vatandaşımızla karşılaşma olasılığınızın sıfıra yakın olduğu yerler de bellidir; iyi restoranlar ve sanat müzeleri...
Günah sadece biz sade vatandaşlarda değil tabii ki. Devlet bürokrasisiyle yönetilen müzelerimizin sanatı popülerleştirecek adımlar atmaktan on yıllar boyunca kaçınmış olması.
İstanbul Modern ve ardından Sabancı Müzesi sanatı popülerleştirmek adına son yıllarda önemli adımlar attılar ama yeterli değil.
Bayram tatilini fırsat bilip, ailece müze ziyareti yapmayı kaç kişi planlamıştır dersiniz?
Çoluk çocuk ailecek gezilebilecek sadece tek müzemiz var, o da İstanbul Modern... Sabancı Müzesi ise bu konuda yetersiz.
Kitlelerin sanata ilgisini çekmek tek bir müzeyle olacak iş değil tabii ki.
Batılı ülkelerde ise sanat müzeleri hafta sonlarında, bayram tatillerinde dolup taşıyor.
Bu da sebepsiz değil. Sokaktaki sıradan vatandaş içinde sanat aşkıyla yanıp tutuşmuyor, oralarda da.
Ama örneğin Londra Tate Modern’in müzeye yeni kurduğu "attraction"a bir bakın (Popüler müzeciliğin vazgeçilmez kavramına bir Türkçe karşılık üretememiş olmamız bile çoğu şeyi açıklıyor aslında).
Tate Modern’i ziyaret edenler müzenin avlusuna kurulmuş, beş kat yüksekliğindeki tavandan ve çeşitli katlardan zemine döne döne inen spiral tüplerle karşılaşıyorlar.
Tüplerin görüntüsü de bir sanat eserine yakışacak kadar estetik ama asıl ilginç yanı formundan çok işlevinde.
Bu tüpler, birer kaydırak aslında. Alman sanatçı Carsten Höller’in "Test Site" isimli eseri, kaydırakların da şehirlerde stres atıcı, eğlenceli birer ulaşım aracı olarak kullanılabileceği mesajını iletmeye çalışıyor.
Höller eseri için, "Beden ve beyin için bir oyun parkı" diyor, "Hem sanat, hem değil."
Sanatçı bu kaydıraklardan birini ünlü İtalyan modacı Miuccia Prada’nın ofisine de kurmuş. Prada kaydırağı en üst kattaki ofisinden, otoparktaki arabasına birkaç saniyede ulaşmak için kullanıyormuş.
Kaydırakların Tate Modern için anlamı ise sergilenen bir sanat eseri olmanın ötesinde kitleleri müzeye çekecek bir araç işlevi görmesinde.
Kurulduklarından bu yana başlarında oluşan kuyruklar her geçen gün daha da uzuyor.
Darısı başımıza...
San Francisco’da arkadaş arayanlar
Olur ya bir gün gerçekleşse, kongre şehri olmak İstanbul’a çok şey katacak. Ama altyapı olarak daha yapılması gereken o kadar şey var ki, ölme eşeğim ölme...
Bayramı Oracle OpenWorld Konferansı’nı izlemek üzere San Francisco’da geçiriyorum.
Konferansa katılmak üzere tam 42 bin kişi San Francisco’nun küçük şehir merkezine üşüşmüş durumda.
Buna karşılık ne trafik var ne de bir karmaşa.
Beş gün süren konferansa katılan ziyaretçilerin şehrin ekonomisine 60 milyon dolar gelir bırakması bekleniyor.
Bu 60 milyonun 10-15 milyon doları vergi geliri olarak direkt belediye kasasına girecek.
Konferansa şehir dışından katılım rakamı San Francisco için bir rekor.
Bu rekor katılımın nedeni Oracle’ın son bir senede tam 12 şirket satın alarak gösterdiği büyüme hızı.
Şehirdeki otellerin hepsi dolu. Restoranlardaki, kafelerdeki garsonlar masaları tıka basa dolduran müşterilere yetişmeye çalışıyorlar. Yetişiyorlar da...
Beş gün sürecek konferans için bir yıl boyunca yüz kişi tam mesai çalışmış.
Konferans merkezine kurulu bilgisayarları birbirine bağlayan ağda toplam 200 km. uzunluğunda kablo kullanılmış. En ilginç rakamlar ise İnternet’teki Craigslist isimli meşhur seri ilan sitesinden.
Konferansın başladığı pazartesi günü 35 arkadaş arama ilanı yayınlanmış.
Bu 35 ilandan 13’ü kadın arkadaş arayan erkekler, 21’i erkek arayan erkekler tarafından verilmiş.
Geriye kalan 1 ilan mı? Onu da kadın arkadaş arayan bir kadın vermiş.
San Francisco Chronicle gazetesinin yalancısıyım.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2006
Starbucks’tan arayıp kahve tadım seansına davet ettiklerinde, bir şarap tadım seansı kadar keyifli olacağını düşünmemiştim. Etiler Starbucks’ın ikinci katında geçen lezzet ve sohbet dolu iki saatin ardından kahvenin de neredeyse şarap kadar zengin bir tat ve aroma çeşitliliği sunduğunu gördüm.
Kahve de tıpkı şarap gibi cinsine ve yetiştirildiği bölgeye göre farklı karakterlere bürünen bir içki.
Ve yine tıpkı şarap gibi farklı yiyeceklerin yanında farklı kahveler daha iyi gidiyor.
Kahve de tadını ve aromasını, şaraplık üzüm gibi yetiştiği bölgenin ikliminden ve toprağından alıyor.
Kahve yetiştirilen yerler kabaca üç ana bölgeye ayrılıyor; Latin Amerika, Afrika ve Asya Pasifik...
Latin Amerika kahvelerini içerken ağırlıklı olarak kakao ve fındık tadı alıyorsunuz. Bu da Latin Amerika kahvelerinin en iyi çikolata, karamel, fındık ve cevizli yiyeceklerin tadını tamamlayacağı anlamına geliyor.
Afrika kökenli kahveler ise meyvemsi tatların ağırlıkta olduğu bir içim keyfi sunuyor.
Bu nedenle de en iyi meyveli pastaların yanında gidiyor.
Dünyanın bir diğer önemli kahve bölgesi Asya Pasifik ise koyu ve topraksı tatlar içeren kahveler sunuyor. Asya Pasifik kahveleri tuzlu yiyeceklerin yanında içmek için ideal. Özellikle peynirli çörekler ve börekler, tereyağlı, tuzlu kurabiyelerle çok iyi gidiyor.
Kahvenin tadına tam olarak varabilmek için yiyecek eşleştirmesini yapmak çok önemli. Bu ana seçim tıpkı şarapta (kırmızı, beyaz ve roze) olduğu gibi üç ana seçenekten (Latin Amerika, Afrika, Asya Pasifik) ibaret.
Yemek ve içecek eşleştirmesini yaptıktan sonra iş kahvenin hazırlanmasına geliyor.
İyi kahve hazırlamanın birinci koşulu kahve çekirdeğini pişirmeden hemen önce, taze çekmek.
Kullanılacak suyun kalitesi de çok önemli. Filtre edilmiş musluk suyu en iyisi. Yoksa şişe suları da iyi. Şişe suları arasında ise Turkuaz gibi ters ozmozdan geçirilmiş sular tercih edilmeli.
Pişirme yöntemi içinse Coffee Press olarak anılan tepeden bastırmalı cam demlikler en ideali. Çekilmiş çekirdeğin tat ve aromasını kahveye en iyi aktaran bu aletler, aynı zamanda ekonomik de.
Kahve suyunun tam kaynar olmaması da uyulması gereken bir ipucu. Suyu kaynattıktan sonra, demliğe dökmeden önce bir, iki dakika bekletip 90-96 dereceye düşmesini beklemek gerekiyor.
Tüm bunlar Starbucks’taki kahve tadım seansında edindiğim izlenimlerin bir kısmı.
İşin güzel yanı bu kahve sohbetleri isteyen herkese açık ve ücretsiz. Katılmak için randevu almanız yetiyor.
Ünlü restoranlarda kahveli yemekler moda
Dünyanın ünlü restoranlarında kahve rüzgarı esmeye başladı. Dünyaca ünlü şefler kahveyi bir yandan baharat gibi kullanmaya, diğer yandan yemeklerin yanında içecek olarak servis etmeye başladılar.
New York’taki Aquavit ve Cru, Houston’daki Cafe Annie, Boston’daki Restaurant L, kahvenin bütünleyici tat ve aromasını keşfeden restoranlardan birkaçı.
Türkiye’de de Nişantaşı Niş restoran bu akımın öncülerinden. Geçen sene mönüsüne dahil ettiği kahve soslu bonfilesi, dünyanın ünlü restoranlarından aşağı kalmıyor.
Kahve özellikle ete çok yakışıyor. Orta kalınlıkta taze çekilmiş kahveyi et sosuna katabileceğiniz gibi fırına vermeden önce eti ovmak için de kullanabilirsiniz.
Yeşil kahve tanelerini ise fırının alt katındaki tepsiye koyarak, orta kattaki somonu tütsüleyebilirsiniz.
Çekilmiş kahveyi yemekte kullanmanın en pratik yöntemi ise kızarmış patateslerin üzerine bir tutam serpmek.
Kahveyi ızgara et ve peynirli yemeklerin yanında içecek olarak denemenizi de tavsiye ederim.
Kahveyi yemekte ister baharat, ister içecek olarak kullanırken Asya Pasifik kahvelerini tercih edin. Tuzlu, yağlı yiyeceklerin tadını en iyi bu bölgenin kahveleri tamamlıyor.
En iyi Türk kahvesi Sarıyer’de
Bayramın en gözde kahve çeşidi Türk kahvesini unuttuğumu sanmayın.
Starbucks’taki kahve tadım seansında, yöneticilerine Türkiye’de servis ettikleri Türk kahvesini tüm dünyadaki Starbucks’larda servis etmelerini önerdim. Kolları sıvayacakları sözünü aldım.
Starbucks’taki kahve çekme makinelerinin tümünde Türk Kahvesi ayarı zaten standartmış ve tüm dünyadaki Starbucks makinelerinin üzerinde bu ayar adıyla "Türk kahvesi" olarak yazıyormuş.
Pişirme tezgahını ise Türkiye için özel olarak geliştirmişler. Tüm dünyaya yaymaları için tek yapmaları gereken eğitimini vermekmiş.
Söz Türk kahvesinden açılmışken meşhur Mehmet Efendi kahvesinin tadındaki bu seneki düşüşe değinmeden edemeyeceğim. Artık ithal ettikleri kahve çeşidini değiştirmiş olmalarından mıdır, kavurma işleminde yaptıkları bir değişiklikten midir bilemeyeceğim, Kurukahveci Mehmet Efendi kahvesi eski verdiği tadı vermiyor.
Bu sene rastladığım en iyi Türk kahvesi ise Sarıyer’deki Lale Kuruyemişçisi’nde satılıyor. Kayınvalidem keşfetmiş, eşim ve bana da keyfini sürmek kaldı. Yolunuz düşerse, söylemedi demeyin.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2006
İstanbul’un trafik sorunu çözümsüz değil. Radikal de olsa çözümü var: Trafik denetimini valilikten alıp belediyeye, otopark ve yol yapımını belediyeden alıp valiliğe vermek...
Hıncal Uluç son birkaç yazısını sürekli İstanbul’un sahibini aramaya ayırmakta çok haklı.
Kronikleşmiş bazı sorunların sorumlularının dikkatini, haklarında yazılan bir, iki eleştiriyle çekmenin olanağı kalmadı.
İstanbul’da ve diğer büyük şehirlerde bıçak kemiğe dayandı.
Trafik polisinin trafiği düzene sokamayacağı belli.
Trafik polisindeki yozlaşmayı düzeltmek valiliklerin gücünü aştı.
İftardan bir saat öncesinden itibaren ortalıkta tek bir polise rastlamanın olanağı kalmadı.
Sokakta olduğu zaman da süs görevi görmekten başka bir işe yaramıyorlar, o ayrı...
Geçen hafta cuma günü Onpunto.com’da bir haber vardı (tinyurl.com/t4sbo). Kilitlenen trafiğin nedenini öğrenip haber yapmak için Polis İmdat 155’i aramışlar.
Polis İmdat 155, iftar saati geçinceye kadar cevap vermemiş. Artık o sırada kaç kişi cinayete kurban gitmiş, kaç kişi soyulmuş, kaç kişi darp edilmiştir bilemeyeceğim.
155’deki bu rezaleti çözmek için Vali Güler’den medet ummak isterdim ama umamıyorum.
Bir keresinde trafik polisinin keyfi uygulamasını fotoğraflarla da belgeleyerek yazmıştım ama Vali Güler’den cevap allamamıştım (tinyurl.com/y4dy76 ve tinyurl.com/yx6ehq).
Öte yandan bu yıl okullar açıldığında trafiğin kilitlenmesi bekleniyordu.
O hafta geçtiğim pek çok kavşakta belediye görevlisi trafik düzenleyicileriyle karşılaştım. Kavşakları o kadar iyi idare ediyorlardı ki, trafik kilitlenmek şöyle dursun her zamankinden daha iyi akıyordu.
Geçen gün gazetelerde haberi vardı. Başkan Kadir Topbaş, İstanbul’un trafiğine talip olduklarını söylüyordu.
Haklı bir talep olduğunu, okulların açıldığı haftada kanıtladılar.
İstanbul trafiğinin önemli nedenlerinden biri de otopark sorunu. Yeterli otopark olmadığı için sokaklar ve kavşaklar park etmiş araçların işgali altında.
Yönetmeliklere göre İstanbul’da otoparksız inşa edilen yeni binaların belediyeye otopark katkı harcı vermesi şart. Belediyelerin de topladıkları bu paralarla, ortak kullanıma açık otoparklar inşa etmesi gerekiyor.
Ancak belediyelerin çoğu bu paraları herhalde başka işler için kullanıyorlar ki, hiçbir semtte yeterli otopark yok, yenileri de inşa edilmiyor.
Vali Güler’in dürüstlüğü otopark yapımı için toplanan harçların amacına uygun şekilde kullanılmasının güvencesi olacaktır.
Tüm bunlar trafik denetleme işinin valilikten belediyeye, otopark ve altyapı inşa işininse belediyeden valiliğe devredilmesi gerektiğinin göstergesi.
Trafiğin çözümü yolundaki en akıllıca adım, böylece atılmış olur.
Nobel’i küçümseme küçüklüğü
Gazete yazarlığını asıl işlerine ek olarak yapanların, uzmanlık alanlarının dışına çıkmaya kalkıştıklarında duvara toslamaları kaçınılmaz.
Sabah’ta "iletişim" yazıları yazmaya başlayan akademisyen Nuran Yıldız’ın "Nobel" konusunda ahkam kesmeye kalkması da benzer bir kazayla sonuçlanmış.
Yıldız modaya uyup Orhan Pamuk’a edebiyat eleştirisi yapanlar kervanına katılmak istemiş. Uzmanlık alanı edebiyat olmadığı için edebiyat eleştirisine bir de iletişim kulpu takma ihtiyacı hissetmiş.
"Nobel’in kendisi bir halkla ilişkiler faaliyeti", demiş. Bu doğru, tamam.
Yetmemiş, devam etmiş. Küçümsemesini pekiştirmeye çalışmış.
"Nitrogliserinden patlayıcı madde yapan Mr. Nobel’in ölümünden sonra iyi hatırlanma faaliyeti. Dolayısıyla temelinde tahrip etme icadı var", deyip Alfred Nobel’in icadını aşağılamaya kalkışmış.
Dinamiti, tahrip etme icadı olarak değerlendirmek sığın da sığı bir düşünce.
Dinamit medeniyetin gelişmesine çok önemli katkıları olan bir icat.
En ufak bir sarsıntıda patlayan nitrogliserinin yol açtığı ölümlerin önünü kesmiş.
Madencilik, inşaat, yol yapımı gibi birçok alanda kullanılmış, hálá da kullanılıyor.
Medeniyetin inşasında çok büyük rolü olan dinamiti, tahrip etme icadı olarak nitelemek sığ bir düşünce. Hele bu sığ nitelemeyi, edebi değerini dünya çapında tescil ettirmiş bir Türk yazarını küçümseme ihtirasına alet etmek...
Ayıp oluyor...
İlhan Mansız’ın basındaki ikizleri
Akşam yazarı Oray Eğin geçenlerde Orhan Pamuk’la ilgili bir anekdot yazdı.
Anektodun baş kahramanını, Orhan Pamuk’un eserlerinin edebi değerini eleştirmeye kalkışan gazete yazarlarına benzettim.
Anekdot şöyle; "Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal bir gün Polat Renaissance Otel’de buluşurlar. O sırada Milli Takım da aynı otelde kamp yapmaktadır. Asansörde İlhan Mansız’la karşılaşırlar ve ayaküstü sohbet ederler, ancak Mansız iki büyük romancıyı, Kemal ve Pamuk’u, biri yaşlı, biri de uzun boylu iki hayranı zanneder!"
Orhan Pamuk’un aydın olup olmadığını ya da aydın duruşu sergileyip sergilemediğini tartışmaya ben de varım.
Ancak Nobel almış bir yazarın edebi kabiliyetlerini, tek bir kitabını dahi okumadan eleştirmeye kalkanların düştüğü durum İlhan Mansız’ınkinden hiç farklı değil.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2006
Bilgisiz fikir sahibi olmaktan korkma. Fikirsiz bilgi sahibi olmaktan kork. İnternet’in yaygınlaşmaya başladığı ilk yıllarda bir öngörüde bulunmuştum. Bilgiye erişim kolaylaştıkça, Uğur Mumcu’nun "bilgisiz fikir sahipleri" küçümsemesi de anlamsızlaşacak demiştim.
O gün geldi çattı. Medyanın bugün artık en büyük sorunu "bilgisiz fikir sahipleri" değil, "fikirsiz bilgi sahipleri"...
Geçen hafta medyanın miadını doldurmuş yazarları emekli etmekte, yerlerini yeni nesil yazarlarla doldurmakta başarısız olduğunu yazmıştım.
"Biyolojik yaş" elbette tek ölçüt değil. Ölçüt aslında yazarın ürettiği fikirlerin yaşı.
Medyanın zamanında tasfiye etmeyi başaramadığı yaşlı yazarlar derken, bunlardan bahsediyorum.
Uğur Mumcu yaşasaydı "bilgisiz fikir sahipleri" küçümsemesini kullanmaya devam eder miydi?
Hayatta olmadığına göre bilmek olanaksız ama şunu söyleyebiliriz en azından: Eğer fikirlerini zamanın değişen koşullarına göre gözden geçirebilen, gerektiğinde değiştirebilen biriyse, "Zamanında bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanları haklı bir şekilde eleştirmiştim. Ama bugün artık fikir sahibi olmadan bilgi sahibi olanlar asıl komik olanlar", derdi.
Medyadan hızla tasfiye edilmeleri gereken fikren yaşlanmış yazarların yaptığı gibi iki fıkrayı, üç anıyı, evinin kütüphanesinin rafındaki kitaptan çekip çıkardığı dört paragrafı, dergi söyleşisinde sarf edilmiş beş cümleyi, aralarına ucuz kinayeler katarak fikir yazısı diye yutturmaya çalışmazdı.
Yaşlı yazar olmak tam da bu demek işte. Fikir sahibi olmadan bilgi sahibi olmak. En ufak bir fikir kırıntısı üretmeden, sadece sahip olduğu bilgilerden kırıntıları satarak geçinmek.
Çünkü artık bilgi, sahip olunacak, sahip olmakla ayrıcalık kazanılacak bir şey değil. Dünyanın kütüphanesi ve hafızası en zengin insanı olsa bile bir insanının sahip olabileceği bilginin miktarı, İnternet’ten erişilebilen bilginin yanında fukara sofrası gibi kalıyor.
Bugün artık genç yazarlar; biyolojik yaşı kaç olursa olsun fikren genç yazarlar, bilgi sahibi olan değil fikir sahibi olanlar arasından çıkıyor.
Ancak bilginin sahip olunacak bir değer olmaktan çıkması değerini yitirmesi anlamına gelmiyor.
Fikir üretebilmek için hálá bilgiye ihtiyaç var. İyi bir yazar olmak için eskiden bilgiye sahip olmak gerekirmiş, bugün erişir olmak gerekiyor.
İyi bir yazar olmanın yolu hálá mümkün olduğunca çok bilgiyi işlemekten geçiyor. Bunun için de bilgiye erişmesini bilmek, enformasyon çöplüğü içinde bilgiyi bulup ayıklayabilmek, okumak, okumak, okumak ve en sonunda da erişilen tüm bilgileri işleyip, yeni bir fikir ortaya çıkarmak gerekiyor.
Bayan Akmerkez’in Kanyon’da soyulması
Akmerkez’in patronu Kanyon’da soyuldu başlıklı haberi tersinden okuyanlar varmış. Şaşırdım.
Habere göre hırsızın biri Akmerkez’in sahibi Ömer Dinçkök’ün eşi Ayşegül Dinçkök’ü Kanyon’da gezerken soymuş.
Doğal olanı nedir? Herhangi bir işin patronunun, rakip şirketi incelemesi değil mi?
Peki olmaması gereken nedir? Bir işyerinde, o işyerinin güvenlik önlemlerine rağmen soyulmak değil mi?
O halde "Akmerkez’in patronunun Kanyon’da soyulması" haberi Akmerkez için mi, Kanyon için mi negatif unsurlar taşıyor? Hırsızlığı önleyemeyen Kanyon için değil mi?
Haberi tersten okuyanlar için değilmiş.
Neyse işin tersten okuma kısmı bir yana, ben Ayşegül Dinçkök’ün Kanyon’u, alışveriş merkezi özelliğini incelemek için değil, yeme-içme merkezi özelliğini incelemek için gezdiğini tahmin ediyorum.
Alışverişçileri kendine çekme konusunda Kanyon, Akmerkez’e rakip olamadı. İnsanlar hálá alışveriş için Akmerkez’i tercih ediyorlar ama iş restorana gitmeye gelince Kanyon’un yolunu tutuyorlar. Dinçkök, bence Kanyon’da işin bu yönünü inceliyordu.
Para para para
Geçen gün Vahap Munyar yazdı.
Türkiye 1. İnovasyon Konferansı’nın ortak bildirisinde ’inovasyon’un tanımı "Para kazandıran yenilik", olarak yapılıyormuş.
Pes, dedim. İnovasyon kavramı ancak bu kadar kötü anlatılabilirdi.
İnovasyon çok önemli bir kavram. Özellikle de bilime önem vermeyen ve bilimsel buluşlarda dünyanın çok gerisinde kalan Türkiye gibi ülkeler için daha da önemli.
’İnovasyon’ bir bilimsel buluşa pratik bir kullanım alanı keşfetmek demek. Bu da genellikle para kazandıran bir sonuç doğurur ama "kárlılık", "inovasyon"un sonuçlarındandır, amaçlarından değil.
Belki her "inovasyon" para kazandırabilir ama para kazandıran her yenilik "inovasyon" değildir.
Barut bir buluştur. Barutu tabanca, tüfek, top üretiminde kullanmak inovasyondur. Silah ticareti ise bu inovasyonun bir sonucudur, inovasyonun kendisi değil.
"İnovasyon"a yeni bir tanım icat edip "para kazandıran yeniliktir" demek de konferansa olan ilgiyi, dolayısıyla konferanstan elde edilecek geliri artıracaktır ama sırf para kazandırması bu yeni tanımın inovasyondan sayılmasına yetmez.
Yazının Devamını Oku