Yurtsan Atakan

Microsoft Windows’u Türkiye’de Kürtçeleştiriyor

6 Aralık 2006
Microsoft’a yakın bir kaynaktan Windows’u Kürtçe’ye çevirme işini Microsoft’un Türkiye’de yapacağı bilgisini aldım. Microsoft Türkiye bu konuda resmi bir açıklama yapmış değil. Olası tepkilerden çekindikleri için gizli tutuyor da olabilirler. Anlarım...

Windows’un Kürtçeleştirilmesine ve Microsoft’un bu işi Türkiye’de yaptırmasına ideolojik hiçbir itirazım yok.

Bilgisayarını Kürtçe kullanmak isteyenler varsa ve yeterli bir talep yaratıyorlarsa Microsoft’un Windows’un Kürtçe versiyonunu çıkarması doğaldır.

Bu Kürtçeleştirilme işinin dünyanın başka bir ülkesinde yapılmasındansa Türkiye’de yapılmasını da yeğlerim. Başka bir ülkeninkine olacağına Türkiye’nin ekonomisine katkıda bulunsun...

Benim takıldığım nokta başka...

Windows’u doğru düzgün Türkçeleştiremeyen Microsoft, Kürtçeleştirmenin altından nasıl kalkacak?

Dört yıl önce, Windows’un Kürtçeleştirilmesi henüz çok uzak bir olasılıkken yazmıştım. rojname.com isimli İnternet sitesi Windows’un Kürtçe sürümünün çıkarılması için bir kampanya açmış, İnternet’ten imza toplayıp Microsoft’un Seattle’daki merkezine gönderiyordu.

"Demek Kürtçe Windows istiyorsunuz, öyle mi?" diye sormuştum, "Yani Microsoft Türkçesi yetmezmiş gibi bir de Microsoft Kürtçesi çıksın başımıza"...

Microsoft icadı "araç çubuğu", "durum çubuğu", "kurma sihirbazı", "hata ayıklayıcısı" gibi Türkçemsi tamlamaları hatırlatarak uyarmaya çalışmıştım Kürtçe Windows isteyenleri.

"Kaşınan sırt, yorgan tutmazmış ama ben yine hatırlatayım" demiş ve Microsoft Türkçesi’nden şu örneği vermiştim, "Internet Explorer, Windows masaüstünün pek çok özelliğini getirir: bilgisayarınızdaki herhangi bir yerden Web’e gözatma yeteneği, özelleştirilebilir bağlantılar araç çubuğu, Gezgin çubuğu ve Web’de güvenli biçimde dolaşabilmek için içerik danışmanı ve güvenlik bölgeleri. Bu cümlenin Kürtçesi, Kürtleri birbirine düşürmezse Arap olayım".

Şimdi düşünüyorum da, dört yıl önceki gözlemimin bu son cümlesi gizli servislere ilham vermiş olmasın?

Windows Kürtçe, Kuzey Irak’taki Kürtleri birbirine düşürmek isteyen gizli servislerin gizli silahı olamaz mı?

Bu gizli silahın gücü Kürtleri bölmeye yetmese bile Kürtçe’nin köküne kibrit suyu dökmeye yetecektir, kimsenin kuşkusu olmasın.

Bunu görmek için gençlerin bugün İnternet’te kullandığı Türkçe’ye bakmak yeter.

Geçen gün Sabah’ta haberi vardı. Timur Sırt, Microsoft Başkanı Steve Ballmer’a Windows’un Tablet PC versiyonunu ne zaman Türkçeleştireceklerini sormuş. Microsoft Başkanı böyle bir Türkçeleştirmenin gündemlerinde olmadığını söylemiş.

Microsoft Türkiye’de bir çeviri yapacaksa bu çeviri Windows’un Kürtçe çevirisinden önce Tablet PC versiyonunun Türkçe çevirisi olmalı.

Microsoft’un tablet PC ve el bilgisayarlarında Türkçe’yi desteklemiyor oluşu ve desteklemeyi de düşünmemesi Türkçe alfabemiz üzerinde, sonradan onarılamaz büyük bir tehdit gibi sallanıyor çünkü.

Sanayi Bakanlığı da bu ayıba seyirci kalıyor, Türkçe düşmanı yazılımların Türkiye’ye serbestçe girişine göz yumuyor.

Harika bir restoran: Katris

Kuzu için fazla sorun yok da iyi bir dana ızgara yiyecek restoran arıyorsanız Türkiye’de işiniz çok zordur.

Hele yurtdışında, özellikle de ABD’deki "Steak House"larda yemek yeme fırsatını bulabilenlerdenseniz, Türkiye’deki restoranlarda sunulan dana ızgaralardan memnun kalmanız olanaksız gibidir.

Önünüze servis edilen etin kalitesi en lüks restoranlarda bile vasatı geçmez. Ya lezzetsizdir, ya yanlış kesim. Ve mutlaka yanlış, gereğinden fazla pişirilmiş...

Geçen gün Cevahir Alışveriş Merkezi’ndeydik.

Gökte aradığım restoranı Cevahir’de buldum.

En üst katta, birkaç ay önce açılmış. Adı Katris.

Mimarisi ve dekorasyonunun şıklığıyla Cevahir’in ortasına sanki uzaydan düşmüş gibi duruyor.

Klas duruşuna bakıp, hadi deneyelim dedik. İyi ki de denemişiz.

Çok büyük bir özenle yaratıldığı belli. Bu öyle bir özen ki, yemekler vasat çıksa bile insan oradan mutlu ayrılır.

Ama o da ne? Yemekler de bir alışveriş merkezi restoranından bekleyemeyeceğiniz kadar lezzetli.

Dana Antrikot Izgara, Türkiye’de bir restoranda bugüne kadar yediğim en iyi dana etiydi. Kaliteli, lezzetli, doğru kesilmiş ve tam sipariş ettiğim gibi pişirilmiş.

Hoş sürprizler bu kadarla da kalmıyor. Meğer restoranın bir de çocuk odası varmış. İçi oyuncak dolu, harika bir oda. Çocuklar için ayrı bir tuvalet bile düşünülmüş.

Katris’in gözüme çarpan tek kusuru çocuk odasına gösterilen özenin sigara içilmeyen masalara gösterilmemesi. Çok az sayıda masa sigara içmeyenlere ayrılmış ve onlar da sigara içilen masalarla çok iç içe tutulmuş.

Bir de şarap listesi çok zayıf. Kadeh olarak yerli şarap sunulmaması da bir başka eksiği.

Böylesi bir restoran için uygun sayılabilecek bir fiyata harika bir yemek deneyimi yaşamak isterseniz Katris’i göğsümü gere gere öneririm.

Sahibine de, İstanbul yeme-içme sahnesine daha nice restoranlar hediye edeceği günler dilerim.
Yazının Devamını Oku

Cin içeni sigara geçeni çarpar

1 Aralık 2006
Eski bir sigara bağımlısı olarak sigaranın esiri olmaya devam edenlere acıyorum. Beni üzen, seçimlerini meşrulaştırmak için akıllarından, zekalarından verdikleri ödün.

Kendi sağlıklarına zarar veren bir zaafı sona erdirmeye iradeleri yetmediği için mecburen bir savunma mekanizması geliştiriyorlar. Bu savunma mekanizmasına göre sigaranın zararlı etkisi herkes için aynı değil. Yıllarca sigara içmesine rağmen akciğer kanseri olmayan insanlar da var.

Böyle düşünüyorlar ve seçimin kendilerine ait bir hak olduğunu savunuyorlar. Bu noktada kalsalar ben de onlara hak vereceğim. Ama kalmıyorlar. Topluma açık, kapalı yerlerde sigara içmenin de doğal hakları olduğunu savunuyorlar.

Örneğin yazdığı konular bana pek hitap etmese de üslubunu beğendiğim için takip ettiğim Akşam yazarı Yiğit Karaahmet, kapalı yerlerde sigara içilmesinin yasaklanmasını istediğim için beni "Sigara faşisti" ilan etmişti.

Karaahmet, kendisini zehirliyor olmasını meşru kılabilmek için akıl ve mantığın ne kadar dışına çıktığının farkına bile varamayacak hale gelmiş.

"Ben içerken biri rahatsız oluyorsa, bu onun problemi" diyor. Karaahmet’in mantığına göre üç, beş kişi rahatsız oluyor diye toptan yasaklamakmış asıl despotluk.

Sigara içmek uğruna kendi sağlığına zarar vermeyi göze alan birinin, başkalarının sağlığını düşünmesini beklemek safdillik olur, farkındayım.

Kapalı yerde sigara içince başkalarının sağlığına zarar verdiklerini, onların yaşama hakkına saldırdıklarını düşünemiyorlar bile.

Nasıl düşünebilirler ki? O kendine verdiği zararı bile takmayan bağımlının, başkasının sağlığını düşünmesini kim bekleyebilir? Sigara bağımlısı okurlardan zaman zaman gelen mesajlar da aynı mantığı sergiliyorlar.

Örneğin Pınar Çiçek, bir yandan Üsküdar Belediyesi’nin sokakta içki içmeyi yasaklamasını eleştirirken diğer yandan Şişli Belediyesi’nin kapalı yerlere sigara içme yasağı getirmesini övmemi çelişkili bulmuş. Sokakta içki içenler, laf atıyor, taşkınlık yapıyorlar diyor. Sigara içenlerin dumanından rahatsız olanların ise sigara içilmeyen masalarda oturma seçenekleri varmış.

Sevgili Çiçek. Suç başkalarına zarar vermeye başlayınca oluşur. Yani içki içen biri, başkalarına zarar vermediği sürece suçsuzdur.

Öte yandan bir insan başkalarıyla paylaştığı kapalı mekanda sigara içiyorsa, çevresindekilere zarar veriyor demektir. Masaların ayrı olması, sigara içmeyen kişiyi sigara içen saygısız despotun verdiği zarardan korumaz.

Sigara bağımlılarının büyük çoğunluğunun anlamamak için direneceğinden eminim ama yine de yazayım dedim. Kalan sağlar bizimdir.

Kazmalardan Oscar bekliyor

Dondurmam Gaymak filminin yönetmeni Yüksel Aksu Amerikalılar için ’Allah’ın kazması’ demiş.

Filmdeki üstsüz güneşlenme sahnesini gören ABD’liler sözde "Türkiye’de böyle şeyler var mı?" diye soruyorlarmış.

Yönetmen Aksu da bu cahillere tepki göstermiş, "Allah’ın kazma Amerikalısı", demiş, "Bizi Afganistan’ın taşrası mı zannettin! 400 yıllık ülkesin. Benim ülkemin topraklarından M.Ö 8 bin yıllarına ait duvar yazıları çıkıyor"...

Hiçbir ABD’li filmdeki üstsüz sahnesi için böyle bir yorumda bulunmaz. Türkiye için bu çeşit önyargısı olan ABD’li tabii ki vardır ama sayıları çok azdır.

Ama ABD’liler hakkında kazma önyargısına sahip Türklerin sayısı gerçekten de fazla.

Yönetmen Yüksel Aksu’nun da bu ırkçı önyargıya sahip olanlardan biri olduğu anlaşılıyor.

Üstelik Türklerin tarihini de pek bilmediği anlaşılıyor. Övündüğü duvar yazıları Türk kültürüne ait yazılar değil çünkü.

Bilinen en eski Türk yazıtı Orhun Yazıtları. Onun geçmişi de sadece 13 yüzyıllık. Binlerce yıllık dünya tarihinde ABD’den sadece 9 yüzyıl daha eski bir tarih demek bu.

Zeynep Oral’ın ayıbı

Tüm köşe yazarlarını bir olup, acil tepki göstermeye davet ediyorum.

Eleştirme özgürlüğünü kısıtlayan basın yasasını eleştirmezsek yakında köşemizde kendi yazılarımızı yayınlayamaz hale düşeceğiz.

Oray Eğin’in Akşam’daki köşesinin adı "Oray Eğin yazıyor" ama bu köşede ikidir kendisi yazamıyor.

Basın yasasının açıklarından istifade eden başka iki köşe yazarının kendi kendilerine övgüler düzen satırları yayınlanıyor Eğin’in köşesinde iki seferdir.

Önce Oray Eğin’in eleştirisini fırsat bilen Zülfü Livanelli istismar etmişti yasaların kendisine verdiği hakkı. Mahkeme kararıyla Oray Eğin’in köşesinde, kendi kendisinin reklamını yapan bir metni yayınlatmıştı yasa zoruyla.

Ardından Zeynep Oral’ın reklam metni geldi kuruldu, Eğin’in köşesine mahkeme kararıyla.

Yazı "Tekzip" başlığını taşıyordu ama sonunda "metne hiçbir ekleme ve metin üzerinde yorum yapmaksızın, aynen yayınlanmasını" ibaresini taşıyan koca methiye metninde, tek bir yalanlama vardı.

Oray Eğin eleştirisinde, Zeynep Oral için "İşsiz kaldığı beş yıl boyunca..." demiş. Meğer beş, değil üç yıl işsiz kalmış Zeynep Oral.

Tekzip metnindeki tek tekzip bu. Gerisi, Eğin yazılarımda tek malzememin falanca olduğunu söylemiş halbuki ben filanca da yazdım; Eğin sesi olmayanları ses sanatçısı diye övdüğümü yazmış, benim övdüklerimin sesleri güzeldi; Eğin Anadolu’dan çıkma kimseye yüz vermediğimi söylemiş, ben daha o doğmadan önce Anadolu’da fink atıyordum, gibilerinden şahsi değerlendirmelerden oluşuyor.

Üstelik Zülfü Livaneli’nin de, Zeynep Oral’ın da cevap vermek için kendi köşeleri var.

Eleştirideki varsa maddi yanlışları, yalanları tekziple düzelttirip, cevabın fikre dayalı kısmını vermek için neden kendi köşelerini kullanmıyorlar? Neden başkasının köşesini kullanma ihtiyacı duyuyorlar?

Kendi köşelerinin yeterince okunmadığını, etkili olmadığını mı düşünüyorlar?

Oray Eğin’in eleştirileri ağır olabilir. Hak vermek zorunda değilsiniz.

Oray Eğin’i seviyor veya sevmiyor olabilirsiniz. Gıcık buluyor bile olabilirsiniz.

Ama eğer köşelerimizde eleştiri yapamaz hale gelmek istemiyorsak, köşelerin "tekzip metni" adı altında kendi kendini övmek için kullanılmasına tepki göstermemiz gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

Şovu şov diye küçümsemek doğru olmaz

29 Kasım 2006
Geçen çarşamba günkü yazıma, "Sokakta aleni bir şekilde içki içmek dünyanın bütün medeni şehirlerinde yasaktır", cümlesiyle başlamıştım. Üsküdar Belediyesi’nin asıl niyetini, "İçki içmek yasaktır" tabelalarıyla ortaya konduğunu da eklemiştim.

Hıncal Uluç’tan destek geldi.

Pazar günkü yazısına "Dünyanın hiçbir uygar ülkesinde halka açık, çocukların gelip dolaştığı, koşuştuğu yerlerde alenen, açıkta içki içilmez", diyerek başlamış.

Üsküdar Belediye Başkanı’nın sahile "İçki içmek yasaktır" levhaları astırması da tipik şeriat şovudur diye eklemiş.

Gündemdeki konularla ilgili düşüncelerimiz Hıncal Uluç’la genelde paralel çıkar. Ama bazen aynı düşüncelere sahip olmamıza rağmen farklı sonuçlara varırız.

Bu kez de öyle olmuş.

Cumhuriyet yazarı Deniz Som’un öncülüğünde, Üsküdar Salacak’ta "İçki içmek yasaktır" tabelası altında kadeh kaldıran 500 kişilik grubun eylemini yerinde bir protesto olarak görmüştüm.

Hıncal Uluç ise şov olarak değerlendirmiş.

Hıncal Uluç’a sorularım var:

- Üsküdar Belediyesi’nin uygulaması eğer sizin de belirtiğiniz gibi tipik bir şeriat şovuysa, bu uygulamayı eleştirmek için yapılan bir eylem neden yersiz olsun?

- Demokratik protesto eyleminin hedefi zaten şov yapmak yani gösteri yapmak değil midir? Demokratik bir protesto gösterisini "şov yapmak" olarak küçümsemek doğru mudur?

- Belediyenin şeriat şovuna demokratik bir protesto gösterisiyle karşı çıkılmasına mı karşısınız, yoksa bu protestonun biçimine mi?

- Eğer tahmin ettiğim gibi protesto gösterisine değil de biçimine karşıysanız sizi rahatsız eden biçim, sembolik olarak içki içilmesi midir?

- Protesto gösterisinin amacı ilgi çekmek olduğuna göre, bu gösteride bir takım sahne araçlarının kullanılması da doğru değil midir? İçki yasağına karşı yapılan bir eylemde sembol olarak şarap kadehinin kullanılmasından daha doğal ne olabilirdi ki?

Bir kez daha tekrarlamak istiyorum.

Sokak ortasında alenen içki içmek dünyanın bütün medeni şehirlerinde ya yasaktır ya da ayıplanır.

Ancak bu yasak ve ayıplama sokak ortasına yayılıp, alem yapar gibi içki içenler için geçerlidir.

Bankta oturup manzaraya karşı, efendi gibi kutu birasını yudumlayanlara uygulanmaz.

Banktaki adamın bira kutusuyla uğraşmanın bir sonraki adımı restoranların, kafelerin kaldırım masalarında içilen içkiyi yasaklamaktır.

Kadeh kaldırarak protesto bu kabalığa karşı verilen, olabilecek en zarif tepkiydi.

ErkeTürk ’düşünce tankı’ mı?

Mehmet Yılmaz, İslamcı basını "buluşun" emekli generaller tarafından açıklanmasından yola çıkarak asker düşmanlığı yapmakla suçlamış.

Bence bu işin altından askere ve medyaya (iktidarın yanında cephe almayan kısmına) karşı bir komplo çıkmasının olasılığı daha yüksek.

Bilinen fizik yasaları harcadığından fazla enerji üretebilen bir makinanın bulunamayacağını... Bilinen istatistiki olasılık formülleri de bilinmeyen bir fizik yasasının bilimin olmadığı bir ülkede bulunmasının olanaksıza yakın bir olasılık olduğunu söylediğine göre, ne olduğu açıklanmayan bu icat ya fos çıkacak ya da başka bir şeyin sembolik ifadesi...

Bence bu işin altından yeni bir ’düşünce kuruluşu’, ya da ABD’lilerin dediği gibi bir ’think tank’ çıkması akla yatkın bir olasılık.

Yakıtsız çalışan bir makina diyorlar. Düşünce gücüyle çalışan bir ’düşünce tankı’ da yakıt tüketmeden enerji üreten bir makina sayılmaz mı?

Ve bu ’think tank’in sanılanın aksine askeri kanada değil İslami kanada yakın çıkması daha mantıklı.

Konunun üstüne atlayan gazeteler arasında ilk gün iktidara yakın Yeni Şafak’ın olmaması, sonrasında da bu gazetenin topa Ajdar ve Meriç’ten aldığı görüşlerle, "General Motor" alaycı başlığıyla dalması, üzerinde düşünmeye değer ayrıntılar.

Yazının, tamamı bu köşeye sığmayan kısaltılmamış tam metni için: neo.onpunto.com
Yazının Devamını Oku

İstanbul’a düşen usta: Leonardo

24 Kasım 2006
Geçen haftasonu Brightwell Holding Başkanı Alphan Manas’la, Rahmi Koç Müzesi’ndeki Leonardo da Vinci sergisini ziyaret ettik. Alphan Manas kurucu üyelerinden olduğum Dünya Fütüristler Derneği Türkiye Şubesi’nin de başkanı.

Fütüristler Derneği’nin (futurizm.org) amacı geleceğe yönelik fikir, öneri ve çeşitli senaryoları paylaşmak, geleceğin önceden incelenebilmesine yönelik yöntemler geliştirmeye çalışmak.

Rahmi Koç Müzesi’nde 31 Aralık’a kadar sürecek sergi, gelmiş geçmiş belki de en büyük fütürist olan da Vinci’nin döneminde kağıt üzerinde kalan çizimlerinin, günümüz mühendis ve tarihçilerince hayata geçirilmiş maketlerinden oluşuyor.

Sergilenen buluşlar gerçekten çok etkileyici. Hepsi zamanının çok ötesinde. Alphan Manas, günümüzde kullandığımız otomobillerin neredeyse tüm parçalarını, da Vinci’nin 1400’lerde düşünmüş olmasına dikkat çekti.

Zamanının çok ötesindeki buluşların önünden geçerken Walter Tevis’in sinemaya da uyarlanan "Dünyaya düşen adam" kitabını anımsadım.

Kitabın filmde David Bowie’nin canlandırdığı kahramanı, aracı Dünya’ya düşen ve arızalanan bir uzaylıyı canlandırıyordu. Uzaylı aracını tamir edip, kendi dünyasına dönebilmek için Dünyamız’da bir şirket kuruyor ve kendi dünyasındaki ileri teknolojileri üretmeye başlıyordu.

Rahmi Koç Müzesi’ndeki sergiyi gezerken Leonardo da Vinci de bana sanki Dünya’ya düşmüş ve kurtulmak için Dünyalılar’a teknolojik sıçramalar yaptırmaya çabalayan bir umutsuz uzaylıymış gibi geldi.

Sergiyi gezerken, lise öğrencilerinin çokluğuna da sevindik. Farklı farklı okullardan otobüslerle akın akın gelen öğrencilerin, da Vinci’nin eserlerini zorla müze gezme bıkkınlığıyla değil de büyük bir merakla izlemesi de dikkat çekiciydi.

Serginin tek olumsuz yanı, öğrenci gruplarına rehberlik eden ve eserleri anlatan müze görevlilerinin yetersizliğiydi. Farklı gruplara rehberlik eden farklı görevlilerin anlatımlarına ve öğrencilerden gelen soruları cevaplama biçimlerine tanıklık ettik. Biri hariç hepsi, ortaokul ve lise öğrencilerinden gelen merak ve zeka dolu sorulara doyurucu cevap veremeyecek kadar yetersiz ve/veya ilgisizdi.

Leonardo: Evrensel Deha isimli sergiyi kaçırmayın.

Olmayan şeylerin şeyinin Türkiye’si

Erketürk müdür nedir bir şirket önce gazetelere ilanlar vermiş, sonra da basın toplantısı yapıp açıklamış.

Neyi? Hiçbir şeyi...

Hiçbir şeyi de
Tercüman Gazetesi ciddi bir buluş gibi haber yapmış.

Bayılıyorum ülkemize. Olmayan bir şeyin haber olması bir şey mi? Olmayan şeylerden bakın neler yaratıyoruz, neler:

n Örneğin Ajdar isimli biri var. Sesi yok, şarkıcı oldu. TV’lerde o program senin bu program benim dolaşıp, şarkı söylüyor.

n Bazı yazarlarımız var. Diploması yok, bilgisi yok, fikri yok, köşesi var.

n Başbakanımız var. Mutlak çoğunluk oyu yok, Cumhurbaşkanı seçilmesine yetecek meclis gücü var.

n Verecek bir avuç toprağımız yok, erozyonumuz var. Her yıl 1 milyar 400 milyon ton vatan toprağını erozyona kurban ediyoruz.

n Petrolümüz yok, çıldırtan trafiğimiz var.

n Birbirimize saygımız yok, atadan kalma gurur duyulası geleneklerimiz var.

n İmam ihtiyacımız yok, imam yetiştiren fazlasıyla okulumuz var.

Tam tersine bolluk içinde yokluk çektiğimiz alanlar da var.

n Üzüm üretiminde dünya beşincisiyiz. Üzümümüz çok, şarabımız yok.

n Fındıkta dünya birincisiyiz. Fındığımız çok, Milka gibi bir markamız yok.

n Denizimiz çok, denizciliğimiz yok.

n Tekstilcimiz çok, modada dünya markamız yok.

n Otellerimiz çok, turist yok.

Sokağa çıkın bir bakın...

Orman kibarı çok, orman yok.

Durmayalım düşeriz

Geçen gün gazetelerde yayınlanan bir ilan dikkatimi çekti.

Bir sigorta şirketinin verdiği ilanda, İstanbul’un yeni iş merkezi gökdelenler bölgesinin akşam karanlığında, tepeden çekilmiş fotoğrafı yayınlanıyordu. Üzerinde de, "Şehrin enerjisi güvence altında" yazıyordu.

Gözüm fotoğraftaki caddenin iki yönünü dolduran otomobillerin ışıklarına takıldı.

Trafiğin bir yönünde farları bize dönük olarak giden araçların beyaz ışıkları bir şerit halinde görünürken, diğer yönde giden araçların stop lambalarının kırmızı ışıkları tek tek seçilecek kadar net çıkmıştı fotoğrafta.

Yani trafiğin bir tarafı akıyor, diğer tarafı mıhlanmış duruyordu.

İstanbul’un ruhunu anlatabilecek en iyi fotoğraflardan biri diye düşündüm.

Şehrin bir yarısı büyük bir enerjiyle ilerliyor, diğer yarısı aynı enerjiyle yine aynı ilerleme isteğiyle dolup taşarken yerinde saymak zorunda bırakılıyor.

Yol ve altyapı yetersizliği İstanbul’u durduruyor, önünü kesiyor...

Bana da yukarıdaki yazımda sıraladığım yoklar ve varlar listesine bir madde daha eklemek düşüyor.

Metromuz yok, metropolümüz var.
Yazının Devamını Oku

Üsküdar’dan aşağı Salacak’ta aç şişeyi

22 Kasım 2006
Sonda söyleyeceğimi, baştan peşin söyleyeyim. Sokakta aleni bir şekilde içki içmek dünyanın bütün medeni şehirlerinde yasaktır.

Yine peşin söyleyeyim, sokakta alenen içki içmenin batılı metropollerde yasak olması, köşe yazarı Deniz Som’un öncülüğünde, Salacak’ta "İçki içmek yasaktır" tabelasının altında yapılan içki içme eylemini haksız kılmaz.

Bir kere Üsküdür Belediye Başkanı kendini savunmak için eksik bilgi veriyor. Dünya metropollerinde sokakta içki içmek değil, sokakta aleni olarak içki içmek yasak.

Başka bir deyişle batılı metropollerde kola şişesinin içinde ya da kesekağıdına sarılı şişeden içki içmek yasak değil.

İyi ama 500 kişilik vatandaş grubu, Salacak’ta yaptıkları protesto eyleminde içkiyi alenen içmişler diye itiraz etmek de olmaz. Protesto amaçlı bir eylemi gizli kapaklı yapacak halleri yok herhalde.

İçki içme yasağı koyan ve bunu tabela ile duyuran bir zihniyeti Türk filmlerindeki gibi karamel ile renklendirilmiş su dolu viski bardaklarıyla protesto edecek değillerdi ya... Tabii ki içki kadehi kaldırarak protesto edecekler...

Protestonun amacı zaten içki yasağı değil. İçki yasağının ardındaki zihniyet.

Bu zihniyeti anlamak için yasakların ardındaki amaca bakmak gerek.

Batılı metropollerde sokakta aleni içki içmek yasak ama elindeki kutu biradan yudumlayarak yürüyen ya da bankta oturan adama kimsenin çıkıp karıştığı, ceza kesmeye kalkıştığı da yok.

Yasağın amacı kimsenin içki içme özgürlüğünü kısıtlamak değil. Medeni şehir yaşantısını lekeleyecek görüntü kirliliğini önlemek...

Bu nedenle de kimse elindeki kutudan birasını yudumlayan adama karışmıyor ama polisi, zabıtası kaldırımda, parkta çilingir sofrasının etrafına kurulmaya kalkışan oldu mu tepesine biniyor.

Üsküdar Belediyesi’nin kararında ise amacın üzüm yemek değil bağcı dövmek olduğu tabelaya yazılandan belli.

Eğer amaç medeni şehir yaşantısını korumak olsa o tabelada, illa bir şey yazmak şartsa "İçki içmek yasaktır" değil, "Piknik yapmak yasaktır" yazardı.

Zabıta da kaldırımın, parkın ortasına sofra kurmaya kalkan magandaya ister içki içsin, ister zemzem suyu müdahale ederdi.

Üstelik medeni ülkeleri örnek göstermekte gerçekten samimilerse, sokakta içki içmekten önce kapalı alanlarda sigara içmeyi yasaklasınlar. Örnek diye gösterdikleri metropollerde asıl bu medeni yasak var çünkü.

Nişantaşı ve Kanyon farkı

Medeniyeti örnek alıyorum diye sokakta içki içmeyi yasaklayan Üsküdar Belediyesi ile sokakları Atatürk posterleriyle donatmayı belediye hizmeti sanan Beşiktaş Belediyesi medeniyet adına gerçek bir adım atmak istiyorlarsa 1 Ocak 2007’den itibaren kapalı mekanlarda sigara içmeyi toptan yasaklayacak Şişli Belediyesi’ni örnek alsınlar.

Ancak Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’e de bir uyarım var.

Hani 2007’deki topyekün yasağa kadar, sigara yasağını hazırlık olması amacıyla 2006 başından itibaren, masaların yüzde 20’siyle sınırlı tutmuştu ya..

Nişantaşı’ndaki mekanlar da Sarıgül’ün bu kararına büyük destek vermiş ve sigara içilmeyen masaları mekanlarının en güzel yerlerine koymuşlardı...

Sarıgül’ün anlayışlı kararı Kanyon’daki restoranların bir kısmının umrunda değil.

Geçen pazar günü 2 yaşındaki bebeğimizle birlikte eşim ve ben Kanyon’daki Midpoint ve Kitchenette isimli restoranlardan kendimizi dışarı zor attık.

Midpoint sadece iki masasını, Kitchenette ise başına tünenerek yemek yenilen umumi masasını ayırmış sigara içilmez diye. Zaten sigara içilmez masalara oturunca bile her ikisinde de kesif, pis, zehirli bir duman soluyorsunuz.

Kaçtık, Konyalı’ya sığındık. Sadece soluduğumuz hava değil, müşterilerin klası da değişti.

Sigara dumanından kaçış için Num Num da iyi bir alternatif. Sigaranın tamamen yasak olduğu Wagamama ve Le Pain Quotidien’i de unutmamak gerek tabii.

Sayın Sarıgül’e de Kanyon’daki restoranlara bir göz attırmasını tavsiye ederim.

MTV İbo da yayınlasın!&?

Müzik kanalı MTV’nin Türkiye patronu Esra Oflaz, MTV’nin kriterleri var, Sezen Aksu ve Ajda Pekkan’ın klipleri MTV’de yayınlanamaz dedi ya, bazılarının hoşuna gitmemiş.

Sezen Aksu’yu ve Ajda Pekkan’ı gençler de dinliyor, MTV haddini bilsin gibilerinden saçmalıyorlar.

Sezen Aksu’yu ben de seviyorum ve bazı şarkılarına bayılıyorum.

Gençlerden de seveni mutlaka boldur. İtirazım yok.

İyi ama Orhan Gencebay’ın da bir sürü genç hayranı var. Gençler Müslüm Gürses de dinliyor, İbrahim Tatlıses de, Hülya Avşar da...

Eee? N’apalım yani? Genç hayranları bol diye MTV bunların kliplerini de mi döndürecek?

Sezen Aksu gençlerin de beğendiği çok iyi bir icracı olabilir. Ama MTV çizgisine uymadığı da aşikar. MTV’nin çizgisi de Sezen Aksu’ya uymuyor.

Uyumsuz çifti nikaha zorlamaya kalkmanın alemi yok. Sezen Aksu da öyle düşünüyormuş zaten.
Yazının Devamını Oku

Medeniyet ve ilkellik çatışması

17 Kasım 2006
Medeniyetler ittifakıymış.. Hadi canım, medeniyetlerin ittifakından bahsedilebilmesi için iki tarafın da medeni olması gerekir. Ev sahipliği yaptığımız ve doğunun temsilciliğini üstlendiğimiz Medeniyetler İttifakı toplantısının programındaki dans gösterisini yarıda kesip, dansçıları apar topar sahneden indirmişiz.

Gerekçe kimine göre programın 20 dakika sarkması, kimine göre kadın dansçıların bacaklarının gözükmesi.

Hangi gerekçe doğru olursa olsun sahnedeki sanat gösterisini yarıda kesip dansçıları sahneden kışkışlamanın adı dünyanın hiçbir yerinde medeniyet olamayacağına göre hangi Medeniyetler İttifakı’ndan bahsediyoruz?

İşin daha da düşündürücü yanı dans gösterisinin kesildiğini, gösteriyi seyreden onlarca gazeteciden sadece birinin, Hürriyet’ten Yeliz Öz’ün fark etmesi...

Dans gösterisinin bitmeden yarıda kesildiğini anlayabilmeye ne acıdır ki izleyen gazetecilerden sadece birinin kültür seviyesi yetmiş. Medeniyetin neresindeyiz anlayın artık.

Şu Medeniyetler Savaşı lafı zaten Huntington’ın dünyaya bir kazığı.

Muhtemelen "Dinler Savaşı" demekten daha zarif, "Kültürler Savaşı" demekten ise daha havalı durduğu için "Medeniyetler Savaşı" demiş Huntington.

Oysa sadece tek bir medeniyet var ve adı da Dünya Medeniyeti.

Karışısında ise tek bir şey var, onun da adı ilkellik. Medeniyet dinden ve kültürden bağımsız.

Müslüman’ı da medeni olabilir, Hıristiyan’ı da, Budist’i de insanın.

Ama inanca, düşünceye, yaşama, mülke, hakka, insana saygısı olmayandan medeni çıkmaz.

Sanata saygısı olmayandan da...

Kadehler yerli şaraba kalksın

Doluca’nın 80. yılı şerefine düzenlenen İstanbul Kadeh Kaldırıyor haftasındaki uygulamaya Mikla’da yediğimiz yemekle katıldık.

Mikla, ünlü şef Mehmet Gürs’ün restoranları arasında en klas olanı. İstanbul’da kendimi Avrupa’nın iyi restoranlarından birindeymiş gibi hissettiğim tek restoran Mikla.

Çiğ Levrek ve Dana Yanak yemeyi, birincisinin yanında Sarafin Chardonnay 04, ikincisinin yanında ise Karma Merlot-Boğazkere 2003 içmeyi tercih ettim.

İki yemek arasında ve sonrasında ise Fransız, İtalyan ve Şili şaraplarından bazılarını denedim.

Dana Yanak, kaliteli ve lezzetli dana eti bulmanın olanaksız olduğu Türkiye’de yenebilecek en lezzetli dana eti.

Sarafin Chardonnay, Sarafin serisindeki; Karma Merlot-Boğazkere ise Karma serisindeki tüm şaraplar gibi enfesti.

Listede yer alan yabancı şaraplar ise birkaçı hariç sıradandı. En iyileri bile Sarafin ve Karma’lar ile aşık atacak seviyede değildi.

Şili’den Valdivieso, Caballo Loco No:6 ile Fransa’dan Maison Albert Bichot, Cháteauneuf Du Pape 2003 istisnaydı ama sadece kalite değil etiket açısından da.

Zaten Türkiye’de restoranda yerliler ile aynı ya da biraz daha yukarıda bir fiyatta satılan ithal şarap görürseniz bilin ki tercihinizi yerliden yana koymak yararınıza olacaktır.

Marketlerde de durum aynı. 25-30 YTL arasında satılan iyi yerli şarapların kalitesini aşabilmek için yabancılarda 70-80 YTL’nin üzerine çıkmanız gerekiyor.

50 YTL’nin altında satılan ithal şaraplar ise 12-22 YTL arasında satılan Türk şaraplarının seviyesinde.

Dolayısıyla amaç çok özel bir günde, çok özel bir şarap içmek değilse kalitesinden emin olduğunuz yerli şaraplardan şaşmamak hem damağınızı mutlu edecek, hem cebinizi üzmeyecektir.

Nişantaşı Sarıgül’le güzel

Kim ne derse desin Mustafa Sarıgül, Türkiye’nin en başarılı belediye başkanı.

Kendi reklamını çok yaptığını, sadece sosyeteye hizmet götürdüğünü söyleyenler ise resmen saçmalıyor.

Eğer sadece sosyeteye hizmet götürüyor olsa, yüzde 70 gibi rekor bir oy oranıyla ikinci defa seçilmesi olanaksız olurdu.

Nişantaşı Şişli’nin vitrini ve Sarıgül yıkık dökük bu semti, benzerlerini ancak dünya metropollerinde görebileceğiniz bir yer yaptı. Nişantaşı var oldukça Sarıgül’ün kendi reklamını yapmaya ihtiyacı da yok.

Sarıgül’ün Nişantaşı’na kattığı değer geçen akşam Turizm Restoran ve Kulüp Yatırımcıları İşletmecileri Derneği (TURYİD) tarafından verilen bir teşekkür plaketi ile taçlandırıldı.

Sarıgül’e ödülü Nişantaşı’ndaki mekanlar adına TURYİD Başkanı Barış Tansever, Niş Restoran’da düzenlenen kokteylde verdi.

Kokteyle katılım o kadar yüksekti ki, yıllardır karşılaşmadığım pek çok dostumla orada karşılaştım. Hürriyet binasında bugüne kadar rastlaşmadığım Ahmet Hakan’la bile bu ödül akşamında tanıştığımı söyleyeyim, gerisini siz düşünün.

Kokteylin bir başka güzel yanı ise Niş Restoran’da yapılıyor olmasıydı. Niş Türkiye’deki restoranlar arasında dünya gastronomi trendlerini belki de en yakından izleyeni. Bunda sahibi Kaya Demirer’in tutkularının büyük payı var.

Kokteyllerde fark yaratmak çok zordur. Davetliler Niş’ten o akşam, sanki bir kokteylden değil de ziyafet sofrasından ayrılıyormuş gibi çıktılar.
Yazının Devamını Oku

Otoyolları deliler basmış

15 Kasım 2006
Yuh, gerçekten yuh! Cumartesi gününden beri, "olamaz bu gerçek olamaz" diye sayıklayarak birilerinin beni uyandırmasını bekliyorum.

Başıboş İstanbul trafiğinde magandalığın her türüne şahit olmaya alıştım sanıyordum.

Hani yanımda eşim olmasa ve bu gerçeküstü sahneye o da şahit olmamış olsa, ruh sağlığım bozulmadan İstanbul’da yaşamaya devam edebilmek uğruna hayal gördüğüme inandıracağım kendimi.

Otomobilin teki çevreyolunda "U" dönüşü yapıp, ters istikamette gitmeye başlıyor.

Ardından biri daha. Ve sonra biri daha... Hepsi de gaza basıp, büyük bir ivmeyle hızlanarak.

Boğaziçi Köprüsü’nden geçmiş, Fenerbahçe Stadı’na doğru gidiyoruz. Sağda bir çıkış var. İki yüz metre kadar ötede de bir giriş.

Girişin orada yol tıkanıyor. Otoyola girmeye çalışan araçlar bu tıkanık yolla karşılaşıyorlar.

Ve içlerinden beyinsizin biri tıkanık yola girmemek için "U" dönüşü yapıp, emniyet şeridinde trafiğin ters istikametinde gaza basıyor. İki yüz metre gerideki çıkışa, karşıdan gelen bir otomobille kafa kafaya gelmeden varmak için de sürat yapıyor.

Çünkü İstanbul trafiğinde kendisi gibi beyinsizlerin bol olduğunu ve emniyet şeridine girip karşısına çıkabileceğini biliyor.

Hani fıkradaki gibi. Temel otoyola ters yönden girmiş gidiyormuş da radyodan haber anonsunu duymuş. Spiker otoyolda ters istikamette giden bir deliden bahsediyormuş. Temel kızgın kızgın söylenmiş, "Ne biri, ne biri? Hepsi ters yönden gidiyor bu delilerin", diye.

Trafik polisi beyinsizi durdurup hesap sormaya kalksa belki o da öyle diyecek; "Ne ters yönü, ben değil bu salaklar ters gidiyor. Bu trafiğe girmek için insanın beyinsiz olması gerek. Ben doğrusunu yapıyorum, bunların tümü salak".

ABD’nin bazı eyaletlerinde emniyet şeridinden geri geri gidenlere, akıl hastanesinde tedavi olma cezası verildiği söylenir. Emniyet şeridinde, trafiğin ters istikametinde hız yapanları tımarhanede müebbet tedaviye mahkum ederlerdi herhalde.

Biz de ise kimsenin umrunda değil.

Hıncal Uluç haklı olarak ama boşuna haykırıyor durmadan, "İstanbul’un sahibi yok", diye.

Keşke sahipsiz olsa İstanbul. Sahipli ama sahiplerini takan yok.

Eğer otoyola ters istikametten dalan adam "Polisi takan yok, Emniyet Müdürü’nün sözü geçmez, Vali’nin umrunda değil, milletvekilleri uyuyor", diye düşünmese zaten o delice hareketi yapmayacak.

Otoyola tersten dalacak cesareti buluyor çünkü yaptığının yanına kár kalacağını biliyor.

En iyi baharat ambalajlı olanı

Sabah Cuma ekinde, çoğunluğu gurme ve restorancılardan oluşan jüriye tercih ettikleri baharatçıları sormuşlar.

Jüri üyelerinin tercihlerine dayanarak da en iyi 10 baharatçıyı sıralamışlar.

Listede garip bir durum dikkatimi çekti. Tamamı baharatı açık olarak satan dükkanlardan oluşuyordu.

Baharat üretim ve saklanma aşamalarında sağlık koşullarına en fazla dikkat edilmesi gereken yiyecek maddelerinden biri.

Kanserojen maddelerin başında gelen aflatoksin küfüne en çok sağlıksız koşullarda üretilen ve/veya saklanan baharatlarda rastlanıyor. Üretim doğru yapılsa bile saklama koşulları kötüyse baharatta kanserojen aflatoksin oluşabiliyor.

Açıkta satılan baharatın steril olması da mümkün değil. Açıkta satılan baharata her türlü bakteri bulaşabilir.

Gurmeler hadi neyse de, anlı şanlı restoranların sahiplerinin, şeflerinin çuvallardan açıkta satış yapan dükkanları tercih ediyor olması düşündürücü.

Örneğin Mikla, Lokanta, Num Num ve Erguvan’ın sahibi ünlü Şef Mehmet Gürs Mısır Çarşısı’nı, Kilisli Restoran’ın sahibi Mehmet Şahiner ile Ece Bar’ın sahibi Ece Aksoy Elmacılar Pazarı ve Uzunçarşı’yı, Çiya’nın sahibi Musa Dağdeviren Nil Baharat’ı, Les Ottomans’ın şefi Robyn Cooper Eminönü Baharat Pazarı’nı, "catering" şirketi sahibi Elif Edes Mısır Çarşısı ve Bodrum Pazarı’nı tercih ediyorlarmış.

Müşterilerine lezzetli olduğu kadar sağlıklı ürünler sunmakla da yükümlü olan restoran sahiplerinden farklı bir cevap duymayı umardım.

Örneğin Bağdat Baharat, Ayfer Kaur, Müsan, McCormick, Karya gibi ambalajlı markalardan biri ya da birkaçını saymalarını beklerdim.

Kısacası damak tadınız kadar sağlığınıza da önem veriyorsanız siz siz olun ISO ve HACCP damgası taşıyan ambalajlı baharatları tercih edin.

Gerçek gurme damak tadı kadar sağlığa da önem verir.
Yazının Devamını Oku

Mark Twain’in cepteline kilit Sultan Ahmet Camisi’nde tecavüz

10 Kasım 2006
Mark Twain’in ilk gelişinin ardından 150 yıl geçtikten sonra, 2005’teki İstanbul ziyareti izlenimlerini aktarmıştım. Twain geçenlerde yine gelmiş İstanbul’a, izlenimlerini yolladı: Şu İstanbul’da ne var anlayamıyorum. Ölüyü bile kendine çekiyor, dayanamadım yine geldim.

Uçaktan indim, bagajlarımı aldım çıkış kapısını aramaya başladım.

T.C. Başbakanlık Gümrük Müsteşarlığı memurları, turisti pislikle karşılama komitesi kurmuşlar, gümrük kapısında sigara tüttürüyorlar. Kapıyı Başbakanlık memurlarının sigaralarından çıkan dumanın yarattığı sis perdesi nedeniyle görememişim.

Biraz bekleyeyim, sigaralarını bitirsinler de öyle geçeyim dedim. Mümkün değil, biri bitiriyor diğeri içmeye başlıyor. Başbakanlık ant içtirmiş bunlara herhalde: "Sigara dumanı solumadan tek turist geçmeyecek gümrükten", diye.

Neyse dumanın en az olduğu bir anı yakaladım, mümkün olan en az zehirlenmeyle paçamı kurtarıp otelime vardım.

Gelişimin beşinci günü en son 150 yıl önce ziyaret ettiğim Sultan Ahmet Camisi’ni tekrar görmeye karar verdim.

Camiye geldim, avlusuna girdim. Yağız bir delikanlı yanıma yaklaştı. Bir şeyler satmaya çalıştı.

İlgilenmediğimi söyleyince önce sözle sonra elle sarkıntılık etmeye başladı.

Koşup tuvalete sığındım. Cep telefonumu çıkarıp, yardım istemeye çalıştım.

Cep telefonuma bir şey olmuştu. Çalışıyor ama hiçbir yeri arayamıyordum.

Kapı zorlanmaya başlayınca paniğe kapıldım. Hızla dışarı doğru açıp, saldırganın üzerine çarptım. Bir anlık sendelemesinden faydalanıp avluda koşmaya başladım.

Arkamdan yetişip, yere devirdi. Kuytu bir köşeye çekip önce tartakladı, sonra tecavüz etti.

Cep telefonumun neden çalışmadığını ertesi gün otel resepsiyonistinden öğrendim.

Türkiye’de dünyada eşi benzeri olmayan bir uygulama varmış. Telekomünikasyon Kurulu denilen asıl görevi sektörü serbest ticarete açmak olan kurulun icadıymış.

Cep telefonlarının İMEİ numarasını kayıt altına alıyorlarmış. Kaydı olmayan telefonları, gönderdikleri bir sinyalle kilitleyip kullanılmaz hale getiriyorlarmış.

Resepsiyonist cep telefonu bu şekilde kilitlenen çok sayıda turist biliyormuş.

"Merak etme", dedi. "Tahtakale’ye ya da Doğubank’a git. Ufak bir ücret karşılığında telefonunu orada hemen açarlar. Başka bir telefonun İMEİ numarasını senin telefonuna da kopyalarlar."

Meğer Telekomünikasyon Kurulu’nun bu dünya icadı tam bir fiyaskoymuş. Ortalık aynı İMEİ numarasını kullanan sayısız telefonla kaynıyormuş.

Sırf bu değil ki siz Türkler’in icadı dedim. Turisti sigara içmenin yasak olduğu havalimanında sigara içen gümrük memurlarıyla karşılamak da sizin icadınız, cami avlusunda tecavüz etmekte...

Ecevit mavisi Chanel türban

Her iktidar kendi modasını yaratır. Ve tabii yaratmaya gücünün yetmediği modalar da vardır.

Ecevit mavi gömleği moda yapmıştı. Kravatını yıllarca beyaz gömleğin yakasına bağlamaya alışkın memurlar, takım elbiselerinin içine mavi gömlek giymeye başlamışlardı.

Mavi gömlek okul üniformalarına kadar girmişti. Yönetmeliklerde beyaz gömlek yazmasına rağmen okul üniformasının içine mavi gömlek giyerek tarz yaratan öğrencilere okul yönetimleri karışmazdı.

Ecevit mavi gömleği moda yapmıştı ama kasketini benimsetemedi moda niyetine.

Tayyip Erdoğan hükümeti ise var gücüyle türbanı moda yapmaya çalışıyor.

Başbakan’ın eşinin yurtdışı gezilerinde, sosyete kumkumavalarının dergilere poz verme çabasını aratmayacak kadar türbanla boy göstermeye çalışmasının nedeni de bu.

Siyasal İslam’ın bayrağı olarak kullanılan türban şimdi de iktidara gelmenin, zenginliğin, gücün sembolü olarak kullanılıyor. Özenti nesnesi haline getirilmeye çalışılıyor.

Ecevit’in mavi gömleği gibi Erdoğan’ın da türbanı moda oldu. Ama Ecevit’in kaskete gücü yetmediği gibi Erdoğan’ın da gücü Ramsey’i moda yapmaya yetmiyor.

Sırf Konyalı için Kanyon’a gidilir

Kanyon’daki diğer restoranlarla kıyaslamak hiç doğru değil Konyalı’yı. Aralarında büyük sınıf farkı var.

Kitchenette’in kaba tahtalar üzerinde servis edilen koca hamburgerleri küçük burjuva oburlarınının midesini tatmin edebilir, hiç itirazım yok.

Ama bu zevki Konyalı’nın porselen tabaklarda sunulan yufkaya sarılı leziz köftelerinin damakta bıraktığı hazla karşılaştırmamak gerekir.

Kitchenette çok iyi bir bistro. Ama sonuçta bistro...

Konyalı ise dekorasyonundan garson kıyafetine, servis takımlarından masa örtülerine, yemek mönüsünden şarap listesine kadar her şeyiyle dört dörtlük, şık bir restoran.

Tattığımız yemeklerin hepsi birbirinden lezizdi. Şarap listesi de Türkiye’ye göre zengin sayılabilecek çeşitlilikteydi.

Konyalı’nın gözüme çarpan kusurları ise sigara içilmeyen bölümü restoranın en kötü alanına atmış olması ve kadeh şaraplarda çok az Türk seçeneğe yer vermesinden ibaret.

Sırf Konyalı’da yemek yemek için bile Kanyon’a gidilir. Hele ağırladığınız yabancı misafirleriniz varsa.
Yazının Devamını Oku