13 Ekim 2006
Bebek Lucca akıllara kazıdığı bar imajını, restoran imajıyla değiştirmeye çalışıyor. Eğlenceli bir bardan çok kaliteli bir restoran olarak anılmak istiyor. Ancak bunu başarabilmek için atması gerektiği tüm adımları attığını söyleyemeyeceğim.
Lucca bu sıkıntıyı yaşayan ilk ve tek mekan değil. Farklı bir şekilde ünlenip daha sonra kimlik değiştirmeye çalışan çok mekan oldu.
Örneğin Alkent’teki Just Cafe de bu yaz benzer sancılar çekti.
Daha önce kafe ya da bar olarak ün yapmış bir yerin kimliğini restorana dönüştürmenin en kolay yollarından biri masalara beyaz örtü koymak. Dünyanın her yerinde bembeyaz, kolalı, sakız gibi örtülerle bezenmiş masalar, bakanlara tek bir mesaj verir: "Burası kaliteli bir restorandır".
Lucca bunu yapmıyor. Hem kaldırımdaki, hem iç mekandaki masa ve sandalyeler restorandan çok post modern bir kafe-bar izlenimi yaratıyor.
Biz gittiğimizde, yemek yememize rağmen masamıza bez peçete servis edilmedi, sıradan kağıt peçeteler verildi. Yan masadakilere ise sadece içki içmelerine rağmen bez peçeteler servis edildi. İyi bir restoranda asla rastlanmayacak bir müşteri ayrımcılığı bu.
Ayrıca önceden rezervasyon yaptırmış olmamıza rağmen, gittiğimizde masa ayrılmamış olduğunu keşfetmemiz de, iyi bir restorana yaraşmayacak ciddiyette yönetildiğini gösteriyordu.
İyi bir restoran olmanın en önemli koşullarından biri de zengin bir şarap mönüsü sunmaktır. Lucca’nın şarap mönüsü çok sıradan. Listede tek bir doğru düzgün Türk şarabı yok. Sorunca bir tek Sarafin olduğunu öğrendik kaliteli Türk şarabı adına. Halbuki iyi bir restoranın şarap mönüsünde Sarafin’e ek olarak Gülor da, Şato Kalecik de, Kavaklıdere Selection’lar da, ödüllü Sevilen’ler de, Doluca Karma’lar da mutlaka olmalı.
Yemeklerine ise diyeceğim yok. Yeterince zengin ve hayli lezzetli bir mönüsü var. İstanbul’da kaliteliyim diye geçinen pek çok restoranda gereğinden fazla, hatta çok fazla pişirilerek getirilen et, Lucca’da tam kıvamında sunuluyor.
Sonuçta Lucca iyi bir restoran ama akıllara kazınan bar imajından kurtulabilmek o kadar kolay değil. Yeni açılmış bir restorana göre daha fazla özen göstermesi gerekiyor.
Kültür başkenti İstanbul’a sigara yakışmıyor
Mustafa Sarıgül’ün 1 Ocak’tan itibaren Şişli’de tüm kapalı mekanlarda sigara içilmesini yasaklama kararının Beşiktaş ve Beyoğlu, hatta İstanbul Büyükşehir belediyelerince de benimsenmesi şart.
Geçen gün Turizm Restoran Kulüp Yatırımcıları ve İşletmecileri Derneği’nin (TURYİD) Başkanı Barış Tansever ile yönetim kurulu üyelerinden Ersoy Çetin, Kaya Demirer ve Ayşegül İlsever’le Nişantaşı Salomanje’de birlikteydik.
İstanbul’un turizm sorunları, gürültüyle mücadele, aşırı vergi yükleri derken, konu döndü dolaştı Şişli’deki sigara yasağına geldi.
TURYİD’in Şişli ilçesinde faaliyet gösteren üyeleri kaygılı. Sigara yasağının sadece Şişli ilçesiyle sınırlı kalmasının müşterilerini diğer ilçelerdeki restoranlara kaçıracağından endişe ediyorlar.
Endişelerine ben de hak veriyorum doğrusu. Beşiktaş ve Beyoğlu Belediyeleri’ne sigara yasağı medeni uygulamasını kendi ilçelerinde de başlatmaları için birkaç kez çağrıda bulunmuş olmamın nedeni de buydu.
Ancak başkalarının hatalı uygulaması, doğru bir uygulamanın eleştirilmesi için gerekçe olamaz.
Beşiktaş ve Beyoğlu Belediye Başkanları oy avcılığı uğruna atmaları gereken medeni adımı atmaktan kaçınıyorlar diye, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’e aman dur medeni olma diyemeyiz.
Ama örneğin şunu yapabiliriz. Madem Beşiktaş ve Beyoğlu Belediye Başkanları medeniyetten kaçıyorlar, gerekli adımı atması için bir üst makama, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne başvurabiliriz.
TURYİD de farklı bir şey demiyor zaten. Sigara yasağına karşı değiller. Bu yasağın bölgesel kalıp, haksızlık yaratmasından endişe ediyorlar sadece. Ve yasağın haksız rekabet yaratmaması için tüm İstanbul’u kapsaması gerektiğini söylüyorlar.
Sigarayla Savaşanlar Derneği’ne, Sigarayla Savaşanlar Vakfı’na, insanların başkalarını zehirlemesine karşı çıkan tüm sivil toplum kuruluşlarına buradan çağrıda bulunuyorum. Şişli Belediyesi’nin aldığı bu cesur yasak kararının kağıt üzerinde kalmaması, tüm Türkiye’ye yayılması için elimizden gelen her şeyi yapalım.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni bu medeni yasağı tüm İstanbul’a yayması için cesaretlendirelim.
Mustafa Sarıgül’e sigara yasağını uygulamaya koyan ilk medeni ilçe belediyesi başkanı unvanı nasıl çok yakışacaksa, ilk medeni büyükşehir beledi başkanı unvanı da Kadir Topbaş’a o denli yakışacaktır.
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2006
Ayşe Özyılmazel’e yönelik bayağı eleştirisi için Hasan Pulur’un özür dilemesini kimse beklemesin. Hasan Pulur tıpkı Papa gibi istese bile özür dileyemez.
Papa da, Pulur da hatalarını kabul etseler bile özür dileyemezler çünkü her ikisi de özür dilemeyi men eden inanç sistemlerinin mensupları.
Papa’yı özür dilemekten, makamını kutsal kılan Hıristiyan geleneksel inancı alıkoyuyor.
Pulur’u ise mensubu olduğu yazar kuşağının, köşe yazarlığını kutsal bir makam olarak gören anlayışı.
Bu yüzden Hıncal Uluç, Haşmet Babaoğlu, Oray Eğin, Ömer Özgüner, Atılgan Bayar, Tuğçe Baran gibi yazarlar, Hasan Pulur’dan ustalığına yaraşır bir özrü boşuna beklemesinler.
Bunun yerine büyüklüklerini gösterip, Pulur’u özür dilemese bile kendiliklerinden affetseler...
Saydığım bu isimler unutmasınlar ki, Hasan Pulur’dan yaşça küçük olmaları değil önemli olan.
Hasan Pulur kendi döneminde büyük bir köşe yazarı olmuş, zamanında köşesine çekilmeyi bilememiş, medya tarafından da emekli edilmediği için mirasından yemeğe başlayarak geri kalmaya başlamış bir yazar.
Olgunlaşan meyvE, dalından kopartılıp tadılmak için mutlaka bir başkasına muhtaçtır. Zamanında kopartılmazsa ya düştüğü yerde ya dalında çürür gider.
Hasan Pulur ve benzerlerini köşelerinde yaşlanmaya terk etmek, layık oldukları hürmeti tehdit altına sokmak Türk medyasının mensupları olarak hepimizin ortak suçu.
Eski ustaları zamanında tasviye edip yerlerine bir sonraki kuşağın temsilcilerini getirememek Türk medyasının ortak sorunu.
Bugün Türk basınında 35-50 yaş arasındaki kuşaktan çıkan köşe yazarı sayısı yok denecek kadar az.
Olanların da büyük çoğunluğu magazin, kadın-erkek ilişkisi, yaşam, mizah ya da farklı uzmanlık alanlarında yazıyorlar. Bunlar basında (çoğu Ertuğrul Özkök tarafından) yeni yaratılmış alanlar. Çok önemli boşlukları dolduruyorlar, gerekliler ve Türk basınını büyük ölçüde onlar ayakta tutuyor.
Ancak aynı dinamiklik siyasi yazarlarda gerçekleşmedi. Orta nesil araya girmeyi beceremedi. Siyaset değişti ama yazarları değişmedi. Eski yazarlarla, genç yazarlar arasında bir uçurum oluştu.
Hasan Pulur’un uçurumun öte yanındaki genç yazarı anlayamaması, kızması, hırpalamaya çalışmasının nedeni aradaki uçurumu dolduran yazarların kalmamasında. Genç yazarın şahsına değil, uzaktan anlamakta zorluk çektiği, istilacı olarak algıladığı yabancılara kızıyor aslında.
Başta en büyükleri (yaşça değil) Hıncal Uluç olmak üzere çağdaş tüm büyük yazarların Hasan Pulur’u özür dilemesini beklemeden affetmesi bu nedenle önemli.
Uçurum dolduracak sayıda değiller belki ama köprü vazifesi görebilirler.
İzAir güvenlikte THY’den daha atik
THY uçağının kaçırılmasında ağır ihmali olan uçuş personeline verilecek cezayı ve alınacak ek önlemlerin açıklanmasını beklerken şaka gibi bir haber okudum.
THY Genel Müdürü Temel Kotil kaçırılan THY uçağının pilot ve kabin ekibinin ödüllendirileceğini açıklamış.
Geçen hafta, batılı uçak şirketlerinin 11 Eylül terörünün ardından aldığı ciddi güvenlik önlemlerini aktarmıştım (tinyurl.com/glqs4).
Bu ciddi önlemlerin başında, hava korsanlarının pilot kabinine girişini engellemeye yönelik olanları vardı.
Uçak kaçırma riskini ciddiye alan şirketler, kokpit kapısını kilitlemek gibi basit bir önlemle yetinmiyorlar, servis sırasında açılan kapıdan hostesi iterek girmeyi olanaksızlaştıracak önlemler de alıyorlar.
THY’de ise bu önlemlerin alınmadığı 11 Eylül’den sonra iki THY uçağının, kokpite girilerek kaçırılmasından apaçık belli.
Pilotların koltuklarından kalkmaya üşenmesi, hosteslerin zaten yetersiz olan güvenlik prosedürlerini layıkıyla yerine getirmemesi nedeniyle 11 Eylül’den sonra kokpite sızma yoluyla iki THY uçağı birden kaçırıldı. Dünyada THY dışında bu yöntemle kaçırılan başka bir uçak da olmadı.
ABD havayollarının bu amaçla kullandığı güvenlik prosedürünü geçen hafta tüm ayrıntılarıyla yazmıştım. THY de vakit geçirmeden bu prosedürleri benimser, önlem alır diye düşünmüştüm.
THY Basın Müşaviri Ali Genç, THY yönetiminin bu konuyu değerlendirmeye aldığını, böyle bir karar çıkarsa haber vereceğini söyledi.
THY düşüne dursun, İzAir yazımın yayınlandığı gün bir e.mektup göndererek yazıda belirttiğim prosedürleri İzAir uçuşlarında uygulama kararı aldıklarını açıkladı.
Özel şirketle, kamu şirketi arasındaki farka güzel bir örnek...
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2006
Nasıl oluyor anlamıyorum ama elimde bomba var diyen THY uçağı kaçırıyor. Bundan önce de elindeki oyuncak ayının bomba olduğunu iddia eden bir hava korsanı yine THY uçağını kaçırmıştı.
THY’den başka bir havayolu uçağının bu kadar basit bir şekilde kaçırıldığını bugüne kadar duymadım.
Hem eğer uçak kaçırmak için "elimde bomba var" demek yeterli olsaydı THY’den önce, teröristlerin baş hedefi olan Amerikan ve İngiliz uçakları kaçırılırdı.
Elimde bomba var diyerek bir tek THY uçakları kaçırıldığına göre, bu işte bir iş var.
THY uçuş personeli ya güvenlik prosedürleri konusunda zır cahil, ya da prosedürleri bilmelerine rağmen ihmal ediyorlar.
Son uçak kaçırma olayında, elindeki paketin bomba olduğunu iddia eden korsanın pilota servis sırasında hostese omuz atıp kokpite daldığı söyleniyor.
Bu iddianın doğru olma olasılığının yüksek olduğunu düşünüyorum.
THY uçuşlarımda, ABD uçaklarında tanık olduğum çok önemli bir güvenlik prosedürünün uygulanmadığını gördüm.
Bu prosedür, pilotlara servis sırasında veya pilot tuvalete gitmek için kokpitten çıkarken kötü niyetli bir yolcunun kokpite sızmasını önlemek üzere kullanılan etkili bir önlem.
Servis ya da başka bir nedenle kokpit kapısının açılması gerektiğinde hosteslerden biri gelip, servis troleyini kokpite geçiş yolunu bloke edecek şekilde koridora çekiliyor.
Hostes troleyin arkasında kalarak, önce koltuklar arasındaki koridorda yolcu olup olmadığını kontrol ediyor.
Koridorda yolcu varsa koltuğuna oturmasını ya da uçağın arkasındaki tuvaletlerden birini kullanmasını rica edip, yerinde oturan yolcuların bakışlarını da dikkatle süzerek herhangi bir tehdit olmadığı izlenimini edindiğinde kokpite bir sinyal gönderiyor.
Pilot ancak bu sinyali aldıktan sonra kapıyı içeriden açıp, koridoru kendisi de dikkatle süzerek hızla dışarı çıkıyor ve kapıyı hemen tekrar kapatıyor.
THY’de ise bu prosedür uygulanmıyor. Uygulanması gerekiyor da mı ihmal ediliyor yoksa hiç mi böyle bir prosedür yok onu bilemeyeceğim. Önemli de değil zaten.
Sonuçta THY’nin pilot kabinleri Nasrettin Hoca’nın dört bir yanı açık ama kapısı kilitli türbesi gibi.
Hava korsanına yaldızlı davetiye çıkarmadıkları eksik.
Bu arada THY uçuşlarındaki bir uygulamanın yarattığı çok önemli bir güvenlik açığı daha dikkatimi çekiyor.
Korsana yol göstermiş olmamak için yazmıyorum. Arayıp sorarlarsa THY yönetimine aktarırım.
Korumalı yazarlar konuşmasın
Bazı yazarlar "asker konuşmasın" diyor.
Dile getirenine rastlamadım ama gerekçeleri silah gücüne sahip olan askerlerin beyan ettikleri fikirlerin tehdit unsuru olabileceği kaygısı.
İyi ama bu gerekçeye dayanarak asker konuşmasın diyen pek çok yazarın silahlı koruması var. Hatta belinde silahla gezenlerine bile rastlayabilirsiniz.
Eğer gerekçelerinde samimilerse, bundan böyle onlar da fikir yazısı yazmasınlar artık.
Karşı fikirde olanlar "ya çekip vurursa ya da vurulmamı emrederse" diye korkup cevap veremezler vallahi...
Çocukların vazgeçemediği peynir
Önce yalnız bizim Sungur Tibet bayılıyor sanıyordum.
Erkan Yolaç’lı reklam filminin hep çocuk teması üzerine dönüyor olmasına da özel bir anlam yüklemiyordum.
Sungur Tibet iki yaşına daha yeni bastığına göre reklamdan etkilenip sadece "Teksüt" peynir yerim diyecek değildi ya...
Sonra bir gün markette rafa uzanıp kaşarını alırken yanımdaki bey "beyaz peynirini de tavsiye ederim, bizim çocuk bayılıyor" dedi.
Bir başka gün hem kaşarını hem beyazını sepetime atarken, bu kez bir hanım müşteri "çocuğa mı alıyorsunuz, bayılıyorlar değil mi?" diye sorunca yakın çevremde de küçük bir soruşturma yaptım.
Sonuç Teksüt’te ne buluyorlarsa çocuklar peynirlerine bayılıyorlar.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2006
Ramazan geldi ve şirketlerin olur olmaz bahanelerle iftar daveti verme densizliği yine başladı. Tek amaçları dini duyguları sömürme olduğu apaçık olan iftar yemeği davetiyeleri her Ramazan’da olduğu gibi yine masamda birikmeye başladı.
Hatırlıyorum iftar yemekleri eskiden aile içinde verilen davetlerdi. Bizim ailede, aile dostlarının da dahil olduğu çok geniş bir katılımla yapılırdı.
Çok küçükken babaannemin, aileye ek olarak tüm Bebek esnafını davet ettiği iftar sofralarını da hatırlıyorum.
Ama ne olursa olsun, bu davetler hep evde verilir ve davetliler hep dini inançlarının ne olduğundan emin olunacak kadar yakından tanınan kişilerden oluşurdu.
Esnafa, mahalleliye, yoksula verilen iftar yemekleri ise isme davetiye ile verilmez kapı herkese açık tutulurdu.
Sonra bir gösteriş dönemi başladı. Önce aile içinde verilen iftar davetleri otellerin, restoranların lüks sofralarına taşındı.
Gösterişin aile içinde kalması da yetmedi. Otellerdeki iftar sofraları çıkar ilişkisinde olan çevrelerin toplantı yerleri haline gelmeye başladı.
Dini inançları sömürmeye yönelik bu yeni furya sonunda halkla ilişkiler sektörünce de keşfedildi.
Kimi şirketler basın toplantılarını "iftar yemeği" kisvesi altında yapmaya başladılar.
Dini inancını bilip bilmedikleri herkesi, dini bir ritüel olan iftar yemeklerine çağırmaya başladılar.
Sivil toplum kuruluşları durur mu? Bakanların da davetli olduğu toplantılarını hemen iftar yemekli toplantılara çevirip, iftar sofralarını yağdanlıklarla donattılar.
Tabii bu tür davetlerin sayısının AKP’nin iktidara gelmesinin ardından her sene daha da artması hiç tesadüf değil.
Halbuki AKP’nin bu tür yağcılıklara karnının tok olduğu Başbakan Erdoğan’ın ABD ziyaretini izleyen Ertuğrul Özkök’ün yakaladığı bir ayrıntıdan anlaşılıyor.
ABD uçağında gazetecilere dağıtılan program kitapçığında, ABD’de geçirilecek günlerin gece yarısı bölümünde "04.00’ten itibaren Cafe 1401’de kahvaltı ikramı yapılacaktır", yazıyormuş.
Yani "sahur" yerine "gece yarısı kahvaltısı", demek tercih edilmiş.
Ertuğrul Özkök, "Küçük ama önemli bir ayrıntı", olarak nitelemiş.
Doğrusu da budur.
Ramazan boyunca kimse yemekli davet vermesin demiyorum. Oruç tutanlara saygı göstermek açısından yapılması gereken tek şey var, o da davetin saatinin iftara denk getirilmesi.
Bunun dışında yemek davetini "iftar daveti" olarak adlandırmak, Seda Sayan’ın Ramazan diye TV programına türban takarak çıkmasına benzer.
Bülent Ersoy’un yetersiz müzikalitesi
Osmantan Erkır ve Armağan Çağlayan bu işi gerçekten iyi biliyor.
Popstar yarışmalarının yeni bölümü Popstar Alaturka da tıpkı diğerleri gibi benzer rakip yarışmalara fark atıyor.
Armağan Çağlayan’ın jüri üyesi olarak çizdiği eğlenceli profili özlemiştik. Jüri üyeliğinden uzak kaldığı sürede yerinin kimse tarafından doldurulamayacağını kanıtladı.
Osmantan Erkır ise reytingi dakika dakika, canlı olarak kontrol altında tutup, yönlendirebilecek zeka ve bilgi birikimine sahip tek sunucu olduğunu bir kez daha gösterdi. Eh ne de olsa sadece sunucu değil yapımcı da...
Popstar Alaturka’nın sinirlerime dokunan tek yanı ise Bülent Ersoy’un jüri üyesi olarak çizdiği kendini beğenmiş hava.
Şarkıcı Bülent Ersoy’un programda müzik otoritesi edasıyla yaptığı yorumların yarattığı etki, bende türkücü Zülfü Livaneli’nin gazetede akademisyen edasıyla köşe yazmasının yarattığı etkiye benzer bir iz bırakıyor.
Örneğin son programda Ersoy’un "ahenkli, uyumlu olma" anlamına gelen "müzikalite" kelimesini, "müzik kalitesi" anlamında kullanması, bir jüri üyesi olarak Popstar Alaturka ile müzikalitesinin ne denli tutmadığının da kanıtıydı.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2006
Belediyelerin ve valiliklerin eğlence yerlerine karşı açtıkları haklı savaşın en hararetli günlerinde, "amaçları gerçekten gürültüyle savaşmaksa Ramazan davulunu da yasaklamaları gerekir" demiştim. İstanbul’da dokuz belediye çağrıma olumlu cevap verdi. Bakırköy, Beyoğlu, Kadıköy, Eminönü, Adalar, Sarıyer, Üsküdar, Ümraniye ve Pendik belediyeleri, ilçelerinde Ramazan davulu çalınmasını yasaklayarak medeni belediyeler olduklarını kanıtladılar.
Bu arada tam beklediğim gibi, Ramazan gelince medyadan tartışmaya katılanlar da çoğaldı.
Pişti programında Reha Muhtar, Mehmet Ali Erbil, Deniz Akkaya ve Ajda Pekkan Ramazan davulunu tartışmışlar.
Seyretmediğim için tartışmaya ne gibi fikirlerle katkıda bulunduklarını bilemiyorum.
"Ramazan davulu" tartışmasına Sabah’taki köşesinden katılan Gülse Birsel’e ise cevabım var.
Öncelikle Gülse Birsel’i, dizi film senaryosu yazarlığındaki üstün başarısından dolayı takdir ettiğimi belirtmek isterim.
Ancak aynı beğeniyi, ixtanbul.com sitesinin düzenlediği ankette en seksi köşe yazarı seçilmiş olmasına rağmen köşe yazarlığı için dile getiremeyeceğim.
Gülse Birsel köşe yazarlığını belli ki, asıl işi olarak gördüğü senaryo yazarlığına ek, külfetli bir iş olarak kabul ediyor.
Köşe yazarlığını ek iş olarak yapan diğer tüm yazarlar gibi olgunlaşmış fikir üretmekte o da bocalıyor.
Ramazan davulunun yasaklanmasına başka hiçbir fikir öne sürmeden sırf gelenek olduğu için karşı çıkmak, bir gazete yazarının asla tenezzül etmemesi gerekecek kadar sığ bir fikir çünkü.
Ramazan davulu yasağına karşı çıkan yazarların biraz daha orijinal fikirler üretmesi gerekiyor.
İşe üç hafta kadar önce sıraladığım şu sorulara cevap arayarak başlayabilirler:
l Her gelenek iyi midir, kötü gelenek yok mudur? Geleneklerin de miadı dolmaz mı?
l Bir şeyin gelenek olması, başkasının haklarına tecavüz edilmesini haklı kılmaya yeter mi?
l Yakın geçmişe kadar sokaklarda ayı oynatmak da gelenekti, gelenek olduğu için yasaklanmamalı mıydı?
l Düğünlerde havaya kurşun sıkmak da gelenek. Ramazan davulu gelenek olduğu için yasaklanmamalı diyenler, kapılarının önünde gelenek diye kurşun sıkılmasına ne derler acaba?
l Töre cinayetleri de gelenek, eyvallah mı diyelim?
Medeniyet şehirlileşmek demektir. Birbirlerinin haklarına saygılı olmayı bilen insanların bir arada yaşamasıyla gerçekleşir.
Ramazan davulunu yasaklayan, aralarında AKP’lilerin de olduğu belediye başkanlarını bu medeni kararlarından dolayı kutlamak gerekir.
İstanbul’un yeni İtalyan’ı
İstanbul’daki İtalyan restoranlarının sayısı kebapçılardan sonra ikinci gelmesine rağmen gerçekten iyi yemek yiyebileceklerinizin sayısı bir elin beş parmağını zor bulur.
Bunlardan biri belki şaşıracaksınız ama başka tek bir düzgün restoranın olmadığı Güneşli’de. İsmi Grissino.
Ama şimdi Grissino’yu anlatmayı bir başka yazıya bırakıp çok yeni açılan bir İtalyan restoranından bahsetmek istiyorum.
Ortaköy’de daha bir ay kadar önce açılan Meditrina tıpkı Grissino gibi İstanbul’un tek klasikleşmiş İtalyan’ı Da Mario geleneğinden geliyor.
Meditrina’nın ortaklarından şef Sabit Arslan, efsanevi Da Mario’nun kurucu şeflerinden. Diğer ortaklar ise azılı yemek tutkunları Barış Gökahmetoğlu ile Deniz ve Ercan Uysal.
Meditrina yemeklerin lezzetini, mönüdeki yaratıcılığı ve mekanın etkileyici ambiyansıyla bütünleyen dört dörtlük restoranlardan. Tek eksisi zayıf şarap mönüsü.
Meditrina da, restoranlarımız arasında ne yazık ki bir hastalık gibi yayılan tek markanın şaraplarını sunma hatasına düşenlerden. Şarap listesindeki Türk şaraplarının tamamı Kavaklıdere şaraplarından oluşuyor.
Kavaklıdere şaraplarına bir itirazım yok. Kavaklıdere sayısız çok iyi Türk şarabına imza atmış bir firma.
Meditrina’nın mönüsünde yer alan Selection Kırmızı 94 ve 97 ile Boğazkere 97, listedeki İtalyan ve Fransız şaraplarının büyük bir çoğunluğuna fark atacak kalitede şaraplar örneğin.
75 YTL fiyatla sunulan Selection Kırmızı 97’yle boy ölçüşebilecek yabancı şarapların fiyatları 200 YTL’den başlıyor.
Buna rağmen gözler listede Sarafin’leri, Doluca Karma’ları, Şato Kalecik’leri, ödüllü Sevilen’leri de görmek istiyor.
Şef Sabit Aslan’ın olağanüstü yaratıcı mönüsü ise sanat eseri gibi.
Örneğin Süt Dana Pirzola, Türk damak tadına hitap eden muhteşem bir yemek.
Restoranın manzarası ise anlatılabilecek gibi değil. Görmek gerekiyor.
Meditrina İstanbul’un ender klasik restoranlarından biri olmanın kuvvetli adayı. 10 yıl sonra yazmıştım derim.
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2006
Geçen hafta Vatikan’daki Türk bayraklı mezar taşından bahsetmiştim. Meğer bu mezarda yatan Türk kardinalle Hürriyet Gazetesi’nin kurucusu Sedat Simavi 1948’de bir söyleşi yapmış.
Söyleşi, Hürriyet’in 15. sayısı olan 15 Mayıs 1948 tarihli nüshasında yayınlanmış.
Cem Ceminay’ın "Dünya üzerinde tek bir Türk’ün olmadığı bir ülke var mıdır" sorusuyla başlayan muhabbet sonucunda Vatikan’da da bir Türk’ün yaşadığını öğrenmiş ve sizlerle paylaşmıştım. Bu Türk Vatikan Dışişleri Bakanlığı’nda üst düzey görevli İzmirli Murat Julio idi.
Bir başka okur mektubu ise Vatikan’da eskiden de bir Türk kardinalin yaşadığını iddia ediyordu.
Mesajı gönderen Zuhal Altan ile telefonla da konuştum.
Mehmet Ali Molla’nın Avrupa’ya kardeşi Mustafa Molla ile gittiğini anlattı. Avrupa’da okurken bir filozofla tanışmış ve etkisinde kalıp Hıristiyan olmuş.
İzmir’den yazan okurum Fazıla Molay Samoğlu da Mehmet Ali Molla’nın akrabalarından.
"Vatikan’ın bahçesinde yatan Türk benim ailemden", diyor. İzmir Karşıyaka’dan Molay ailesinin mensubuymuş.
Molay ailesi Girit göçmeniymiş. Girit’teki aile lakapları Mollazade imiş ama Türkiye’de nüfusa bir şekilde Molay diye yazılmışlar.
Mehmet Ali Molay din değiştirdiği için ailesi tarafından aforoz edilmiş.
Fazıla Molay Samoğlu, konunun 1940’larda Hürriyet Gazetesi’nde "Bir Türk Papalığa Aday" diye manşetten verildiğini duyduğunu da ekliyor.
Akil Muhtar Şuvak isimli okurumun gönderdiği bilgiler de hikayenin doğruluğunu teyit ediyor.
Şuvak Niğde Bor Hidroelektrik Tesisi’nde kontrol mühendisi olarak çalışırken müteahhit firma Cıngıllı ve Becit’in Girit göçmeni bir başka çalışanı Cázim Bey’den aynı hikayeyi dinlemiş.
Namık Demiray imzasıyla yazan bir başka okurum ise Hürriyet gazetesinin ilk beş nüshasına bakmamı tavsiye ediyordu.
Tavsiyesine uyup 1 Mayıs 1948 tarihli ilk sayısından itibaren taramaya başladım. Aradığım başlık 15. sayı olan 15 Mayıs 1948 tarihli gazetede karşıma çıktı: "Papalık sarayında bir Türk Ruhanisi".
Geçen haftaki yazıma "Papa’nın bahçesinde Türk bayraklı kardinal mezarı" başlığını atarak Sedat Simavi’nin 60 yıl önceki başlığına bilmeden nazire yapmışım demek...
Türklüğünü unutmayan papaz
Sedat Simavi’nin Vatikan’daki Türk kardinal Mehmet Ali Molla ile yaptığı söyleşi, Türklüğün dini inançların üstünde bir kimlik olduğunu gösteren pasajlarla dolu.
Okurken keşke Vatikan’da şu anda yaşamakta olan bir diğer Türk vatandaşı olan Murat Julio da, söyleşi teklifime sıcak baksaydı diye düşünüyorum.
İçinde bulunduğumuz kritik dönemde, insanlığı birbirine yakınlaştırıcı çok önemli mesajlar verebilirdi.
Sedat Simavi’nin M. Ali Molla ile yaptığı söyleşiden önemli bazı bölümleri aşağıya alıyorum. Söyleşinin tam metnini neo.onpunto.com adresindeki e.günlüğümden okuyabilirsiniz.
"Evvela aklım karıştı. Monsenyör derecesine yükselmiş bir rahip. Üstelik de ismi Türk ismini andırıyor, ve mükemmel de Türkçe yazıyor" (...)
Monsenyör Mehmet Ali Molla çok kibar ve asil tavırlı bir zat. Kırk seneden beri memleketten ayrılmış olmasına rağmen Türkçesini zerre kadar kaybetmemiş. O kadar ki yeni kelimelerimizi bile çok isabetle kullanıyor. Şimdi karşı karşıyayız. Nezaketini suistimal etmek pahasına onu bir sual yağmuruna tutuyorum. (...)
- Türkçeyi ne kadar iyi konuşuyorsunuz!
- Bu sözünüz beni biraz rencide etti! İnsan hiç ana lisanını unutabilir mi? Ben Hıristiyan olmuş bir Türküm, fakat Türklüğünü unutmuş bir vatansız değilim. (...)
- Şu halde demek oluyor ki pederiniz çok Müslüman bir zattı...
- Efendim, o zaman İslamcılık milliyetçilikten ayrılmıyordu. Buna göre babam her şeyden ziyade vatan, terakki, hürriyet seven, inkılapçı bir Müslümandı. Ben ilk ve orta tahsilimi, demin arz ettiğim gibi, evde babamdan gördüğüm dini akli surette belleme ve batıl itikatlardan "taassup" diye vasıflandırdığı nafileliklerden vazgeçmeme çok dikkat ediyordu. (...)
-Ya içinde doğduğunuz, büyüdüğünüz İslam dinine, İslamlık muhitine karşı olan durumunuz ne idi?
-Ben İslamlığın hakikat parlaklıkları, fazilet kaynakları taşıdığını, hesapsız saf, sadık, insaflı vicdanlara barınak olduğunu, din ve ahlak sahasında güzide fikir ve hareketlere meydan verdiğini tanımak istemez bir nankör değildim ve değilim. Bunları hálá, yani çeyrek asırdan beri burada derslerimi dinleyenlere, dostum üstad Massignon gibi uzmanların incelemelerine dayanarak anlatmakta ve takdir ettirmekteyim... Güneşi, Batı diyarına geçtiği vakit, göremeyenler için, ayın da bir aydınlığı, hatta bir sıcaklığı bile yok mu?
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2006
Kaç kere yazdığımı artık sayamaz olduğum için 18 dedim, belki daha da fazla yazmışımdır. İnternet medyası ya da İnternet gazeteciliği diye bir şey yok.
İnternet medyası, İnternet gazeteciliği gibi kavramlar klasik medyanın, klasik gazetecilerin paranoyakça kuşkularının eseri, hayali düşmanlardan başka bir şey değil.
En son 27 Ocak’ta, Nielsen Başkanı Robert McCann’ın, "Televizyon renkli bir araç, İnternet onu mahvedemeyecek", demesi üzerine yazmıştım.
McCann bunları Doğan Holding’in düzenlediği "Yeni Medya" konulu bir toplantıda söylemişti. Toplantıdan Sabah Gazetesi yazarı Mehmet Barlas’ın yazısı sayesinde haberdar olmuştum.
Şimdi de Televizyon ve Radyo Müzesi Başkanı Pat Mitchell, "İnternet gazeteyi bitiremedi, gazeteler hep ayakta kaldı, ayakta kalmaya da devam edecek", demiş. Doğan grubunun ev sahipliğinde yapılan bu toplantıdan da ertesi gün Medyatava.com’da yayınlanan yazı sayesinde haberdar oldum.
Ardından Engin Ardıç, Mehmet Y. Yılmaz ve Cengiz Semercioğlu’nun yazılarını okuyunca ilgim daha da arttı.
Ardıç ve Yılmaz, İnternet gazeteciliğinin yeterince olgunlaşmamasından yola çıkarak Mitchell’i destekliyorlardı. Semercioğlu ise İnternet gazeteciliğinin küçümsenmemesi gerektiğini, başarılı birkaç örnek de vererek savunuyordu.
Her iki tarafın da haklı olduğu noktalar var aslında. Ama sonuçta Mitchell dahil hepsinin savı daha temelden havada kalıyor... İnternet gazeteciliği diye bir şey yok ki gazetelerle rekabet etsin.
Anahtar Habertürk’ün sürekli ekranlarda dönerek meşhur ettiği, "İnternet bir gün her şeyi yutacak" sözümde.
İnternet kendi başına bir medya aracı değil. Yepyeni ve devrimci bir dağıtım aracı sadece.
Bu öyle bir dağıtım aracı ki bankacılık, alışveriş, iletişim, medya, kamu ve akla gelebilecek her türlü alandaki servis ve hizmetleri üzerinde toplayıp, dünyanın bir ucundan öteki ucuna anında iletebilen bir güce sahip.
İnternet’in gazeteciliği, televizyonculuğu öldüreceğini söylemenin uçak taşımacılığının gazeteciliği ya da uydu yayıncılığının televizyonculuğu öldüreceğini söylemekten bir farkı yok.
Ama şurası kesin ki her devrimci yeni araç gibi İnternet de, sektördeki oyuncuların güç dengelerinde oynamalara ve yeni oyuncuların çıkmasına yol açacak.
Hürriyet ve Milliyet gibi yeni ortama uygun adımları atmış olan gazeteler, yeni dengede yine lider olacaklar.
Yeni vizyonerler ise bu adımı atmakta geciken eski güçlü gazetelerin yerlerine geçecekler.
Memleket otomatik saat ayarı
TurkCell’i, medeni ülkelerdeki cep telefonu operatörlerinin tümü tarafından verilen otomatik saat ayarı servisini Türkiye’de hizmete sokmadığı için eleştirmiştim.
Yazımın yayınlandığı gün saat 10:20’de cep telefonuma otomatik saat ayarı mesajı düştü.
Birkaç gün sonra da TurkCell’in halkla ilişkilerinden aradılar, servisin verilmesi için altyapı çalışmalarının zaten bir süredir yürütülmekte olduğunu, yazımın üzerine hızlandırıldığını ve birkaç günlük test uygulamasının ardından tam kapasite hizmete sunulduğunu müjdelediler.
TurkCell kullanıcıları artık yurtdışına gittiklerinde, cep telefonlarının saati otomatik olarak gidilen yerin saatine ayarlanacak, yurda dönüşte ise yine otomatik olarak Türkiye saatine dönecek.
Sanatsal sperme entel prezervatifi
Sonunda bu da oldu.
Bir sanat eseri, teşhircilik suçlamasıyla dava edildi.
İşin daha vahim yanı, bir takım yazarların edebi değeri olup olmadığı kuşku götüren kitaplarının dava edilmesini ifade özgürlüğü diye savunan entellerimiz, bir sanat eserinin dava edilmesi karşısında sus pus oldular.
"Entellektüelin görevi kriz çıkartmaktır" haklı çıkışını yapanlar, sanatçının görevinin toplumu şaşırtmak, hatta şok etmek olduğunu neden dile getirmiyorlar?
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2006
Pes doğrusu Vatikan’da da bir Türk varmış ve o Türk’ü tanıyanlardan biri de okurummuş. Cem Ceminay’ın, Prenses Esra’nın Radyo N 101’de ortaya attıkları bir sorudan yola çıkarak dünya üzerinde tek bir Türk’ün olmadığı tek ülkenin Vatikan olduğunu iddia etmiştim.
"Dünyanın her ülkesinde, günün herhangi bir saatinde en az bir Türk bulunuyor olabilir, bilemeyiz", demiştim:
"Ancak Vatikan’da, gece bir Türk’ün bulunmasına olanak yok. Çünkü Vatikan’da yaşayanlar ruhban sınıfından ve İsviçreli muhafızlardan oluşuyor".
Meğer o ruhban sınıfındakiler arasında bir de Türk varmış.
Okurlarımdan birinin gönderdiği mesaj sayesinde öğrendim. Türkiye’nin Roma Büyükelçiliği’ni arayıp teyit de ettirdim.
Vatikan’da yaşayan hem Türk hem Vatikan vatandaşı rahibin ismi Murat Levent. Ya da Vatikan’da kullandığı şekliyle Murat Julio.
Üstelik Vatikan hiyerarşisinde üst düzeylere gelmiş bir isim Murat Julio.
Papa’nın yanlış algılamalara açık konuşmasının gündemi doldurduğu bu günlerde, bulunduğu mevkinin önemi de artmış durumda.
İzmirli Murat Julio Vatikan Dışişleri Bakanlığı’nda üst düzey görevli. Daha önce Dışişleri’nde Papalık Temsilcisi Başkatiplik görevinde de bulunmuş. Ondan önce de Vatikan’ı Avusturya, Rusya ve Pakistan’da temsil etmiş.
Vatikan’da yaşayan Türkler hakkında okurlarımdan gelen bilgiler Murat Julio ile sınırlı da değil.
Çınar Yurdakan imzasıyla yazan bir okurum İsviçreli muhafızlardan birinin Türk asıllı olduğunu iddia etmiş.
Ankara’dan Zuhal Altan ismiyle yazan bir diğer okurum ise merhum eşinin büyük dayısının Vatikan’da yattığını söylüyor.
Asıl adı Mehmet Molla imiş ve Vatikan’da kardinallik yapmış. Ruhani lider olunca ismini değiştirmiş. 14 yaşında ailesinden ayrılarak trenle Avrupa’ya gitmiş, savaşlara katılmış ve sonunda da din adamı olmuş. Vatikan’daki mezarının taşında Kardinal Paul Mari Moullah yazıyormuş ve bir de Türk bayrağı varmış.
Bu son iki okuruma cevap yazıp, e-posta ile gönderdikleri bilgileri teyit etmek için telefonlarını istedim ancak henüz cevap alamadım.
Zaten biri merhum, diğeri Türk vatandaşı olmadığı için tek bir Türk’ün olmadığı tek ülke Vatikan’dır tezimi yanlış çıkartmıyorlar.
Ancak Murat Julio hayatta... Türk vatandaşı ve Vatikan’da yaşıyor. Bu da tezimi yerle bir etmeye yetiyor.
Haklıymışsın Cem Ceminay. Dünyada Türk’ün olmadığı tek bir ülke yok galiba...
Manzaranın şahını sunan restoran
İstanbul’un önde gelen butik otellerinden Eresin Crown Hotel’in terasıyla yemek-şarap uyumunun ön planda tutulduğu Gurme Gecesi sayesinde tanıştım.
Eresin Crown Hotel’in Mosaic Terrace restoranı, İstanbul’da gördüğüm en muhteşem manzaraya sahip.
Yaz bitmeden bir akşam yemeğine çıkmayı planlıyorsanız, bu güzel havaları kaçırmayın.
Mosaic Terrace’taki manzaranın keyfine tam olarak varabilmeniz için de iftar veya erken akşam yemeği yemek üzere akşamüstü gitmenizi tavsiye ederim.
Kavaklıdere ile ortak düzenlenen gecede tadımı yapılan şarapları soracak olursanız, onları da kısaca anlatayım. Kavaklıdere Ancyra 2005, aperatif olarak yudumlanabilecek meyvemsi hoş aromalara sahip, hafif bir şarap. Kalecik Karası ile aram pek iyi olmamasına rağmen Ancyra 2005’i çok beğendim.
Selection 2003, Kavaklıdere’nin bu prestijli serisine yakışan bir örnek. Henüz genç sayılır, birkaç şişe alıp iki, üç sene saklamanızı öneririm.
Tadım gecesinin yıldızı ise Kavaklıdere Narince 2002 idi. Beyaz şarabı, sırf balığa ayıp olmasın diye tercih edenlerdenim.
Balıktan alacağım tattan çok sofradan keyif almak istediğimde, balığın tadını mahvetme pahasına kırmızı şarap bile içerim.
Kavaklıdere Narince 2002, kırmızı şarabı aratmayacak kadar gövdeli ve damakta çok uzun tatlar bırakan, kompleks bir şarap. Bunda meşe fıçılarda dinlendirilmiş olmasının da bir payı var kuşkusuz ama 2002 rekoltesi Narince’nin hakkını vermek gerek. Ne balığın tadından, ne şarabın keyfinden vazgeçmek istediğinizde Kavaklıdere Narince 2002 sizi mahçup etmeyecektir.
Yazının Devamını Oku