15 Eylül 2006
Dünyada tek bir Türk’ün bile olmadığı bir ülke var mıdır? Cem Ceminay Radyo N101’deki programında sormuş ve dinleyicilerinden cevap alamamıştı. Ben de bakalım benim okurlarım mı daha zeki yoksa Cem Ceminay’ın dinleyicileri mi diye latifede bulunarak soruyu sizlere yöneltmiştim.
Yağdırdığınız cevaplar için teşekkürler.
Kimi zeka ürünü, kimi mizah eseriydi.
Soruyu yöneltirken bir de ipucu vermiştim. Sorunun cevabı kanıt göstermenizi gerektirmeyecek bir cevap, demiştim.
Bu ipucuna uygun doğru cevabı gönderen tam 9 okurum çıktı. Yani Cem Ceminay’ın dinleyicilerine dokuz fark atmış oldular :-)
Doğru cevabı gönderen okurların isimleri, cevaplamadaki hızlarına göre şöyle sıralanıyor:
Bora Çetin, M. Turan Ayvaz, Netsi Hullu, Cem Yeker, Barış Purut, Uğur Sirmen, Murat Üstel, Sevda Aytaç, Dr. Hakan Gök.
Doğru cevap gönderen okurlardan Dr. Hakan Gök, soruyu TurkCell’in cevap servisi 4500’a da göndermiş ama cevap alamamış.
TurkCell 4500’ın bulamadığı kanıt gerektirmeyen doğru cevap Vatikan’dı.
Dünyanın her ülkesinde, günün herhangi bir saatinde en az bir Türk bulunuyor olabilir. Bilemeyiz.
Ancak Vatikan’da, gece bir Türk’ün bulunmasına olanak yok. Çünkü Vatikan’da yaşayanlar ruhban sınıfından ve İsviçreli muhafızlardan oluşuyor. Vatikan’da çalışan değişik milletlerden 3 bin kişi ise Vatikan dışında ikamet ediyor.
Vatikan’da otel, motel, pansiyon da olmadığına göre akşam kapılar kapatılıp, turistler kışkışlandıktan sonra Vatikan sınırları içinde bir Türk’ün kalmasına olanak yok.
Gelen mesajlar arasında Orhan Çakaloz’un "Dünya üzerinde sıfır nüfuslu ülkeler var (ne kadar ülke denebilir bilmiyorum). Bu durumda haliyle hiç bir Türk de olmuyor", Hatice Büyükkatırcı’nın "Antarktika’da döner yiyecek kimse yok, ancak orada biz Türkler’den kimse yoktur", gibi güzel cevapları da vardı.
Ama ben en çok H. Antal’ın gönderdiği "TürkMenistan" cevabına güldüm.
Koşma, yürü
Fatih Altaylı, Camper ayakkabı firmasını, düzenlediği etkinliğe katılmaları için gazetecilere ayakkabı rüşveti vermekle suçlamış ve bu cumartesi günü yapılacak yürüyüşe gazetecilerden kimlerin katılacağını merak ettiğini yazmıştı.
Hemen söyleyeyim, yürüyüşe katılacaklar arasında ben de varım.
Telefonla arayıp Fatih Altaylı’ya da söyledim. Yazısını, bir başka gazeteciye gönderilmiş olan basın davetiyesini gördükten sonra yazdığını söyledi. Davetiyenin metnini okudu. Gerçekten de yanlış anlamalara açık bir metindi.
Camper’ın etkinliğinin aslında çok anlamlı ve alkışlanması gereken bir etkinlik olmasına yakından tanık olan biri olarak meselenin aslını bir de ben aktarayım.
İki hafta kadar önce Camper’ın halkla ilişkiler bölümünden telefonla arayıp projeden bahsettiler.
Toplumda saygın bir bilinirlikleri olduğunu düşündükleri 50 kadar isim belirlemişler. Bu isimler 16 Eylül günü (yarın) Nişantaşı’nda Camper mağazasının önünde buluşup Medica’ya kadar yürüyeceklermiş.
Bu yürüyüş sırasında attıkları adımlar bellerine takılacak pedometrelerle sayılacak ve atılan her adım için belli miktarda bir para Zihinsel Engelli Çocuklar Vakfı’na (İZEV) bağışlanacakmış.
Mustafa Sarıgül, Bahar Korçan, Elif Dürüst, Demet Şener, Arzum Onan, Sinem Güven, Tan Sağtürk, Sait Sökmen, Gaye Sökmen, İsmail Acar, Mehmet Aslantuğ, Sibel Kutman gibi isimlerin de arasında olduğu 50 kişilik gruba beni de davet ediyorlarmış.
Seve seve kabul ettikten sonra yazılı bir davet mektubu da gönderdiler. Mektupta yürüyüşü Camper ayakkabılarıyla yapmamızı arzuladıklarını, istediğimiz bir modeli seçebileceğimizi, ayakkabıların yürüyüşten sonra kullanılmış olacaklarından hediye olarak bizde kalabileceği yazıyordu.
Hemen bir cevap yazıp, seçeceğim ayakkabının bedelini kişisel bir katkı olarak kampanya dahilinde İZEV’e bağışlamak istediğimi belirttim. Muhasebede karışıklık yaratacağını, ayakkabı bedellerinin zaten İZEV’e bağışlanacağını söylediler. Sonuçta ayakkabı bedelini İZEV’e bizzat bağışlamam üzerinde anlaştık.
Kısacası sloganı ’Koşma, yürü" olan Camper’ın bu etkinliğinin harika bir fikrin eseri olduğunu düşünüyorum.
Zaten yürüyüşe katılacak isimlere bakılırsa hiçbirinin bir çift ayakkabıya yüz verecek insanlar olmadığı da aşikar.
En iyi balıkçı tanıdık balıkçıdır
Hürriyet Cuma, ilgiyle izlenen "En İyi 10" listesini geçen hafta balıkçılarla devam ettirmiş.
Jüri üyeleri de anladığım kadarıyla, müşterisi oldukları balıkçıların ismini vermiş en iyiler diye.
Haksız sayılmazlar, yaptıklarına jüri torpili denilmez. En iyi balıkçı gerçekten de tanıdık balıkçıdır çünkü.
Eğer balıkçınız tanıdıksa, sabahın köründe hale gittiğinde en iyi balıkları sizin için özel seçer. Önceki geceden sipariş veremediyseniz de, o an elindeki en iyi balıkları tavsiye eder.
Jüri üyelerinden bazılarının Ankara’daki iki balıkçıyı Türkiye’nin en iyi balıkçısı diye sayma absürdlüğünü ise bu değerlendirmemin dışında tutuyorum tabii ki.
Konyalı mı pahalı Milanolu mu
Cengiz Semercioğlu, Kanyon’da açılan Konyalı’da bir porsiyon dönerin 28 YTL olmasını aşırı pahalı bulduğunu yazdı.
Kanyon Konyalı’da henüz yemek yeme fırsatı bulamadım. Dışarıdan gördüğüm kadarıyla klas ve şık bir alışveriş merkezi restoranı.
Yine bir alışveriş merkezi restoranı olan makarnacı Papermoon’dan klaslık açısından aşağı kalır bir yanı yok.
Geçen hafta Mutfak Dostları Derneği’nden Kanyon Konyalı’da verdikleri bir yemeğe davet almıştım. Yurtdışında olduğum için maalesef kaçırdım.
Mutfak Dostları Derneği (mutfakdostlari.org.tr) Türkiye’nin alanında en saygın derneğidir. Üyeleri gastronomi konusunda Türkiye’nin en önde gelen isimleridir. Derneğin dönem başkanı Türkiye’nin en önde gelen gurmelerinden biri olan Ahmet Örs’tür.
Mutfak Dostları Derneği’nin, seçkin üyelerine ve misafirlerine vereceği yemek daveti için mekan olarak seçtiği bir restoran, ana yemek fiyatının 20-30 YTL arasında olmasına değecek klasta ve mükemmellikte bir yerdir. Kimsenin kuşkusu olmasın.
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2006
Ege otlarının kokusu Teksas otlarından daha mı üstün? Hasan Cemal, "Sabahın ilk ışıklarıyla çıkan rüzgárda Teksas’ın ot kokuları... Doğanın ot kokusuyla bile insana bu kadar yaşama sevinci verebileceğini daha önce hissetmemiştim" diyor.
Cemal, bir süredir Teksas, Houston’da kanser tedavisi gören Ufuk Güldemir’in yanından yazmış bu satırları.
Haşmet Babaoğlu ise "Şimdi Ege’nin her yanı mis gibi ot kokuyor; önümüzdeki ay daha da kokacak! Bizden önce böyleydi, biz gelip geçtikten sonra da böyle ’yaşama sevinci’ kokacak o yamaçlar!" diyerek Hasan Cemal’le, Ufuk Güldemir’i Ege’ye çağırıyor.
Ege’nin otlarının Teksas’ın çöl bitkilerinden daha güzel koktuğunda hemfikirim Haşmet’le. Ama her şey doğayla bitmiyor ne yazık ki... İnsanımız, misafirperverliğimiz, yardım severliğimiz filan demeye kalkmayın lütfen. Onlar geçmişte kaldı.
Geçenlerde bir yurtdışı gezisi sırasında, çok sevdiğim bir dostumun parmağı kapıya sıkışıp koptu.
Türkiye’de neler olacağını tahmin etmişsinizdir, ben orada olanları anlatayım.
Medeni ülkelerde bu tip olaylar karşısında sokaktaki adam bile anında çok iyi organize olabiliyor. Yakındaki restoranlardan birinde oturan doktor hemen koştu, ilk müdehaleyi yaptı. Restoran sahibi anında ambulans çağırdı. Garson buz koşuşturdu. Daha önce benzer bir deneyim yaşayan bir başkası, kopuk parçayı bulmak için gerisin geri koşarken peşimden koştu ve yanında plastik bir kap getirdi.
Meğer tüm bunlar olurken yakınımızdan da bir Türk turist grubu geçiyormuş. İçlerinden biri yanıma gelip ne oldu, parmağı mı koptu diye sorunca sevindim. Yabancı bir ülkede kendi kültürümden, kendi dilimden birileri yanımda olacak diye içim rahatladı.
"Evet, arkadaşımın parmağı koptu" deyince kıçını dönüp Türk grubun yanına koştu. Yeni bir sohbet konusu bulmanın heyecanıyla, konuşa konuşa uzaklaştılar.
Ege’nin otu senin olsun sevgili Haşmet.
Nefis kokularını güzel günlerimde seninle paylaşmaya da varım ama dar günlerimde Teksaslılar’ın misafirperverliğini, yardımseverliğini, nezaketini, kısacası medeniyetini ot kokusuna tercih ederim.
Otomobillerinin aynasına çarpan arabayı kurşun yağmuruna tutan insanların türediği Türkiye’de içindeki insanlığı hálá kaybetmemiş olanlarımız lütfen alınmasın.
Teksas, Houston’dan Ay’a insan gönderdi, biz hızla Teksaslaşıyoruz.
Beşiktaş ve Beyoğlu medeniyet sınavında
Ocak 2007’den itibaren Şişli’de sigarayı kapalı mekanlarda tamamen yasaklayacağını beyan ettiği için Mustafa Sarıgül’ü Türkiye’nin en medeni belediye başkanı ilan etmiştim.
Sigarayla savaşın medyada cephesi generallerinden Oray Eğin, Akşam’daki yazısında bu unvanı vermekte biraz aceleci davranıp davranmadığımı sorgulamış, "Hele bir ocak ayı olsun, Sarıgül’ün sözünü tutup tutmayacağını görelim, belediyenin denetimlerini izleyelim ondan sonra gereğinden fazla da överiz", demişti.
Mustafa Sarıgül aramış ve merak etmeyin yasak 1 Ocak’ta kesin başlayacak, sözüm söz demiş.
Şişli’de sigara yasağının ilk gündeme geldiği günlerde Eğin’in haklı bir de talebi olmuştu. Şişli Belediyesi uyguluyorsa Beşiktaş Belediyesi neden uygulamıyor sigara yasağını diye sorgulamıştı.
Beyoğlu Belediyesi’ni de ekleyip, desteklemiştim bu sorgulamayı. Yasak sadece Şişli ile sınırlı kalırsa, uygulaması zor olur. Restoran, bar, kafe, sinema, tiyatro gibi mekanların çoğunu bünyesinde barındıran bu üç ilçenin ortak adım atması yasağın uygulamasını hem kolaylaştırır hem adilleştirir.
Ne yazık ki Beşiktaş ve Beyoğlu Belediye Başkanları’ndan henüz bir ses gelmedi.
Medeni olma korkaklığından değil de, hazırlık aşamasında olmaktan kaynaklanıyordur umarım bu sessizlik.
Kamuoyu önünde bir kez daha açıkça soruyorum Beşiktaş ve Beyoğlu belediye başkanlarına. İlçelerinizde sigara yasağı başlatmayı düşünüyor musunuz, düşünmüyor musunuz?
Cevap gelene kadar sormaya devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2006
UNIVERSAL, en ünlü şarkıcıların ve topluluklarınki de dahil müzik parçalarını bedava dağıtma kararı aldı. İnternet çağında müziğin gün gelip bedava olacağı belliydi.
İnternet'te içerik gün gelip ücretli olacak, başka çaresi yok diyen aklı evvellere hep gülmüşümdür.
İşin daha da komiği bu aklı evvelleri Türkiye'de zaman zaman guru diye sahneye çıkartıp, para bile verirler.
Hatta bazı Türk şirketlerinin danışmanlık niyetine aldıkları bu fikir için, fiyakalı isimli yabancı danışmanlık firmalarına tonlarca para döktüğü de vakidir...
Halbuki İnternet'te içeriğin, çok özel bazı durumlar dışında, parayla satılabilmesi işin doğasına aykırı.
Yıllardır yazıyorum ama bir kez daha özetlemeye çalışayım.
Bir ürünün marjinal maliyeti yoksa, o ürün eninde sonunda parasız satılır.
Dikkat ederseniz ücretsiz ya da bedelsiz değil, parasız diyorum. Ve parasız olmasına rağmen verilir değil satılır fiilini kullanıyorum. Bunun nedenine biraz sonra geleceğim.
Önce herkesin çok iyi bildiği bir örneği vereyim: Televizyon yayınları...
Televizyonu, çok özel bazı kanallar hariç, ücretsiz seyrediyoruz. Nedeni televizyon programlarının birim maliyetinin olmaması.
Bir televizyon programının toplam maliyeti, o programı kaç kişi seyrederse seyretsin değişmez.
TV programı gazete veya dergi gibi değildir. Gazetenin her bir nüshasının ekstra maliyeti vardır. Satılan her bir gazete kağıt, baskı ve mürekkep maliyetlerini artırır.
Oysa TV programının toplam maliyeti, seyircinin az ya da çok olmasından etkilenmez. 100 bin dolara mal olan bir TV programının maliyeti bir kişi de izlese, 10 milyon kişi de izlese değişmez, 100 bin dolardır.
Ne kadar fazla kişiye ulaşırsa ulaşsın toplam maliyeti artmayan bu gibi ürünler eşsiz birer reklam ortamıdır. Çünkü reklamveren için hedef olabildiğince çok insana ulaşmaktır.
Bu nedenle marjinal maliyeti olmayan ürünler, daha fazla kişiye erişip daha fazla reklam geliri elde edebilmek için eninde sonunda parasız olurlar.
Ücretsiz değil parasızdırlar, çünkü bu ürünlerin tüketicileri ürünün bedelini parayla değil ama maruz kaldıkları reklamla öderler. Bu da bir çeşit satın almadır.
Gelelim Universal'in müzik parçalarını ücretsiz dağıtma ve reklamdan gelir elde etme modeline.
Müzik artık dijitalleşti ve dijital olarak dağıtılabiliyor. Eskiden olduğu gibi CD, kaset ya da plak olarak basılmak zorunda değil. Yani tıpkı TV programları gibi marjinal maliyeti olmayan bir ürün haline gelmiş durumda.
Dolayısıyla müziğin parasız dağıtılması ve gelirin reklamdan elde edilmesi çok doğal bir gelişme. Müziği bundan sonra video, videoyu ise bilgisayar yazılımları izleyecek.
Dijitalleşen ve dijital olarak dağıtılabilen herşey yakın bir gelecekte parasız olacak.
Kimse şaşırmasın.
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2006
Seyahat halindeyken dünyanın tüm medeni ülkelerinde yararlandığım bir hizmetten Türkiye’ye döndüğümde yararlanamıyorum. <B>Nedeni TurkCell abonesi olmam</B>.
Malumunuzdur, Türkiye’nin Bilişim Bayramı olarak kabul edilen <B>CeBIT Bilişim </B>haftasındayız.
Ve fuarda en fazla patırtı kopartan şirketler her sene olduğu gibi yine cep telefonu operatörleri.
Türkiye’nin Bilişim Bayramı’na renk katmaları kötü mü? Değil tabii ki.
Ama insan her yıl CeBIT Bilişim’de zil takıp, göbek atmadıkları kalan cep telefonu operatörlerinden, yani <B>TurkCell, Telsim ve Avea’dan biraz da hizmet kalitesi ve çeşitliliğine yatırım yapmalarını bekliyor</B>.
Yazımın başında bahsettiğim, tüm medeni ülkelerde olan ama TurkCell’de olmayan servis <B>otomatik saat ayarı servisi</B>.
Bu servisin verildiği ülkelere gittiğinizde, uçaktan inip, telefonunuzu açtığınızda operatör tarafından gönderilen bir sinyalle telefonunuzun saati, saat farkına uygun olarak otomatik olarak ayarlanıyor.
Ancak TurkCell bu servisi vermediği için, Türkiye’ye döndüğünüzde saatiniz, son ayrıldığınız ülkenin saatine ayarlı olarak kalıyor.
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2006
Türklerin Venedik’i neden sevmediğini Venedik’i görünce anladım. Venedik’te giyim alışverişi yok ve sigara içmek tüm restoranlarda, tüm barlarda yasak. Venedik, dünya üzerinde görmek isteyip de bugüne kadar görme fırsatını bulamadığım ender şehirlerden biriydi.
Yaz tatilimi ailemle birlikte Venedik’te geçireceğimi kime söylesem burun kıvırınca, merakım daha da arttı.
Kimi kanalların pis koktuğunu söylüyor, kimi görülecek fazla bir şey olmadığından dem vuruyor, kimi sıkıcı olduğunu iddia ediyor, kimi de fazla turistik olmasından şikayetçi oluyordu.
Dünya üzerindeki görülmesi şart yerlerin tamamı aynı zamanda turistik olduğundan bu sonuncu şapşal şikayete tabii ki kulak asmadım.
Diğer şikayetlerin yersizliğini ise Venedik’i gezdikçe anladım.
Bir kere Venedik hem olağanüstü ilginç hem de bu ilginçliği gez gez bitmeyecek kadar geniş bir alana yayılmış bir yer. Venedikliler de olağanüstü kibar, medeni, saygılı ve yardımsever insanlar.
Venedik’te görülecek fazla bir yer olmadığını ve sıkıcı olduğunu söyleyenler resmen halt etmiş.
Türkler’in Venedik’e bu kadar çamur atmasının nedenini ise Venedik seyahatinin üçüncü gününde kavradım.
Türkler Venedik’i sevmiyorlar çünkü seyahatten anladıkları tek şey var o da giyim alışverişine çıkmak.
Her ay ortalama iki kez yurtdışına çıkıyorum ve dünyanın ziyaret ettiğim yüzlerce şehrinde Türklere sadece ve sadece alışveriş merkezlerinde rastlıyorum.
Kitapçıda, iyi bir restoranda ve müzede bugüne kadar daha tek bir Türk’e bile rastlamadım. Ama ne zaman bir alışveriş merkezine girsem, ya da ünlü markaların mağazalarının sıralandığı sokaklardan birinde yürüsem, yanımda birinin Türkçe konuştuğunu duymak için 10 dakikadan fazla geçmesi gerekmez.
Venedik’te ise ne böyle bir sokağa, ne de böyle bir alışveriş merkezine rastladım. Dolayısıyla Türk’e de...
Tabii bizden birine rastlamama nedenim bizimkilerin ne yapıp edip burada da bir alışveriş sokağı keşfetmiş olmasından da olabilir.
Venedik ve Şişli tamam Beşiktaş ve Beyoğlu hamam
Bir de tabii, sigara yasağı meselesi var.
İtalya’ya en son geçen aralık ayında Olimpiyat Meşalesi Koşusu’nda Türkiye’yi temsil etmek için gitmiştim.
İtalya’daki sigara yasakları ise ocakta başladı. Dolayısıyla yasak sonrası İtalyası’na ilk kez bu Venedik seyahatinde tanık oldum.
İtalya’da daha önce restoranlarda ve barlarda sigara içilen ve içilmeyen bölümler vardı. Dolayısıyla bu tür uygulamaların yapıldığı her yerde olduğu gibi, yasağın İtalya’da da bir işe yaradığı yoktu.
Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün sigara içmeyenler için restoranlarda, barlarda masa ayrılması zorunluluğu getiren uygulamasını da bu nedenle eleştirmiştim.
Uygulamanın bir işe yaramayacağını, sigara içmeyenlerin çoğunlukta olduğu arkadaş gruplarının bile grupta tek sigara içen kişinin egoist despotizmine boyun eğip sigara içilen masaları tercih edeceğini, mekan sahiplerinin sigara içilmeyen masaları bir süre sonra mekanın ücra köşelerine taşıyacağını yazmıştım.
Mustafa Sarıgül ise bu uygulamanın bir geçiş dönemi uygulaması olduğunu, zamanı gelince sigaranın kapalı alanlarda tamamen yasaklanacağını söylemişti.
Oray Eğin köşesinden müjdelemiş. Mustafa Sarıgül’le karşılaşmış ve Sarıgül kapalı yerlerde sigara içmenin 1 Ocak 2007’den itibaren tamamen yasaklanacağını müjdelemiş.
Mustafa Sarıgül böylece Türkiye’nin en medeni belediye başkanı olarak tarihe geçti. Ama Türkiye’yi bu ilkellikten kurtarabilmek için tek bir belediye başkanının medeni adımı yetmez.
Medenice yaşamak isteyenleri sigara içenlerin saygısızlığından, saldırganlığından kurtarmak için birbirine yakın belediyelerin tamamının aynı medeni yasakları uygulaması gerekir.
Örneğin Şişli medeni bir adım attıysa en başta Beşiktaş’ın ve Beyoğlu’nun da aynı adımı atması gerekir. Beşiktaş ve Beyoğlu belediyelerinden bu adımın sinyalini bekliyoruz şimdi.
İtalya başarmış. Biz neden başaramayalım? Türk gibi sigara içmek deyimini silmemizin olanağı yok mu yoksa?
Sevgili Beşiktaş ve Beyoğlu Belediye Başkanları... Bu sorunun cevabı büyük ölçüde sizlerden gelecek. Ne dersiniz?
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2006
Fatih Altaylı Güney Fransa’yı kıro cenneti ilan ederken New York Times gazetesinin Bodrum’u Türkiye’nin St. Tropez’si ilan edeceğini öngörmemişti kuşkusuz... Sabah gazetesinin Pazar ekinde Şebnem İyinam’ın "Bodrum uzmanları"ndan aldığı demeçler ise konunun çok uzaklarında dolaşıyordu.
Bodrum’un Türkiye’nin St. Tropez’si seçilme nedenini Türkiye’nin turizm baş merkezi olmasına ya da özgürlükçü hoşgörüsüne bağlayan "uzmanlar" öyle anlaşılıyor ki ne Bodrum’u ne St. Tropez’yi kavrayabilmişler.
Bir kere ne Bodrum Türkiye’nin, ne St. Tropez Fransa’nın turizm baş merkezi.
İkincisi St. Tropez özgürlükçü ortamıyla ünlü bir yer değil ki Bodrum’a bu nedenle benzesin.
New York Times’ın benzetme nedeni bu olsa, Bodrum’u Türkiye’nin St. Tropez’si değil Mikonos’u ilan ederdi.
St. Tropez ve Bodrum’un çok daha önemli ortak yanları var oysa.
Her ikisi de, bulundukları ülkenin zenginlerinin, ünlülerinin yazlık evlerini barındırıyor.
Fransız sosyetesi yazın bir bölümünde St. Tropez’de, kendi malikanelerinde yaşıyor. Türk sosyetesi de Bodrum’daki villalarında...
Her ikisine de turist olarak gidenler sosyete değil, sosyete kuyrukları.
Ünlüler nereye giderse, peşlerinden gidip piyasalarını yükseltmeye meraklı tipler bunlar.
Tekstil fasonculuğundan zengin olmuş ama ünlü olamamış ihracatçı zamparalar, televizyon fasonculuğundan ünlü olmuş ama zengin olamamış gazeteci hamkırolar, tekstil atölyesinde son ütücü olarak çalışırken patronla kırıştırıp masa başına terfi eden ama yetinmeyen sosyal merdiven tırmanıcılar vs...
Kısacası St. Tropez’yi de, Bodrum’u da asıl dolduran turist kalabalığı sosyete kuyruklarından oluşuyor.
Fatih Altaylı, Güney Fransa’ya tatile gidenleri kıro ilan etmekte bu nedenle haklı.
Haksız olduğu tek nokta var. O da Güney Fransa’nın güneş, kum, deniz, dans tatilinden ibaret sığlıkta bir yer olmaması.
Kıro diye Nis’i, Kan’ı, St. Tropez’yi, Monako’yu gezip de Mougins’e, Saint-Paul-de-Vence’a, Eze’e, Biot’ya, Vallauris’ye uğramayana denir.
Türk’ün olmadığı ülke var mı?
Her sabah olduğu gibi işe gelirken radyoda yine Cem Ceminay’ı ve Prenses’i dinliyordum.
Radyo N101’deki programda Ceminay, işin biraz da matrağına kaçarak, bir soru sordu; "Dünyada tek bir Türk’ün bile olmadığı bir ülke var mıdır?"
Prenses’le iki gün üst üste bu soruyu tartıştılar. Bir ara üyelerinin her derdine çare, her sorusuna yanıt bulan BackUp’a sormayı bile düşündüler. Sonra dinleyicilerine sordular. Ve sonunda dünyada Türk’ün olmadığı tek bir ülkenin bile olamayacağına karar verdiler.
Ama yanılıyorlar.Dünyada Türk’ün yaşamadığı bir ülke var.
Hangisi mi? Yok öyle, hemen cevaplamayacağım... Cuma günü yanıtı yazmadan önce ben de size soracağım.
İpucu olacak ama vereyim. Sorunun cevabı, kanıt göstermenizi gerektirmeyecek bir cevap.
Cevaplarınızı pazartesi öğlene kadar yurtsan@hurriyet.com.tr adresine bekliyorum.
Cem Ceminay’ın dinleyicileri sorunun cevabını bulamamıştı. Bakalım Ceminay’ın dinleyicileri mi, yoksa benim okurlarım mı daha zeki?
Hodri meydan!
Kodu mu oturtan RTÜK Başkanı
RTÜK Başkanı Zahid Akman, TV’deki spor programlarında sadece spor konuşulması gerektiğini buyurmuş.
Karışmadıkları bir bu kalmıştı. Oldu olacak her televizyonun başına bir RTÜK yöneticisi oturtsunlar ve her programın içeriğini belirlesinler.
Hatta TV’leri tamamen RTÜK yönetsin.
Sporcunun, sanatçının, şarkıcının, öğretim üyesinin, gencin, kadınların, 60 yaşından büyüklerin, 40 yaşında olup 32 dişi olmayanların, kedi besleyenlerin, kapısı olan dükkan sahibinin, penceresi olan evde oturanın siyaset konuşmasını yasaklasınlar.
Televizyonda siyaset konuşmak sadece siyasetçiye serbest olsun. O da tabii AKP’li olanlarına...
Kodu mu oturtan RTÜK Başkanı böyle olur.
Paşayı filan boşverin, bundan böyle herkes RTÜK Başkanı kükredi mi hizaya girecek...
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2006
Ne Schumacher, ne Alonso, ne Mehmet Ali Talat, ne Reina partisi, ne "grid" kızları, ne 8. viraj... Formula 1 Türkiye Yarışı’nın Felipe Massa’dan sonraki bu seneki ikinci yıldızı Arzu Kaprol’dü.
Yarışın, Schumacher’in şampiyonluğuna mal olan hatalı pit stop kararından sonraki ikinci büyük fiyaskosu ise Alonso’nun ödül töreninde yuhalanması oldu...
Formula 1 padok merakımı iki yılda doyurdum sayılır. Geçen sene ilk günkü test sürüşlerini ve üçüncü günkü finali, bu sene ise ikinci günkü sıralama turlarını padoktan seyrettim.
Geçen sene McLaren Mercedes’in sponsorlarından CA’in ve Ferrari’nin sponsorlarından AMD’nin misafiriydim. Bu sene ise BMW Sauber’in sponsoru Intel’in...
Böylece üç farklı günün heyecanını, üç farklı takımın padok kulübünde tatmış oldum.
Fazlasına da gerek yok zaten. İstanbul Park’taki yarışları seyretmek için seçilebilecek en kötü yer padok.
Padokun en büyük özelliği, ziyaretçilerine kendilerini özel hissettirecek şekilde tasarlanması.
Bu yüzden de hava atmaya meraklı Türk gece kuşu sosyetesi için ideal bir boy gösterme alanı.
Ancak iki yıllık izlenimlerime dayanarak, Türk gece kuşu sosyetesinin padok kulüpte boy göstermektense Reina’daki partiye katılmayı daha eğlenceli bulduğunu söyleyebilirim.
Belki haksız da sayılmazlardı. Hiçbir virajın doğru düzgün seyredilemediği padokun tek esprisi pit alanına inip takımları ve ekipmanı yakından izleme olanağı tanıması. Bir de açık büfe ikramı...
İkram bu sene geçen seneye göre biraz daha iyi organize edilmişti.
Geçen seneki döner rezaleti yaşanmadı en azından. 2005 finallerinde dönerin kesimine başlanmasıyla final startının verilmesi aynı zamana rastlamış, seyircilerin çoğu yarışın startını kaçırmakla döner kuyruğundaki yerini kaybedip aç kalma arasında seçim yapmak zorunda kalmıştı.
Bu sene yemek servisindeki tek aksaklık ise eğitilmemiş yabancı servis elemanlarının Türk yemeklerini misafirlere anlatmakta zorlanmasıydı.
Mönü geçen seneye göre daha bilinçli seçilmişti belki ama kırmızı şarap olarak sunulan Sarafin Merlot yanlış bir seçimdi. Kötü bir şarap olduğu için değil, Türkiye’ye özgü üzümlerden yapılma bir şarap olmadığı için. İyi bir Boğazkere ya da Öküzgözü harmanı çok daha yerinde bir seçim olurdu.
Padoka özgü ayrıcalıklardan bir diğeri ise padok kızlarının etrafta endam göstermesi.
Kızların seçiminin iyi yapıldığını söyleyemeyeceğim. Çoğu vasat güzellikteydi.
Ama Arzu Kaprol’ün kıyafet tasarımı o kadar iyiydi ki koca popolu, dombili bacaklı kızları bile dünya güzellerine dönüştürmeyi başarmıştı.
Formula 1 İstanbul’un bizim için en büyük yüz karası ise başarıyı yuhalama kıro kültürünü Formula pistlerine sokmamız oldu.
Artık Formula 1 denkleminde biri olumlu biri olumsuz bizim de iki katsayımız var. FormulaTürk hayırlı olsun.
Burç sayısı 11’e indi Akrep ve Koç birleşti
Şu astronomların astrologlara yaptığını, eloğlu düşmanına yapmaz.
Önce 1930’da yeni bir gezegen bulduk, adını da Pluton koyduk diye ortaya çıktılar. Hep bir bilim olduğunu iddia eden ve bu hurafeyle yaşayan astroloji de geri kalacak değil ya bu buluşun üzerine atlayıverdi.
Yüzyıllardır 12 burcuna karşı sadece sekiz gezegen olmasından dolayı yıldız sıkıntısı çeken yıldız falcıları Pluton’un keşfiyle biraz olsun rahatladılar.
Ay ve Güneş’i de katmalarına rağmen 12 burca birer yıldız bulamayıp Mars’ı Koç ve Akrep’e, Merkür’ü de İkizler ve Başak’a paylaştıran falcılar, Pluton’u hemen Akrep’e yamadılar.
1930’a kadar Akrep’i yeni şartlar temsilcisi Pluton’un desteğinden mahrum bırakmış olmalarına aldırmadan 2006’ya kadar idare ettiler.
Ama yeni şartlar temsilcisi yapacağını yaptı ve Prag’da yapılan oylama sonucunda astrolojiyi yine Pluton’suz bıraktı.
Akrep ve Koç’un birbirlerinden farkı kalmadığına göre birleşiversinler artık.
Ah şimdi aklıma geldi. Türkiye’nin de burcu Akrep değil miydi? Bakın şu astronomlara, Türkiye’yi de yenilikçiliğin temsilcisi Pluton’dan ettiler, savaş temsilcisi Mars’ın etkisine terk ettiler.
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2006
Eğlence yerlerinin yarattığı gürültü kirliliğine karşı haklı bir savaş açan AKP hükümeti ve belediyelerinin, art niyetli olmadıklarını kanıtlamak için ramazan davulunu da yasaklamaları gerektiğini yazmıştım. Ramazan davulunun bir gelenek olduğu, bu nedenle yasaklanamayacağını savunanlar oldu.
Büyük Türk yazarı Mehmet Tezkan da, adımı vermeye tenezzül etmeden gelenek gerekçesine sığınarak eleştirmiş yazımı. Habertürk ramazan davulu tartışması diye vermiş, bu sayede haberim oldu.
Tezkan’ın komik önerisine değinmeden önce gelenek savunmasına sığınanlara bazı sorularım var.
Gelenek olan her şey iyi midir? Kötü gelenek yok mudur?
Çağ ilerledikçe gelenekler de miadını doldurmaz mı?
İlkel gelenekler yok mu?
Bir şeyin gelenek olması, o şeyin başkalarına rahatsızlık vermesini haklı kılar mı?
Bir şeyin gelenek olması için ne kadar zamandır uygulanıyor olması gerekir?
Boğaz’da açık hava diskoları yirmi yılı aşkın bir zamandır olduğuna göre gelenekselleşmiştir diyebilir miyiz? Yirmi yıl yetmiyorsa elli, altmış yıldır olan yazlık gazinolar, açık havada gürültülü müzik yapmayı gelenekselleşmiş kılar mı? O da yetmiyorsa yüzyıllardır Boğaz’da yapılan müzikli kayık sefaları, yalı bahçelerinde yapılan sazlı sözlü eğlence sefaları yeterli mi?
Çoğunluğun inandığı gelenek iyi, azınlığın inandığı gelenek kötü müdür?
İnsanların tepesinde sabaha karşı davul çalmak çoğunluğun geleneği olduğu için mi iyi, satanist ayinde bakireye çizik atmak azınlık geleneği olduğu için mi kötüdür? Yoksa iyiyi ve kötüyü belirlemek için daha objektif kriterlere, mesela kimseyi rahatsız etmemesi, hiçbir canlıya zarar vermemesi gibi ölçütlere mi bakmak gerekir?
Yakın geçmişe kadar sokakta ayı oynatmak da gelenekti, niye yasaklandı ki?
Düğünlerde havaya kurşun sıkmak da gelenek, o da mı yasaklanmamalı? Birçok kişi ölsün ne yazar mı denmeli?
Töre cinayetleri de gelenek. Eyvallah mı diyelim?
Gelelim büyük yazarın komik önerisine.
Diyor ki ramazan davulu yasaklanmasın, sesi kısılsın.
Olur, ramazan davulcularına elektro davul dağıtır, sesini kısmalarını isteriz.
Dondan haşemaya 100 yılda geçiş
İstanbul’un nisan ayında 2010 için bir yıllığına Avrupa’nın kültür başkentlerinden biri seçilmesi olayı abartılınca "Ankara da Avrupa’nın liman başkenti seçilsin" diye yazmıştım.
Haberturk.com yazarı Atılgan Bayar’ın yazısını okuyunca hatırladım.
Süleymaniye’yi gezerken tanık olduğu bir takım gözlemlerini sıralayarak, Ufuk Güldemir’in geniş yankı uyandıran "Büfeci İslamı" analizini destekliyordu.
Güldemir kısaca İslami hareketin fakir fukaranın ideolojisi haline geldiğini, dinin köylüye, kasabalıya bırakılmayacak kadar önemli bir şey olduğunu savunuyor. Ki katılmamak mümkün değil.
Atılgan Bayar da Süleymaniye’de gezerken aslen Ukraynalı bir papazın kızı olan Hürrem Sultan’ın türbesini ziyaret edenlerin turistlerden ve "Büfeci İslam"ın temsilcilerinden ibaret olduğunu fark etmiş.
Süleymaniye’deki meşhur, tarihi kuru fasulyecilerin sunduğu yemeğin kötülüğüne de tanık olmuş.
Yanındaki restoran işletmecisi arkadaşı konuya açıklık getirmiş, "Kuru, pilav, ayran 5 YTL ise kalite olmaz" demiş. Fiyat rekabetine girişmiş yan yana altı kuru fasulyeciden iyi fasulye çıkamayacağını anlatmış.
Ben de diyorum ki asıl sorun İstanbul’un (ya da Türkiye’deki bir başka şehrin) kültürünün olmaması.
Kültür olmayınca ne iyi yemek talep edecek kalitedeki turisti çekebiliyor İstanbul kendine, ne de Anadolu’dan çektiği köylüyü, kasabalıyı şehirliye dönüştürebilecek gücü bulabiliyor kendinde.
Güldemir’in tespitlerine yüzde yüz katılsam da iyimserliğine bu nedenle katılamıyorum.
O, bugün haşemayla denize girenlerin yarın mayoyla gireceğine inanıyor. Bense donla, çarşafla, şalvarla denize girenlerin aradan geçen yüz yılda geçe geçe haşemaya geçtiklerini görüyorum.
Çözüm yok mu, var? Yine Güldemir’in satırlarında, "Zanneder ki Amerika zengin olduğu için insan hakları vardır. Oysa İnsan Hakları olduğu için zengin olmuştur Amerika, çözemez"...
Büfeci Televoleciler
SkyTurk’ün "Loose Change" isimli amatör belgeseli yayınlayacağını duydum. Keşke geçen yazımda bahsettiğim, "Loose Change"deki çelişkileri de açıklayan altyazılı versiyonunu yayınlasalar.
İzleyiciler de iki tezi aynı anda görüp, hangisi doğru kendileri karar versinler.
Geçen hafta birincisindeki kandırmacaları ortaya koyan bu altyazılı versiyonu yazınca kendini Atatürkçü sananından da, liberal sananından da, solcu sananından da, dindar sananından da ABD düşmanı benzer mesajlar yağdı. İşin ilginci hiçbiri, iki videoyu da seyretmemişti.
Güldemir’in tanımını koyduğu "Büfeci" zihniyeti böyle bir şey işte.
Şöyle tanımlamış bu zihniyeti Güldemir, "Dünya haritası çok sadedir büfecinin: Yahudi dünyayı sömürür. Araplar, din kardeşimizdir. Yunan düşmandır. Papa Hristiyan aleminin başkanıdır. Türkiye’miz çok güzeldir"...
Türkiye’nin sorunu sadece "Büfeci İslamcı"lardan ibaret değil. "Büfeci Atatürkçüler", "Büfeci Liberaller", "Büfeci Solcular"ı da eklemek lazım.
Gerçek büfeciler alınmasın, onları çok seviyoruz... Lafımız tırnak içinde olanlarına...
Yazının Devamını Oku