29 Aralık 2006
Güzel, güneşli ya da yağmurlu bir gün fark etmez. Çıkın Ortaköy’den Aşiyan’a, Beşiktaş belediyesi sınırlarındaki sahilde bir yürüyüş keyfi yaşamaya kalkın. Belediyeciliği sokaklara buruşuk Atatürk fotoğrafları asmaktan ibaret sanan bir Beşiktaş Belediyesi, o güzelim sahili nasıl bir işkence güzergahına dönüştürmüş kendi gözlerinizle görün.
Beşiktaş’ı semt olarak hiç saymıyorum. Neden saymadığımı merak eden varsa Beşiktaş Atatürk Cumhuriyet ve Demokrasi Anıtı’nın bakımsızlığına ve kirliliğine baksın, yeter.
Atatürkçülük sırtından prim yapmaya çalışan Beşiktaş Belediyesi, kırışık posterler, yırtık pankartlar ve kirli, bakımsız anıtlarla bu ucuz propagandayı bile yüzüne gözüne bulaştırıyor.
Komşusu Şişli Belediyesi’nin, Nişantaşı semtini dünyanın önde gelen batılı metropolleriyle yarışacak hale getirmesinden ders alacağına, sınırları dahilindeki Türkiye’nin en mutena semtleri olan Etiler ve Bebek’i içinden geçilmez hale getiriyor.
Ortaköy ve Arnavutköy gibi tarihi semtleri curcuna merkezlerine dönüştürüyor.
Yazın Bebek Parkı’nın haline tanık oldunuz mu bilmem. O güzelim park pijamalı, atletli piknikçi lümpenlerin ve çöplerinin işgali altındaydı.
Beşiktaş Belediyesi yeni otopark inşa etmemesi yetmiyormuş gibi semt ziyaretçilerinin otopark ihtiyacını karşılayan iki büyük açık hava parkını da kapatarak, Bebek’i otomobille ziyaret edilebilecek bir semt olmaktan çıkardı.
Bebek parkı kışın da pislik içinde. Parkta çimenden çok köpek pisliği var. Bu pislikte, sonradan görme yeni Bebeklilerin görgüsüzlüklerinin de payı var kuşkusuz. Ama sorumluluk denetim yapmayan, ceza kesmeyen, temizlemeyen belediyenin...
Bebek parkına sözüm ona iki çocuk parkı yapmışlar. Çocuk parkından çok korku parkına benziyor.
Pas içinde demirleri, keskin parçaları oraya atılmış kırık salıncakları, ayak kırma adayı tahtası eksik tepeden yürüme yolları, korkuluksuz yüksek platformlarıyla Cevahir Alışveriş Merkezi’ne her an rakip çıkmaya aday bir ihmalkarlık eseri.
Kumunun seçiminde bile standartlara uyulmamış. Temiz, yapışmayan deniz kumu kullanılması gereken çocuk parkında çocuklardan çok virüs ve bakterilerin dostu yapışkan, topraklı kum kullanılmış. Kapıları da çalışmadığından, akşamları köpeklerin pisleme alanına dönüşen park zemininde, gündüzleri çocuklar kovalarıyla kumdan kale yapıyorlar.
Parktan kaçıp sahilden Arnavutköy’e doğru yürümeye çalıştığınızda ise bir başka tuzak serisiyle karşılaşıyorsunuz.
Sahil onar, yirmişer iğneli oltalarını fütursuzca sallayan amatör balıkçıların istilası altında. Sahilde yürüyenlerden her gün birine iğne saplanıyor. Bir tanıdığım, taksiyle geçerken açık camdan kucağına olta kurşunu düştüğünü anlatıyor.
Denize karşı banka oturayım demeyin sakın. Banklar da oltacıların istilası altında çünkü.
Halkın kullanımı için kaldırıma konulan bankların, olta tacirlerince gasp edilmiş olması Beşiktaş Belediyesi’nin umrunda değil.
Belediye zabıtalarının, önünden geçtikleri dükkana dönüştürülmüş banklara aldırdığı bile yok.
Yanıbaşındaki Şişli medeniyete koşarken, Beşiktaş batıyor, ağlayanı yok.
Havuzlara çiş yapılmaz bölüm zorunluluğu
Mustafa Sarıgül’ü sözü söz biri olarak tanırız. Bu nedenle açıp, başlıyor diye söz vermiştiniz, başlıyacak mı gerçekten diye sormayı düşünmedim bile.
Sarıgül’ün söz verdiği üzere kapalı yerlerde sigara içme yasağı Şişli Belediyesi sınırları dahilinde 1 Ocak 2007’den itibaren başlayacak ve Şişli, Türkiye’nin dünyadaki ilk medeni ilçesi olarak tarihe geçecek.
Bir geçiş uygulaması olarak kullanılan ve işe yaramayan sigara içilmeyen masa komikliği de böylece son bulacak.
Aynı tavanın altındaki masalardan bazılarını sigara içilmez olarak ayırıp diğer masalarda serbest bırakmak, havuzun bir bölümünde çiş yapmayı yasaklayıp diğer yerlerinde serbest bırakmaya benziyordu.
Kenan Doğulu Rumca okusun
TDK Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın tepkisinde haklı.
Türkçe şarkı söylemeyi eski kafalılık olarak ilan eden Kenan Doğulu’nun, Türk’üm diyen herkesten özür dilemesi gerekiyor.
Dandik şarkı yarışması Erovizyon’da İngilizce şarkı söylemeyi savunmak başka, Türkçe şarkı söylemeyi eski kafalılık olarak nitelemek başka.
Kenan Doğulu, bir şarkıcı olarak kazanmış olduğu ününü şarkılarını Türkçe söylemesine ve Türkçe Pop’un yükselişte olduğu bir dönemde şarkıcılık yapıyor olmasına borçlu olduğunu unutmasın.
Türkçe değil de, İngilizce söylüyor olsaydı Türkiye’de kimsenin yüzüne bakmayacağını ve Türkiye dışında bir hiç olduğunu da hatırlasın.
Erovizyon’a kim katılırsa katılsın, Türkçe söylemesi daha doğru.
Erovizyon dediğin zaten dandik bir yarışma. Bu yarışmada birinci olsak ne yazar, olmasak ne yazar?
Sertab Erener İngilizce sözlü hafif göbek havası şarkısıyla birinci oldu da ne oldu?
Öte yandan Erovizyon ne kadar dandik bir yarışma olursa olsun, şarkıcılarımız bu yarışmaya Türkiye’yi temsil etmek üzere katılıyor. Türkiye’yi temsil eden bir şarkıcının birinci olacağım diye orada sahnede başka bir dilden çığırtması, Orhan Pamuk’un Nobel alacağım diye Ermeni diasporası ağzıyla konuşmasına benziyor.
Üstelik Erovizyon birinciliği, Nobel gibi övünülecek kalitede bir ödül de değil.
İyisi mi Onpunto.com günlükçüsü Lizge’nin de Yeşil Kirazlar III isimli e.günlüğünde (blog) dediği gibi (tinyurl.com/wahav) Kenan Doğulu şarkısını Rumca okusun.
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2006
Mersinli Çoban Ahmet, "Dünyayı Kurtaran Adam’ın Oğlu" filminin görsel efektlerindeki katkısıyla sinema sektörünün İnternet’teki saygın ansiklopodesi IMDB’ye (International Movie DataBase-imdb.com) girdi. Mersinli Çoban Ahmet’in hayatı Hürriyet e.yaşam’da okuduğu bir haberle değişmiş, kendini İstanbul’da büyük bir holdingin danışmanı olarak bulmuştu.
Ahmet Kaplan’ın hikayesini Mayıs 2005’de bu köşeden aktarmıştım.
Çoban Ahmet’in hikayesi elektriğin olmadığı, cep telefonlarının çekmediği Mersin’in ücra Kömürlü köyünde başlıyor.
Ayda bir indiği küçük bir kasaba olan Bozyazı, Çoban Ahmet’in dünyayla tek irtibatı.
Kasabaya indiğinde mutlaka yaptığı iki iş var Çoban Ahmet’in. Birincisi İnternet kafeye gitmek, ikincisi ise kiloyla eski gazete satın almak.
Kasabadan kiloyla aldığı gazeteleri, köyüne döndüğünde çobanlık yaparken okuyor Ahmet. Ve bir gün bu eski gazeteler arasından çıkan Hürriyet e.yaşam’da okuduğu bir haberle dünyası değişiyor.
Çoban Ahmet Hürriyet’in e.yaşam ekinde, o dönemde Teknoloji Holding’in Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı olan Alphan Manas’ın bir yazısını okuyor. Fütürizm diye bir şeyden bahsediyor Manas, yazısında.
Manas’ın yazısını tekrar tekrar okuyor ve kendisinin de aslında bir fütürist olabileceğine karar veriyor. Kasabaya bir sonraki inişinde, İnternet kafeye girip Alphan Manas’a bir e.posta mesajı gönderiyor.
Manas, ücra bir köyden kendisine e.posta gönderen Çoban Ahmet’in "fütürizm" hakkında yazdıklarından ve orijinal fikirlerinden etkileniyor ve kendisini Dünya Fütüristler Derneği’nin Türkiye şubesinin kuruluş toplantılarına davet ediyor.
Çoban Ahmet, Alphan Manas’ı İstanbul’da misafir edildiği sırada daha da etkiliyor ve holding bünyesindeki endüstriyel tasarım şirketi T-Design’ın yaratıcı ekibine katılması için teklif alıyor.
Kabul edince İstanbul’da aldığı hızlandırılmış, sıkı bir eğitimin ardından yeni görevine başlıyor.
T-Design bir süre sonra Teknoloji Holding bünyesinden ayrılıyor, yeni kurulan Brightwell Holding’in çekirdeğini oluşturuyor. Ahmet Kaplan görevine burada devam ederken kendini farklı alanlarda geliştirmeyi de ihmal etmiyor.
Kendini geliştirdiği alanlardan biri de bilgisayarla yaratılan görsel efektler.
Brightwell Holding, "Dünyayı Kurtaran Adam’ın Oğlu" filminin görsel efektlerinin yapımını üstlenince, bu alanda eğilmiş olmanın mükafatını da alıyor. Görsel efekt ekibinde Görsel Efektler Asistanı olarak çalışmaya başlıyor.
Elektriğin bile olmadığı, cep telefonlarının çekmediği bir köyden, İstanbul’daki bir holdingin danışmanlığına geçen Çoban Ahmet’in ismi böylece Görsel Efektler Asistanı olarak giriyor önemli bir filmin tüm Türkiye’de 268 salonda gösterilen jeneriğine.
Ve Çoban Ahmet bugün artık dünyanın en büyük sinema ansiklopedisinde Ahmet Kaplan olarak geliyor milyonlarca insanın ekranına.
İstanbul Modern’i Nokia eşliğinde gezin
Nokia ve İstanbul Modern çok yenilikçi bir uygulamaya ortak imza attılar. Müzeyi ziyarete gelenler, girişte ödünç aldıkları Nokia N72 model cep telefonlarıyla, sergileri multimedya sunumlar eşliğinde gezebiliyorlar.
Bu yeni hizmet telefonlara yüklenmiş multimedya sunumlardan oluşuyor. Müze ziyaretçileri, önünde durdukları eserle ilgili bilgileri yazılı metin, ses, resim ve video dosyaları halinde izleyebiliyorlar.
Geçen akşam bu yeni hizmetin tanıtımı için İstanbul Modern’de verilen bir davete katıldım.
Yeni uygulamayı Venedik-İstanbul sergisini gezerken denedim. Fonksiyonel olmasının yanı sıra çok da eğlenceli buldum.
Nokia’nın telsiz-etiket (RFID) teknolojisini destekleyen modelleri de var. Uygulamanın bir sonraki adımı olarak, bu teknolojiden faydalanan bir hizmete geçmelerini öneririm.
Şu anda kullanılan sistemde ziyaretçi, hangi eserin önünde olduğunu telefonun ekranındaki mönüden arayıp bulmak zorunda. RFID teknolojisi kullanıldığında buna gerek kalmayacak.
Bu arada tanıtım davetinden aktaracağım birkaç izlenim daha var.
Gecenin davet mektubunda yemeğe Nokia Genel Müdürü Imfred de Jong ile İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı’nın da katılacağı yazılıydı. Ancak her iki ev sahibi de yemeğe katılmadılar. Jong adına Nokia Türkiye Pazarlama Müdürü Çiçek Uyansoy İcan mazeret bildirip, özür diledi ama Oya Eczacıbaşı adına mazeret bildiren ya da özür dileyen çıkmadı.
İstanbul Modern’in içinde hizmet veren kafe, İstanbul’daki en iyi müze restoranı. Yemeklerinin lezzeti, geçici sergilerin temasına göre zenginleştirilen mönüsü, sigara içmeyenlere olan saygısı, eşsiz manzarası, müze ziyaretçilerine uygun makul fiyatlarıyla İstanbul’da eşi benzeri yok.
Ancak o akşamki açık büfede sundukları yemekler için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim.
Kırmızı şarap olarak sunulan Kayra Cumartesi ise böylesi bir davete yakışmayacak kalitede bir şaraptı. Açık büfe davetlerde bu ucuz şarabı sunan yerlerin sayısının hızla arttığı da bir gerçek. Kayra Cumartesi, gençlik partilerinde servis edilecek türden bir şarap.
İşletmecilerin maliyeti düşürmek için bu şaraba sarılmaya başlaması, furyanın önü alınana kadar, daha çok davet sahibini mahçup edecek gibi gözüküyor.
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2006
Bundan 700 yıl kadar öncesinin sofrasında neler yendiğini merak ediyorsanız, bu merakınızı Kanyon Konyalı’da doyurabilirsiniz. Mevlana Yılı ilan edilen 2007’de her ayın 17’sinde tekrarlanacak Mevlevi Somadları’ndan (Mevlevi sofrası) tanıtım amaçlı ilkine davetli olarak katıldım.
Yemek meraklıları ve Mevlevi kültürüne ilgi duyanların katıldığı davette, ünlü gurme Ali Esad Göksel ve zarif eşi Gülfem Hanım ile Sabah yazarı Rahşan Gülşan ile aynı masayı paylaşıyor olmamız, akşamın güzel geçeceğinin ilk belirtisiydi.
Yemek öncesinde aperitif olarak sunulan Gül Şerbeti, biraz fazla şekerli olmasına rağmen çok hoştu. Türk mutfağının bu enteresan tadı kullanılarak çok hoş kokteyller hazırlanabilir. Barmenlerimizin aklının bir köşesinde bulunsun...
Yemek kültürü araştırmacısı ve uzmanı Dr. Nevin Halıcı’nın, Mevlana’nın eserlerinde anılan yemeklerden yola çıkarak, aslına uygun olarak o dönemin malzemelerinden hazırladığı mönünün ilk yemeği Tutmaç Çorbası idi.
Tutmaç Çorbası’nı Gül Yapraklı Marul Salatası eşliğinde sunulan Şiş Kebabı takip etti.
Şiş Kebabı çok leziz olmasına rağmen günümüzde bulamayacağımız bir özelliği olmadığından bana fazla enteresan gelmedi.
Tek enteresan yanı nane yaprakları ile birlikte servis edilmiş olmasıydı. Batı mutfağında sıkça başvurulan kuzu eti-nane birlikteliğinin Türk mutfağında neden kullanılmadığını hep düşünürdüm. O akşam gördüm ki, taze nane yaprağı kuzu şişe, çiğ soğandan çok daha fazla yakışıyor.
Gül yaprağı da marul salatasına her zaman kullanılabilecek enteresan bir lezzet katmıştı.
Ama Tutmaç Çorbası o kadar lezzetli ve zengindi ki, biraz daha büyük bir porsiyon olarak sunulsa Şiş Kebap yerine rahatlıkla ana yemek olarak sunulabilirmiş.
Garsondan sırasıyla şarap, kola ve gazoz şeklinde dile getirdiğimiz içecek taleplerimiz birer birer reddeldildi.
Reddedilmeyeceğinden emin olduğum için şaka yollu, "Soda da mı yasak" diyerek yaptığım talep de geri çevrilince bir an kalkıp gitmeyi düşündüm ama bu kabalığı servis elemanı kızın eğitimsizliğine verdiğim için vazgeçtim.
Abdülbaki Gölpınar’ın anlatımından uyarlanan Hassaten Lokma (Mevlevi Pilavı) sofraya geldiğinde, iştah kabartıcı görüntüsüyle maruz kaldığımız kabalığı unutturdu.
Tadınca, biraz fazla kaçmış tarçını sayesinde midem yine soda istedi. Ama su dışında sunulan tek içecek olan Sirkencübin’le yetinmek zorunda kaldım.
Mevlana’nın orijinal tarifine aynen uyularak bir ölçek sirke, bir ölçek bal karışımına su ilavesiyle elde edilen Sirkencübin ilginç ve hoş bir tada sahipti ama sodanın işlevini görmedi tabii ki.
Sorbe işlevini görebilecek şekilde yemek arasında sunulan Pekmezli Ayva Yemeği harikaydı ama daha fazla şeker alacak takatim kalmadığından irademi kullanıp pas geçtim.
O dönemde maydanoz olmadığı için yerine nane kullanılarak yapılan Su Böreği biraz yağlı olmasına rağmen çok lezizdi. Yanında sunulan yoğurdun üzerine serpiştirilen çörek otu ise yaratıcılık eseriydi.
Badem Helvası, sanki Mevlana’nın "Hamdım, piştim, yandım" sözlerine uygun olmak üzere pişirilmişti. Bademler o kadar kavrulmuşlardı ki, badem olmaktan çıkmışlardı.
Özetle tanık olmaktan çok mutlu olduğum hoş bir yemek denemesi olarak geçti o akşam benim için.
Konyalı’nın amacı unutulmuş tatları, tarihte kalmış yemekleri tekrar yemek kültürümüze kazandırmaksa -ki bence öyle olmalı- orijinal tariflerden günümüz damak tadına uyacak hafif sapmalar yapma yoluna gitmeli.
Ve içecek konusunda da o kadar katı olmamalı. Sonuçta 700 yıl önce o yemekler beyaz örtülü şık masalarda, lüks porselen tabaklarda da yenmiyordu. 700 yıl öncesinin yemeklerini bugün günümüze uygun sofralarda yiyorsak, başka şeyleri de günümüze uyarlayabiliriz.
Bu katılık o geceki davetin törensi geleneksel havasına mı özeldi? Ocak ayından itibaren her ayın 17’sinde servis vermeye başlandığında daha mı esnek olunacak? Bilmiyorum... Ancak ne olursa olsun bu akşamlardan birine mutlaka katılmanızı tavsiye ederim.
700 sene öncesinin yemeklerini tatma olanağı öyle her zaman gelmez insanın ayağına.
Time’ın Siz seçimi Siz’i sevmediği için
Geçen gün CNN Türk’ün Yeni Gün haber programında Şirin Payzın’ın konuğuydum.
Time dergisi Yılın Kişisi olarak Siz’i (Biz’i) seçti ve kapak yaptı ya. Onu konuştuk.
Time bu yılki seçimi için gerekçe olarak içeriği sıradan İnternet kullanıcılarınca yaratılan Blogger, YouTube, Wikipedia gibi sitelerin 2006’da elde ettikleri başarıları göstermiş.
Diyor ki, madem bu siteleri sizler yarattınız öyleyse kral sizsiniz.
Programda Time’ın bu seçimi ticari kaygılarla yaptığını söyledim.
Kralın hálá kullanıcılar olmadığını çünkü bu sitelerin başarılarından pay almadıklarını anlattım. Bu sitelerin içeriği kullanıcılara yarattırıp onların sırtından para kazandıklarına, YouTube’daki içeriğin tamamını yaratan kullacıların Google’a olan 1,6 milyar dolarlık satıştan tek bir kuruş pay almadıklarına dikkat çektim.
Fikir babası olduğum OnPunto.com’da bu sömürüye son diyecek yepyeni uygulamalar başlattığımızı, sitenin ana sayfasında manşette kullanılan her yazı için, yazıyı yazan kullanıcıya emeğinin karşılığı olarak 200 YTL ödendiğini, blog sayfalarına alınan reklamlardan elde edilecek gelirin de yine kullanıcılar arasında paylaştırılacağını anlattım.
İnternet yayıncılığının tüm dünyada izleyeceği yol bu olacak. Kullanıcılar yaratılmasına katkıda bulundukları sitenin gelirlerinden hak ettikleri payı çok yakın bir gelecekte almaya başlayacaklar. İşte asıl o zaman kral olacaklar.
Program bittikten sonra OnPunto.com’a bağlanıp yazılara göz atmaya başladığımda bir sürpriz bekliyordu beni. Keşke programdan önce bağlansaymışım dedirten bir sürpriz.
OnPunto.com’un kullanıcılarından Canok Abisel (ki kullanıcılar arasından çıkan belki de dünyanın ilk başyazarıdır) her zaman olduğu gibi yine nefis bir yazıya imza atmıştı. Time’ın kapağa Siz’i koymasının asıl nedenini deşifre etmişti.
Time’ın her yılın kişisini okuyucu anketiyle seçtiğine dikkat çekiyordu. Time bu yıl da benzer bir anket yapmış ancak okuyucular Yılın Kişisi olarak Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’i seçmişti.
Şiddetli bir ABD karşıtı olarak bilinen Chavez’i kapağına taşıyamayan Time şike yapmış ve yılın kişisi olarak Siz’i (Biz’i) kapağına koymuştu. Yani Siz’in seçiminizi hiçe saymasının karşılığında Siz’i seçerek rüşvet veriyordu bir bakıma. Abisel’in yazısının tamamını OnPunto.com’daki köşesinden okuyabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2006
Adam pişkin. Yöneticisi olduğu Cevahir Alışveriş Merkezi’nde yönetimin ihmali sonucu iki hafta içinde iki çocuk ölüyor, Aydoğan Cevahir Bey "Burası sirk değil", buyuruyor. Sirk olmadığı belli. Sirkte bile trapezcinin, ip canbazının altına ağ gerilip, önlem alınır. Cevahir Alışveriş Merkezi’nin yöneticileri sirk yöneticileri kadar bile olamamış ama bu yöneticilerden biri kalkmış halkı suçluyor; "Bu ülke insanının eğitimiyle ilgili bir konu", diyor.
Sen kalk koca bir alışveriş merkezi yap, dünyanın ikinci büyük alışverişi iddiasıyla caka sat, içinde 86 adet yürüyen merdiven 5 km uzunluğunda korkuluk var diye hava atıp haber yaptır... 5 km uzunluğundaki korkuluklardan 20 cm’lik tasarruflar yapacağım diye yürüyen merdivenlerle korkuluklar arasında, insanların düşebileceği kadar boşluklar bırak... Ve bu boşluktan bir çocuk düşüp ölmesine rağmen, gerekli önlemleri alma... Sonra "Halk cahil, biz ne yapalım", de... Ve üstelik bir de "Burası sirk değil" diye alay et...
Suç gerçekten de Cevahir’de değil aslında... Suç insanların ölümlerine neden olan ihmalleri yeterince cezalandırmayan hukuk sistemimizde.
Çöken kaçak duvarıyla bir bebeğin canını alan eğlence merkezini ne çabuk unuttuk. Ne oldu, o olayın sonunda? Kim ceza aldı? Ceza alan var mı? Varsa ne ceza aldı?
Hukuk sistemimiz diyor ki, manevi ve maddi tazminat miktarları alan kişiyi zengin etmeyecek kadar olmalı.
Giden canın bedelini hiçbir tazminat karşılayamaz. Tazminat miktarı ne kadar yüksek olursa olsun evlat acısını dindirmez.
Tazminatın amacı caydırıcılık olmalı.
İnsan canına önem vermeyenleri, ihmalkarlık yapmadan önce on kez düşündürmeyi amaçlamalı.
Bizim hukuk sistemi tazminat miktarını belirlerken, tazminatı alacak kişinin maddi durumuna bakıyor. Alıcıyı zengin edecek miktarda olmamasına dikkat ediyor.
Zengini ihmalkarlığa davet ediyor. Diyetini nasıl olsa ödersin diyor.
Tam tersine olmalı. Tazminat miktarı, tazminatı verecek kişinin maddi durumuna bakılarak belirlenmeli.
Tazminat miktarları, ödemeye mahkum edilen kişiyi fakirleştirecek kadar ağır olmalı.
İstanbul trafiği oyun oldu
Daha önce otomobilinde fenalaşan Başbakan’ın balyozla kurtarılmasını hicveden "Balyoz oyunu" ile büyük sükse yapan Onpunto.com, bu kez de İstanbul’un trafik sorunu oyunlaştırarak gündemi bir kez daha zekice bilgisayar oyununa taşımış.
Özellikle son sahnesi çok hoşuma gitti.
Tam bir yıl önce "En yeni bilgisayar oyunu, İstanbul trafiği" başlıklı bir yazıyla, İstanbul trafiğini bilgisayar simülasyonu ile çözmek isteyenleri hicveden Hıncal Uluç’un kulakları çınlasın. Çünkü bu kez İstanbul trafiğine bilgisayarla harika bir çözüm bulunmuş.
Filmi sigara lobisi mi engelledi
Sigarayla savaşımı bilen okurlar, ekim ayında Film Ekimi festivalinde iki seans gösterilen "Sigara içtiğiniz için teşekkürler" filmiyle ilgili düşüncelerimi ve Türkiye’de ne zaman vizyona gireceğini soruyorlar.
Sigara lobisiyle ince ince dalga geçen filmi ben de çok merak ediyorum. Film Ekimi sırasındaki gösterimlerini kaçırmıştım.
Türkiye’de ne zaman gösterime gireceğini öğrenmek için filmin gösterim haklarını elinde tutan Özen Film’e sordum.
Gelen cevap şaşırtıcıydı. Filmin dört yıllık eski bir film olduğunu, bu nedenle gösterime sokmayacaklarını, sadece festivallerde gösterimine izin verdiklerini söylediler.
Ancak film 2005 yapımı ve dünyada 2006’da gösterime girmiş. 2007’de verilecek Golden Globe ödüllerine de, iki dalda aday.
Özen Film’in böylesine yeni, kaliteli ve iddialı bir filmi eski gerekçesiyle vizyona sokmaması düşündürücü.
İnsanın aklına hemen, sigara lobisinin bu işte bir parmağının olup olmadığı sorusu geliyor?
Neco palyaçoluğu özlemiş
Erovizyon şarkı yarışması dendi mi aklıma hep ilk kez katıldığımız 1975 Türkiye elemeleri gelir.
Ve tabii o elemelerin yarattığı üç unutulmaz isim: Ali Rıza Binboğa, Cici Kızlar, Semiha Yankı.
Erovizyon’un ilk Türkiye elemelerine katılmamış olmasına rağmen, TRT ekranlarının yine o yıllarda şöhrete kavuşturduğu bir isim daha vardı: Neco.
Palyaço kıyafetiyle çıktığı ekranda, bitişik kara kaşlı Ali Rıza Binboğa ve popo ceplerine kalp deseni işlenmiş Cici Kızlar kadar yer etmiş çocuk hafızamda.
Geçen gün televizyonda "üç gazeteci patakladım", filan diye dayı pozlarındaki böbürlenmelerini görünce, palyaço kılıklı hali geldi aklıma.
"Vah", dedim içimden, "Neco palyaçoluk günlerini özlemiş"...
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2006
İstanbul trafiği için önerdiğim iki radikal çözüm önerisinden biri Ulaşım Zirvesi’nde kabul görmüş. 20 Ekim tarihinde (tinyurl.com/y29fef) "İstanbul’un trafik sorunu çözümsüz değil, radikal de olsa çözümü var" diye yazıp, "Trafik denetimini valilikten alıp belediyeye, otopark ve yol yapımını belediyeden alıp valiliğe vermek" önerisini getirmiştim.
Geçtiğimiz cumartesi günü gazetelerde yer alan habere göre Ulaştırma Zirvesi’nde İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş, trafik denetiminin belediyeye verilmesini önermiş.
Emniyetin de destek verdiği öneri ulaştırma zirvesinde kabul görmüş.
Trafik denetimini polisten alıp zabıtaya devredecek proje için İstanbul pilot bölge seçilmiş. Polis artık sadece ölümlü ve yaralanmalı kazalarda devreye girecekmiş.
Önerinin uygulamaya geçirilmesi İstanbul trafiğini çözme yolunda atılmış doğru bir adım olur. Ancak tabii ki yeterli değil.
İstanbul trafiğinin en büyük iki nedeninden biri trafik polisinin yozlaşmasından kaynaklanan yetersiz ve etkisiz denetimse ikincisi de belediyenin altyapı yatırımlarında yetersiz ve etkisiz kalması...
Dolayısıyla trafik sorununun çözümü için trafik denetiminin devletten alınıp yerel yönetime devredilmesi yetmez. Altyapı yatırımlarının da yerel yönetimden alınıp devlete aktarılması şart.
İstanbul trafiğinin altyapı sorunları yeni yolların, tünellerin, köprülerin açılmasından ibaret değil. İstanbul’da trafiğin kilitlenmesine yol açan en büyük altyapı sorunu otopark yetersizliği.
Koca koca gökdelenler de dahil olmak üzere bugün İstanbul’da hiçbir yapı yeterli otopark kapasitesiyle yapılmıyor. Otoparkın kapasitesi yeterli olsa bile giriş çıkışlar yanlış düzenlendiğinden, yolların kilitlenmesine yol açıyor.
Levent’teki Sabancı Kuleleri’nin servis otoparkı çıkışında yaşanan kaosa tanık olanlar ne demek istediğimi anlamışlardır.
İstanbul’da inşa edilen apartmanların neredeyse tamamı otoparksız ruhsat alıyor. Bu apartmanlar yapılırken, belediyeler ortak kullanıma açık umumi otoparklar inşa etmek üzere harç kesiyorlar.
Ancak belediyelerin çoğu bu paraları herhalde başka işler için kullanıyorlar ki, hiçbir semtte yeterli otopark yok, yenileri de inşa edilmiyor.
İstanbul trafiğinin çözümü için trafik denetimindeki yozlaşmayla savaşmak kadar belediye hizmetlerindeki yozlaşmayla da savaşmak şart.
Ünlü vasatın trafik magandalığı
Trafik sorununa yol açan yozlaşmalar trafik denetimi ve belediye hizmetleri ile kısıtlı değil tabii ki.
Asıl yozlaşma şoföründen yayasına kadar trafiğe çıkan herkesin kafasında.
Geçen pazar günü çok ünlü bir televizyoncunun tek bir seferde dört kuralı birden ihlal etmesine şahit oldum.
İsmi lazım değil. Zirvede olduğu dönemlerde bile alay konusu olan biriydi.
Şimdi zaten büyük bir düşüş içinde, bir de trafik magandalığıyla gündeme gelmesin. Nispetiye Caddesi’nde Etiler yönünde giderken Tepecik Yolu’na sapış için bir cep vardır. Tam El Torito’nun karşısında.
Sola sapmak için bu cepte durmuş, trafik ışığının yeşile dönmesini bekliyorduk. BMW marka bir otomobil, cepte bekleyen hepimize adeta "sizler aptal birer zavallısınız" diye haykırarak geçti.
Kırmızı ışığa aldırmadığı gibi "U" dönüşü yasağına da aldırmadı. Üstelik üç trafik kuralını birden ihlal ederken, cep telefonuyla konuşarak dördüncü bir kuralı daha hiçe sayıyordu.
Kim bu maganda diye şaşkınlıkla baktık ama ünlü televizyoncuyu görünce şaşkınlığımız kalmadı.
Aynı anda dört trafik kuralını birden ihlal eden bu kişinin, kayan bir yıldız olmasından teselli bulduk.
Daha düne kadar köşelerini babalarının malı gibi görenlerin, bugün artık okunabilmek için başkalarının köşelerinde tekzip zoruyla yayınlattıkları kendini övme metinlerine bel bağlamaya başladıklarını hatırlayıp umuda kapıldık.
Vasatın iktidarının sadece medyada değil, her alanda can çekiştiğinin ipuçları dört bir yanda filiz vermeye başladı. Sonu tez gelsin...
Finlandiyalı müdür
Geçen hafta yayınlanan "Kanyon’un Finlandiyalı müdürü: İstanbul karanlık çağında" başlıklı yazımın (neo.onpunto.com) ardından Markus Lehto’dan bir mesaj aldım.
Şöyle diyor; "Ben söyleşide lüks yaşam konusunda, zaman içinde Osmanlı’nın ihtişamının sönerek, ülkenin karanlık dönemler geçirdiğini, şimdi ise bu görkemli geçmişi yeniden sahiplendiğini belirtmiştim. 8 yıldır burada yaşayan, üstelik bir Türk’le evli olan ben, kendimi Türkiye’de misafir olarak görmüyor, aksine burada yaşamaktan mutluluk duyuyor ve her fırsatta Türkiye’nin tanıtımına katkıda bulunmaya çalışıyorum. Dolayısıyla, İstanbul’a ve Türkiye’ye dair olumsuz görüşler içinde olmam mümkün değildir. Bundan sonrasında da, Türkiye ile ilgili gözlemlerimi ifade ederken çok daha dikkatli davranacağımdan emin olabilirsiniz.
Yanlış anlaşılmaktan duyduğum üzüntüyü nezdinizde tüm kamuoyu ile paylaşıyor, bu konuda göstereceğiniz hassasiyet için şimdiden teşekkür ediyorum"...
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2006
Serdar Turgut geçen günkü yazısında starların artık aşçılar, iyi yazarların da yemek yazanlar arasından çıktığını iddia ediyordu. Doğru ama Türkiye için değil.
Mehmet Gürs için bir ölçüde ünlü diyebiliriz belki ama star mertebesine erişmiş bir şefimiz yok hálá.
Yemek yazanlar arasından çıkmış iyi yazarlar konusunda da pek parlak olduğumuz söylenemez.
Ahmet Örs, Arman Kırım, Vedat Milor, Gülhan Kara, Mehmet Yalçın, Ramazan Bingöl ve tabii rahmetli Tuğrul Şavkay dışında yeme-içme kültürü üzerine yazan başka iyi yazar gelmiyor aklıma.
Restoran eleştirisi adı altında geyik muhabbetleri yazanları hiç saymıyorum.
Aslında restoran eleştirisi konusunda, yemek yazılarına göre daha da gerideyiz batı medyasından.
Restoran eleştirileri yazma deneyimim bilişim ve teknoloji konularında yazma deneyimimden neredeyse iki katı eskiye dayanıyor.
İlk restoran eleştirisi yazıma imza attığım 1988’den bu yana, geçen 18 sene içerisinde tek bir şey hiç değişmedi: Restoran sahipleri ve işletmecileri övülmeye bayılıyorlar ama eleştiriye asla gelemiyorlar.
Restoran eleştirmenliğinin Türkiye’de fazla gelişememesinin başta gelen nedenlerinden biri de bu.
Türk medyasında hakkını vererek restoran eleştirisi yazanların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Onlar da ancak haftada bir yazabiliyorlar.
Restoran sahipleri bu durumdan istifade ederek, çok nadir çıkan olumsuz eleştirileri, olumlu yazacaklarından emin oldukları yazarları kullanarak gölgede bırakmayı başarıyorlar.
Restoran sektörünün medyaya yansıması restoran sahiplerince, işletmecilerince özel olarak ağırlanan yeterli deneyim, kültür ve bilgiden uzak kişilerin eline kalıyor.
Bu köşede zaman zaman restoran eleştirilerine de yer veriyorum.
Eleştirileri büyük çoğunlukla sahibinden, işletmecisinden habersiz gidip, müşteri gibi denediğim restoranlar için yazıyorum.
Nadir olarak davetli gittiğim restoranlar hakkında yazacak olursam, yazıda davetli olduğumu mutlaka belirtiyorum.
Serdar Turgut’a katılıyorum. Yemek yazarlığı artık ev kadınlarına yönelik, yemek tarifleri olmaktan çoktan çıktı.
Dünya artık "fast food"dan en lüks restoranlara kadar uzanan bir restoran yelpazesi üzerinde dönüyor. İnsanların en temel ihtiyaçlarından birinin medenileşme, şehirlileşme öyküsü bu...
Medyanın bu öykünün anlatıcılığını üstlenmesi kaçınılmaz.
Turgut yazısının sonunda New York’taki Rao’s restorandan bahsetmiş. Bu restoranın hikayesini ileriki yazılarında anlatacağına söz vermiş.
Rao’s Doğu Harlem’de 100 küsur yıldır hizmet veren küçük bir İtalyan restoranı. Sadece 10 masası var ve bu 10 masadan birine oturabilmek için aylar öncesinden rezervasyon yaptırmak gerekiyor.
Serdar Turgut bir daveti kaçırdığı için gidemediği Rao’s’un hikayesini yazmaya hazırlanadursun benden size söz, ocak ayında Rao’s’ta yemek yiyip yazacağım.
Masayı nasıl ayarladığıma gelince. O da yazıda açıklayacağım küçük bir sır olarak kalsın...
Katris’in etlerinin sırrı
Cevahir Alışveriş Merkezi’nin en üst katındaki Katris Restoran’da yediğim etin Türkiye’de yediğim en iyi dana ızgara olduğunu yazmıştım.
Katris’in şefi Özgür Özkan mesaj gönderip teşekkür etmiş.
Çok önem verdiği et konusunda böyle bir övgüyle karşılaşmaktan aldığı heyecanı paylaşmak istemiş.
Katris’te kullandıkları etleri seçme ve hazırlama aşamalarını da anlatmış: "Canlı hayvanı kendim seçerim. Sadece 18 aylık düve ya da süt danasıdır. En az 24 gün hijyenik bir ortamda bekletirim (kuru dinlendirme) ve büyük bir titizlik ile kesip vakumlarım (ıslak dinlendirme).
Emek bununla da bitmez, bazı ürünleri de özel füme odalarımızda soğuk duman vererek fümeleriz. Üzülerek söylemek isterim ki İstanbul’da etleri için bu kadar çaba gösteren bir şef daha olduğunu sanmıyorum. Fakat gayretlerimiz Türkiye’de de etin bir Arjantin ya da Amerika’daki gibi standart kalitede olabilmesi içindir."
Şef Özgür Özkan’a katılıyorum. Türkiye’de etleri için bu kadar çaba gösteren bir şef daha bulmanın zor olduğuna ben de inanıyorum. Ama hemen ekleyeyim, sadece dana eti için geçerli bu hak verişim.
Kuzu eti söz konusu olduğunda Beyti Güler’in hakkını yemek olmaz.
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2006
Geçen hafta Amsterdam’da yemek yiyecek bir restoran ararken şehri Arjantin restoranlarının işgal ettiğini fark ettik. Arjantin restoranlarının Amsterdam işgaline tanık olurken aklıma kebapçıların İstanbul işgali geldi.
İstanbul’a döndüğümde beni bir sürpriz bekliyordu. Mutfak Dostları Derneği geleneksel dost yemeğine davet ediyordu ve yemeğin teması "Kebapsız Gaziantep Mutfağı" olarak belirlenmişti.
Davetin verildiği mekan İstanbul Kısıklı’daki Mabeyin Restoran harika bir seçimdi. Bugüne kadar gitmemiş olmayı kendim için bir kayıp saydım.
Dernek Başkanı Ahmet Örs, selefi rahmetli Tuğrul Şavkay’ı gurme kültürü olsun, sohbeti olsun, misafirperverliği olsun hiçbir konuda aratmadı.
Antep mutfağı ne yazık ki fazla tanımadığımız, tadından mahrum kaldığımız çok zengin bir mutfak.
Mönü, zengin Antep mutfağını bir akşam yemeğine sığdırılabilecek kısıtlı sayıda örnekle yansıtmayı becerecek şekilde ustaca seçilmişti.
Yemek öncesindeki karşılama kokteylinde ikram edilen Antep fıstığı Malatya Pazarı’ndandı ve çok lezizdi. Malatya Pazarı son dönemlerde yaptığı atılımla, paketlenmiş kuruyemiş pazarında Tadım markasının kalite tekelini yakalayan bir marka.
Giriş olarak sunulan yemeklerden Humus, bundan önce yediklerimiz neydi dedirtecek ama yoksa bu humus değil mi diye sorgulatmayacak kadar farklıydı.
Sıcak girişlerden Tarhunlu Peynir Böreği, yerken gözlerin ister istemez kapanmasına yol açan cümbüşlü bir damak şöleni sunuyordu. Evde ilk peynirli börek yapışımda, taze tarhun ekleyeceğim.
Ana yemek sunulan Ekşili Taraklık, Firik Pilavı ve Analıkızlı yemekleri arasında bence gecenin yıldızı tütsülenmiş bulgurdan yapılan Firik Pilavı’ydı.
Mütevazı bulgurdan ziyafetlere layık bir ana yemeğin çıkabileceğinin kanıtıydı.
Ana yemekler servis edilirken derneğin Yönetim Kurulu Üyesi Gülhan Kara’nın bulgur konulu konuşması (konuşmanın tam metni: neo.onpunto.com), Firik Pilavı’ndan alınan zevki kat kat artıracak ve basit bulgurdan nasıl olup da bir ana yemek çıkabildiğini idrak ettirecek kadar bilgilendiriciydi.
Yemeklere eşlik eden içkileri de unutmamak gerekiyor.
Baharatlı ve güçlü tatlara sahip Antep yemekleriyle birlikte sunulan içkilerin baş köşesinde tabii ki rakı vardı.
Yemekte rakı içmeyi sevmediğimden, yemek öncesinde aperitif olarak Sarı Zeybek içmekle yetindim. Her zamanki gibi harika bir aperatifti.
Yemekte şarap olarak Sevilen’in Cabernet-Merlot’su sunuluyordu. Baharatlı yemeklerle Sevilen’in Şiraz’ını içmeyi yeğlerdim ama Sevilen Cabernet-Merlot da o kadar güçlü bir şarap ki, keskin tatlı yemeklerin altından ezilmeden kalkmayı başardı.
Şarap saklamaya uygun, nisbeten sabit ısılı, loş bir köşeniz varsa marketten birkaç şişe alıp, birini ızgara et eşliğinde hemen tatmanızı geri kalanları iki, üç yıl saklamanızı öneririm.
Kanyon’un Finlandiyalı müdürü: İstanbul karanlık çağında
Fiyaka uğruna yapılan fonksiyonel mimari hatası sonucunda kışın içinde donmadan gezmenin mümkün olmadığı, lüks mağazaların müşteri gözlediği Kanyon’un Genel Müdürü Markus Lehto, Herald Tribune’a demeç vermiş (tinyurl.com/sq58l):
"Görkemli bir tarihe sahip olan İstanbul karanlık çağını yaşıyor", demiş, "Ama insanlar burada şimdi geleceklerini arıyorlar. Ve kendi kültürlerine saygı duymayı öğrenmeye başladılar"...
Borat’la ilgili yazımda üzerinde durmaya çalıştığım "kendi kusurunu görmeden, başkalarının kusurlarıyla alay etmeye kalkışmanın zavallığı" tam da bu işte...
Adam Kanyon’u bitmeden, yarım yamalak, işçiler müşterilerin arasında boya yaparak açtığına bakmıyor... Kanyon’un içinde esen buz gibi rüzgarla nasıl başa çıkacağını düşünmüyor... Kanyon’da alışverişi nasıl canlandıracağının çarelerini aramıyor... Misafir olduğu bir şehri, karanlık çağını yaşamakla eleştirmeye kalkıyor.
Ve üstüne bu eleştiriyi başarısızlığına mazaret ararcasına yabancı bir gazeteye şikayet ederek yapıyor.
İstanbul’u eleştirmek bizim işimiz Lehto Bey. Siz kendi işinize bakınız...
Borat’a gülmek ya da gülmemek
Borat filmini seyredenler ikiye ayrıldı. Bir kısmı katıla katıla güldüğünü, diğerleri gülünecek bir şey bulamadığını söylüyor.
Cengiz Semercioğlu ve Onur Baştürk filmi beğenmeyenlerden. Semercioğlu filmden nefret ettiğini, Baştürk ise sıkıcı bulduğunu yazmış.
Buna karşılık Sabah yazarı Emre Aköz filmi başka hiçbir filmde olmadığı kadar katıla katıla gülerek seyrettiğini yazmış. Aköz ayrıca Borat filminde, Batı kültürünün tüm değerleri, korkuları ve ikiyüzlülüğüyle dalga geçildiğini iddia etmiş.
Üçüyle de tam olarak aynı fikirde değilim. Filmi seyrederken, Aköz gibi kimi zaman katılacak kadar çok güldüm. ABD kültürüyle dalga geçtiği konusunda da hemfikirim Aköz’le.
Ama tam da işte bu noktada ayrılıyorum. Amerikan kultürünün negatif yanlarıyla, bu kültürün bireylerinin sakat yönleriyle dalga geçiyor olması, filmi seyrederken attığım kahkalardan utanmama yol açıyor. Buna bir de Kazakları aşağılayan sahneler eklendiğin de, gülmüş olmaktan duyduğum utanç katlanarak artıyor.
Hani sanki muz kabuğuna basıp da düşen birine gülerken yakalamış gibi hissediyorum kendimi.
Hatta daha da fazlası. Kendi kendisiyle dalga geçerek, özeleştiride bulunan ve kendi eksikliklerine gülen bir insandan bulaşan gülme krizine kapılmışım gibi geliyor bana.
Ve daha da fazlası. Kendi salaklıklarını görmeyen ve kendini eleştirmeyi bilmeyen birinin, "benim böyle bir salak yanım da var" diyerek kendini eleştiren birine "vay salağa bak" diye alaya alarak gülmesi gibi.
Borat’ta çok güldüm. Ama gülmemden utandım da. Hem Kazaklar, hem Amerikalılar adına...
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2006
KORSAN yazılım kullanımıyla savaşmak amacıyla yurtdışında kurulan ve Türkiye’de de faaliyet gösteren BSA, İçişleri Bakanlığı’ndan faaliyet izni aldı. Bu faaliyet iznini alır almaz BSA Koordinatörü Tolunay Tomruk ile bir araya gelip, korsan yazılım kullanımıyla savaş konusunda görüş alış verişinde bulunduk.
Bu izinden önce BSA yöneticileriyle prensip olarak görüşmeme kararı almıştım ve bu prensip kararına yıllardır uyuyordum.
Bu kararı almamın nedeni BSA’nın Türkiye’de resmi bir kişiliği olmadan faaliyet göstermesinden kaynaklanıyordu.
BSA’nın ne dernek, ne vakıf, ne şirket hiçbir tüzel kişiliği yoktu. Kanunlara aykırı bir faaliyet göstermiyordu ama özel ya da tüzel bir kişiliğe sahip değildi. İçişleri Bakanlığı’ndan faaliyet izni de almış değildi.
Üstelik korsan yazılımla savaşma şekli de tasvip etmediğim bir üslupla yürütülüyordu. İnsanları korsan yazılım kullanmanın yanlışlığını öğreterek bilinçlendirmek yerine, korku salarak sindirmeyi yöntem olarak seçmişti.
Geçen şubat ayında Türkiye Bilişim Derneği Başkanı Turhan Menteş’le bir toplantı sırasında karşılaşmıştık. BSA’nın yöntemlerinden çok şikayetçi olduklarını, BSA’dan illallah diyen şirketlere haklarını korumaları için avukat sağlayarak, hukuki yardım vereceklerini iletti ve basın olarak bu mücadelelerine destek vermemizi istedi.
Yasalar çerçevesinde ve inandığım değerlere uygun olarak gerekli desteği vermeye çalıştım.
Ekim ayı başında TBD’ye hukuki destek veren avukatlardan Mehmet Ali Köksal aradı ve İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı’nın BSA’nın faaliyetlerini Dernekler Kanunu’na aykırı bulduğunu, İstanbul Valiliği’nin de bu karara uygun olarak BSA faaliyet merkezine Türkiye’deki mevcut faaliyetlerini sürdüremeyeceklerini bildiren bir tebligatta bulunduğunu aktardı.
Konuyu e.yaşam’da "Korsanla savaşan BSA asıl kendi korsanmış" başlığıyla haber yaptık.
BSA, haberi hazırlamadan önce neden görüşlerine başvurmadığımızı sordu. Hukuken var olmayan bir kurumdan görüş almamız şart olmadığı için üzerinde durmadık.
Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra BSA, İçişleri Bakanlığı’ndan faaliyet izni aldı ve bizim için de BSA ile aynı masaya oturmamız, görüş alışverişinde bulunmamız için bir engel kalmadı.
Tüm bu süreç içinde beni tek üzen şey, TBD Yönetimi’nin takındığı tavır oldu.
Daha önce BSA’nın uygunsuz olarak niteledikleri yöntemleriyle savaşmak için yardımımı isteyen TBD, avukatları aracılığıyla duyduğumuz ve haberleştirdiğimiz konu üzerine BSA ile aynı masaya oturup, bir ortak açıklama yapma gereği duydu.
Ortak açıklamayla haberimizin sözde yanlış anlamalara yol açtığı, kamuoyunda korsan yazılım kullanımının yasadışı olmadığı gibi bir yanlış algılamaya neden olduğu duyuruldu.
Halbuki haberde bu gibi bir yanlış algılamaya yol açacak tek bir cümle bile yoktu.
TBD Yönetimi’nen bu ortak açıklamaya neden gerek duyduğu çok geçmeden anlaşıldı.
BSA’nın gazetelerde yayınlanan "korsanla savaş" ilanlarında destekçi olarak TBD’nin logosu yayınlanmaya başladı.
Meğer TBD yönetimi o sırada, daha önce şiddetle karşı çıktığı BSA ile güçbirliği yapıyormuş.
Artık faaliyet izni olan BSA’ya, korsanla savaşında biz de destek veriyoruz. Ama bu destek ucuz yöntemlerle olmamalı.
Yazının Devamını Oku