Yurtsan Atakan

Katil doğmayıp sonradan olanlar

24 Ocak 2007
Sahildeki kalabalığa yanaşıp, ne oldu diye sordum. Annelerinin ayağı sahil balıkçılarının oltasına takılıp düşünce, bağlı oldukları bebek arabası elinden fırladı, dediler. Biri dört, diğeri beş yaşındaki iki bebek denize düştü. Üç kişi denize atladı ama arabaya bağlı oldukları için ancak ölülerini çıkarabildiler...

Uzaklaşmakta olan ambulansın arkasından bakakaldım.

Hemen gazeteyi arayıp istihbarat servisine haber verdim. Karakollara hastanelere sordular, polis ve hastane kayıtlarını hallaç pamuğu gibi attılar ama olayın izine rastlayamadılar.

Acıklı öykünün toplumsal hayal gücünün yarattığı spontane bir kurgu olmasına, gerçek çıkmamasına sevindim.

* * *

Mustafa Sarıgül’le birlikte Zanzibar’ın sigara içmeyenlere ayrılmış masalarından birine oturduk.

Yan masadaki şık giyimli iki beyden, benim tarafımda oturanı suratıma bile bakmadan direkt Mustafa Sarıgül’e sordu, "Sigara içilmeyen masada oturuyorsunuz ama sigara içsek rahatsız olur musunuz?".

Sarıgül "Olmam", deyince karşısındaki bey sigarasını yakıp, dumanını etrafa savurdu.

Densiz adama dönüp, "Mustafa Bey’e sordunuz ama bana sormadınız. Ben rahatsız olurum, çünkü beni de zehirliyorsunuz", dedim.

"Zaten bizimki sigara içilen masa, ben Sayın Sarıgül’e nezaketen sormuştum", cevabını aldım.

* * *

Yemeğin sonuna doğru bu kez diğer yanımızdaki sigara içilmez masada oturan hanımlardan biri yaktı sigarasını.

Masasındaki diğer hanımlardan biri dönüp Sarıgül’e açıklamada bulunma ihtiyacı hissetti. Bütün yemek boyunca içmemişmiş ama artık dayanamamışmış.

Mustafa Sarıgül, kendi başlattığı dumansız masa uygulamasını küstahça gözü önünde hiçe sayan ve çevresindekileri zehirleyen bu hanıma da anlayışla yaklaştı.

* * *

Birinci hikaye büyük olasılıkla hayal ürünü. Ama her an gerçek olabilir. Sahilde balık tutmak böyle başıboş bırakıldığı, deniz kenarına parmaklık konulmadığı sürece her an benzer bir facia yaşanabilir.

Sahil kenarlarındaki gezi kaldırımlarında amatör balıkçıların estirdiği terör İstanbul Belediyesi’nin umrunda değil. Ne balıkçılarla uğraşıyor ne deniz kenarına korkuluk, parmaklık takmakla...

İkinci ve üçüncü hikayeler ise gerçek. Birincisindeki şık giyimli beyin zihniyeti apaçık. Kimseye saygı duyduğu filan yok, tek derdi otoriteye yağ çekmek.

İkincisindeki hanımın zihniyeti de benzer. Bilmem kimin annesi ya, başkalarına zarar vermeyi doğal hakkı sanıyor. Sigara içilmez ilan edilen bir masada, yemek boyunca sigara içmememiş olmasını bir lütuf gibi görüyor. Yemeğin ardından bu kadar saygı yeter diyip, medeni uygulamayı getiren Belediye Başkanı’nın gözlerinin içine baka baka medeniyetsizleşebiliyor.

* * *

Hırant Dink’i kim öldürdü diye boşuna sorup durmayın. Hırant Dink’i bu üç öyküdeki zihniyet öldürdü.

Başkalarına saygı duymama zihniyeti bu. Bu zihniyetten hepimiz sorumluyuz. Bu zihniyeti biz doğuruyor, biz besliyor, biz büyütüyoruz.

Kapalı yerlerde sigara içenler, emniyet şeridinden gidenler, alışveriş merkezinin yürüyen merdivenlerinde önlem almayanlar, garibanın evinin tepesine kaçak duvar örenler, depreme dayanıksız inşaat yapanlar, sahil yoluna korkuluk yapmayanlar, ölüm tehditi alan gazeteciye koruma vermeyenler... Hırant Dink’i kim öldürdü diye sormayın.

Topluma da aşılayıp, hakim kıldığınız saygısız zihniyetinizle siz öldürdünüz.

Hiroki Takemura bizi n’olur bırakma

Sunset’in sahibi, hem liseden hem üniversiteden okul arkadaşım, sevgili dostum Barış Tansever birkaç kez çağırmıştı. Biraz böylesi önemli bir olayı geç haber verdiği için naz yaptığımdan, biraz da Nobu’nun modası New York’ta bile geçerken Londra’daki şubesinin şefini küçümseme gafletine düştüğümden, normalde sıkça ziyaret etiğim Sunset’ten uzak durmuştum.

Geçen gün bir iş yemeği için gittim. Meğer neler kaçırmışım?

Sunset zaten Türkiye’nin tartışmasız en iyi restoranı. Ama misafir şef Hiroki Takemura Sunset’i almış, bir üst lige, en iyi dünya restoranları düzeyine çıkartmış.

İstanbul’da ilk defa New York, Londra, San Fransisko, Tokyo ve Las Vegas’ın en iyi restoranları düzeyinde bir yemek yedim.

İki hafta önce Las Vegas’ta dünyanın en ünlü birkaç restoranında, arka arkaya yemek yeme fırsatım olmuştu. Artık uzun bir süre bu restoranların damağımda bıraktığı tatla avunurum diyordum.

Sunset’te yediğim yemek gerek lezzet gerek yaratıcılık açısından, geçen hafta Las Vegas’ta gittiğim dünyanın en yaratıcı şeflerinden Joel Robuchon’un yemeklerini bile gölgede bırakacak kadar mükemmeldi.

Şef Takemura yaz sezonunda gelmiş, sezon bitince misafirliğini Şubat 11’e kadar uzatmıştı.

Henüz gitmediyseniz, az vaktiniz kaldı yani. Böylesi bir fırsat İstanbul’da ayağınıza bir daha gelmeyebilir.

Yemekler Türkiye ölçeğinde biraz pahalı gerçi ama bu klasta bir yemeği dünyanın başka bir yerinde en az iki, üç katı fiyata yiyebileceğimizi de akılda tutmak gerek.

Giderseniz "Somon Tartar", "Trüf Yağı ve Yuzu Soslu Saşimi", "Tonbalığı Tataki" ve "Teriyaki Miso Soslu Kaz Ciğeri"ni özellikle öneririm.
Yazının Devamını Oku

Şişli’de sigara yasağı başka bahara

19 Ocak 2007
Mustafa Sarıgül’le Nişantaşı Zanzibar’da yemekte buluşup, 1 Ocak 2007’de başlatacağını ilan ettiği sigara yasağını erteleme nedenlerini ve bu medeni yasağın uygulanabilmesi için neler yapılması gerektiğini konuştuk. Yiğide vurmadan önce hakkını ver demişler. Ben tersini yapıp hakkını vermeden önce vurayım.

Mustafa Sarıgül, Şişli’de kapalı yerlerde sigara yasağını ilan ettiği gibi 1 Ocak’tan itibaren başlatmamakla sözünde durmamış oldu. Bu tabii hiç hoş olmadı.

Peki sözünde durmamakta haksız mı? Değil bence.

Bir kere medya Sarıgül’ün bu medeni kararına yeterince destek olmadı. Benim, Oray Eğin’in ve biraz da başlangıçta Ertuğrul Özkök’ün verdiği destek dışında, basınımızın iş lafa gelince medeniyette kimseye pabuç bırakmayan kalemleri arasından bu medeni adımı alkışlayan çıkmadı.

Daha önce de yazdığım gibi bu medeni girişimin Şişli ilçesiyle sınırlı kalması, uygulamanın yumuşak karnıydı. Oray Eğin’le birlikte çeşitli yazılarımızda Beşiktaş ve Beyoğlu belediye başkanlarını da harekete geçmeye çağırmamız bu yüzdendi.

Beyoğlu Belediyesi Başkanı’ndan ses seda çıkmadı. Beşiktaş Belediye Başkanı ise geçen gün telefonla konuştuğumuzda olumlu sinyaller verdi. Yakında kendisiyle de buluşup, görüşeceğiz. 1 Ocak için geç oldu ama eğer Beşiktaş Belediye Başkanı da bu olumlu adımı atarsa, bu medeni uygulamanın önünde hiçbir engel kalmaz, gümbür gümbür başlar.

Beşiktaş Belediyesi bu adımı atmaktan çekinirse de sorun yok. Mustafa Sarıgül kararlı. "Ben sözümden dönmem" diyor. Sözünden dönmemiş, sadece ertelemiş. O da mağdur olacaklarına inanan mekan sahiplerine kısa bir süre daha vermek için...

Sarıgül adım adım gerçekleştireceği planını anlattı. Çok beğendim. Dediği gibi kararlılıkla uygularsa başarılı olması kesin, çok zekice bir strateji bu.

İlk küçük adımı yaz sezonuna girerken atacak.

Ama asıl sürpriz adım sonbaharda, kış sezonuna girerken.

Yakında bir basın toplantısıyla açıklayacağı için yazmamamı istedi, yazmıyorum. Şu kadarını söyleyeyim, benzer başarılı örneklerine yurtdışında da rastladığım, ama onlardan da ileride harika bir çözümü var Sarıgül’ün.

Sonuna kadar destekliyorum. Türkiye medeni dünyanın son keşhane cenneti olmaktan mutlaka çıkmalı.

İşe yaramayan Telekom kurulu

Duymuşsunuzdur, Telekomünikasyon Kurulu diye bir kurum var Türkiye’de.

Görevi bizim daha ucuza, daha kaliteli telefon hizmeti almamızı sağlamak olan bu kuruluş tam tersine çalışıyor. Bugüne kadar aldığı her karar, onayladığı her tarife Türk Telekom’un ekmeğine yağ sürer nitelikte.

Örneğin son olarak Türk Telekom’un şehir içi konuşma ücretlerine aşırı zam getiren tarifesini onayladı. Böylece tüm dünyada düşme eğilimi gösteren konuşma ücretleri Türkiye’de zamlanmış oldu.

Bu kurumun başkanı Tayfun Acarer daha birkaç ay önce cep telefonlarında numara taşınabilirliğinin operatör kodlarını kapsamayacağını tüm basının önünde açıkça ilan etmişti.

Ama bu durum Avea’dan dolayı Türk Telekom’un işine gelmiyordu. Sonuçta sözler yutuldu, hazırlanan yönetmelikte numara taşınabilirliğine operatör kodları da dahil edildi.

CHP Uşak Milletvekili Osman Coşkuner, TK’nın başıbozuk uygulamalarıyla ilgili Meclis’e çok önemli soru önergeleri verdi. neo.onpunto.com adresindeki e.günlüğümden ulaşabileceğiniz bu önergelere hükümet ne cevap verecek veya verecek mi merak ediyorum.

Fıçıyla şarap aldınız mı?

Kayra Pazarlama Müdürü Gözdem Bebekoğlu yanında getirdiği küçük şarap şişesini açtı, bardaklarımıza ikişer parmak koydu.

Değerli ve Nadir Şaraplar Müzayedesi’nde satışa çıkacak, özel üretim 300 litrelik fıçıdan tadım için çekilen iki küçük şişeden biriymiş.

300 litrelik şarap müzayedeye 4000 YTL başlangıç fiyatıyla sunulacak. Kayra, şarabı fıçıda yeterince dinlendikten sonra, artırmayı kazananın isteğine göre şişeleyip, etiketleyecek ve öyle teslim edecek.

Fıçı, Kayra’ın ABD’li yeni şarap yapıcısı tarafından seçilip, harmanlanan Öküzgözü, Boğazkere ve Şiraz şaraplarından oluşuyor. Tek fıçı olarak harmanlanmış ve başka eşi yok.

Ancak Kayra’nın önümüzdeki sonbaharda şişeleyip, piyasaya çıkaracağı ve markası henüz belirlenmemiş yeni ürününe yakın bir kupajmış.

Tattığımız sırada henüz çok gençti ama ileride nasıl bir şarapla karşılaşılacağının ipuçlarını cömertçe veriyordu.

Boğazkere’nin kullanılan soğuk fermantasyon yöntemine rağmen bastırılamamış yoğun tanenleri, şarabın şişelendikten sonra rahat bir 10 yıl eskitilebileceğini gösteriyordu. Öküzgözü’nün meyve, Şiraz’ın karabiber aromaları yoğun hissediliyor ve ileride olgunlaştıkça çok daha kompleks tatlar vaat ediyor. Şarabın şimdiden damakta çok uzun bir tada sahip olması da bu vaadi pekiştiriyor.

Yeşilköy Dünya Ticaret Merkezi’nde süren Wine İstanbul Fuarı’nda, pazar günü yapılacak müzayedede bu fıçıyı kimin alacağını merak ediyorum. Birkaç yıl sonra ilk şişesini açarken, davetlileri arasında olmaya adayım, haberi olsun.
Yazının Devamını Oku

Kore mutfağının dayanılmaz çekiciliği

17 Ocak 2007
Kore yemeğini ilk kez bundan neredeyse 20 yıl kadar önce, Taksim-Tarlabaşı’nda Te-Gik isimli bir Kore restoranında tatmıştım. O damağımda kalan ilk lezzeti bir daha Kore’de gittiğim restoranlarda bile bulamadım.

Te-Gik ilk günlerindeki kalite ve lezzetini zamanla kaybetti ve sonunda, galiba geçtiğimiz yıl kapandı.

Sevgili dostum Ali Esad Göksel "Taksim’de yeni bir Kore restoranı açılmış, sahibi bizi yemeğe davet ediyor" deyince hiç itiraz etmedim.

Eski Twenty ve 19’un hemen karşı çaprazında, ismi Gaya.

Eşim Lale, Ali Esad Göksel ve eşi Gülfem ile kapısından girdiğimizde sahibi ve işletmecisi John Kim ile eşi Young Hii Lee bizi kapıda karşıladı.

Kore’den esintiler taşıyan modern dekorasyonlu, ferah mekanda Koreli’lerin çoğunlukta olduğu bir müşteri kitlesiyle karşılaştık. Sigara dumanını tamamen çekecek kadar güçlü havalandırmaya rağmen iştah açıcı bir yemek kokusuyla selamlandık.

Kore mutfağı bizim Türk damak tadına hitap eden lezzetler barındırıyor.

Örneğin sarımsak ve soğan neredeyse tüm yemeklerin vazgeçilmez malzemesi. Bizdeki domates salçasının Kore mutfağındaki karşılığı ise kırmızı biber salçası ile soya püresi.

Her öğünün vazgeçilmez unsuru Kimçi’ye de bizim turşunun kardeşi diyebilirsiniz.

Yemekten önce sundukları yeşil çay enfesti. 80 derecenin altında ılık suyla demledikleri çay, kaynar suyun yok edeceği narin aromaları barındırıyor. Koreliler bu ılık çayı yemeğin yanında su niyetine de içiyorlar.

Ali Esad yanında Pamukkale’nin Shiraz Rezerv 2004’ünü de getirdiğinden enfes yemeklerin yanında çay ya da sıradan bir şarap yerine nefis bir şarap da içebildik.

Gaya’nın şarap mönüsü şimdilik zayıf. Ancak yakında Ali Esad Göksel’in uzman yardımlarıyla zenginleşecek. Korelilerin yemekleri kadar misafirperverlikleri de biz Türkler’i aratmıyor.

Birbirinden leziz o kadar çok çeşit yemek sundular ki, hepsini anlatmaya olanak yok.

Ama Kore mutfağının tipik temsilcilerinden olan ikisine değinmeden edemeyeceğim. Mussam, Koreliler’in tipik soğuk giriş yemeklerinden. Merasimi açısından bizim lavaşlı çöp şiş dürüm tabağını ya da Meksikalıların Fajitas’sını andırıyor. Farkı soğuk olması ve lavaş ekmeği yerine çok ince kesilmiş turp yapraklarının kullanılması.

Bizim yediğmiz Kujulpan olarak adlandırılan, dokuz çeşitli türüydü.

Ortaya gelen tabakta yan yana dizili söğüş soğuk etten, mantara, kibrit gibi doğranmış ince sebzelerden çeşitli bitkilerin filizlerine kadar malzemelerden istediğiniz kadar alıp bu zar gibi kesilmiş turp dilimlerine sarıyor ve ufak kaplardaki soslara banarak yiyorsunuz. O kadar nefisti ki, ikinci bir tabağı isteme yüzsüzlüğünü bile yaptık.

Bibimbap ise tipik bir Kore ana yemeği. Kalın taştan yapılmış derin bir tabakta haşlanmış pilav üzerine resim gibi dizilmiş rengarenk malzemeler ve bu malzeme piramitinin tam tepesine kondurulmuş çiğ yumurta sarısından oluşuyor.

Yemeden hemen önce üzerine susam ve soya sosu döküp karıştırıyorsunuz. Lezzet ve sağlık şöleni. Lüks ve lezzetli bir akşam yemeğinin planınızda olduğu bir gün Gaya Kore Restoranı’nı denemenizi öneririm.

Olağanüstü bir Türk şarabı

Daha önce de değinmiştim; Pamukkale Anfora Shiraz, fiyat/kalite oranı açısından Türkiye’de bulabileceğiniz en iyi şarap.

Tek kusuru, şarabın lezzet ve aroma doruğuna çıkış süresinin her şişede farklılık göstermesi. Ve bazen, ender durumlarda hiç çıkamaması. Genç şaraplarda pek rastlanan bir durum olmayan bu fenomenin nedenini anlayabilmiş değilim.

Pamukkale şimdi de bu enfes sofra şarabını, rezerv kalitesinde bir çeşitlemeye giderek taçlandırmış.

Gaya restoranı anlatırken de değindim. Ali Esad Göksel yemeğe yanında getirmiş. Hepimiz hayran kaldık.

Şeri esintileri estiren ama tatlıya hiç kaçmayan çok enteresan bir şarap. Biraz Kaliforniya’nın eşsiz Zinfandel’ini andırıyor. Hem baharatlı hem çok aromatik. Ama Zinfandel’in aksine tatlı değil. Başka hiçbir şarapta bulamayacağınız bir karakteri var. Bu da şarabı enteresan ve değerli kılıyor.

O akşam baharatlı Kore yemeklerinin yanında çok iyi gitti. Şarapla pek uyum sağlamayan domates soslu makarnaların, pizzanın (özzellikle de pepperonili) ve en önemlisi kebapların yanında harika uyum sağlayacak bir şarap.

Kebapçılarımıza duyurulur...
Yazının Devamını Oku

Efsanevi Playboy Club’de Tavşan Kızlar’ı gördüm

12 Ocak 2007
Bu hafta New York’un efsanevi restoranı Rao’s’da yemek yiyip, iki hafta önce verdiğim söze uyup izlenimlerimi yazacaktım. Bir yıl öncesinden bile rezervasyon yaptırıp masa bulmanın olanaksız olduğu Rao’s’ta yemek yemeyi başardım.

Ancak bir dizi olağanüstü tesadüfün arka arkaya gelmesiyle kendimi girmesi Rao’s’dan bile zor olan bir başka efsanevi mekanda bulduğum için, Rao’s izlenimlerimi önümüzdeki haftaya saklayıp, bir başka efsanevi mekanı yazacağım bu hafta.

Bir dönemin efsanevi kulüpler zinciri Playboy bu.

1984’de kapanan ve 22 yıl aradan sonra üç ay önce Las Vegas’ın en yeni ve en lüks oteli The Palms’ın tepesinde tekrar açılan Playboy Club, kapılarını açar açmaz Las Vegas’ın en sosyetik kulübü olmuştu.

Sadece üyelerin ve misafirlerinin girebildiği bu kulübe girme fırsatını yazımın başında da değindiğim gibi bir dizi tesadüfe borçluyum.

Las Vegas’a Doğan Online Teknoloji Başkanı arkadaşım Cem Soysal ile birlikte geldik.

ABD Los Angeles Başkonsolosu Engin Ansay, Cem’in babası Ogan Soysal’ın çok yakın bir dostu.

Amerika’ya gelmişken, arayıp bir hatırını sorayım dedi.

Meğer o da Las Vegas’taymış. Üstelik Cem’in babasıyla birlikte.

Çok başarılı bir diplomat olan Engin Ansay, bizi Las Vegas’ın son zamanlardaki en "trendy" restoranı N9NE’ye akşam yemeğine davet etti.

Hollywood yıldızlarının, basketbol starlarının ve ünlü rock’çıların popüler mekanı N9NE’de mükemmel bir yemek yedik.

Sohbeti imkansız kılan çok yüksek sesli müziği bir yana bırakırsak, gerçekten harika bir yemek deneyimiydi.

Yemekte Engin Bey’in eski bir ABD’li dostu da vardı. Las Vegas’ın eski günlerinin en ünlü restoranlarından birinin sahibi ve saygın bir emlak yatırımcısı Mike.

Las Vegas Crazy Horse’u satın almak üzereymiş. Eski sahibi Rick hafiften mafiazo biri. Dünyaca meşhur İtalyan asıllı Amerikalı aktör Joe Pesci’nin çok eski bir dostu.

Las Vegas’ta kumar ve eğlence hayatı çok sıkı denetleniyor. Birtakım vergi problemleri nedeniyle vergi kurumu ve şehir denetimi adamın tepesine dikilmiş. Crazy Horse’u elinden çıkarıp, şehir yönetiminin onayını almış saygın bir kişiye satması için birkaç aylık bir mühlet vermiş.

Şehir yönetimi bu tip sorunlu kulüpleri devralacak kişilerin saygınlığına büyük önem veriyor.

45 milyon dolara satışa çıkan kulübe talip olanlardan bir tek Mike bu onayı alabilmiş.

Masada bunları konuşurken, Rick de tesadüfen bara geldi. Tanıştık.

Konuşmasıyla tavırlarıyla Robert De Niro’nun çizdiği mafya babası karakterlerinden biri var gibi sanki karşımızda. O kadar ki, De Niro’nun rolünü oynarken Nick’i model aldığını iddia edebilirim.

Neyse, sonuçta hepimizi otelin 52. katındaki Playboy Club’a davet etti.

Kapısında bekleyen kalabalığı, her birini kolundan çekip asansöre bindirirken üç ay önce, Playboy Club yeni açılırken okuduğum bir haberi hatırladım.

Sacramento Kings’in ve aynı zamanda The Palms otelinin ortağı Joe Maloof’un, açılış partisine katılmak üzere Playboy Club’e çıkarken asansörde bir saat mahsur kalmasını.

Asansör neyse ki bize sorun çıkarmadı, 52. kata çıkardı.

Filmlerde gördüğümüz tavşan kızları karşımızda bulmak eğlenceliydi.

52. katın sunduğu Las Vegas manzarası ise bir harika...

Nick hemen kumara oturdu. Playboy Club Las Vegas’a uyup gece kulübünden çok lüks ve prestijli bir kumarhaneye dönüşmüş.

Biz birer içki içip ayrıldık. Ertesi gün öğrendiğimize göre, o gece oradan 150 bin dolar kazanarak ayrılmış...

Engin Bey bizi Los Angeles’taki evinde vereceği bir partiye davet etti.

Dondurmam Gaymak filminin tanıtım kokteyliymiş.

Kalışımızı bir gün uzatıp, dönüş uçağını Los Angeles’a alıp katılmayı düşünüyoruz.

Harika bir tanıtım kokteyli olacağından eminim.

Katılırsak, Rao’s izlenimlerimi yazmayı yine erteleyip, haftaya kokteyli anlatırım. Ama eşim ve bebeğimi o kadar özledim ki, yarın sabahki uçağa atlayıp bir an önce döneceğim gibime geliyor.

Yani kısacası, bir yıl öncesinden masa bulmanın zor olduğu Rao’s’da masa bulup, yemek yememizin sırrını haftaya açıklayabileceğim sonunda.
Yazının Devamını Oku

Dandik Erovizyon’a ciddi tartışma

10 Ocak 2007
Her kör satıcının bir kör alıcısı olurmuş. Erovizyon şarkı yarışmasının fanatiklerinin olması da doğal tabii ki. Renkler ve zevkler tartışılmaz lafından hiç hoşlanmam. Zevksizliğin meşrulaştırılmasına hizmet eder.

Kimsenin rengine karışamam, herkes taraf olmakta serbest. Ama bir insanın zevki eğitiminin, kültürünün önemli bir göstergesidir.

Tıpkı tartışmada kullandığı üslubun düzeyi gibi.

Kenan Doğulu’nun Türkçe şarkı söylemeyi eski kafalılık ilan etmesini eleştirdiğim yazıma Erovizyon fanatiklerinden maille gelen tepkileri de bu gözle değerlendirdim.

Büyük bir çoğunluğu kullanıcısının düzeyini yansıtan çirkin bir üslupla yazılmıştı. Bunlar Erovizyon gibi önemsiz bir yarışmayı fanatikçe savunabilecek kültür ve eğitim düzeyinde olan grubu oluşturuyorlardı.

Azınlıkta olan ikinci gruptakiler ise Erovizyon’a sempati duyan ama beğenilerini fanatikliğe kaçmadan savunan, kültür ve eğitim düzeylerinin yüksek olduğu fikirlerini savunma biçimlerinden açıkça anlaşılan kişilerdi.

Sayın Volkan Abur bu ikinci gruptakilerden. Erovizyon’u dandik yarışma olarak nitelememe alınmış soruyor:

"Eurovision Şarkı Yarışması dediğiniz gibi ’dandik’se nasıl oluyor da her yıl Türkiye’nin gündemine oturmakta ve her yıl size ayrılan köşe dahil birçok büyük gazetenin sayfalarını işgal etmekte?

Bu nasıl ’dandik’ bir yarışmadır ki o gece rating ve oy patlaması yaşanmaktadır.

Bu nasıl ’dandik’ bir yarışmadır ki Sezen Aksu’lar, Ajda Pekkan’lar, Candan Erçetin’ler, Kayahan’lar, MFÖ’ler, Sertab Erener’ler, Kenan Doğulu’lar, Demir Demirkan’lar bu dandikliğin parçası olma utancına (!) sahip olmaktadırlar.

Bu nasıl ’dandik’ bir yarışmadır ki Hürriyet gazetesinin İnternet sitesinde Eurovision ile ilgili her haber en çok okunan ilk 10 haber listesine girmekte ve 20’den aşağı olmayan okuyucu görüşleriyle gündeme oturtulmaktadır?"

Volkan Bey’in sorularının cevabı basit.

Bir kere herhangi bir şeyin gündeme oturması, o şeyin kalitesini tescil etmez.

Örneğin Sayın Abur, Erovizyon’un kaliteli bir yarışma olduğunun kanıtı olarak bazı çok popüler isimleri saymış. Ama Abur, saydıklarının çoğundan daha kaliteli isimleri, saydıkları kadar popüler olmamalarından olacak unutmuş; bir Semiha Yankı’yı, bir Çetih Alp’i, bir Modern Folk Üçlüsü’nü, bir Neco’yu, bir Athena’yı, bir Gülseren’i saymamış. Bu da kalitenin her zaman popülerlikle at başı gitmediğinin bir kanıtı.

Bir de TV’lerdeki herkesin malumu bazı programları ve bu programların meşhur ettiği vasıfsız kişileri düşünün.

Herkes onları konuşuyor, basın onları yazıyor, TV’ler onlar ekrana çıktığında reyting rekorları kırıyor, bir sürü ünlü sanatçı bu programlara konuk olarak katılıyor, Hürriyet gazetesinin İnternet sitesinde en çok onlarla ilgili haberler okunuyor, en çok okuyucu görüşü onlara geliyor.

İşte bu nedenle Sayın Volkan Abur’a sıraladığı sorularla, Erovizyon’un kalitesini değil daha çok dandikliğini desteklediği için teşekkür ederim.

Çırak’a Türk ressamın resmi

ABD’nin en zengin işadamlarından Donald Trump’ın sunduğu ünlü yarışma "Çırak"ın yeni sezon bölümlerinde bir Türk de rol alacak.

Ama kendisi değil resimleri.

İşadamı adaylarının patronun gözüne girmek için yarıştığı ünlü programın Tuncay Özilhan’ın sunduğu Türk versiyonu da çekilmişti.

ABD’de ise çok popüler olan yarışmanın, yeni yayına girecek altıncı serisinde Hollywood’da yaşayan Türk ressam Metin Bereketli’nin dört resmi rol alacak.
Yazının Devamını Oku

Taksim’de kaçak köpek satışı

5 Ocak 2007
Vatandaş gazeteciliği bir süredir tüm dünya medyasının gündeminde. Artık neredeyse herkesin elinde fotoğraf makineli bir cep telefonu olduğuna göre habere en yakın kişi vatandaştır gerçeğinden yola çıkan ve vatandaşın tanık olduğu haberi İnternet yoluyla kolayca yayınlayacağı varsayımına dayanan bir sav bu.

Tüm büyük medya kuruluşları vatandaş gazetecilerin peşinde ama olay bir türlü teoriden pratiğe dönemiyordu.

Ancak Onpunto.com’un başlattığı uygulama vatandaş gazeteciliğini fantezi olmaktan çıkaracak gibi görünüyor. Yazı sahibinin telif ücretiyle ödüllendirilmesi uygulaması henüz yeni başlamasına rağmen, Onpunto.com’a vatandaş gazeteciliğinin güzel örnekleri gelmeye başladı.

Bunlardan biri de Onpunto.com’da Nebula imzasıyla yayınlanan "Taksim’de kaçak köpek satışı" başlıklı, fotoğrafla da desteklenen haberdi (tinyurl.com/ux7ye).

Nebula, İstanbul’un göbeğinde, Taksim’de her hafta şahit olduğu bir manzarayı cepteliyle görüntülemeyi başarmış ve İnternet aracılığıyla Onpunto.com’da yayınlamıştı.

Habere göre adamın biri akşam yediden sonra ortaya çıkıp, bir kutunun içine koyduğu cins köpekleri, polisin cirit attığı İstiklal Caddesi’nde satıyor, ilerleyen saatlerde yer değiştirip Taksim Atatürk Anıtı’nın altını kaçak köpek tezgahına dönüştürüyor.

Nebula haberin sonuna, aklına takılan soruları da eklemiş:

- O köpekleri kimler satın alıyor?

- Acaba o zavallı hayvancıklar kimlerin ellerinde neler yaşıyor?

- Tecavüze uğruyor, kobay olarak kullanılıyor olabilirler mi?

- Köpekler çalıntıysa, gerçek sahipleri ne durumdadır acaba?

Ve "Lütfen", diye bitiriyor yazısını, "Eğer hayvan seviyorsanız önce barınaklara gidin ya da en azından yasal yollarla satın alın. En önemlisi de, eğer iki gün sonra bıkacaksanız lütfen hayvanları satın almayın, sokağa bırakmayın!"

Toplu taşımaya zam

İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş toplu taşımacılıkta kişi başına 40 kuruş zarar ettiklerini iddia edip, yakınmış.

Sabah yazarı Emre Aköz de belediyenin otobüs, metro ücretlerine zam yapmamasına saçmalık demiş. Ankara ya da Ardahan’da yaşayan bir kişinin vergisi neden İstanbullu ucuza seyahat etsin diye harcanıyor, diye hesap sormuş.

Bence esas Emre Aköz’ün zam önerisi saçmalık olmuş.

Diyelim kişi başına 40 kuruş zarar edildiği iddiası doğru.

Bu zararın, İstanbul Belediyesi’nin kötü yönetiminden kaynaklanmadığı ne malum?

Adam kalkıp kendisine yakın kitlelere iş vermek, iş yaratmak uğruna kadroları şişiriyor, maliyetleri artırıyorsa bunun cezasını neden İstanbullu çeksin?

Dumanaltından anında tüyün

Onur Baştürk Hürriyet’te düzenlenen Yılbaşı Gecesi’nde dumanaltı olunca gözlerinin beni aradığını yazmış. "Sarıgül’le birlikte Nişantaşı’nda turluyor olabilir miydi?" diye takılmadan da edememiş.

Hürriyet’teki gecede o dumanaltında fazla duramazdım, hemen tüydüm tabii ki. Onur Baştürk’le karşılaşamamamızın nedeni bu.

Mustafa Sarıgül’le Nişantaşı’nda turlamaya gelince... Bayramdan sonrası için sözleştik, o zaman turlayacağız.

Nişantaşı restoranları uygulanması düşünülen sigara yasağından çok şikayetçilermiş. Nişantaşı’nı turlarken oradaki restoranları, kafeleri mağdur etmeden ilçeye medeniyet nasıl getirilir, tartışacağız... Belki bize Oray Eğin de katılır...
Yazının Devamını Oku

Kanser, adamı Türkiye’de kanser ediyor

3 Ocak 2007
Sağlık Bakanlığı Kanser Daire Başkanı Prof. Murat Tuncer, lösemili çocuklara yardım eden vakıflarla uğraşacağına kendi işine baksın. Devletin kanser hastaları karşısındaki aczine çareler araştırsın.

Kanser artık çaresiz bir hastalık değil. Ama Türkiye’de kanser olmak, pek çoğu için çaresizlik anlamına geliyor maalesef.

Devlet hastanelerinin eline düşenin hali içler acısı. Personel yetersizliği nedeniyle, haddinden fazla hastaya bakmak zorunda olan doktorlar, hastaya gereken ilgiyi göstermiyorlar.

Çoğunun burnu havalarda zaten. Hasta hakları umurlarında değil. Kanser tedavisinin doktor bilgilendirmesi ve yönlendirmesiyle ama mutlaka hastanın kendi kararıyla belirlenmesi ilkesine kesinlikle uymuyorlar.

Türk doktorların en gıcık olduğu şeylerden biri de, araştıran, sorgulayan hastadır. Hele İnternet’ten elde edilen bilgilere çok sinirlenirler.

Bir dostumun annesi kanser teşhisi konduktan sonra İnternet’ten edindiği bilgileri devlet hastanesindeki doktoruyla paylaşma gafletine düşmüştü.

"Sen ne diyorsun, o ilacın kaç lira olduğunu biliyor musun?", diye azarlanmış, "Madem İnternet’ten araştırmaya meraklısın o zaman durumunun ne kadar kötü olduğunu, en fazla birkaç haftalık ömrün kaldığını da biliyorsundur", diye paylanmıştı.

Neyse ki sonra evlatları buldu buluşturdu, özel bir klinikte tedavi görmesini sağladı.

Özel klinik o ilacı kullandı, olumlu sonuç alındı, kızgın doktorunun birkaç haftalık ömür biçtiği hasta bir yılı aşkın bir süredir sapasağlam ayakta.

Bir başka yakınıma ise Türkiye’deki doktorlar yanlış, eski bir tedavi yöntemi önermiş, dostum ABD’de muayene olup aldığı reçetedeki ilaçları Türkiye’de özel bir kliniğe uygulatmış, tümörü kısa sürede yüzde 98 küçülmüştü.

Bir süre sonra zorlanınca, tedaviyi SSK hastanesinde devam ettirmek istemiş, aldığı cevapla şaşkına dönmüştü.

Şöyle demişti SSK doktoru, tümörün yüzde 98’ini kısa sürede yok eden ilaç için, "O ilacı biz size veremeyiz. Sağlık Bakanlığı sizin türünüz kanserde kullanılmasını onaylamıyor, başka kanser türleri için onaylıyor"...

Arkadaşım neyse ki, iyi niyetli bir başka SSK doktoru daha bulmuş ve ilacı temin etmeyi başarmıştı. Şimdi tümörsüz altıncı yılını tamamladı.

Eyvah Serdar Turgut yemek yazıyor

Eyvah, görünüşe göre Serdar Turgut’unki gelip geçici bir heves değilmiş. Köşesini üç pazar üst üste yemek yazılarına ayırdığına göre, bu işte kararlı.

Evinin ortasına cam duvarlı bir şarap mahzeni inşa ettirip içine yerleşeceğini müjdelediğinde şüphelenmiştim zaten.

Yazısında mahzen odasına bir de Bose müzik sistemi kurdurup, yüksek sesle müzik dinleyeceğini de açıklamıştı.

Hayallerini gerçekleştirip mahzeni kurdu, içine yerleşti ve yazısını yazdığı gün e.postayla uyarmış olmama rağmen mahzenin içinde yüksek sesli müzik dinleme alışkanlığı edindiyse, şarap kavı Bose baslarının sürekli titreşiminden çoktan bozulmuştur.

Eğer böyle olduysa, acısını paylaşıp bu haftaki gurme yazısındaki tutarsızlıklara da anlayış göstermek gerek.

Suşinin demode olacağı gibi olanaksız yemek trendi tahminlerine hiç girmeyip, şarapla ilgili birbirini yalanlayan iki tahminine değinmek istiyorum.

2007’nin yiyecek-içecek trendlerini tahmin etmeye çalıştığı yazısının şarapla ilgili ilk maddesinde 2007’de Bordo şaraplarına olan talebin hızla artacağını iddia etmiş. Gerekçe olarak da 2006’nın Bordo şarapları için mükemmel bir yıl olmasını göstermiş.

Doğru. Uzmanlar 2006’nın Bordo şarapları için mükemmel bir yıl olduğunda hemfikir. Ama 2006’nın mükemmel bir yıl olması, tüketici talebini 2007’de değil daha çok 2008’den itibaren etkiler.

2006’daki koşullarının 2007’deki talebi artıracağı tahmini olsa olsa şarap tacirlerine yönelik bir dergide yayınlandığında gerçekçi olur, gazetede değil...

Ama asıl çelişki Turgut’un bir sonraki tahmininde.

Diyor ki Turgut, "Pinot Noir, Cabernet Sauvignon ve Merlot arasında güçlü rekabet sergilenecek. Pinot Noir’ı tercih edenlerin sayısı çoğalacak".

Tüm şarapseverlerin bildiği gibi Bordo şarapları ağırlıklı olarak Cabarnet Sauvignon ve Merlot üzümlerinden üretilir. Pinot Noir ise Burgonya kırmızılarının tipik üzümüdür.

Dolayısıyla eğer Turgut’un Bordo şaraplarıyla ilgili trend tahmini doğruysa, tüketiciler Cabarnet ve Merlot’yu tercih edecek demeklerdir.

Yok eğer ikinci tahmini doğruysa ve Cabernet Sauvignon/Merlot, Pinot Noir savaşında Pinot Noir galip çıkacaksa, Bordo şaraplarına olan talebin artmasını beklemek mantıksızdır.
Yazının Devamını Oku

Yine mi bu Hint masalı

29 Aralık 2006
TEMCİT pilavı gibi ikide bir ısıtılıp ısıtılıp önümüze sunulan bilişimde Hindistan mucizesi balonu geçen gün bu kez İK ekinde çıktı karşıma. Mucizevi modeller olarak Türkiye’nin önüne ikide bir konan ülkelerin Çin ve Hindistan olması boşuna değil.

Çin dünyanın en kalabalık nüfuslu ülkesi. Hindistan ise ikincisi.

Kalabalık nüfuslarından dolayı aynı zamanda iş gücünün de en ucuz olduğu ülkeler bunlar.

Dünya devlerinin, yazılım sektörünün hamaliye işi olan kod yazdırma için bu ülkeleri seçmesinin nedeni de bu. Kalifiye iş gücünün bile bu ülkelerde ucuz olması.

Türkiye gibi butik yazılımlarda şansı olan ülkelere, bıkmaksızın bu iki ülke modelinin pompalanmaya çalışılmasının nedeni de bu...

Geçen gün TÜSİAD ve TBV tarafından verilen eTR ödül törenine jüri üyesi olarak katıldım.

Bu yıl üçüncüsü yapılan eTR ödülleri, bilişim teknolojilerinin kamu kurumlarında verim artırıcı ve vatandaşın işini kolaylaştırıcı şekilde kullanılmasını sağlayan e.devlet uygulamlarını teşvik için veriliyor.

Türkiye Bilişim Vakfı ve TÜSİAD’ın böylesi önemli bir ödüle ön ayak olmaları Türkiye için büyük kazanç.

Türkiye Bilişim Vakfı’nın kurucusu ve duayen başkanı Faruk Eczacıbaşı da, TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı da Türkiye için büyük bir şans.

İkisi giderse yerleri ne kadar doldurulabilir kuşkuluyum.

Bu yüzden hazır ikisi de kurumlarının başkanıyken ve üstelik Türkiye’yi Bilgi Toplumu olmaya taşımakta işbirliği içindeyken, bu Hindistan modeli konusuna dikkatlerini çekmek istiyorum.

Dünya yazılım devleri istiyor ki, Türkiye yazılım sektöründe tıpkı Çin ve Hindistan gibi olsun.

Ucuz kalifiye iş gücüyle yazılım sektörünün fasonculuğunu yapsın. Butik işlere girişmesin, niş alanlarlda markalaşmasın.

Bunun için de ikide bir Hindistan modelini dayıyorlar burnumuza.

Yok efendim Hindistan yazılımda ne kadar ileriymiş de, nasıl bir dönüşüm içindeymiş de filan.

Geçen gün gazetede yayınlanan haberde Hindistan’ın bilişim sektöründe ne kadar ileride olduğunu göstermek için "Hindistan’da 1.3 milyon insanın IT ve ’call center outsourcing’i gibi IT’ye bağlı hizmetler sektöründe çalıştığı" örneği veriliyordu.

IT’den kasıtları BT yani Bilişim Teknolojileri. "Kol sentır avtsorsingi"yle ise çağrı merkezlerinde çalıştırılan kişileri kastetmişler.

1.1 milyar nüfuslu Hindistan’da 1.3 milyon kişi BT sektöründe çalışıyormuş. Yani nüfusun kabaca binde biri.

Aynı oranlardan yola çıkarsak bilişimde ileri olmakla övünmemiz için sektörde topu topu 70 bin kişiyi istihdam etmemiz yeterli olacak.

Üstelik Hindistan için verilen rakama, işi kabaca telefona cevap vermek olan yüzbinlerce kişi dahil.

Topu topu 70 bin kişi çıkartamıyorsak bilişimde ileri olmakla övünmek için, biz de sekreterleri dahil edelim BT çalışanlarımıza, oldu bitti.

Adlarını da "voice over IP (Idle Person)" çalışanları koyarız, havalı olur...
Yazının Devamını Oku