Yurtsan Atakan

Satranç zeka oyunu değildir

16 Şubat 2007
Satranç sanılanın aksine hiç de zeka oyunu değil. Türkiye’de yedi yıl önce sadece 5 bin lisanslı satranç oyuncusu varmış. Bugün bu sayı 165 bine ulaşmış.

Emre Aköz bu ve başka bazı gelişmeleri anlattığı yazısının başlığını "Türklerin zekası gelişiyor" diye atmış.

Emre Aköz satrancın yaygınlaşmasına dayanarak "Türklerin zekası gelişiyor" derken belki satrancın zeka oyunu olduğunu kastetmiyordur ama satrancın bir zeka oyunu olduğu yönünde güçlü bir inancı olduğu da kesin.

Bu inanç o kadar yaygınlaşmış ve kanıksanmış ki bilgisayarın Dünya Satranç Şampiyonu’nu yenmesi, kamuoyunda yapay zekanın insan zekasını yendiği şeklinde bile yorumlanabiliyor.

Oysa satrancın zekayla uzaktan yakından ilgisi yok. Çeşitli olası hamle kombinasyonlarının hesabına dayanıyor. Bu hesabı iyi yapan, satrançta kazanıyor.

Yaratıcılığın neredeyse hiçbir rolü yok satrançta. Problem çözmek yok, farklı açıdan bakmak yok, yaratıcı çözümler geliştirmek yok.

Sadece olasılıkların analizi var. Kim daha fazla olasılığı, daha kısa zamanda hesaplayabiliyor ve en iyi olası hamleye karar verebiliyorsa o kazanıyor.

Ve teknoloji gelişip, işlem gücü arttıkça bilgisayar bunu insandan daha iyi yapabiliyor. Ancak bilgisayarın yaptığı sadece hesaptan ibaret.

Bilgisayarın hangi hesapları yapıp, bu hesaplar sonucunda hangi hamle kararını vereceğini ise insan zekasıyla yaratılmış yazılımlar belirliyor.

Bilgisayarların hesaplama hızının, insan beyninin hesaplama hızıyla zar zor yarışabildiği yıllarda, yazılımcılar bilgisayara yapay zeka aşılamaya çalışıyorlardı.

Çünkü olasılık hesabı yapmakta üç aşağı beş yukarı aynı kapasiteye sahip iki beyinden satrançta hangisinin kazanacağını belirleyen faktör, tüm olasılıkları hesaplamadan en iyi hamle kararını sezme becerisine yani bir çeşit zekaya dayanıyordu.

Ancak bilgisayar teknolojileri o denli hızlı bir gelişim gösterdi ki artık insan beyninin hesap yapma hızında bilgisayarı geçmesinin olanaksız olduğu noktaya gelmek üzereyiz. İşte bu nedenle Dünya Satranç Şampiyonu, karşısındaki bilgisayarı yenmekte zorlanıyor, hatta bazen yeniliyor.

Çok kısa bir süre sonra hiçbir insan beyninin bilgisayarı satrançta yenemeyeceği bir noktaya geleceğiz. Bu kaçınılmaz bir son. Ama hiç üzülmeyin. Bu kaçınılmaz son, insan beyninin makine karşısındaki mağlubiyetini değil mutlak zaferini simgeleyecek.

Bilgisayar yazılımını üreten de insan beyni çünkü...

Zeka oyunu diye bir şey varsa, onun da turnuva briçi olduğunu söyleyeyim.

Çorba ziyafeti

Yanlış hatırlamıyorsam iki ay filan kadar önce Macro süpermarketin raflarında görüp, merak edip her çeşidinden almıştım.

Yumuşak bir ambalaj içerisinde satılan, ısıtılıp içilmeye hazır sıvı çorba dört çeşidiyle yer alıyordu raflarda: İtalyan Usulü Domates Çorbası, Sebze Çorbası, Hint Usulü Tavuk Çorbası ve Kremalı Mantar Çorbası.

Eve gelip, denediğimizde Knorr’un bu yeni hazır çorbalarını çok beğenmiştik. Düzenli alıp içelim dedik ama bir daha hiçbir yerde izine rastlayamadık.

Nedenini geçen gün Ortaköy Feriye restoranda Knorr’un verdiği yemek davetinde öğrendim.

Meğer tüketicinin ilgi ve beğenisini denemek amacıyla küçük bir parti getirmişler önce. Alıp deneyen insanların, ikinci, üçüncü kez satın alacak kadar beğenip beğenmeyeceklerini ölçmek istiyorlarmış.

Ama getirdikleri ürünler o kadar kısa bir sürede tükenmiş ki, denemek için ilk kez alanlar mı tüketmişler ilk partiyi yoksa deneyip beğenip hemen ikinci, üçüncü kez alanlar mı anlayamamışlar.

Neyse ki, ürünün beğenildiğine kanaat getirip, piyasaya sürme kararı almışlar.

Feriye’nin ünlü şefi Vedat Başaran da çorbaları çok başarılı bulduğunu söylüyor. Başaran’a göre iyi bir restoranda servis edilebilecek kadar lezzetli bu çorbalar.

Ben özellikle Hint Usulü Tavuk Çorbası’nı çok sevdim. Türkiye’de üretime başlayacak olurlarsa, Knorr’culara İşkembe ve Düğün Çorbası’nı da üretmelerini tavsiye ederim.

Aslında Türkiye’de üretime geçmeyi beklemelerine de gerek olmayabilir. Avrupa’daki Türkler yeterince güçlü bir talep yaratabilirler.

Hele Düğün Çorbası’nı, eminim Avrupalılar da beğeneceklerdir.
Yazının Devamını Oku

Sevgilime sinema kapattım

14 Şubat 2007
Sevgili eşimden uzak bu ikinci sevgililer günüm. Tabii fiziksel uzaklıktan bahsediyorum.

İlki yıllar önceydi. Birlikteliğimizin ilk yılıydı. Yani birlikte kutlayacağımız ilk sevgililer günümüz. Ama bir iş seyahati nedeniyle San Francisco’da olmam gerekiyordu.

İlk sevgililer günümüzde uzakta kalmış olmamı, gazetede yazdığım bir yazıyla affettirmeye çalıştım.

Sevgililer gününü gazete yazısıyla kutlama hakkımı 1998’de yazmış olduğum bu yazıyla kullanmış oldum. Dolayısıyla bu yıl farklı bir yaratıcılık sergilemem gerekiyordu.

Bu yazıyı 3GSM cep telefonu konferansı ve fuarı için bulunduğum Barselona’dan yazıyorum. Siz sevgililer gününde okurken de burada olacağım.

Sevgililer gününü uzaktan kutlamaktansa, gitmeden kutlayalım dedim.

Hillside’ın geçen hafta yaptığı teklif hızır gibi imdadıma yetişti.

Kozyatağı’ndaki Bonus Premium Cinecity eğlence merkezindeki sinema salonlarından biri, özel davetler için kullanılıyormuş.

Şirketler ya da bireyler sinema salonunu kiralayıp, vizyondan kalkmış filmler de dahil istedikleri filmin eşliğinde toplantılar, davetler düzenleyebiliyorlarmış. En büyük müdavimi de şirket toplantılarının bir kısmını burada yapan HP imiş.

Hillside sevgililer gününde, bu konforlu salonda bana ve eşime özel bir seans düzenlemeyi teklif ediyordu.

Sevgililer günü yerine, seyahate çıkmamın hemen bir gün öncesini seçtik.

Premium Salon özel olarak dekore edilmiş. 44 kişilik salonun ön bölümünde klasik sinema salonu düzeninde yan yana sıralanmış konforlu koltuklar dizili.

Hemen arkasında ise ortasına sehpa yerleştirilmiş, yarım ay biçiminde koltuklardan oluşan birkaç loca yer alıyor.

Salonun en arkasında da Amerikan bar servise hazır bekliyor.

Koca salona eşimle birlikte tek başımıza kuruluyoruz. Sevgililer günü vesilesiyle geldiğimiz için olacak, şampanya ve çilek ikramıyla karşılanıyoruz.

Salonun yanı başındaki Mezzaluna’dan yemek servisi de var.

Nefis bir yemek ve güleryüzlü bir servis eşliğinde sevgili eşimle baş başa izlediğimiz film, harika bir sevgililer günü kutlaması oluyor bizim için.

Tanık olduğum iki olumsuzluğu da eklemem gerek. Birincisi Mezzaluna’dan gelen kadeh şarabın bozuk olması. Daha önce Etiler Alkent’teki Mezzaluna’da da iki kez aynı sorunu yaşamıştım. Mezzaluna’nın, şarapları gereğinden fazla açık bekletme alışkanlığına bir son vermesi gerekiyor.

İkinci eleştirim ise filmden önceki reklam gösterimine. Normal seanslardaki gösterimine de karşı olduğum uzun uzadıya reklam gösteriminin, en azından böylesi özel gösterimlerde yapılmaması gerekir.

Son eleştirim ise kendime. Böylesi lüks içinde bir sinema deneyimi keyfi için çok yanlış bir film seçmişim.

İnsanların pahalı gösteriş zevkleri için dünyanın başka köşelerinde başka insanların kollarının kesilmesini, canlarının alınmasını gözler önüne seren Kanlı Elmas, Bonus Cinevity Premium Salon’un konforlu, bir tek kuş sütü eksik ortamında seyredilecek bir film değil.

Bu arada Kanlı Elmas’ı da, henüz seyretmediyseniz seyretmenizi öneririm. Ama yılın asıl Afrika filmi henüz vizyona girmedi. Idi Amin’in yaşamını yarı belgesel, yarı kurgu hoş bir hikaye eşliğinde perdeye taşıyan Son İskoç Kralı’nı (Last King of Scotland) ne yapıp edip kaçırmamanızı tavsiye ederim.

Son bir kıyak notu: Şu anda Barselona’da yanımda olan ve sevgililer gününü sevgili eşlerinden ayrı geçirmek zorunda kalan meslektaşlarıma da bir yararım olsun.

Sevgili Efsun, Engin Gedik sevgililer gününü hep seni düşünerek geçiriyor. Sevgili Gonca, Serdar Kuzuloğlu da öyle. Haberiniz olsun.
Yazının Devamını Oku

İstanbul’a Michelin yıldızlı restoran

9 Şubat 2007
Bebek Otel’in efsane restoranı Les Ambassadeurs derin uykusundan uyanıp muhteşem bir geri dönüş yaptı. Görkemli dönüş aslında iki sene önce Four Seasons Oteli’nin İtalyan şefi Carlo Bernardini’nin transferiyle başlamıştı. Bernardini’nin sihirli yönetiminde başlayan yavaş ama istikrarlı yükseliş Michelin yıldızlı Manola Allochis’in misafir şef olarak bir haftalığına gelmesiyle zirveye fırladı.

Michelin yıldızlı bir şefi misafir ettiklerini duyup da, Bebek Otel’in işletmecisi Güngör Su’nun nazik davetini geri çevirmem olanaksızdı.

Michelin yıldızı, Michelin restoran rehberi tarafından çok kısıtlı sayıda restoranlara verilen bir rütbe.

Bir Michelin yıldızı "kategorisinde çok iyi bir restoran", iki Michelin yıldızı "tekrar ziyaret etmeye değer mükemmel bir mutfak", üç Michelin yıldızı ise "Özel bir seyahate değecek kadar olağanüstü bir mutfak" anlamına geliyor.

Michelin yıldızlı restoranların tüm dünyadaki toplam sayısı 1593. Bunlardan sadece 50’si üç yıldıza sahip.

Michelin Fransa’dan çıkmış bir rehber. Dolayısıyla en fazla Michelin yıldızlı restoran da Fransa’da. Toplam 620 Michelin yıldızına sahip Fransa’yı 255 yıldızla İtalya takip ediyor.

Türkiye’de Michelin yıldızlı restoran yok. Bebek Otel, Les Ambassadeurs’un misafir şefi tek Michelin yıldızlı Manola Allochis, İtalyan bir şef.

İtalya’nın mutfağı ve şaraplarıyla ünlü Piemonte bölgesinden. Piemonte’nin dünya gastronomisine en değerli hediyesi ise beyaz trüf mantarı. Dünyanın en lezzetli mantarı kabul edilen ve kilosu 4-5 bin dolara kadar çıkan beyaz trüfün en iyisi Piemonte’den çıkıyor.

Allochis beyaz trüfü, yemeklerin çoğunda cömertçe kullanmıştı. Cömertlik trüf yemeklerimizin üzerine rendelenirken de devam ettiği için beyaz trüfe fazlasıyla doyduk.

Yemeklerle birlikte sunulan Piemonte şarapları Babil Şarapçılık tarafından ithal edilen ve Türkiye’de sadece butik otellerde bulunabilen Lodali şaraplarından oluşuyordu. İtalyan kırmızı şaraplardan en iyisi tabii ki Barolo olanıydı. Ama içki açısından akşamın en büyük yıldızı bence pembe köpüklü şarap Rotari’ydi.

Rotari, Fransız şampanyalarını aratmayan hatta çoğundan üstün lezzeti çok daha uygun fiyata sunması açısından da dikkat çekiciydi.

Yemeklerin ise hepsi ayrı birer yıldızdı ama "Şef Manolo’nun Sosu Eşliğinde Ton Balığı ile Doldurulmuş Süt Dana Filetosu", hem yaratıcılık hem de lezzet şaheseriydi.

Üç Michelin yıldızlı Enoteca Pinchiorri’de şef olarak kazandığı deneyimini, restoran işletmecisi kardeşi Rossano Allochis ile birlikte açtığı ve Michelin yıldızı kazanan Il Vignetto D’Alba’da devam ettiren Manola Allochis’in Türkiye’ye taşıdığı mutfağı merak ediyorsanız, ayın 11’ine kadar vaktiniz var.

BilimStar İstanbul’u bilim başkenti yapmalı

Haber 1: İstanbul 2012 Olimpiyatları’na ev sahipliği yapmak için yine aday oldu.

Haber 2: Kopenhag, Paris, Turin ve Wroclaw, Avrupa Bilim Forumu’nun ev sahipliğini yapmak için aday oldular.

Haber 3: British Council ile ODTÜ Toplum ve Bilim Merkezi, Popstar yarışmasının Bilimstar versiyonunu düzenleyeceklermiş.

Birinci haberi okuyunca, yine mi dedim. Olimpiyat stadı rezaletine ve her yıl seçmelerden boynu bükük bir şekilde dönmemize rağmen akıllanmadık mı?

İkinci haberi okuyunca, üzüldüm. Olimpiyatlara, Erovizyon’a ev sahipliği yapmak için harcadığımız enerjinin onda birini böylesi prestijli bir etkinliğe ev sahipliği yapmak için harcamamış olmamızdan utandım.

Olimpiyatlar İstanbul’da yapılsın diye takla üstüne takla atan Türkiye’nin İstanbul’un bilim başkenti olması için kılını kıpırdatmamasının nedeni de aynı, dünyanın bilim başkentinin seçiminin Türkiye’de haber olmamasının da.

Biz bilime önem vermiyoruz, bilimi konuşmuyoruz... Eğer BilimStar programı başarılı olursa, toplumda bilime karşı ilgi artar. BilimStar’ın yapımcılarını çok ağır bir sorumluluk bekliyor. Türkiye’nin geleceğini belirleyecek önemde bir program yapımına girişiyorlar.

Yarışmacıların ve jüri üyelerinin çok iyi seçilmesi gerekiyor. Eğer bu seçimler doğru yapılırsa, format da doğruysa bilimli ve aynı zamanda eğlenceli bir yarışma programı çıkar ki ortaya, bu da bilimin nihayet Türkiye’de de popülerleşmesi demektir.
Yazının Devamını Oku

BSA’nın korsan cezasının belgesi

9 Şubat 2007
HÜRRİYET e.yaşam’ın 13 Ekim 2006 sayısındaki "Korsanla savaşan BSA’nın asıl kendi korsanmış" başlıklı haberimizde, Avukat Mehmet Ali Köksal’ın BSA’nın Türkiye’deki hukuksal durumuyla ilgili yaptığı başvurunun sonuçlarından bahsetmiş ve BSA’nın Türkiye’de gerekli izni almadan faaliyet göstermesinden dolayı faaliyetlerinin Dernekler Kanunu’na aykırı olduğunu yazmıştık. BSA, Türkiye Bilişim Derneği yönetimini de peşine takarak yaptığı bir basın toplantısıyla haberimizi yalanlamaya çalışmıştı.

BSA’nın İçişlerine yaptığı izin başvurusu, bu haberimizden bir ay kadar sonra sonuçlandı ve BSA’nın Türkiye’deki varlığı yasal bir zemine oturdu. Dolayısıyla haberimizin bu kısmının, haberin yayınlandığı tarihte doğru olduğu teyid edilmiş oldu.

Ancak haber spotumuzdaki "BSA’ya ceza kesildi" ifadesi, BSA tarafından inkar edilmeye devam edildi.

Bu konuyu netliğe kavuşturmak için Avukat M. Ali Köksal’ın İstanbul Valiliği İl Dernekler Müdürlüğü’ne verdiği 3.10.2006 ve 11.10.2006 tarihli dilekçelere cevaben, Vali Yardımcısı Fikret Kasapoğlu’nun imzasını taşıyan B.05.4.VLK.4.34.08.00-13 sayılı ve 28.12.2006 tarihli cevapta şu ifadeler yer alıyor:

"Merkezi Amerika Birleşik Devletleri’nde kurulu bulunan, Türkiye’de BSA Türkiye İnternet sitesi vasıtasıyla faaliyet gösteren ve Microsoft Turkey, Barbaros Plaza İş Merkezi, Emirhan Cd. 145 C Dikilitaş/İSTANBUL adresinde Tolunay Tomruk tarafından temsil edilen Business Software Alliance Incorporation (BSA) isimli kuruluş hakkında ilgi (a) tarihli dilekçeniz ile ilgili işlem yapılıp yapılmadığı ilgi (b) dilekçenizle sorulmuştur.

Konuyla ilgili yapılan incelemede BSA’nın, 5253 sayılı Dernekler Kanunu’nun 5. maddesine göre yabancı ülkede kurulmuş kar amacı gütmeyen kuruluş sıfatıyla Türkiye’de faaliyette bulunmak için İçişleri Bakanlığı’na 22.6.2006 tarihinde izin başvurusunda bulunduğu ve Bakanlık makamının 24.11.2006 tarihli olurlarıyla ülkemizde 5 yıl süreyle faaliyette bulunmasına izin verildiği,

Ancak; adı geçen kuruluşun izin başvuruları sonuçlanmadan Türkiye’de faaliyetlerine devam ettiği anlaşıldığından BSA’ya izin verilen tarihe kadar tespit edilen izinsiz faaliyetleriyle ilgili olarak, 5253 sayılı Dernekler Kanunu’nun 32. maddesinin (g) bendine göre, BSA Türkiye adına Tolunay Tomruk’a 549,00 YTL idari para cezası uygulandığı anlaşılmıştır."

Yani Hürriyet e.yaşam’ın BSA ve BSA’nın reklamlarına logosunu koyarak destek olan Türkiye Bilişim Derneği yönetim kurulu tarafından yalanlanmaya çalışılan haberinin doğruluğu en yetkili merciler tarafından bir kez daha tescillenmiş oldu.
Yazının Devamını Oku

Hurafesiz küresel ısınma bu akşam CNN Türk’te

7 Şubat 2007
Paris’te toplanan iklim uzmanlarınca yayınlanan BM özet raporu, medyada tam da beklediğim gibi işleniyor. Gazetem Hürriyet’in yazı işlerini bu eleştiriden muaf tuttuğumu da hemen belirteyim.

Raporun belkemiğini oluşturan "küresel ısınmanın nedeni yüzde 90 olasılıkla insan eseri" tezi bir tek Hürriyet’te doğru çeviriyle yayınlandı. Televizyonlar ve gazetelerde bu tez çarpıtılmış bir şekilde, "küresel ısınmanın nedeni yüzde 90 oranında insanlar tarafından atmosfere salınan karbon gazları" olarak anıldı.

Bu çarpıtma da yetmedi tabii. Kulaktan dolma bilgilerle yazı yazmaya alışmış yazarlar, raporu küresel ısınma hurafelerini yaymak için yeni bir fırsat bildiler.

Kimi çıktı AB’nin kendi aritmetik oyunu olmasına rağmen kendi uymadığı Kyoto Protokolü’ne Türkiye’nin haklı olarak imza atmamasını eleştirdi. Kimi ampülleri değiştirmek, otomobile binmemek, plazma TV seyretmemek gibi zekai önerilerde bulundu. En cahilleri ise bu yıl yaşadığımız yumuşak kışı, Katrina kasırgasını, kuraklığı küresel ısınmaya bağlayan yazılar yazdılar.

Basında okuduğum tek doğru düzgün yorum Hürriyet Cuma’da yazan CNN Türk Meteoroloji Editörü Bünyamin Sürmeli’den geldi (tinyurl.com/2xf9ly).

Sürmeli küresel ısınmanın etkilerinin çok uzun dönemli olduğunu, hemen bugün ya da yarın hissedeceğimiz sonuçları olmayacağını, olası bir iklim değişikliğinin altında yatan faktörlerin sayısının çok fazla olduğunu yazdı.

Sürmeli bu fikirlerini geçen hafta CNN Türk’te katıldığı bir tartışma programında da savundu. Tartışma programının ikincisi bugün CNN Türk’te 21:00’da yayınlanacak.

Küresel ısınma ile ilgili hurafe dışında, bilimsel bilgiler de edinmek istiyorsanız Prof. Mehmet Karaca ve Prof. Zekai Şen’i dinlemenizi öneririm.

Ev telefonu numaramızı neden taşıtmıyorlar

İki hafta önce görevi bizim daha ucuza, daha kaliteli telefon hizmeti almamızı sağlamak olan Telekomünikasyon Kurumu’nu (TK) görevini yerine getirmediği için eleştiren bir yazı yazmıştım.

TK Başkanı Tayfun Acarer bir mektup göndererek düzeltme talep etmiş.

Önce haklı olma olasılığı yüksek açıklamasına yer vereyim.

Numara Taşınabilirliği (NT) uygulamasında operatör kodunun taşınmayacağına dair herhangi bir beyanatım olmadı diyor Acarer: "Operatör kodlarının ayrı tutulması gibi bir konu gündeme gelmemiştir. Bu, NT kavramı ile bağdaşan bir durum da değildir".

Operatör kodlarının, numara taşınırken sabit kalacağı Hürriyet’in Ekonomi sayfasında 22 Ağustos 2006 tarihinde yayınlanan ve Tayfun Acarer’in beyanatlarından derlenen bir haberde yazıyordu.

Beş ay boyunca habere düzeltme göndermeyen TK Başkanı, bu habere dayanarak yazdığım yazıya düzeltme göndermiş.

Düzeltme talebi bu kadarla kalmıyor ama.

TK’nın aldığı kararların hep Türk Telekom’un yararına olması, son tarife onayının da TT’nin işine yaradığı eleştirime de itiraz ediyor.

Bilindiği gibi TK, TT’nin şehiriçi telefon görüşmelerine zam, şehirlerarası ve milletlerarası görüşmelere indirim yapan tarifesini, sektörden gelen ciddi eleştirilere rağmen onaylamıştı.

Acarer dünyadaki trendin bu olduğunu, TK’nın dünyadaki trendlere uygun bir karar aldığını iddia ediyor, mektubunda.

Telkoder’in geçen hafta yaptığı basın toplantısında sunduğu rakamlar hiç de böyle demiyor ama.

TK’nın onayladığı tarifede şehiriçi telefon ücretleri AB ortalamasına yükseltilirken, şehirlerarası ve milletlerarası ücretler AB ortalamasının yüzde 50 altına gelecek şekilde ucuzlatılmış.

TT, şehiriçi görüşmelerde rakipsiz. Şehirler ve milletler arası görüşmelerde ise rekabet var. TK, bu tarifeyi onaylamakla, TT’nin rakipsiz olduğu alanda kárını artırmasını, rekabet olan ortamda ise rakiplerini öldürmesini onaylamış oluyor.

TK’nın TT’yi kayıran tutumu bununla da kalmıyor. TT’nin rakiplerinin en büyük gider kalemi olan ve Türk Telekom’dan satın almak zorunda oldukları ara bağlantı ücretlerini de Avrupa ortalamasının yüzde 60 üzerinde tutuyor.

Durum bu kadar açık ve net ama Acarer’e son bir sorum daha var.

Madem Türk Telekom’u korumak gibi bir misyonunuz yok, o halde numara taşınabilirliği uygulamasını getirirken neden sadece cep telefonu numaralarını taşınabilir yaptınız? Eğer numara taşınabilirliği iddia ettiğiniz gibi tüketicilerin yararına bir uygulamaysa neden Türk Telekom’un sabit numaralarını bu taşınabilirlikten muaf tuttunuz?

Eğer dediğiniz gibi numara taşınabilirliği sektöre daha adil bir rekabet getirecekse, Türk Telekom’un sabit numaralarını bu adil rekabetten korumanızın, kollamanızın nedeni nedir?

Not: Dünyadaki telefon tarifeleri trendleriyle ilgili Tayfun Acarer’i yalanlayan veri ve bilgileri neo.onpunto.com adresindeki e.günlüğümde bulabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Tek kanallı TRT dönemini özledim

2 Şubat 2007
Televizyon yayınları reyting yarışı yüzünden iyice pespayeleşti. Halbuki eskiden ne güzeldi, tek bir kanal vardı ve programlar çok daha kaliteliydi. İyisi mi eskiden olduğu gibi TRT tek kanal olsun. Emre Aköz’ün "Tek parti iktidarı olsun da, kim olursa olsun. Çünkü Türkiye’deki siyasi kültür maalesef koalisyonlara uygun değil" savunusunu okurken bunlar geldi aklıma.

TRT dönemi televizyon yayınları ne güzeldi diye düşündüm.

Uzay Yolu, Kaçak, Bonanza, Küçük Ev, Arsen Lupen, Tatlı Sert, Kaygısızlar, Kökler, Görevimiz Tehlike, Tatlı Cadı, Zengin ve Yoksul, Saint’in Dönüşü, Shogun, San Fransisko Sokakları, Aşk Gemisi, Beyaz Gölge, Siyah Lale gibi unutulmaz diziler geldi aklıma.

Bugünün banal Türk dizilerine karşılık TRT günlerinde yayınlanan Çalıkuşu, Kaynanalar, Aşk-ı Memnu, Bay Alkolü Takdimimdir, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz gibi kaliteli yapımları düşündüm.

Show TV’de yeni yayınlanmaya başlanan Barney isimli bir çocuk dizisi var. Müzikal ağırlıklı olmasına rağmen şarkıları Türkçeleştirilmeden yayınlanıyor. TRT döneminde çocuklara yönelik böylesi sorumsuz bir yayıncılığın asla yapılmadığını andım. Bizim Sokak, Oyun Treni, Oyun Gemisi, Çocuk Klasikleri gibi özenli çocuk programlarını hatırladım.

Günümüzün RTÜK zoruyla belgesel yayınlayan kanallarına karşılık TRT’nin İpek Yolu, Kaptan Cousteau, Savaş Rüzgarları gibi seyircinin yeni bölümlerini her hafta iple çektiği belgesellerini özledim.

Yarışmacılar yerine jüri üyelerinin reyting yarışı yaptığı yarışma programlarının yerine, TRT döneminde yayınlanan gerçek yarışmalar geçti gözümün önünden: Gülünüz Güldürünüz, Hangisi Doğru, Tele Kutu, Ben Bilirim, Bir Kelime Bir İşlem, Riziko...

Ajdar’ın inanılmaz bir başarıyla ti’ye aldığı, şarkıcıdan çok magazin yıldızı tiplerin boy gösterdiği müzik programlarının yayınlandığı ekranlarda, bir zamanlar ne müzik fırtınaları eserdi: Teleskop, Müzik Yelpazesi, İtalya’dan Müzik, Rafaella Carra Şov...

Yine de iyisi mi eskiden olduğu gibi TRT tek kanal olsun diyemem. Tek kanal olsun da, kim olursa olsun da diyemem; Türkiye’deki kültür düzeyi maalesef reyting yarışına dayalı çok kanallı TV yayıncılığına uygun değil de diyemem.

Kimse de çıkıp ekonomik istikrar uğruna, kim olursa olsun, çoğunluğu temsil etmese de tek başına iktidar olsun diyememeli. Azınlık diktasını savunmakla, askeri dikta çığırtkanlığı yapmak arasında hiçbir fark yok.

Küresel ısınma AB oyuncağı

Küresel Isınma Yobaza Bırakılmayacak Kadar Ciddi başlıklı yazıma beklediğim gibi yoğun mesaj geldi.

Türkiye Kimya Sanayicileri Derneği Çevre Danışmanı Caner Zanbak, "Çevreci yobazlar teriminiz biraz şimşekleri üzerine çekebilir, ama çok yerinde kullanılmış yazınızda" diyor ve sözüm ona küresel ısınmaya karşı kurtarıcı olarak lanse edilen Kyoto Protokolü ile ilgili ilginç bilgiler aktarıyor:

"Kyoto Protokolü aslında, BM İklim Değişikliği Sözleşmesi’nin sera gazı salınımının yüzde 15 azaltılması hedefini kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtan AB’nin bir oyuncağıdır. AB’nin geçen ay yayınlanan raporundan da görüleceği gibi, AB bunca manipülasyona rağmen, Kyoto Protokolü gereksinimlerini yerine getirememektedir.

Aslında, çok çevreci olarak lanse edilen ’emisyon ticareti’ ise, gelişmiş ülkelerin bir diğer oyunudur (eskiden buna ’emperyalist oyunu’ denirdi). Emisyon ticareti, gelişmekte olan veya gelişmemiş bir ülkenin kötü sobasını ’üç kuruşa’ yenileyip, o kötü sobanın yaydığı CO2 miktarını kendi ülkesinde daha fazla salma hakkı satın almaktır; çevre için hiçbir yararı yoktur. Satın aldığı salım hakkını kullanarak kendi milli gelirini artıracaktır bu emisyon ticaretiyle.

Bu arada Michael Crichton’un kitabını tanıttığınız için teşekkür ederim. Bu kitabı verdiğim konferanslarda ve derslerde öğrencilere de tavsiye ediyorum. Türkçesinin de yayınlanmış olması çok sevindirici".

ABD’de yaşayan sevgili arkadaşım Bahadır İnözü de dahil olmak üzere mesaj gönderenlerin büyük bir bölümü ise küresel ısınma konusunda ortak rapor hazırlamak üzere Paris’te toplanan bilim adamlarının verdiği ön bilgiye dikkatimi çekmişler.

Bu ön bilgiye göre bilim adamları, küresel ısınmanın kaynağının sera gazları olduğu konusunda neredeyse görüş birliğine varmak üzerelermiş.

Toplantıdan haberdardım ve sonucunu bekliyordum. Sonuç ne çıkarsa çıksın yazımı çürütmüyor. Aksine destekliyor. Çünkü habere göre bilim adamları hálá bir görüş birliğine varmış değil. Görüş birliğine neredeyse varmak üzerelermiş.

Ben de yazımda, bunu diyorum zaten. Küresel ısınma yok gibi bir iddiada bulunmuyorum. Bilim adamları arasında bugüne kadar konsensus olmamasına rağmen medyadaki iklim yobazlarının hep tek taraflı davranmasını, kulaktan dolma bilgilerle yetinip konunun hep tek tarafını yazmalarını eleştiriyorum.
Yazının Devamını Oku

Küresel ısınma yobaza bırakılmayacak ciddiyette

31 Ocak 2007
Küresel ısınmayla savaş, iklim yobazlığı yapmakla kazanılmaz. Geçen sene, çok sert bir kış geçirirken yazmıştım.

"Dam aksa küresel ısınma diyen çevreci yobazlar, bu son soğuk hava dalgasının günahını da küresel ısınmanın üzerine atmaya kalkacaklar."

Çevreci yobazlar geçen yıl olduğu gibi bu yıl da tezimi haklı çıkardı. Geçen sene kışın sert geçmesini küresel ısınmaya bağlayanlar, bu yıl da kışın yumuşak geçmesini küresel ısınmanın kanıtı olarak gösteriyorlar.

Hemen belirteyim, küresel ısınma diye bir şey olmadığını iddia ediyor değilim. Sadece birtakım cahil cühela takımının, hiçbir bilimsel kaynak göstermeden, kulaktan dolma bilgilerle yaygara kopartmasına karşıyım.

Eleştirim; bilim dünyası bu konuda görüş birliğine varmamışken sanki tek bir tez varmış gibi sunan ezberci, kolaycı köşe yazarlarına... Ve bu ezberci tutum, çoğu köşe yazarı için sırf küresel ısınma konusunda değil, şiddet-televizyon ilişkisi, küreselleşme karşıtlığı gibi sayısız konuda da alışkanlık haline gelmiş durumda.

Küresel ısınma kitlelere sunulduğu gibi doğruluğu kanıtlanmış bir tez değil. Bilim dünyası küresel ısınma konusunda ikiye bile değil daha fazla kampa ayrılmış durumda. Ve farklı kampların her biri kendi görüşünü destekleyen bilimsel araştırma sonuçlarına sahip.

Dünyanın küresel ısınma sürecine girdiğini, bu ısınmanın nedeninin endüstriyelleşmiş ülkelerin atmosfere saldığı karbondioksit gazı olduğunu, 15 sene sonra geriye dönüşü olmayan bir noktaya geleceğimizi ve dünyanın mahvolacağını söyleyen tez herkesin malumu. Medyada sadece bu tez yazılıyor çünkü.

Ancak karşı görüşte olan ve görüşlerini bilimsel araştırma sonuçlarıyla destekleyen bir başka grup bilim adamına göre küresel ısınma diye bir şey yok. Bu gruptaki bilim adamlarına göre dünya ısınıyormuş gibi gözleniyor çünkü meteorolojik değerler gelişen teknolojiyle birlikte eskisine göre çok daha hassas yapılabiliyor. Yine bu görüştekilere göre ısı ölçümünün kayıt altına alınması eskiden sadece şehirlerde mümkündü. Dolayısıyla yeni yapılan ölçümlerin eski ölçümlerle kıyaslanması ancak şehirler için mümkün. Şehirlerde ısınma gözlenmesi ise doğal çünkü şehirler hızla gelişiyor ve nüfusa bağlı olarak şehirlerin ısınması doğal. Ama şehirler yeryüzünün sadece çok küçük bir yüzdesini kaplıyorlar ve tüm dünyaya bakıldığında ısınma filan yok. Okyanuslar için de durum aynı, çünkü okyanusların şehirlerden uzak bölümlerinde düzenli ölçüm yapılması ancak son zamanlarda mümkün oldu.

Bir de küresel ısınmanın olduğuna karşı olmayan ancak bu ısınmanın nedeninin karbondioksit salınımı olmadığını söyleyen bilim adamları grubu var.

Yine küresel ısınmayı kabul eden ama bu ısınmanın dünya tarihi boyunca süregelen bir iklim döngüsünden ibaret olduğunu savunan bilim adamları da var.

Küresel ısınma konusuna ilgi duyanlar için geçen yıl Michael Crichton’ın, o tarihlerde henüz Türkçe’ye çevrilmemiş bir romanını önermiştim. Roman geçtiğimiz aylarda Türkçe’ye çevrildi ve Altın Kitaplar’dan yayınlandı. Küresel ısınma konusunu rant kapısı yapan iklim baronlarının içyüzünü ortaya koyan, küresel ısınmaya tarafsız bir bakış getiren ve kitabın sonunda karşı fikirlerle ilgili çoğu İnternet’ten ulaşılabilen bilimsel araştırma kaynakçası da sunan "Sessiz Tehlike"yi okumanızı tavsiye ederim.

Garson bira getir

Effes Pilsen birası/Birraların álásı/Lütfen hakkiki bira/dım dım dım dım/Effes Pilsen birası...

Efes Pilsen’in bundan 38 yıl önceki kuruluşu, bu reklam "jingle"ıyla yer etmiş hafızamda. Celal Şahin’in "Garson bira getir" şarkısından uyarlama bir başka "jingle"ı da hayal meyal hatırlıyorum.

Bir de tabii Efes Pilsen’in kurucu ekibinde olan ve muhasebe departmanını kuran (o dönemde mali işler, finans filan gibi afili isimler yoktu) babam Sungur Atakan’ın yanında götürdüğü Bahçelievler’deki yönetim binası ve fabrika var aklımda.

Efes Pilsen’in Türkiye’nin ilk özel bira fabrikası olmasının önemini anlayamamıştım doğal olarak o yaşımda. Ama o bana dev gibi gelen tesiste, önemli bir markanın temellerinin atıldığını sezmiştim.

Danimarka menşeli Tuborg’un "Kral bira, lüks bira" sloganıyla piyasaya girmesi Efes Pilsen’in markalaşma hızını kesmemiş, Efes Pilsen bir Türk bira markası olarak dünyaca ünlü bir markayı piyasada ezip geçmişti.

38 yıl önce güçlü bir marka yaratmayı başaran Efes Pilsen, uzun bir aradan sonra şimdi yepyeni bir markayla daha tüketicilerin karşısında; Gusta...

Gusta sadece ismiyle değil yapımı, içeriği ve içimiyle de Türk tüketicisi için yepyeni bir bira. En önemli farklılığı buğdaydan yapılıyor olması. Bira cenneti Almanya ve Belçika’da çok popüler olan bu bira türü üst fermantasyon yöntemiyle üretiliyor ve filtre edilmediği için buğulu bir görünüme sahip. İçimi ise hafif ve meyvemsi.

Gusta’yı ben çok beğendim. Bakalım Türk tüketicisi de beğenecek mi?
Yazının Devamını Oku

Efsanevi restoranda nasıl yer buldum

26 Ocak 2007
Biliyorum çok beklettim, ha bugün ha yarın derken efsanevi Rao’s restoranından izlenimlerimi bir türlü yazmaya fırsat bulamadım. Rao’s tam 110 yıllık bir restoran. New York’un, bir gurme restoranına ev sahipliği yapmak için ücra sayılabilecek bir köşesinde, Doğu Harlem’de 114. sokakta, Charles Rao tarafından 1896’da açılmış.

Charles’ın ardından oğlu ve torunu işletmiş restoranı. Ama asıl ününü 1974’ten sonra torun Vincent Rao’nun mahalleli eşi Anna Pellegrino’nun yemeklere el atması ve tariflerini değiştirmesiyle yapmaya başlamış.

Mimi Sheraton’un New York Times’da 1977’de yayınlanan yarım sayfalık eleştirisinin ardından ise toplam 10 masalık restoranda yer bulunamaz olmuş.
/images/100/0x0/55eb3664f018fbb8f8b2a950
O gün bugündür Rao’s’un 10 masası, çoğunluğu ünlü Hollywood yıldızları, politikacılar ve ünlülerden oluşan bir sadık müşteri kitlesi tarafından birkaç yıllığına tutulmuş durumda. Ünlülerden kalan az sayıdaki masanın rezervasyon kuyruğu ise bir yıl sonrasına kadar uzuyor.

Bir yıl öncesinden seyahat planı yapan pek kimse olmadığı için, Rao’s’da turiste rastlamak olanaksız gibi.

New York seyahatlerimden ikisinde, normalde hiç yolumun düşmeyeceği Doğu Harlem’e, sırf Rao’s efsanesini yakından görmek uğruna gitmeden edememiştim. Köşedeki kırmızı, şirin restoranın kapısından içeri başımı çekine çekine uzatmış, masalardan kapıya doğru dönen başların meraklı bakışlarına gülümseyerek cevap verip, süt dökmüş kedi gibi otelime geri dönmüştüm.

Peki, şimdi nasıl oldu da, en az bir yıl bekleme sırası olan Rao’s’da yemek yemeyi becerebildim? Daha fazla merak ettirmeden işin sırrını açıklayayım.

Las Vegas
’ta yapılan dünyanın en büyük teknoloji fuarı CES’e her yıl katılırım. Dolayısıyla Las Vegas planımı bu yıl da, altı ay öncesiden yapmıştım.

Beş ay kadar önce bir dergide Rao’s’un Las Vegas’ta şubesinin açılacağına dair bir haber okudum. Haberde Rao’s’un, Caesars Palace otelinde aralık ayının sonunda açılacağı yazıyordu. Doğan Online Teknoloji Başkanı Cem Soysal’la birlikte biz de CES’e ocak başında gidecektik. Hemen telefona sarıldık ve Rao’s’un Las Vegas’ta açılacağının henüz fazla duyulmamış olmasından faydalanarak, beş ay sonrasına, restoran henüz rezervasyon kabul etmeye başlamamış olmasına rağmen, "taa Türkiye’den geleceğiz", diyerek rica minnet masa ayırtmayı başardık.

Las Vegas’a gelişimizin ikinci akşamı, büyük bir heyecanla, rezervasyon saatinden bir saat önce Rao’s’un barına tüneyip, güzel de bir şarap açtırıp masamızın hazır olmasını beklemeye başladık.

Las Vegas Rao’s, New York’takine göre daha büyük. Las Vegas ölçülerinde yapılmasına rağmen, yuvarlak bir barın etrafına sıralanmış odalar şeklinde tasarlandığından, her odada bir başka Rao’s yaratılarak New York’taki restoranın samimi ortamı burada da sağlanmış.

Rao’s öyle Michelin yıldızlı, havalı restoranlardan değil. İtalyan annenin, lezzet sırlarının sergilendiği, sıcak ve samimi ortamlı mütevazı bir restoran. Ama bu basit özelliklerin her birini, dünyanın en iyisi olarak sunduğu için dünyaya nam salmış.

Garsonumuz Heather Rae’den, restoranın sahibi Frank Pellegrino’ya kadar herkes müşteriye eski bir dostuymuş gibi davranıyor. Ve işin güzel yanı bu sıcak ilgide, ABD’de restoranlarda sık sık rastladığınız yapmacıklığın izini bile hissetmiyorsunuz. Aksine siz de çalışanları eski bir dostunuz gibi benimsiyorsunuz.

Başlangıç olarak, peynir tabağı seçtik. Alt tarafı bir peynir tabağı, orijinal, ustalık isteyen ne yanı olabilir demeyin. Bir restoranın kalitesi malzeme seçiminden başlar. Bir restoranı değerlendirirken bu nedenle peynir tabağına çok önem veririm. Rao’s’un peynir tabağı mükemmeldi.

Ana yemeklerimiz geldiğinde mini bir felaketle karşılaştık. Uçuş yorgunluğu, saat farkı ve enfes peynirler üstüste gelince karnımız bir anda doyuverdi.

Halbuki masaya otururken iştahım o kadar açıktı ki, Rao’s’un meşhur limon soslu tavuğunu pas geçip süt danası pirzola söylemiştim. Tokluk hissime rağmen bugüne kadar yediğim en iyi dana pirzolaydı. Limon ve adaçayı esintileri hissettiğim sosu enfesti. Ve ben bu harika yemekten, bir çataldan fazla yiyemiyordum.

Cem de aynı durumdaydı. Hesap geldiğinde peynir tabaklarının ücretinin üzerinin çizildiğini gördük. Kabahat peynir tabaklarındaydı, cezası da bizi zamansız doyurdukları için onlara kesildi. Böylece yemeğin yiyemediğimiz kısmının parasını ödeyip, yediğimiz kısmınkini ödemeden masadan kalktık.

Rao’s’u Rao’s yapan çok hoş bir jestlerden biriydi.
Yazının Devamını Oku