6 Nisan 2007
Her toplantıyı ilan edilenden yarım saat sonra başlatmak Türkiye’ye özgü eski bir hastalık. Türk milleti olarak artık o kadar kanıksadığımız bir hastalık ki bu, mutasyona uğramayıp aynen devam ediyor olsa bahsetmezdim bile.
Ancak maalesef mutasyona uğradı ve daha da ölümcül bir hastalık haline geldi toplum için.
Son zamanlarda dikkat ediyorum da hiçbir toplantı, yarım saat gecikmeyle bile başlayamıyor. Toplantıların başlangıç saati artık ortalama 1 saat sarkıyor.
Her toplantının ilan edilenden yarım saat sonra başlaması dünyaya örnek bir Türk geleneği oldu ya artık, hanımlarımız beylerimiz de yola bu yarım saat gecikmeye göre çıkıyorlar.
Toplantı 13:00’te başlayacaksa ve mekan tahmini bir saat mesafedeyse yola 12:00’de çıkmıyorlar da, nasıl olsa 13:30’da başlar diye 12:30’da çıkıyorlar.
Trafiğe takılınca da 13:00’te başlayacağı ilan edilen toplantıya ancak 14:00’te varabiliyorlar.
Huyum kurusun, ben tam tersini yaparım. Bir saat mesafedeki toplantıya, ilan edilen başlangıç saatinden bir buçuk saat önce yola çıkarım. Sonra da eşek gibi geç kalanları beklerim.
Geçen gün de öyle oldu.
Birbirinin aynı, tekdüze basın toplantılarından bıkan Koç.Net farklı bir basın toplantısı düzenlemek istemiş. Şirkete halkla ilişkiler hizmeti veren GCI İstanbul, toplantı mekanı olarak Etiler Tepecik Yolu’ndaki mutfak atölyesi Mutfaktayız’ı seçmiş.
Ev sahipleri ve konuk basın mensupları şirket sunumunun ardından mutfak atölyesine geçecekler ve kendi yemeklerini kendileri pişirecekler. Koç.Net hakkındaki sohbete kendi hazırladıkları yemekleri yerken devam edecekler.
Davetiyede sunumun 17:00’de başlayacağı yazılıydı. 16:30’da oradaydım. Davet sahiplerinden başkası yoktu. Saat 17:00 oldu hálá gelen tek konuktum. 17:30’da, önceden geleceğini teyit eden çok kişi var, biraz daha bekleyelim dediler. 18:00’de hálá gelen giden yoktu. 18:30’da tek kişiye yapmak anlamsız olacağından sunumu iptal ettiler. Bilgileri şirket yetkililerinden yüz yüze sohbet ederek aldım, kendi adıma çok memnun oldum. Ancak önceden katılacağım deyip de gelmeyenler, neleri kaçırdıklarını bilseler çok üzülürlerdi.
KoçNet’le ilgili aldığım bilgileri her ayın ikinci ve son cuma günleri yayınlanan Hürriyet e.yaşam ekine bırakıyorum, oradan okuyabilirsiniz.
Mutfaktayız’ı, Le Cordon Bleu mezunu Semen Zihnioğlu 2003’te kurmuş. Mutfaktayız’da davetlilerin, katılımcıların kendi yemeklerini kendi hazırladıkları partiler, toplantılar düzenleniyor. Çok eğlenceli, keyifli ve aynı zamanda eğitici bir etkinlik konsepti.
Koç.Net yemeklerimizi yapmak üzere mutfağa geçmeden önce bir de şarap tadımı organize etmiş. Mania Gurme’den Zeynep Ataç Şener’in keyifli ve bilgi dolu sunumuyla birbirinden güzel İtalyan şarapları tadarak, mutfağa dopingli girdik.
Mutfakta ikişer kişilik gruplara ayrılarak, sonradan hep birlikte yiyeceğimiz sekiz çeşitli mönüde yer alan yemekleri önümüzdeki hazır basılı tarife uyarak, Şef Eray Uysal’ın da yönlendirmeleriyle pişirmeye koyulduk.
Ufak bir yaramazlık yapıp, sınırların dışına çıkmasam olmazdı. Hazır sebil İtalyan şaraplarını bulmuşken, tavuk suyu ve beyaz şarap çektirmesi yapıp, makarna için öngörülen sosa ekstradan kattım.
Bugüne kadar katıldığım en keyifli basın toplantılarından biriydi. Farklı bir doğumgünü partisi (çocuklar için özel programları da var), keyifli bir şirket toplantısı için Mutfaktayız’ı deneyebilirsiniz.
Her toplantıyı ilan edilenden yarım saat sonra başlatmak Türkiye’ye özgü eski bir hastalık.
Türk milleti olarak artık o kadar kanıksadığımız bir hastalık ki bu, mutasyona uğramayıp aynen devam ediyor olsa bahsetmezdim bile.
Ancak maalesef mutasyona uğradı ve daha da ölümcül bir hastalık haline geldi toplum için.
Son zamanlarda dikkat ediyorum da hiçbir toplantı, yarım saat gecikmeyle bile başlayamıyor. Toplantıların başlangıç saati artık ortalama 1 saat sarkıyor.
Her toplantının ilan edilenden yarım saat sonra başlaması dünyaya örnek bir Türk geleneği oldu ya artık, hanımlarımız beylerimiz de yola bu yarım saat gecikmeye göre çıkıyorlar.
Toplantı 13:00’te başlayacaksa ve mekan tahmini bir saat mesafedeyse yola 12:00’de çıkmıyorlar da, nasıl olsa 13:30’da başlar diye 12:30’da çıkıyorlar.
Trafiğe takılınca da 13:00’te başlayacağı ilan edilen toplantıya ancak 14:00’te varabiliyorlar.
Huyum kurusun, ben tam tersini yaparım. Bir saat mesafedeki toplantıya, ilan edilen başlangıç saatinden bir buçuk saat önce yola çıkarım. Sonra da eşek gibi geç kalanları beklerim.
Geçen gün de öyle oldu.
Birbirinin aynı, tekdüze basın toplantılarından bıkan Koç.Net farklı bir basın toplantısı düzenlemek istemiş. Şirkete halkla ilişkiler hizmeti veren GCI İstanbul, toplantı mekanı olarak Etiler Tepecik Yolu’ndaki mutfak atölyesi Mutfaktayız’ı seçmiş.
Ev sahipleri ve konuk basın mensupları şirket sunumunun ardından mutfak atölyesine geçecekler ve kendi yemeklerini kendileri pişirecekler. Koç.Net hakkındaki sohbete kendi hazırladıkları yemekleri yerken devam edecekler.
Davetiyede sunumun 17:00’de başlayacağı yazılıydı. 16:30’da oradaydım. Davet sahiplerinden başkası yoktu. Saat 17:00 oldu hálá gelen tek konuktum. 17:30’da, önceden geleceğini teyit eden çok kişi var, biraz daha bekleyelim dediler. 18:00’de hálá gelen giden yoktu. 18:30’da tek kişiye yapmak anlamsız olacağından sunumu iptal ettiler. Bilgileri şirket yetkililerinden yüz yüze sohbet ederek aldım, kendi adıma çok memnun oldum. Ancak önceden katılacağım deyip de gelmeyenler, neleri kaçırdıklarını bilseler çok üzülürlerdi.
KoçNet’le ilgili aldığım bilgileri her ayın ikinci ve son cuma günleri yayınlanan Hürriyet e.yaşam ekine bırakıyorum, oradan okuyabilirsiniz.
Mutfaktayız’ı, Le Cordon Bleu mezunu Semen Zihnioğlu 2003’te kurmuş. Mutfaktayız’da davetlilerin, katılımcıların kendi yemeklerini kendi hazırladıkları partiler, toplantılar düzenleniyor. Çok eğlenceli, keyifli ve aynı zamanda eğitici bir etkinlik konsepti.
Koç.Net yemeklerimizi yapmak üzere mutfağa geçmeden önce bir de şarap tadımı organize etmiş. Mania Gurme’den Zeynep Ataç Şener’in keyifli ve bilgi dolu sunumuyla birbirinden güzel İtalyan şarapları tadarak, mutfağa dopingli girdik.
Mutfakta ikişer kişilik gruplara ayrılarak, sonradan hep birlikte yiyeceğimiz sekiz çeşitli mönüde yer alan yemekleri önümüzdeki hazır basılı tarife uyarak, Şef Eray Uysal’ın da yönlendirmeleriyle pişirmeye koyulduk.
Ufak bir yaramazlık yapıp, sınırların dışına çıkmasam olmazdı. Hazır sebil İtalyan şaraplarını bulmuşken, tavuk suyu ve beyaz şarap çektirmesi yapıp, makarna için öngörülen sosa ekstradan kattım.
Bugüne kadar katıldığım en keyifli basın toplantılarından biriydi. Farklı bir doğumgünü partisi (çocuklar için özel programları da var), keyifli bir şirket toplantısı için Mutfaktayız’ı deneyebilirsiniz.
Ikea’nın muhteşem reklamı
Ikea’nın TV reklamını eleştirenler var.
Reklamda IKEA’da alışveriş yapan bir kadın, kasada beklediğinden çok düşük bir tutarla karşılaştığında kasiyerin hata yaptığını sanıyor ve hata farkına varılmadan mutlu bir ifadeyle kaçmaya çalışıyor.
Reklamı eleştirenler, bu konseptin yüce Türk halkına uymadığını, bir Türk’ün asla böyle davranmayacağını iddia ediyorlar. Reklamın başkalarının zaaflarından asla yararlanmayan Türk halkında ters tepeceğini savunuyorlar.
Geçen pazar günü Ikea’daydım. Türk halkının, iletişimcilerimizin uzmanlığına kulak asmadığına şahit oldum. Ikea iğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalığın istilası altındaydı.
Belli ki reklam bizi tam damarımızdan yakalamış. Çünkü bizde adet şudur: Başkalarının zaaflarından kendin yararlan, başkaları yararlanmaya kalkarsa eleştir.
Bodies sergisi
Ayşe Arman’ın geçen cumartesi günü yazdığı New York’taki çarpıcı "Bodies" sergisiyle ilgili küçük bir notu son yazımda aktarmıştım.
Bodies sergisiyle ilgili bir başka önemli bilgi notum daha vardı o yazıda ama yer kalmadığı için çıkarmak zorunda kalmıştım. Bodies, derisi yüzülmüş insan cesetlerinin çeşitli günlük aktiviteleri yaparmışçasına sergilendiği ne tek, ne de ilk sergi.
ABD’de benzer konseptlere sahip birkaç sergi daha var. Bunlardan en ünlüsü Body Worlds.
James Bond’un Casino Royale filmindeki sahneler de Bodies’de değil, Body Worlds’de çekildi. Bodies’de olmadığı gibi Body Worlds’te de ırkçı bir seçim yok. Bodies’deki cesetler Çin’deki bir laboratuvardan geliyor. Body Worlds’dekiler ise, bedenlerini ölmeden önce kendi rızalarıyla bağışlayan her ırktan insana ait. En azından serginin yaratıcısı sanatçı Gunter Von Hagens’in, Kaliforniya Bilim Merkezi tarafından da doğrulanan iddiası böyle...
Bodies New York, Las Vegas, Washington, Durham, Seattle ve Amsterdam’da; Body Worlds ise Dallas, Şikago ve Phoenix’te sergileniyor.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2007
Kanserin aşısı bulundu, Sağlık Bakanlığı "Türkiye’de yaptırmayız" diyor. Rahim ağzı kanserinin nedeninin HPV isimli virüs olduğu biliniyor. Yeni geliştirilen ve çağdaş ülkelerde kız çocuklarına hemen ücretsiz olarak uygulanmaya başlanan aşının Türkiye’de de uygulanmasına Sağlık Bakanlığı Kanser Daire Başkanı Prof. Murat Tuncer karşı çıkıyormuş.
Karşı çıkmasının iki gerekçesi var ki, ikisi de evlere şenlik.
Sağlık Bakanlığı bürokratı Murat Tuncer’in insanları ölümden koruyacak aşıya karşı çıkmasının birinci nedeni tamamen şahsi.
"Çocuklarımın cinsel hayatlarıyla ilgili kararları bugünden veremem", demiş Tuncer, Sabah’tan Esra Tüzün’e. Kızı tek eşli bir hayat planlıyor olabilirmiş de, bu durumda zaten hastalıktan korunmuş olurmuş. Pes vallahi, mantığa bakar mısınız? Birincisi tek eşli bir hayat planlasa bile kızına virüsün o tek eşinden geçmeyeceği ne malum?
İkincisi asıl aşı yaptırmayarak kızının cinsel hayatına müdahale ediyor ve kızını reşit olduktan sonra da tek eşli cinsel hayat yaşamaya zorluyor. Aşı yaptırmamakla kızına aslında şöyle demiş oluyor, "Bak kızım sana HPV aşısı yaptırmıyorum. Reşit bile olsan gidip biriyle cinsel ilişkiye girer ve kanser olursan umurumda değil". Bir babaya ne kadar yakışan bir mantık değil mi? Töre cinayetlerinin önüne geçilememesine şaşmamalı.
Üçüncüsü "tek eşlilik" kavramına da vakıf değil. Duygusal bir birlikteliği varken bir başkasıyla cinsel ilişkiye girmemeyi ifade eden "tek eşlilik" kavramını, evlenene kadar bakire kalmak sanıyor.
Bütün bunlar kamusal bir makamı, kişisel inançlarla yönettiğini gösteriyor. Ama daha da vahimi var.
Sağlık Bakanlığı Kanser Daire Başkanı’nın kanser aşısına karşı öne sürdüğü ikinci gerekçe dehşet verici.
Diyor ki Murat Tuncer, "Rahim ağzı kanseri Türkiye’de o denli yaygın değil. Biz 10 milyon kadını aşılayarak ancak 600 kişinin kanser olmasını engelleyebiliriz".
Bu gerekçenin ne kadar dehşet verici olduğunu göstermek için tek bir şey söyleyeceğim. Bir an için her şeyi bir kenara bırakın ve aşılanmadığı için kanser olan kişinin kendiniz, kızınız, kız kardeşiniz, ya da eşiniz olduğunu düşünün.
Başka bir şey demeyeceğim.
Jürideki son şövalye
"Şarkı Söylemek Lazım"ın ilk iki programını kaçırmıştım. Eşim seyretmiş, Oray Eğin’den dolayı beğenmiş, mutlaka seyret diyordu.
Bu hafta seyrettim. Oray Eğin olmasa kimsenin seyretmeyeceği bir program. Birilerinin vasata çoktan bu savaşı açması gerekiyordu. Oray Eğin şövalye gibi çıktı, savaşıyor.
Gerçi ben ondan vasata değil lümpenliğe savaş açmasını beklerdim. Vasata zamanında kimse savaş açmadığı için vasatın iktidarı da geldi geçti. Şimdi daha beterine vasatın da altına lümpenliğe, basitliğe teslim oldu Türkiye. Oray Eğin de programda aslında bunlarla savaşıyor, vasatlarla değil. Ama kaybedecek. Lümpenliğin, basitliğin prim yaptığı Türkiye’de hiç şansı yok.
Serap Ezgü’nün Oray Eğin’in zeka ürünü eleştirilerinin karşısında takındığı tavır, prim yapan basitliklerdendi örneğin. Zekayla, bilgi birikimiyle savaşamamanın acizliğiyle avam alkışlarına oynayan bir tavır...
Işın Karaca’nın, Oray Eğin’in aksanıyla alay etmeye kalkışması da aynı basitlikteydi. Bir de en komiği, bu tür yarışmalara katılan ünlülerin ağzına pelesenk olan "buraya eğlenmeye geldik" klişesi vardı ki, lümpenliğin şöhret görmüş halini temsil ediyordu.
Biz de eminiz zaten, eğlenmeye geldiniz. Para ve gündeme malzeme olma yan cebinize...
Cesetler Çin’den
Ayşe Arman, ABD’de çok konuşulan yeni bir sergiyi, "Bodies"i anlatmış cumartesi günkü etkileyici yazısında.
Derileri yüzülmüş gerçek insan cesetlerinin sergilendiği "Bodies"i ben Las Vegas’ta görmüştüm. Arman, New York’takini ziyaret etmiş.
Cesetlerin kaynağını müzedeki bekçiye sormuş Arman. Bekçi de, evsiz Çinliler olduğunu, Amerikan üniversitelerinden birinin bu kimsesiz bedenleri sergiye hazırladığını söylemiş.
Ayşe Arman kızmış, "Zavallı Çinlilerden ne istediniz?" demiş. "Nasıl olur da, hiç beyaz Amerikalı ’homeless’ın vücudu olmaz bu sergide", diye bekçiye çıkıştığını aktarmış.
Bekçinin bunları kendi kafasından uydurduğunu bilse, bu kadar kızmazdı herhalde.
Çünkü o cesetler Çin’deki bir plastinasyon (dokulardaki suyun alınıp silikon gibi polymerlerle değiştirilerek korunması) laboratuvarından geliyor. Cesetleri sergiye hazırlayan da bir ABD üniversitesi değil, Çinli Dalian Tıp Üniversitesi.
Haliyle aralarında beyaz bir Amerikalı evsizin olması olanaksız.
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2007
Geçen yazımda Atina’nın İstanbul’a her açıdan nasıl fark attığını yazmıştım. Atina ziyaretim sırasında bizden geri bulduğum tek bir yanları vardı, şimdi de onu yazayım; şarapları... Yunan şarapları, şarapseverlerce pek makbul şaraplardan sayılmasa da, Türk şaraplarının henüz esamisinin okunmadığı dünya şarap literatürüne girmeyi başarmış şaraplardır.
Atina’da gittiğim restoranlarda Yunanların kendi şaraplarına gösterdikleri saygı özellikle dikkatimi çekti. Hangi restorana gittiysek şarap mönülerinin çok büyük bir kısmını Yunan şaraplarına ayırdıklarına şahit oldum.
Tavernasından en lüksüne, yerli halka hitap edenlerinden en turistik olanlarına kadar tüm restoranlarda şarap mönüsü ya tamamen Yunan şaraplarından oluşuyordu, ya da en az yüzde 70’i...
Yüzde 30 yabancı şaraba yer veren mönülerde de sadece Fransız, İtalyan ve çok nadir olarak Kaliforniya şarapları yer alıyordu. Şili, Arjantin, Avustralya ve Güney Afrika’nın ucuz, kalitesiz şaraplarına tenezzül eden tek bir restorana dahi rastlamadım.
Bizde ise durum tam tersine. Şili ve Arjantin’den gelen ucuz, kalitesiz şaraplar en lüks restoranlarımızın bile şarap mönülerini istila etmiş durumda. Bunlar yetmiyormuş gibi Fransa ve İtalya şaraplarının da kalitesizleri prim yapıyor restoranlarımızda.
Atina’daki restoranların şarap mönülerinde gözüme çarpan bir başka ilginçlik ise şarap fiyatlarının uygunluğuydu. Çoğu restoranda şarabın şişe fiyatı 15 Avro’dan, yani yaklaşık 27 YTL’den başlıyor. 25-30 Avro’ya (45-55 YTL) iyi, 40-60 Avro’ya (75-110 YTL) kaliteli şarap içmek mümkün Atina restoranlarında.
Bizde ise en salaş restoranda bile köpek öldürenin şişesi 40-50 YTL’den başlıyor. Çok kötü bir yabancı ya da iyi bir yerli şarabı ancak 75-100 YTL’ye içebiliyoruz Türk restoranlarında. Çok kaliteli şarapların ise yanına yaklaşılmıyor.
Kabahat restorancılarımızda değil. Şarap kültürü ve zevki gelişmemiş müşterilerin, iyi yerli şaraplarla hemen hemen aynı fiyata satılan kötü ithal şarapları seçmesi doğal.
Ama sorun burada da bitmiyor. Asıl suçlu Türk şarap sektöründeki ağır vergilerdi.
Atina ve İstanbul restoranlarının şarap mönüleri arasındaki fiyat uçurumunun nedeni şaraba uygulanan fahiş vergiler.
İşin ilginç yanı şarabın anavatanlarından biri olan Yunanistan’ın da dünya şarap sahnesinden çekilmesine az daha biz sebep oluyormuşuz. Hem de aynı silahla, yani ağır vergilerle.
Osmanlı döneminde Müslüman olmayan tebaya şarap üretme yasağı uygulanmıyormuş ama şarap üreticilerine uygulanan ağır vergiler, Yunan şarabını dünya üzerinden silmeyi başarmış.
Yunan şarabı ancak 1937’de Yunan hükümetinin verdiği destekle kıpırdanmış, ayağa kalkmaya ise 1960’larda başlamış.
Türkiye’de de şarapçılık 700 yıllık bir uyku döneminin sonunda Atatürk’ün kurduğu şarap fabrikasıyla kıpırdanmış. 2000’in başında tam ayağa kalkarken ise tepesinde vergi balyozunu buluvermiş. Yunanistan’da 130 bin hektar üzüm ekili alandan yılda 400 milyon litre şarap üretiliyor.
Türkiye ise 590 bin hektarlık üzüm ekili arazisiyle, dünyanın dördüncü büyük üzüm yetiştiricisi. Ancak bu kadar üzümün sadece 33 milyon litresi katma değerli şaraba dönüşebiliyor, gerisi çöp fiyatına sofralarda tüketiliyor.
Kısacası Yunan şarabı Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla ayağa kalkmayı başarmış. Türk şarabı ise hálá beyinlerdeki prangalara bağlı... Ve Türk şarapçılığı son yıllarda Yunan şaraplarından kat kat üstün, çok daha kaliteli şaraplara imza atmasına rağmen vergi yüzünden Yunanistan’ın gerisinde kalıyor.
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2007
Atina’ya vardım diye aradığımda eşim şaşırdı, "Ne çabuk... İşe gider gibi", dedi. Atina gerçekten kapı komşusu kadar yakın. Yakın olduğu kadar da şaşırtıcı. Burnumuzun dibindeki bu şehri gezerken, ister istemez hep İstanbul’la karşılaştırdım ve ne yazık ki kendi şehrim adına hep utanç duydum.
Neyse ki Yunanistan’ı 4-1 yendik de, teselli oldu.
Atina’da her şey turizme dayalı. Avrupa Birliği kurulduğunda, şehrin tek endüstrisinin turizm olmasına karar verilmiş ve tüm sanayi Atina dışına taşınmış.
Şehir önce topal kalmış gibi olmuş, kısa bir süre bocalamış ama sonra gitgide hızlanan bir tempoyla Avrupa’nın turist başkentlerinden biri olma yoluna girmiş.
Tıpkı meşhur "sirtaki"leri gibi.
Sirtaki sanılanan aksine geleneksel bir müzik ve dans değil. 1963’de Mikis Theodarakis tarafından sonradan üç Oskar kazanacak "Zorba" filmi için bestelenmiş.
Sirtakinin öyküsü de ilginç. Zorba filminin başoyuncusu Anthony Quinn, Meksika ve İrlanda melezi bir Amerikalı. Filmin çekimi sırasında çapkınlık uğruna, otelin balkonundan balkonuna atlarken düşüp bacağını kırmış.
Filmin önemli sahnelerinden biri olan dans sahnesinin çekimi tehlikeye girince Mikis Theodorakis dahiyane bir yaratıcılıkla ağır, aksak bir ritmle başlayan "Zorbaların dansı" ya da yaygın bilinen ismiyle "Sirtaki"yi bestelemiş.
"Zorba"nın Yunanca’da, Türkçe’dekinden çok farklı bir anlamı var. Yaşamdan zevk almasını bilen, güçlü erkek anlamına geliyor.
Zorbaların dansı Sirtakinin kökeni bildiğimiz Kasap Havası’na dayanıyor. Çok yavaş tempolu başlayan Kasap Havası ezgisinin giderek hızlandığı bir beste.
Başındaki ağır, aksak temposu kırık bacaklı Anthony Quinn’in sarsak adımlarla dans edebilmesini sağlayarak filmi kurtarmış. Gerisi de çekim teknikleri, sinematografik anlatım üsluplarıyla halledilmiş.
Sirtaki Mikis Theodarakis’i, Anthony Quinn’i ve Zorba’yı meşhur etmekle kalmamış, Yunanistan’ın sanki milli marşı olmuş.
Atina’nın turizm yolculuğunu, sirtakiye benzetmemin nedenleri işte bunlar. Ağır, aksak başlamış, giderek hızlanmış ve sonunda turizm Atina’yı Avrupa’nın turizm başkentlerinden biri yapmış.
Atina, Ege sahilerindeki tatil kasabalarımızın metropolleşmiş hali gibi.
Tarih ve medeniyet Atina’da o kadar iyi ve uyumlu bir araya getirilmiş ki hayran kalmamak mümkün değil.
Tarihi dar sokaklar, çok geniş modern caddelerle dengelenmiş. Kaldırımlar üzeri meyve dolu turunç ağaçlarıyla süslenmiş.
Tarihi binalar, göze batmayan yeni binalarla iç içe. 5,5 milyonluk şehirde yüksek yapıya rastlamak çok zor.
Şehrin tarihi merkezi olan Plaka’da turistik eşya satan dükkanları da bulmak mümkün, lüks moda markalarının mağazalarını da. Tavernalar da burada, barlar ve kafeler de.
Her yer alışveriş yapan, yemek yiyen, eğlenen, para harcayan turistlerle kaynıyor.
İstanbul’un da Atina gibi bir turizm şehri olması için yapılması gereken o kadar çok şey var ki.
Tarih tamam da, bu işler öyle şiş kebapla, çay bahçesiyle, sosyetik gürültücü kulüplerle, kebapçılarla, gökdelenlerle olmuyor.
İstanbul’a bir zorba gerek. Ama Türkçe’deki değil Yunanca’daki anlamıyla.
Yemek ve şarap Niş’te nişanlandı
Geçen gün bir iş yemeği için Nişantaşı’ndaki Niş restorandaydım. Doluca ile birlikte şarap-yemek eşlemesine dayalı yeni bir mönü uygulaması başlatmışlar.
Misafirlerim öğlen öğlen fazla gelir diye yanaşmadılar ama ben hazır gelmişken, üç mönü seçeneğinden birini deneyeyim dedim. Doluca’nın Karma serisi çok beğendiğim şarapları barındırdığından, "Lezzetin Müthiş Karması" mönüsünü seçtim.
Eşlemeler çok başarılıydı. Belli ki yemekler ve şaraplar özenle seçilmiş. Öyle ki Karma’nın en mütevazı üyesi Gamay-Boğazkere bile eşlik ettiği Antik Kırmızı Şaraplı Vinaigrette Soslu Yeşil Mercimek, Marine Mantar, Keçi Peyniri’yle birlikte kendini aşıyordu.
Ana yemeğe eşlik eden Doluca Karma Cabernet-Öküzgözü ise kendinden beklendiği gibi güçlü ve vakurdu. Biraz fazlaca pişmiş bonfilenin yanında servis edilen Kırmızı Pancarlı Risotto ise Niş’in her zamanki benzersiz yaratıcılığının enfes bir lezzet tescili gibiydi.
Uygulamanın tek kusuru bence mönülerin set olması ve bunun da fiyata yansıması. Mönüdeki eşlemeler setten ayrı olarak tek tek de sipariş edilebilse daha iyi olurmuş.
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2007
Ünlü ailelerin müzeciliğe el atması İstanbul için hayırlı oldu. Önce Eczacıbaşı Ailesi İstanbul Modern’le soluk aldırdı sanat müzesi fakiri İstanbul’a.
Ardından Sabancı Ailesi, Sakıp Sabancı Müzesi’ni Picasso bombasıyla açarak görkemli bir giriş yaptı sahneye.
Özel sektörün rekabeti, girdiği çoğu alanda olduğu gibi müzeciliğe de renk ve kalite getirdi.
İstanbul Modern ve Sakıp Sabancı Müzesi arasında başlayan tatlı rekabet en başta biz İstanbullulara yarıyor.
Sakıp Sabancı Müzesi, Louvre ile imzaladığı işbirliği protokülüyle bu tatlı rekabette önemli bir adım daha atmış oldu.
Ama benim gönlüm hálá İstanbul Modern’deydi.
Açıldıklarından bu yana İstanbul Modern’e defalarca gitmiş olmama rağmen Sakıp Sabancı Müzesi’nin bahçe kapısından içeri adımımı bile atmadım.
Nedeni basit. İlk açıldığında ailecek gitmeye heveslenmiş, tatsız bir sürprizle karşılaşmamak için de müze bünyesindeki restoranda sigara içilmeyen bölüm olup olmadığını önceden telefon edip sormuştum. İyi ki de sormuşum. Sigara içilmeyen bölümleri olmadığı cevabını alınca gitmekten vazgeçmiş ve müzenin bu çok önemli eksiğini yine bu köşede yazmıştım.
Müzecilik bir bütündür. Ziyaretçilerine sadece içinde gezilecek, duvarlarına sanat eserleri asılmış galeriler sunmakla modern müzecilik yapılmaz.
Dünyanın tüm ünlü, iddialı müzeleri, içinde en az bir gün geçirebilecek komplekslerdir. Restoranları, kafeleri, mağazaları, dinlenme alanları, hatta bazen sinema ve konferans salonları, tatbiki atölyeleriyle sanattan alınan zevki en üst düzeye çıkarmayı amaçlarlar.
Ve dünyanın tüm ünlü, iddialı müzelerinin asıl hitap ettiği kesim çocuklu ailelerdir. Toplumdaki sanat bilinci sanat müzelerinden beslenir, çocukların sanat zevki bu müzelerde yeşerir. Bu sorumluluğun bilincinde olan müzeler, çocuklu aileleri kendilerine çekmek için her türlü olanağı onlara göre ayarlarlar.
Sabancı Müzesi’ndeki Müzede Changa’nın bir müze restoranına yakışmayacak uygulamasını eleştirdiğim yazıma ne Sabancı Müzesi’nden ne Müzede Changa’dan bir cevap geldi.
Biz de çocuklu ailelere sigara dumanından uzak bir gün geçirme olanağı tanımamakta ısrar ettiğini düşündüğümüz için Sabancı Müzesi’nden hep uzak durduk. İstanbul Modern’in sunduğu modern ortamla yetindik.
Meğer kendimizi boşuna kısıtlamışız.
Sakıp Sabancı Müzesi ile Louvre arasında imzalanan protokolü duyunca, Müzede Changa’ya telefon edip sigara yasağı uygulamamaktaki inatları için sitem etme ihtiyacı duydum. Meğer artık restoranın alt katını sigara içilmez alan olarak ayırmışlar.
İstanbul’da artık gidebileceğimiz iki modern müze birden olmasına mı sevineyim, kaçırdığımız sergilere mi üzüleyim, müzenin ve restoranın bir zahmet haber vermekten kaçınan halkla ilişkilerine mi kızayım bilemedim.
Ama artık ilk fırsatta gideceğimizden eminim.
Aklın gıdası
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Reklam Kurulu, Amaze reklamının durdurulmasına karar vermiş. Gerekçe reklamda yer alan şu ifadelerin kanuna aykırılığıymış:
"Şimdi yeni Amaze aklın gıdasıyla çocuklar soruları cevaplamaya çok istekli. Çünkü Amaze’de zihinsel gelişime yardımcı olan balık yağında bulunan DHA, Demir ve İyot içeren deha formülü var. Nefis Amaze deha küpleri. Çocuğunuzun aklını her gün Amaze’le besleyin"...
DHA, ABD ve Avrupa’da hazır bebe mamalarına zihinsel gelişime katkısı nedeniyle katılan ve ambalajında da bu yönü övünç kaynağı olarak büyütülen bir gıda katkı maddesi.
Amaze’i Türkiye’ye getiren Unilever de, ambalajında ürünün bu özelliğini ön plana çıkarıyor. Reklamında da doğal olarak ambalajında ön plana çıkardığı unsurları kullanmış.
İşin en garip yanı da burada. Sanayi Bakanlığı Reklam Kurulu’nun sakıncalı bulduğu Amaze’in ambalajında da yer alan ifadeler Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın onayını taşıyor.
Zihinsel gelişime katkıda bulunduğu bilimsel araştırma sonuçlarıyla da desteklenen DHA için "Aklın gıdası" sloganının kullanılmasında hangisi haklı? Tarım Bakanlığı mı, Sanayi Bakanlığı mı?
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2007
AKP’nin işyerlerine Türkçe isim koyma zorunluğu getiren yasa tasarısını eleştirdiğim geçen yazımda Türkçeye asıl tehdidin hızla gelişen teknolojiden geldiğini belirtmiş ve bu konuya bir sonraki yazımda değineceğimi söylemiştim. İşyeri tabelasına yabancı dil yasağı getirmekle Türkçe korunmaz. Küreselleşen bir dünyada, hele ki turizmden medet uman bir ülkede böylesi bir yasak yarardan çok zarar getirir.
Kaldı ki, turistik olmayan bölgelerde bile işyerlerinin Türkçe olmayan isimler seçmesinin nedeni işyeri sahibinin züppeliği değil, müşterinin aşağılık kompleksi.
Bu aşağılık kompleksini tedavi etmeye çalışarak sorunu kökünden çözmek yerine, tabelalardaki kelimelerle uğraşıp daldaki meyveyi taşlayarak bir yere varmak mümkün değil.
Öte yandan Türkçe bugün, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar büyük bir tehditle karşı karşıya.
Teknoloji tüm dünyada baş döndürücü bir hızla ilerliyor ve bu hızlı ilerleme sonucunda neredeyse hergün yeni kavramlar ve bu kavramlara verilen yeni isimlerle tanışıyoruz.
Türkçe karşılık bulmakta çok yavaş kaldığımız bu yeni terimler yetmezmiş gibi, ithal teknolojinin Türkçe’nin başına sardığı bambaşka bir bela daha var.
Türkçe diğer pekçok dil gibi alfabesinde kendine özgü harfler barındıran bir dil.
Bilgisayarların yazı dilinde kullanılan harfler için diğer ülkeler zamanında önlemini alıp kendi alfabelerine has harflerin standartlara girmesini sağlarken Türkiye bu konuda uyumuş. Türkçeye has harfler olan "İ", "ı", "ğ" ve "ş" uluslararası bilgisayar standartlarına girmemiş.
Bugün İnternet’te gezerken ya da e.posta ile yazışırken, bu harflerin yerine karşımıza çıkan garip şekillerin nedeni işte bu vurdumduymazlık.
Bunun sonucunda da özellikle gençler İnternet’te yazışırken Türkçe harflerin karşılığında aksak karşılıklarını (ı yerine i, ğ yerine g ya da hiçbir şey, ş yerine s ya da $) kullanmayı tercih ederek akıllarınca bir çözüm bulduklarını sanıyorlar.
Yetmezmiş gibi cep telefonu operatörleri de kısa mesajlarında (SMS) Türkçe karakter kullanmayı seçen abonelerini fazladan ücret uygulayarak cezalandırıyorlar.
Daha beteri cep telefonu markaları arasında da bir standart birliği yok. Birinde yazdığınız Türkçe karakter diğerinde bozuk çıkabiliyor. Avuçiçi bilgisayarlarda da durum farklı değil. Hiçbiri Türkçe karakterleri desteklemiyor.
En kötüsü ise ilgili bakanlıkların bu konuda sessiz kalması, meydanı Türkçe düşmanlarına bırakması.
Ulaştırma Bakanlığı Türkçe karakter kulanılan mesajlara fazla ücret uygulayan operatörlere göz yumuyor.
Sanayi Bakanlığı ithal teknoloji ürünlerine Türkçe karakterleri destekleme zorunluluğu getirmiyor. Türkçe karakterleri desteklemeyen ayıplı ürünlerin Türkiye’ye elini kolunu sallayarak girmesine ve serbestçe satılmasına göz yumuyor.
AKP hükümeti Türkçeyi koruma niyetinde gerçekten samimiyse Don Kişot gibi tabelalara saldıracağına önce bunlarla savaşmalı.
Geçen hafta Bilfen Okulları’nda bir konferansa konuşmacı olarak davetliydim. "Türkçeye İyi Davran" isimli bir kampanya (bilfen.onpunto.com) başlatmışlar. Öğrencilerin biraz önce saydığım sorunlara duyarlılıklarına şaşırdım. Bakanlarımızın da çocuklarımızla aynı bilince ulaşmasını istemek çok mu fazla?
Kokakola.kom.tr
E.posta adreslerindeki @ işaretinin Türkçe’deki okunuşu için yaptığım "adres işareti" önerisiyle ilgili yazımla ilgili birkaç duyarlı okur, haklı olarak soruyor: "Her şeyi Türkçesiyle ve Türkçe okunuşuyla kullanmaya özen göstermişsiniz de neden "com.tr"nin okunuşunu "k" ile "kom nokta tere" diye yazmışsınız?"
Temelde haklılar. Zaten birkaç yıl önce, benzer konuların üzerinde durduğum yazılarımda "com.tr"nin de "c" ile okunması gerektiğini savunmuştum. Ve kendi günlük kullanımımda "com nokta tere" diye okumaya da özen gösteriyorum aslında. Yazıyı yazarken dikkatsiz bir anıma denk gelmiş.
Ancak halk tarafından benimsenen ve yanlış kullanımı meşrulaşan bazı yaygın kullanımlarla da fazla uğraşmak boşuna diye düşünüyorum.
Kimse "Coca Cola"yı "c" ile okumuyor ve "k" ile okunuyor diye yanlışlıkla "Koka Kola" diye yazmıyor örneğin.
E.posta adreslerinde kulanılan ".com" uzantısının bilinirliği, "Coca Cola" kadar yaygınlaştı mı, ondan da emin değilim açıkçası.
Bu nedenle şahsi kullanımımda hálá "c" ile okusam da, "k" ile okumanın çok yakın bir gelecekte galatı meşhur olup "galat-ı meşru"laşacağını düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2007
AKP’nin işyerlerine Türkçe dışında isim konmasını yasaklayan yasa tasarısını saçma buldum. Bana İstanbul Belediye Başkanı AKP’li Kadir Topbaş’ın, Beyoğlu Belediye Başkanı olduğu dönemdeki uygulamasını hatırlattı. Hálá süren uygulamaya göre İstiklal Caddesi’ndeki işyerlerinin, logolarını tabelalarında orijinal renklerinde kullanmaları yasak.
Komünizm hortladı mı dedirtecek kadar tek tipçi bir despotizm örneği olan uygulamaya göre İstiklal Caddesi’ndeki tüm tabelalar kahverengi zemin üzerine altın rengi logo ve yazı şeklinde olmak zorunda.
Tabela kirliğinin İstanbul’un, hatta tüm Türkiye’nin ortak sorunu olduğu doğru. Ancak bu kirlilikle mücadele etmenin yolu İstiklal Caddesi örneğinde olduğu gibi tek tipçi despotik yasaklardan değil, Nişantaşı’nda olduğu gibi daha elastik, demokratik yasaklardan geçiyor.
AKP’nin işyerlerine Türkçe isim zorunluluğu getiren yasa tasarısı ise Beyoğlu örneğindeki gibi despotik yasaklardan. İstanbul’un çarpık şehirleşmesini, İstanbul’a vize getirmekle çözeceğine inanan yüzeysel düşünme alışkanlığının bir ürünü.
AKP’nin yasaya gerekçe olarak Türkçeyi koruma amacını göstermesini samimi bulmak da zor.
İşyerlerinde Türkçe isim kullanmama alışkanlığı, sosyal bir modadan ibaret. Türkçeyi sanıldığı kadar tehdit ettiği filan da yok. Kötü bir alışkanlık tabii ama yasaklarla üstesinden gelmeye çalışmak bu alışkanlığın altındaki asıl hastalıkları tedavi edemiyor.
İşyerleri bu yabancı isimleri, tüketici gözünde daha çekici oldukları için koyuyorlar. Tüketicinin yabancı isimli işyerlerine rağbet göstermesinin nedeni ise toplumsal bir aşağılık kompleksi.
Bu aşağılık kompleksini ve aşağılık kompleksine bağlı özentiyi yasaklarla tedavi etmek, Türkçeye olan tehditin asıl nedenlerini ortadan kaldırmak mümkün değil.
AKP, Türkçeyi koruma konusundaki niyetinde gerçekten samimiyse, Türkçe’nin önündeki en büyük tehditle; ithal bilişim ve iletişim ürünlerinin yarattığı kalıcı alışkanlıklarla mücadele etmeli.
Bu konuya bir sonraki yazımda değineceğim.
Türk şarabı yine sınıf atladı
Hükümetin Türk şarap sektörünü öldürmeye yönelik tüm politikalarına inat, Türk şarapçılığı kalite çıtasını sürekli yukarı taşıyan ürün örnekleri vermeye devam ediyor.
Türk şarap sektörü beş, altı yıl önceki atılımlarının meyvelerini birkaç yıldır almaya başlamıştı. Ağır vergiler ve kalitesiz, ucuz şarap ithalatını teşvik eden gümrük mevzuatı yüzünden tatları biraz buruklaşsa da, piyasa şaraptan anlayanların gözdesi olan çeşitli Türk şaraplarıyla süslenmişti.
Türk şaraplarındaki kalite artışı bu yıl, farklı şarap markalarının çıkardığı yıllandırmaya uygun rezerv ürünlerle sürüyor.
Geçtiğimiz aylarda Pamukkale’nin Türk şarapçılığına armağan ettiği Chardonnay Rezerv ve Şiraz Rezerv’lerle tanıştık. İkisi de harikaydı.
Geçen gün de Tekel’in efsanevi markası Buzbağ’ın rezerviyle tanıştım. Kayra’cılar daha etiketi matbaadan çıkmadan heyecanla tattırdılar.
Buzbağ Rezerv 2004, Kayra’nın Tekel’i devraldıktan sonra şaraba yaptığı yatırımların ilk harika mahsülü. Buzbağ Rezerv de, tıpkı Pamukkale’nin rezervleri gibi Türk şarapçılığı için bir gurur kaynağı.
Yüzde 50 Boğazkere, yüzde 50 Öküzgözü harmanından üretilen Buzbağ Rezerv, Türkiye’nin en kaliteli şaraplık üzümü olan yoğun tanenli Boğazkere’nin yüksekçe oranda kullanılmasından ve henüz genç olmasından dolayı buruk bir şarap. Ancak bu damağı hafif tırmalıyıcı burukluk, özenle seçilmiş Öküzgözü’lerin verdiği meyve aromalarıyla çok iyi dengeleniyor. Yıllandırıldığında çok daha mükemmelleşeceği kesin. Zaten şarapseverlerin yıllandırması ve Kayra tarafından yıllandırılıp seçkin restoranlara peyderpey dağıtılması amacıyla çok kısıtlı sayıda üretilmiş, çok seçkin bir şarap.
Yarın öğlen de (siz bu yazıyı okurken dün yapılmış olacak) atılımdaki bir başka Türk şarap markası olan Sevilen, rezerv şaraplarını barındıran yeni Premium serisini bir öğlen yemeği davetinde yeme-içme kültürü yazarlarına tanıtacak. Önceden planlanmış bir başka randevum olduğu için katılamayacağım ama son yıllardaki atılımlarına bakarak Sevilen’in rezerv ürünlerinin de Pamukkale ve Kayra’nınkiler gibi başarılı olacağından eminim.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2007
Satranç Zeka Oyunu Değildir başlıklı 16 Şubat tarihli yazımın ardından gelen mesaj yağmuruna inanamadım. Gelen mesajlara bakarak satrancın zeka gelişimi üzerinde bir etkisi var mıdır söyleyemem ama, adap ve saygı sahibi olmak üzerinde olumlu etkisinin olmadığını rahatça iddia edebilirim.
Yazıdaki iddiam da satrancın zeka gelişimine etkisi olmadığı yönünde değil, satrancın zeka oyunu olmadığı yönündeydi.
Tezimi savunmakta eksik kalan noktaları, yazışma adabını bilen, saldırmak değil tartışmak amacıyla yazan satrançseverle paylaştım.
Kısaca buraya da aktarayım:
- Günümüz sayısal (dijital, 0 ve 1 mantık kapılarıyla çalışan) bilgisayarlarında zeka yoktur.
- Yapay zeka günümüz bilgisayarları için fazla zorlama bir terimdir. Söz konusu olan yapay zeka değil, mantık önermelerinin değerlendirilmesine dayalı seçimlerdir.
- Günümüz bilgisayarları dünya satranç şampiyonlarını çoğu maçta yenebilecek kapasiteye ulaşmışlardır.
- Zeka yoksunu bilgisayarlar çok yakında dünyanın en iyi satranççılarına asla yenilmeyecek kapasiteye ulaşacaklar.
- Zekası olmayan bilgisayarlar insana asla yenilmeyecek kapasiteye ulaşabiliyorlarsa, satranç zeka oyunu değildir.
Konu derin. Satrancın zeka oyunu olduğunu savunanlar tezimin bu aşamasında zekanın tanımını tartışmaya açıp, bilgisayarların da zeki olduğu spekülasyonuyla tezimi çürütmeye çalışıyorlar.
İşin bu kısmına da ilerki yazılarda geliriz.
Buzda yüzde 70 sandıkta da yetmiş
Buzda Dans yarışması, din ve inanç istismarının artık Türk halkına sökmediğini gösteren bir sürprizle sonuçlandı.
Asena’ya eşlik eden Alman patencinin "Müslüman olacağım" açıklamasına kadar başa baş giden halk oyları, bu dakikadan itibaren bir anda kırmızı yarışmacının lehine döndü.
Herkes inanç sömürüsünün işe yaradığını, açıklamadan önce yüzde 49 olan oy oranı hızla yüzde 70’e çıkan yarışmacının Asena olduğunu sanıyordu.
Bir tek Olcayto Ahmet Tuğsuz aynı düşüncede değildi. "Türk halkının böyle din sömürülerine prim vereceğine inanmıyorum" dedi. Ve haklı da çıktı. Yüzde 49’dan gelip, yüzde 70’i yakalayan kırmızı yarışmacı Zeynep Tokuş’tu.
Bu yüzde 70, yüzde 30 oranı, dini inançların sömürüsü hakkında siyasi bir çağrışım da yapıyor bana. Merak ettiyseniz neo.onpunto.com adresindeki e.günlüğüme beklerim.
Tehlikenin farkında mısınız?
YouTube İnternet sitesinin, Atatürk’e hakaret eden bir video yayınladığı için sansürlenmesi kararı, sitenin videoyu yayından kaldırması, mahkemenin de siteye Türkiye’den erişimi serbest bırakmasıyla tatlıya bağlanmış görünüyor.
Bu görüntüye kanıp, mesele kalmadı diye düşünmek devekuşu gibi başımızı kuma gömmek olur.
Mesele YouTube’un yayınladığı bir video filmi ve bir Türk mahkemesinin aldığı sansürleme kararından ibaret olacak kadar basit değil.
Zaten YouTube o videoyu yayından kaldırdı ama Onpunto.com yazarı "erususre"nin yazısından (tinyurl.com/2c2wcs) öğreniyoruz ki, YouTube’da hemen benzer başka videolar daha yayınlanmaya başlamış.
Peki şimdi ne olacak? Mahkeme YouTube’un yine sansürlenmesine mi karar verecek? YouTube o videoları da kaldıracak ve erişim yine açılacak, YouTube kullanıcıları bu kez daha da fazla Türkiye karşıtı video hazırlayıp yayına verecek, mahkeme yine yasak getirecek, YouTube yine bu videoları da kaldıracak, videolu saldırıların sayısı daha da artacak, yine sansür gelecek, yine özür...
Bu kısır döngüyü, mevcut hukuk zihniyetiyle kırmanın olanağı yok.
Bu zihniyetin en tehlikeli yansıması, meclisten yangından mal kaçırmaya çalışır gibi çıkartılmaya çalışılan, İnternet’i sansürlemeye zemin hazırlayan çağdışı yasa taslağıdır.
YouTube ayrıntısını bir kenara bırakıp, çıkartılmaya çalışılan bu yasaya odaklanmamız gerekiyor.
Geçen hafta da yazdığım gibi, meclisten çıkartılmaya çalışılan yasa taslağı Türkiye’nin geleceğini 301’den çok daha fazla etkileyecek bir gelişme. Şimdilik Haşmet Babaoğlu dışında, bu konuya bu açıdan yaklaşan başka yazara rastlamadım. 20. yüzyılda saplanıp kalmayan, 21. yüzyılı da düşünen daha çok yazarımız olduğunu umuyorum.
Yazının Devamını Oku