2 Mayıs 2007
İstanbul Belediyesi için her iş bitmiş, şimdi Bebek’e yüzer marina yapacakmış. İstanbul’u İstanbullular için kendi başına düşünmeyi kendine vazife edinen İstanbul Belediye Başkanı, Bebek’i de unutmamış, kararını vermiş.
Bebekliler ne der, İstanbullular nasıl karşılar önemli değil.
Burnunun dikine gitmek için yüzde 25’i yeterli gören bir gelenekten gelme olduğu için İstanbullulara, Bebeklilere sormadan kendi başına karar vermiş.
Gerçi hakkını yemeyeyim belki Bebek Balıkçısı ile istişarede bulunmuştur, bilemeyeceğim.
Bildiğim 16 Nisan’da yaptığı açıklamada söylediklerinden ibaret.
Başkan Kadir Topbaş’a göre vatandaş Bebek, İstinye ve Tarabya koylarında kıyıya bağlı teknelerden rahatsızmış. Görüntü kirliliği yaratıyorlarmış.
Bu koylara birer yüzer marina yapıp, sahili yatlardan temizleyeceklermiş.
Peki temizleyince ne olacakmış? Vatandaş sahilde rahatlıkla yürüyebilecek, balık tutabilecek, denize girebilecekmiş.
Edebiyat tarihine geçecek kadar iyi bir oksimoron (yan yana kullanılamayacak kadar birbiriyle çelişen, ters kelimelerin birlikte kullanılması sanatı) yapmış Topbaş.
Yatlardan temizlenen kıyılarda vatandaş hem balık tutacak, hem denize girecek hem de rahat yürüyebilecek...
Bu üçünün bir arada asla yapılamayacağını görmek için İstanbul’da Boğaz’da sadece bir gün şöyle birkaç saat gezmek yeter.
Topbaş’a örneğin bir pazar günü Arnavutköy Akıntıburnu sahiline çıkmasını öneririm. Oltacıların işgalindeki o sahilde tek bir adımını rahat atabiliyor mu görsün.
Veya yaz gelince Aşiyan sahiline bir uğrasın. Donla denize giren, kaldırımları da mangallarıyla, çöplükleriyle işgal eden lümpenlerin içinden, korumaları halkı yarmadan geçmeye kalkışsın?
Hani kıyıları yatlardan sırf vatandaş sahilde rahat yürüsün diye temizleyeceğim dese, bir derece.
Ancak bu da anlamsız çünkü yatların sahildeki vatandaşın yürüyüşüne engel hiçbir etkisi yok.
Bir tek görüntüyü bozdukları iddia edilebilir belki ama boğazın ortasına kurulacak yüzer marinaların manzarayı çok daha fazla bozacağı da aşikar.
Buna karşılık Boğaz kıyısına bağlanan ve manzarayı gerçekten bozan tekneler de var. Bunlar yüksek gövdeli, devasa gezi tekneleri. Arnavutköy’den Bebek’e doğru yürürken balıkçı teröründen kurtulduğunuzda bunlarla karşılaşıyorsunuz. Vatandaşın denizle ilgisini asıl kesen Tarabya, İstinye ve daha başka kıyı semtlerinde de kıyıya bağlı duran bu gezi tekneleri.
Topbaş eğer gerçekten vatandaşı düşünüyorsa önce bu gezi teknelerini kıyılardan uzaklaştırsın, sonra Boğaz kıyısında (belki balık tutmaya uygun birkaç yer belirleyip, hatta bazı yerlere özel iskeleler yaptırıp) balık tutmayı yasaklasın. Görüntü kirliliğiyle mücadele için ise donla denize girenlere savaş açsın.
Unutmadan bir de, Bebek’e otopark yaptırsın.
Benzersiz yerel tat: Termon
Hürriyet Cuma’nın En İyi 10 listesinde geçen hafta "Benzersiz 10 yerel tat" vardı.
Jüri bu kez biraz baştan savmış. Geçenlerde de "aile yemeği yenecek restoranlar" listesine, dumanaltı restoranları eklemişlerdi.
Bu haftaki listeye örneğin "humus"u hangi jüri üyesi soktu çok merak ettim. Ortadoğu gibi koca bir coğrafyaya mál olmuş bu yemeğin nesini "benzersiz yerel tat" olarak görmüş, anlayamadım.
Bir başkası ise "deniz kestanesi mezesi" demiş. O da Türkiye’ye özgü bir lezzet olmaktan o kadar uzak ki...
Dünyaca ünlü yemek kültürü dergisi Gourmet’in bu ayki sayısına kadar giren benzersizlerin benzersizi bir lezzetimize ise hiç değinmemiş jüri.
Termon isimli bu benzersiz Laz lezzetini Gourmet dergisi yazarı, Pazar’da tanıştığı Elif’in teyzesinin elinden tatmış.
Laz teyze tam 20 litre "kokulu üzüm" şırasını, bahçedeki kazanda, odun ateşinde kabuklar kendi kendine ayrılıp yukarı çıkıncaya kadar ağır ağır kaynatmış. Suyu süzüp, içine fasulye taneleri (aslında kestane katıldığında daha da güzel olur), şeker ve un katıp koyulaşana kadar karıştıra karıştıra kaynatmaya devam etmiş. Saatlerce süren uğraş dört kase nefis termonla sonuçlanmış.
Gourmet yazarı Rize’ye yolu düşenlere bu benzersiz lezzeti tavsiye ediyor.
En güçlü yazar listesine iki ek
Google’da özel bir arama yöntemi kullanarak oluşturduğum "En güçlü 50 köşe yazarı" listesinde önemli bir eksik olduğunu, yazım yayınlandıktan sonra fark ettim.
Üniversitelerden ödül alma şampiyonu Can Dündar’ı unutmuştum. Hemen Google’a girip arattım. 479 sonuç sayısıyla, listeye Fehmi Koru ile Hasan Cemal’in arasından 20. sırada giriyor.
Bu arama sonucu listeyi oluşturduğum günle aynı tarihte yapılmadığından, sıralamadaki gerçek yeri biraz daha yukarılarda olabilir.
Can Dündar’ı kontrol ederken, bir süredir köşe yazısı yazmıyor olmasına rağmen Milliyet Yayın Yönetmeni Sedat Ergin’i de kontrol edeyim dedim. İyi ki etmişim. 533 sonuçla listeye 13. sıradan girmesi gerekiyor...
Dediğim gibi listenin hazırlandığı 22 Nisan’da sonuçlar herkes için biraz kabarık çıkmıştı. Birkaç gün sonra nedense genel bir düşüş yaşandı. Yani Sedat Ergin’in de bir, iki sıra yukarıda olma ihtimali var.
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2007
Aralık 2004’te Türkiye’nin gündem yaratma gücü en yüksek gazete yazarları hakkında bir fikir sahibi olmak için Google aramalarından yararlanan bir yöntem kullanmış ve bu yöntemi kullanarak bir liste hazırlayıp, yayınlamıştım. Aslında daha Google bile yokken, 1996’da o dönemin popüler arama makinesi AltaVista’yı kullanarak da eğlenceli listeler hazırlayıp, yayınlıyordum.
Daha güvenilir sonuçlar almak üzere zamanla geliştirdiğim yöntem sonradan çok popüler oldu. Geçenlerde de Para Dergisi kullanmış ve köşe yazarlarını Google’da yer alma sayılarına göre sıralamış.
Ancak Para Dergisi, bu yöntemi kullanırken işin önemli bazı inceliklerine dikkat etmediğinden fazlasıyla kaba bir sıralama elde etmiş.
Para’nın yaptığı gibi eğer Google’a bir ismi aratır ve önünüze gelen ilk rakamı kullanırsanız, çok yanıltıcı sonuçlar alırsınız.
Çünkü bu rakam, arattığınız isimin aynı sitedeki tekrarlarını da içermektedir. Örneğin Oktay Ekşi ismi hurriyet.com.tr sitesinde doğal olarak binlerce kez geçmektedir.
Halbuki arama sonuçlarının listelendiği sayfanın en dibine gidip, buradan en son arama sonucu sayfasına gider ve en dibine bakarsanız, burada gördüğünüz rakam arattığınız ismin farklı sitelerde yer alma sayısını gösterdiğinden daha anlamlı bir rakamdır.
İşte bu daha güvenilir yöntemi kullanarak her yıl yaptığım listemi güncelledim. Sonuçları tabloda görebilirsiniz.
Kuşkusuz bu yöntem de tam güvenilir bir sonuç vermiyor.
Örneğin haftada bir kez yazan bir yazarın aldığı atıf sayısını, haftada yedi kez yazan yazarın aldığıyla direkt olarak karşılaştırmak yanlış olur. Ya da aynı zamanda televizyon yıldızı da olan bir yazarın isminin geçtiği kaynak sayısını, sadece gazeteci olan bir yazarın isminin geçtiği kaynak sayısıyla karşılaştırmak da...
Üstelik arama sonuçları günden güne, hatta saatten saate farklılık da gösterebiliyor. Ancak sıralama kısa vadede genellikle çok az değişiyor.
Tüm kusurlarına karşı bu yöntem, yine de Türkiye’nin ismine en fazla atıfta bulunulan yazarları sıralaması için fikir vermek açısından en güvenilir yöntem.
En güçlü 50 köşe yazarı
1- Emin Çölaşan: 696
2- Ertuğrul Özkök: 694
3- Çetin Altan: 687
4- Özdemir İnce: 679
5- Oktay Ekşi:677
6- Bekir Coşkun: 643
7- Ayşe Arman: 630
8- Reha Muhtar: 591
9- Doğan Hızlan: 584
10- Yalçın Doğan: 580
11- Hasan Pulur: 544
12- Perihan Mağden: 536
13- Güneri Cıvaoğlu: 504
14- Mehmet Y. Yılmaz: 500
15- Fatih Altaylı: 500
16- Haşmet Babaoğlu: 498
17- Cengiz Semercioğlu: 496
18- Yurtsan Atakan: 486
19- Fehmi Koru: 483
20- Hasan Cemal: 467
21- Ece Temelkuran: 440
22- Melih Aşık: 436
23- Mustafa Mutlu:434
24- Pakize Suda: 432
25- Cüneyt Ülsever: 411
26- Hadi Uluengin:408
27- Hıncal Uluç:390
28- A. Hakan Coşkun: 388
29- Oray Eğin: 388
30- Murat Bardakçı: 384
31- Enis Berberoğlu: 368
32- Ferai Tınç: 367
33- Yalçın Bayer: 357
34- Haluk Şahin: 351
35- Serdar Turgut: 342
36- Kanat Atkaya: 336
37- İsmet Berkan: 328
38- Selahattin Duman: 322
39- Mehmet Barlas: 319
40- Emrem Dumanlı: 314
41- Yılmaz Özdil: 296
42- Hakkı Devrim: 295
43- Engin Ardıç:293
44- Gila Benmayor: 286
45- Ali Saydam: 281
46- Ergun Babahan: 242
47- Vahap Munyar: 230
48- Yüksel Aytuğ: 221
49- Emre Aköz: 220
50- Umur Talu: 193
* 22 Nisan 2007 tarihinde yapılan aramalardan alınan rakamlardır.
Nöbetçi Erdoğan vekili
Hurriyet.com.tr Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkıp çıkmayacağına dair Hürriyet yazarları arasından bir anket yapmıştı. Çıkmayacağı belli olunca, kim bildi kim bilmedi listesini yayınlamışlar.
Siyaset Bilimi mezunu tek yazar olduğum için olacak bana sormamışlardı. Ben de tahminimi, yorumuyla birlikte neo.onpunto.com adresindeki e.günlüğümde yazmıştım.
Satırı satırına doğru çıkan tahminimi günlüğümden okuyabilirsiniz. Bir tek son anda çekilip, mağdur rolüne büründükten sonra herkesi razı edeceği ismin nöbetçi Erdoğan vekili Abdullah Gül olacağını tahmin edememişim.
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2007
Kurucusu olduğum Türkiye Bilgi Toplumu düşünce grubuna, grubun üyelerinden CHP Uşak Milletvekili Osman Coşkunoğlu’nun medyaya sitem eden bir mesajı geldi. Coşkunoğlu Türk Telekom-AKP hükümeti ilişkisi ile ilgili olarak meclise sunduğu soru önergesine medyanın ilgi göstermemesinden yakınıyor.
Çok haklı çünkü soru önergesi Türkiye için gerçekten çok önemli bazı kuşkuları sorguluyor.
Sözü gündem oluşturması umuduyla Coşkunoğlu'nun yazısından alıntıladığım satırlara bırakıyorum:
"Türk Telekom yönetimi 28 Aralık 2006 günü, daha ortada Telekomünikasyon Kurumu onayı yokken, yeni ve birçok bakımdan sakıncalı tarifelerini açıkladı. Adeta onaylanacağı konusunda bir garanti alınmıştı. Nitekim, iki hafta sonra Telekomünikasyon Kurumu bu tarifeleri aynen onayladı.
Birkaç hafta sonra da TT'nin yüzde 55 hissesini satın alan Oger Telekom, taksit yerine peşin ödeme yaptı.
Ödenen para, IMF'nin AKP hükümetine "Bir yerlerden bulun veya tasarruf edin" dediği (tedbir) miktarına da yakın.
Yani, 2006 yılının tamamında 4 miyar YTL bütçe açığı verdiği halde, 2007 yılının sadece ilk iki ayında 8 milyar YTL bütçe açığı vermiş olan AKP hükümeti için TT'nin bu peşin ödemesi ilaç gibi gelmişti. Tıpkı, onaylanan zamların Türk Telekom'a ilaç gibi geldiği gibi.
Bu "raslantılar" dizisi ve karşılıklı "ilaç" sunmalar üzerine düşünüp araştırırken, güvenilir bir kaynaktan "Muhammet Hariri ile RTE geçen güz aylarında gizli bir buluşma yaptı ve sonradan açıklanan yeni tarifeler konusunda daha o zamandan anlaştılar" bilgisi geldi bana.
Bunu (ve önceden yanıtlanmamış diğer bazı sorularımı tekrar soran) soru önergemi Başbakan’ın yanıtlaması talebiyle TBMM Başkanlığı’na 13 Nisan Cuma günü verdim.
Hep yakınıyoruz medyadan, ama şu noktayı da unutmamak gerekir.
Sorun "arz"da mı yoksa "talepte" mi? Arz mı talebi yaratıyor, talep mi arzı? Bunların tek ve net bir yanıtı yok diye düşünüyorum. Her yanıt tartışmalıdır ve tartışılmalıdır".
Sorunun arzda mı yoksa talepte mi olduğu bu yazıya gelecek okur tepkilerinden de anlaşılabilir. Hadi bekliyorum, görelim bakalım.
(Soru önergesinin metni için tinyurl.com/2ostm3, ya da önerge TBMM sitesindeki bu adresinde sırra kadem bastıysa tinyurl.com/2nefwm)
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2007
İstanbul Valiliği taksilerde sigara içmeyi yasaklamış. Babamın külahına anlatsınlar. Tatil için ailecek, 10 gündür Florida, Orlando’dayız.
Parklarda, açık havada bile sigara içmek yasak. Sigara içmek isteyenler, kendini zehirleme özgürlüklerini sigara içenlere ayrılmış köşelerde, başkalarına zarar vermeden kullanmak zorundalar.
Zekaya Disney dopingi
Çocuğum doğmadan önce bile yazar dururdum. Walt Disney World gibi eğlence merkezlerine sahip oldukları için ABD’li çocuklar çok şanslı, üç yaşına kadar buraları ziyaret eden çocukların zekası birkaç 10 puan birden zıplar diye... Türkiye’de benzer bir eğlence merkezinin olmaması ise ülkemiz çocukları için büyük bir handikap.
Batılı ülkelerin çocukları, eğitim olanaklarındaki üstünlükleri yetmiyormuş gibi böylesi eğlence merkezlerine sahip olmakla da birkaç sıfır önde başlıyorlar yarışa, bizimkilerin önünde.
Sigara toplumsal zekamızı geriletiyor
Bir de buna zeka gelişimine olumsuz etkisi olan ikincil sigara dumanını ekleyin, yetişmekte olan nesillerimizin zeka gücünün batılı ülkelerle boy ölçüşmeye yetmeyeceğine bugünden emin olabilirsiniz. Türk aileleri zorunlu olarak ikiye ayrılıyorlar. Birinci grupta sigara dumanını umursamayıp, çocuğunu her ortama sokanlar var.
İkinci grupta ise keşhaneden farklı olmadıkları için restoranlardan, kafelerden, sinemalardan, tiyatrolardan, alışveriş merkezlerinden uzak duranlar. Birincilerin çocuklarının zekası maruz kaldıkları sigara dumanı nedeniyle hepten geri kalıyor. İkinci gruptakilerin ise yaşamlarındaki tekdüzeliğin getirdiği uyaran yoksunluğundan...
Kimsenin kimseye saygısının olmadığı, başkalarını dumanlarıyla zehirlemeyi kişilik hakkı sanan cahillerin çoğunlukta olduğu Türkiye’de, İstanbul Valiliği’nin bu iyi niyetli girişiminin akıbetini görmek için kahin olmaya gerek yok. Kapalı yerlerde sigara içmeyi yasaklayan ve hazır olmasına rağmen tam bir yıldır Meclis gündemine alınmayı bekleyen yasa tasarısını çıkarmakta, sigara düşmanı Tayyip Erdoğan bile iktidarsız kalıyor. Kapalı mekanlarda sigara içmeme medeni davranışını benimsetmeye Mustafa Sarıgül’ün gücü, Türkiye’nin en medeni semtlerinden Nişantaşı’nda bile yetmiyor.
Bizzat tanık oldum. Kadının teki sigara içilmez masada, Sarıgül’ün gözünün içine baka baka sigara içti ve hiçbir şey olmadı. Şişli’de Cevahir’in hemen karşısında iki pastane salonu var. İkisinin de bırakın bazı masaları sigara içmeyenlere ayırmalarını, dumansız masa uygulamasından haberleri bile yok.
İDO vapurlarının durumu
İDO yine çok medeni bir kararla vapurlarda, açık alanlar da dahil sigara içmeyi yasaklamış. Ama İDO vapurları keşhane gibi, yasak mürettebatın da umrunda değil. Gökçen Karan’ın e.günlüğündeki (tinyurl.com/25gywk) videoyu izleyin, o vapurlara çocuğunuzu bindirir misiniz karar verin. Durum bu kadar vahimken, İstanbul Valiliği taksilerde sigara içmenin önüne geçebilirse mucize olur.
Keşke geçebilse... Belediye otobüslerinde, metroda bu işin başarılmasının sırrı nedir, önce bunu bulmalıyız. Bu konuya tekrar döneceğim, sizin fikirlerinizi de bekliyorum.
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2007
Prof. Tarık Minkari, hayatını anlattığı "Mizah zekánın zekátıdır" kitabında Türk doktorlarına özgü bir tıp ahlaksızlığına kendisinin de başvurduğunu övünerek anlatmış. Bedii Gorbon nefes borusu kanserine yakalanmış, ABD’de ameliyat olmayı seçmiş.
Tarık Minkari’ye göre ABD’li doktorlar Gorbon’a ciddi bir tedavi uygulamamışlar.
Minkari, Gorbon’a "6 ay ömrünüz kaldı" dediğini iddia ettiği ABD’li doktoru eleştiriyor. Ve ben olsam ne kadar ömrü kaldığını söylemezdim diye övünüyor.
Bir kere ABD’li doktorlar hiçbir hastaya şu kadar ömrün kaldı filan demez. "İstatistiklere göre sizin durumunuza benzer durumdaki hastalar, yüzde şu kadar olasılıkla şu kadar süre yaşıyorlar" der.
Ama Türk doktorların bir kısmının tutumu konusunda haklı Minkari. Gerçekten de Türk doktorlarının önemli bir bölümü, hastadan kanser olduğunu bile saklama eğiliminde.
Peki doktorların hastalarından kanser olduğunu saklamaya hakları var mı gerçekten?
Kesinlikle yok. Hastasından kanser olduğunu saklayan bir doktor, büyük bir mesleki ahlaksızlık yapıyor demektir.
Kendisi hakkındaki gerçekleri bilmek, her insanın doğal hakkıdır. İnsan doktora sağlık durumu hakkında bilgilenmek için gider.
Doktor kimin neyi ne kadar bilmesi gerektiğine karar verebilecek bir konumda değildir. Hiçbir doktorun kendisini hastasından daha üstün görmeye hakkı olamaz.
Bir de şöyle düşünün. Her insan kendi geleceğini kendi planlama hakkına sahiptir. Hayatı süresince bitirmek istediği işler olabilir. Maddi ya da manevi borçlarını temizlemek isteyebilir. Daha da önemlisi, tedavi biçiminin seçiminde de tek söz sahibi olması gereken kişi yine kendisidir.
Bunun tek istisnası, kişinin önceden aksi yönde bir beyanının olmasıdır.
Bazı insanlar, bu gibi kötü haberleri bilmemek isteyebilir. Bu da onların en doğal hakkı. Ancak eğer böyle bir seçimi varsa kişinin, bunu önceden beyan etmesi, "Ölümcül olma olasılığı yüksek bir hastalığa yakalanırsam bunu bilmek istemiyorum" demesi gerekir.
Dini bütünler ve büsbütünler
İtiraf etmeliyim ki, Ahmet Hakan’ın samimiyetine şüpheyle yaklaşanlardandım. Kendimce haklı nedenlerim de vardı, şüphemden utanmıyorum ama Ahmet Hakan’ın samimiyetinden artık tüm köşe yazarlarının yüzde 98’inden daha fazla eminim.
Geçen gün yine çok güzel yazmıştı. Tayyip Erdoğan’ı düşünmeye çağırıyordu; "5 yıla yaklaşan iktidar görevimde neden kuşkuları gidermek yerine daha da artırdım?" sorusuna yanıt aramasını istiyordu.
Geçen hafta TBMM’de bir araştırma komisyonunda, davetli konuşmacıydım. Ahmet Hakan’ın sorusunun cevabına orada tanık oldum.
Komisyon üyesi AKP’li milletvekillerinden biri, CHP’li diğer bir üyeye şaka yollu takılıyordu. Dinini sorgulayan, CHP’li üyeyi Müslüman olmamakla suçlayan tacizkar bir sataşma vardı bu şakalarda.
Eminim kötü niyetli, taciz amaçlı bir takılma değildi bunlar ama AKP’li olanları inançlı, olmayanları inançsız olarak sınıflayan bölücü zihniyetin devam ettiğinin göstergesiydi.
Sokaklara dökülen yüzbinlerin ortak itirazı işte bu yüzden önemli.
Kaza anında medyaya basınız
Türkiye’de 33, ABD’de 33 öğrencinin katli aynı güne rastladı.
ABD’deki katliamın görünen sorumlusu cinnet geçiren bir öğrenci, Türkiye’deki katliamın görünen sorumlusu ise muhtelif cinnetti.
ABD dört gündür bu olayı konuşuyor. Televizyonlarda, gazetelerde hep bu olay irdeleniyor.
Türkiye’deki katliam da, Türk medyasında ilk gün manşete çıktı, ikinci gün biraz konuşuldu, üçüncü gün ise tamamen unutuldu.
Sorumlu medya mı peki? Eğer medya olsaydı olay ilk gün de manşetlere çıkmazdı. Sorumlu biziz. Herşeyi unutan, sosyal hafızası sıfıra inen bir toplum olduk.
Suçu medyanın üzerine atmak işin kolayı. Medyanın toplumun aynası olduğunu görmek ise kabul etmesi zor olanı.
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2007
Altı ay, bir yıl ya da şu kadar zaman ömrünüz kaldığını bilseniz ne yapardınız? Aklımda konunun başka bir yönü vardı aslında.
Prof. Tarık Minkari’nin hayatını aktaran "Mizah zekánın zekátıdır" kitabında geçen ve Türk doktorlarına özgü bir tıp ahlaksızlığı örneğinin üzerinde duracaktım.
Haşmet Babaoğlu’nun yazısını okuyunca konunun bu yönünü bir sonraki yazıma bıraktım.
Sevgili Haşmet, öleceğini öğrenen insanların kalan zamanlarında gerçekleştirmeyi diledikleri arzularını sorgulamış.
İşin sırrı da aslında bu "öleceğini öğrenmek" tamlamasında.
Ne demek "öleceğini öğrenmek"? Aklı başında her insan gün gelip öleceğini bilmez mi zaten?
Bilir bilmesine de kafasına dank etmesi için zamanının az kaldığını öğrenmesi gerekir. "Altı ay ömrün kaldığını bilsen ne yaparsın?" sorusunu, "Yaşamında ne yaparsın?" sorusundan ilginç kılan da bu kısıtlanmış zamandır.
Haşmet de buna takılmış zaten. "Altı ay ömrünüz kalsa ne yapardınız?" sorusunu "Dünya gezisine çıkarım" diye cevaplayanlara çıkışmış; "Madem o kadar önemli, neden şimdi çıkmıyorsun?"
Haşmet’i okurken altı yıl kadar önce bu soru kafama takıldığında yazdığım bir yazı geldi aklıma.
tinyurl.com/2ls9a6 adresinden tamamını okuyabileceğiniz yazıdan birkaç kısa alıntı:
"Hayal gücünün görebildikleri asla yok edilemez demiş MÖ 64-MS 21 yılları arasında yaşayan Yunan coğrafyacı Strabo. (...)
Büyük Piramit’in inşa edildiği yıllarda, bir Mısırlının ortalama ömrü 35 yılmış, yine de herbirinin yapımı en az 20 yıl süren piramitleri inşa etmişler. Ortaçağ’da Parisliler ortalama 45 yıl yaşarmış, yine de inşası 137 yıl süren Notre Dame katedralini miras bırakmışlar gelecek kuşaklara. (...)
Gelecek nesillere hiç unutulmayacak anıtsal bir harika bırakabilmek bizim elimizde."
Siz yeter ki hayal edin... Çatıya bayrağı diken kadar temele ilk kazmayı vuranın da payı vardır harikalarda. İlk adım hep hayaldir.
Magazincileri aşağılayan iletişim danışmanı
Halkla ilişkilerci Ali Saydam Ikea’nın reklamını eleştirenleri eleştirdiğim yazımdan gocunmuş.
Adımı anmadan, "bir magazin ilavesi yazarı" diye bahsedip aklınca aşağılayarak eleştirmeye kalkışmış yazımı.
Magazin yazarının aklı, pazarlama iletişimi gibi ulvi konulara yetmez demeye getiriyor.
Haklı. Boğaziçi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi mezunu olduğum için pazarlamadan, pazarlama iletişiminden filan anlamam. Lise mezunu olan Ali Saydam’dır bu konuların uzmanı.
O kadar uzmandır ki bu konularda, Sezen Aksu’nun basınla ilişkilerini yürütür, Hülya Avşar’ınkine talip olur, aşağı gördüğü magazincilerin sırtından para kazanmaya çalışır; hakkını yemeyelim kazanır da.
Saydam’a göre Ikea’nın tıklım tıklım olmasına dayanarak yorumda bulunmam herkesi kendim gibi sanmakmış.
Ikea’ya hücum eden binlerce insana bakıp yorumda bulunmamı, "günde üç paket sigara içen tek bir kişiye bakıp, sigara kanser yapmaz diyenlere" benzetmiş.
Sonra kendi fikrini savunmak için de bir, evet tek bir okurundan gelen mesajı örnek göstermiş.
Ciddi söylüyorum. Şaka filan değil. Ama asıl şu son cümlesi önemli.
Aynen şöyle yazmış; "Magazin yazarı arkadaş okuyamamış olabilir; bu işleri doğru okuması gereken IKEA Genel Müdürüdür zaten"...
Ali Saydam itiraf ediyor; okur umrunda değil, müşterisi olma potansiyeli olan şirketlerin genel müdürleri doğru okusun yeter...
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2007
Pazartesi günü TBMM’deydim. Meclis Araştırma Komisyonu’nun davetlisi olarak teknolojideki hızlı gelişmenin Türk alfabesini nasıl tehdit ettiğini anlatan bir konuşma yaptım. Komisyonun ay sonunda yazılacak raporunun iskeletini değiştirecek kadar verimli bir toplantı oldu.
16 ve 21 Mart tarihli yazılarımda AKP’nin işyeri tabelalarında yabahcı dil kullanımını yasaklamaya yönelik yasa çıkarma hazırlıklarını saçma bulduğumu söylemiş ve Türkçeyi koruma yönündeki niyetleri samimiyse işe teknolojiden başlamalılar demiştim.
Yazının ardından Türk Dili Meclis Araştırma Komisyonu’ndan aradılar, görüşlerimi dinlemek istediklerini söylediler.
Toplantıda önce Türkçeye özgü F klavyenin çok yaygın kullanılmasına rağmen kişisel bilgisayarların Türkiye’ye girmeye başlamasıyla birlikte uyduruk Türkçe Q klavyeye teslim olma hikayesini anlattım.
TSE ve ilgili bakanlıklar tarafından F klavyeyi kullanmaya yönelik zorunlu standart getirilmediği için ithalatçıların birkaç dolarlık kár uğruna insanları uyduruk bir klavye kullanmaya nasıl alıştırdıklarını aktardım.
F klavyeyi yok olmanın eşiğine getiren standart vurdumduymazlığı şimdi de Türkçe alfabeyi tehdit ediyor.
Türkçe harfleri desteklemeyen bilgisayarlar, üzerindeki tuşlarda tek bir Türkçe harf bulunmayan avuçiçi bilgisayarlar, cep telefonları gümrüklerden elini kolunu sallayarak Türkiye’ye giriyor ve dükkanlarda serbestçe satılıyorlar.
Alfabe 32 harfe mi çıksın diye tartışılırken, önlem alınmazsa çok yakın bir gelecekte 20 harfe inecek, çok az kişi farkında.
Komisyonun özellikle AKP’li üyeleri can kulağıyla dinlediler, çok yerinde sorular sordular ve sonunda hayret ettiklerini söylerek, zorunlu standartların çıkarılması konusunun raporda önemli bir yer tutması konusunda mutabık kaldılar.
Geçen yazımda sorduğum sorunun cevabını biliyorum artık: İlgili yasa tasarısının tohumlarının atıldığı komisyonun AKP’li üyeleri Türkçeye sahip çıkma konusunda gerçekten samimi.
Umarım hükümet de komisyonun raporuna uyar ve zorunlu standartlar bir an önce çıkıp, uygulamaya konulur.
Uyduruk Türkçe Q klavyecilere not: Merak etmeyin zorunlu standart, Q klavyeye alışkın olanlara zorla F klavye kullandırılacak anlamına gelmiyor.
Milletvekillerine haksızlık ediyoruz
Uçaktan inip doğruca gidince, toplantı saatinden bir saat önce vardım TBMM’ye.
Bu sayede lokantasında yemek yeme, koridorlarında gezme fırsatı da buldum.
Gelmişken ve vaktim de varken, aramızdaki yaş farkına rağmen dostum diyebilecek kadar kendime yakın bulduğum CHP Uşak Milletvekili Osman Coşkunoğlu’na da uğrayayım dedim.
Şans eseri müsait bir anında yakaladım ve bu sayede milletvekillerinin odalarını da yakından görmüş oldum.
Milletvekilleri lüks içinde yüzüyormuş gibi bir kanı hakimdir topluma.
RTÜK Başkan Yardımcısı’nın saray yavrusunu andıran, hiçbir özel sektör genel müdüründe görmediğim denli şatafatlı odasını bildiğimden, milletvekillerinin odalarını da saray babası olarak hayal ederdim.
Meğer benim Hürriyet’teki mütevazı odamdan bile küçükmüş milletvekili odaları. Pencereleri ise benim odamdakilerin onda birinden küçük. O kadar küçük ki, dışarıda güneş olmasına rağmen odayı aydınlatmak için ışık yakmak gerekiyor.
Mobilyalar ise eski yüzlü, dökülüyor.
Milletvekillerimiz bu çalışma koşullarına kesinlikle layık değiller.
Gurme bira Gusta
Şef Vedat Başaran’ın sihirli ziyafet mönüleri sağ olsun, Ortaköy Feriye Restoran’dan çıkmaz oldum.
Verde’nin Feriye’de verdiği daveti geçen yazımda aktarmıştım. Hemen hemen aynı yemek kültürü yazarlarından oluşan grup olarak ertesi gün öğlen, bu kez Gusta’nın verdiği davet için Feriye’deydik.
Yemekte rakı içenlere bir lafım yok ama ağzının tadını bilenler için yemekte içilebilen sadece iki içki vardır. Biri şarap, diğeri bira.
Ve genellikle şarap şık yemeklere, şık davetlere eşlik eden bir içkiyken, bira daha basit sofraların kralıdır.
Buğday birası Gusta bu alışkanlığı kıracak özelliklere sahip bir bira.
Kremamsı beyaz köpüğü, hafif meyvemsi tadı, çok yumuşak içimi ve buna rağmen gövdeli yapısıyla şık sofralarda, yemeğin yanında şaraba alternatif olabilecek bir içki, Gusta. Vedat Başaran da bu özel biraya uygun bir mönü hazırlamış.
Tam 30 çeşitten oluşan mönü, sanki bira şişkinlik yapar önyargısını yıkmak için bu kadar zengin tutulmuş gibiydi.
Bu kadar yemeğin yanında diğer biralardan içilse bu önyargı yıkılmaz, davete katılan bizler yıkılırdık kuşkusuz ama Gusta ile kimsede bir rahatsızlık yaratmadı gerçekten.
Yemekte şaraba alternatif arıyorsanız Gusta’yı denemenizi tavsiye ederim. Özellikle de çok çeşit yiyecekseniz. Hele meze sofralarında, rakıdan hoşlanmayanlara özellikle tavsiye ederim.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2007
Sağlık Bakanlığı yılda sadece 600 kişi ölüyor diye rahim ağzı kanseri aşısına karşı çıkıyor. Pahalı olurmuş. Türkiye’de her yıl 100 bin kişi sigaraya bağlı hastalıklar nedeniyle ölüyor.
Öte yandan Tütün Ürünlerinin Zararlarının Önlenmesi ve Kontrolü hakkındaki yasa tasarısı, mecliste tam bir yıldır görüşülmeyi bekliyor.
Hadi yılda 600 kişinin ölmesi umrunuzda değil de, hazır olmasına rağmen bir yıldır görüşülmeyi bekleyen bir yasayı çıkarmak için yılda 100 binin üzerinde kişinin ölmesi de mi az?
Yasa tasarısı gerçekten çok iyi hazırlanmış. Sulandırılmadan çıkarılırsa çağdaş batı ülkelerinin düzeyinde bir yasamız olacak.
Böyle bir yasa tasarısına imza attığı için AKP hükümetini gerçekten kutlamak lazım.
Ancak tasarının her haliyle hazır olmasına rağmen tam bir yıldır görüşülmüyor olması da düşündürücü.
Tütün tacirlerinin baskısına bir teslimiyet mi söz konusu, yoksa sigara içen azılı azınlıktan bir korku mu hakim hükümette?
Geçen gün Anadolu Ajansı’nın geçtiği bir haber vardı. Habere göre Tayyip Erdoğan geçen hafta, yasa teklifinin bir an önce yasalaşmasını istediğini ifade etmiş.
Hadi hayırlısı. Cumhurbaşkanlığı tartışmasından sıra gelirse 10 gün içinde anlarız.
Zeytinyağlılara da Yunan sahip çıktı
Geçen hafta Verde Zeytinyağları tarafından bir grup yemek kültürü yazarına verilen bir yemeğe davetliydim.
Ortaköy Feriye Restoran, sahibi ve şefi Vedat Başaran’ın sihirbaz gibi yarattığı zengin ve lezzetli mönüleriyle gurme davetlerinin gözde mekanı oldu.
Vedat Başaran ustalığını Verde için de konuşturmuş ve zeytinyağı temalı mükellef bir sofra hazırlamıştı. Gülhan Kara’nın organizasyonu da mükemmeldi.
Yemeklerin, zeytinyağının ve sohbetin lezzeti bir yana ben asıl Verde Yönetim Kurulu Başkanı Ali G. Ulukartal ile tanışmaktan büyük gurur duydum.
Ali Ulukartal makarnada Pasta Villa kalitesinin yaratıcısı.
Makarnada Piyale çocukluk markamsa, Pasta Villa da damak tadımın olgunlaşmaya başladığı çağın markasıdır.
Pasta Villa gibi bir kaliteyi yaratan ismin, Verde’yle zeytinyağına da kalite getireceği aşikar. Hele bir "erken hasat sızma"sı var ki Verde’nin, yemeğe koyma da yanına koy.
Ancak işin bir de Türkiye gerçeği var.
Türkiye zeytinyağı üretiminde dünya dördüncüsü olmasına rağmen yılda kişi başına 1 kiloyu bulmayan tüketimiyle çok gerilerde.
Komşumuz Yunanistan’da yıllık kişi başı zeytinyağı tüketimi 21 kg.
Hani zeytinyağlı yemeklerimizle övünürüz ya boşuna. Zeytinyağlı yemeklerle kimin övünmesi gerektiği apaçık ortada.
McDonald’s’a tokat Vestel’e şak şak
Ali Saydam McDonald’s’ı yeni çıkardığı MaxBurger’e Türkçe isim vermediği için eleştirmişti.
McDonald’s’dan gelen cevabı da beğenmemiş.
McDonald’s şu bahaneye sarılmış kısaca; "Biz Türklerin kendi yarattığımız markalara bile yabancı isim koyma alışkanlığımız olması"...
Gerekçeyi ben de kaçamak buldum ama Ali Saydam’a sormak da isterim.
Yakın bir zamana kadar, çok uzun bir süre boyunca Vestel’in iletişim danışmanlığını yürütüyordu.
Vestel de ürünlerinde yabancı isimler kullanmaya en meraklı Türk şirketlerinden. Üstelik eskiden böyle bir huyu olmamasına rağmen Ali Saydam’ın danışmanlığı sırasında edinmişti bu alışkanlığı.
Saydam McDonald’s’ı eleştirdiği yazısının hemen üstünde DSP’nin reklam ajansını da eleştirmiş.
"Ampul dendi balon çıktı" reklamını hazırlayan Fayda Reklam Ajansı’nın genç bir ajans olmasından dem vurmuş.
Diyor ki, "Doğru bildikleri konularda müşterilerine ’hayır’ deme refleksleri daha sınırlıdır".
Peki o zaman, Türkçe isim koyma konusundaki doğru bildiğini kendi müşterisine anlatamamasının nedeni nedir?
Yazının Devamını Oku