Yurtsan Atakan

Şey kitap şekerim Türkçeni seveyim

9 Mart 2007
E.posta adreslerinde kullanılan "@" işaretini Türkçe nasıl okumamız gerektiği Cengiz Semercioğlu’nun da kafasına takılmış. TRT’de "kıvrık a" dediklerini duymuş, komik gelmiş.

İnternet’in Türkiye’de evlere henüz girmediği yıllarda Hürriyet’te, Türk basınında bir ilk olan İnternet konulu haftalık sayfayı yapmaya başladığımda karşımda bulduğum en büyük sorun İnternet’le ilgili bir sürü yeni İngilizce terimin olmasıydı.

İngilizcelerini aynen kullansam olmaz. Bir terim medyada ilk kez nasıl kullanmaya başlanırsa, genellikle öyle gider, sonradan Türkçeleştirmeye çalışmak neredeyse olanaksızlaşır.

TDK’nın karşılık önermesini beklesem, o da olmaz. Haber beklemez...

İyisi mi dedim kendi kendime, ben bazı karşılıklar türetmeye çalışayım. Terimin İngilizcesini kullanmak yerine, bulduğum Türkçesini kullanayım, parantez içinde de İngilizcesini yazayım.

Bu yöntemi kullanarak önerdiğim Türkçe karşılıkların kimi tuttu, benimsendi, kimi beğenilmedi, tutmadı...

Bu dönemde "@" işaretine Türkçe bir karşılık bulup, önermek hiç aklıma gelmemişti. Sorun işaretin okunmasındaydı çünkü, yazımında değil.

Taa ki, 2002’de CNN-Türk’te "Üçüncü Kuşak" isimli programı hazırlayıp, sunmaya başlayana dek.

Televizyon, yazılı basın gibi değil, "@" diye yazıp geçemiyorsun. Okumak da gerekiyor.

İngilizce telaffuzuyla "et" diye okumayı içime sindiremedim.

"@" işareti İngilizce kullanımında adresin ortasında -de, -da anlamında kullanılıyor. Yani örneğin yurtsan@hurriyet.com adresini okurken "hürriyet nokta kom’daki yurtsan" gibi bir anlam veriyor.

"@" işareti bir bakıma kendinden önce gelen isme, kendinden sonraki adresten ulaşılacağını ifade ediyor.

Bu kullanım şeklinden yola çıkarak "@" işaretini "adres işareti" olarak okumaya karar verdim.

Ve öyle de yaptım. Ne yazık ki programın yapımcı yönetmeni, İngilizce bilmeyen ama İngilizce okumaya meraklı yeniyetmelerdendi. Ben sunarken "adres işareti" diye okuyordum, o dış sesin devreye girdiği bölümlerde "et" diye seslendiriyordu.

Bugün artık günlük yaşamımda da "adres işareti" diye okuyorum.

Gazeteye açıp bakamayacak kadar tembel bazı halkla ilişkilerciler bazen telefon açıp e.posta adresimi soruyorlar.

"Yurtsan adres işareti hurriyet nokta kom nokta te re", diyorum.

Karşıdakinin "adres işareti" ile neyi kastettiğimi anlamadığı tek bir örneğe bile rastlamadım.

Sadece bazen anlamalarına rağmen düzeltmeye kalkışanlar oluyor: "Yurtsan et hurriyet nokta kom nokta tr değil mi?"

Onlara da şöyle diyorum: "Ohhh yeah, you got it. Yurtsan et hurriyet dat kam dat ti ar! Bye!"

Ve belki artık Erovizyon modasına uyup eklemem de lazım; "Bye şekerim"...

Çin işi Türk işi Net’e sansür ikisinin işi

Popüler video sitesi YouTube’a Türkiye’den erişim mahkeme kararıyla yasaklanmış.

Türkiye’yi Çin’le aynı düzeye getirecek, dünyada alay konusu yapacak böyle bir kararı uzun süredir bekliyordum.

Aslında zaten örnekleri vardı, yazmıştım da ama Time’a filan kapak olmayan sitelere getirilen yasaklar olduğu için kimsenin umurunda olmamıştı.

YouTube’un yüz milyonlarca sayfasının mahkeme kararıyla yasaklanmasının nedeni Atatürk’e hakaret eden bir videonun da bu yüz milyonlarca sayfa içinde yer alması.

YouTube’un Atatürk’e hakaret eden bir videoyu yayınlıyor olması, üstelik onbinlerce protesto mesajına rağmen bu şikayetlere sessiz kalması çirkin bir şey tabii ki.

Ama tek bir sayfa için yayında olan yüz milyonlarca sayfaya ve henüz yayınlanmamış tüm sayfalara yasak konmasının adı dünyanın her yerinde sansürdür.

Hukuk sistemimizin, küreselleşmenin getirdiği süratli değişime çok daha hızlı adapte olması, dünyayı kavraması gerikiyor.

Atatürk’e hakaret eden videoyu yayınlayan YouTube, Google’ın bir servisi. Google’ın Türkiye’de bir temsilcisi var. Bu temsilciye dava açıp, videonun toptan kaldırılmasını sağlamak ve böylece seyredilmesini tüm dünya için engellemek varken, biz tüm YouTube sayfalarına sadece Türkiye’den erişimi engellemekle uğraşıyoruz.
Yazının Devamını Oku

YouTube yasağı 301'den önemli

9 Mart 2007
YouTube'a mahkeme kararıyla erişimin durdurulması kararı Türkiye'nin geleceğini 301'den çok daha fazla etkileyecek bir gelişme. Ama bakalım 20. yüzyılda kalan yazarlarımız bu konuyu ne kadar önemseyecek, ne kadar gündeme getirecek? YouTube'un yasaklanmasının önemi kamuoyuna aşılanan İnternet bilincinin, kamusal kararlara bir yansıması olması açısından önemli.

İnternet günah keçisi ilan edildi. Hırant Dink cinayetinden çocukların cinsel istismarına kadar herşeyin sorumluluğu, her fırsatta İnternet'e yüklenmeye çalışılıyor.

İNTERNET GÜNAH KEÇİSİ

Biliyorsunuz, uzun bir süredir çocuk pornosu ve İnternet sürekli gündemde.

Türkiye'de köylerde çocuk pornosunun alası yaşanıyor. Çocuklar küçük yaşlarda evlenmeye ve cinsel ilişkiye girmeye zorlanıyor, ensest almış başını gidiyor, çocuk yurtlarından cinsel istismar ayyuka çıkmış, kimse bunlardan bahsetmiyor. Herkes İnternet'i sapıkça işler için kullanan marjinal bir kesimi konuşuyor.

25 yıldır uykuda olan terör hortluyor, bombalar atılıyor, gazeteciler öldürülüyor, suçlu hazır: İnternet kafeler.

İnternet'i çocuk pornosundan, ahlaksızlıktan, terör yuvası olmaktan ibaretmiş gibi gösteren bir inanç, sürekli pompalanıp duruyor.

Sonra bir de bakıyorsunuz ki, İnternet'le ilgili bir yasa tasarısı ortaya çıkıyor, üzerinde yeterince tartışılmadan yangından mal kaçırır gibi yürürlüğe sokulmaya çalışılıyor.

Tüm bunlar rastlantı olabilir mi diye düşünmeden edemiyor insan. İnternet'in sürekli kötülenmesi, tüm suçların kaynağıymış gibi gösterilmeye çalışılması, adının hep çocuk pornosu ve terör gibi toplumun çok hassas olduğu, lanetlenesi konularla anılması, ardından da Türkiye'yi özgürlükler konusunda Çin'in bile gerisine düşürecek bir yasa tasarısının yangından mal kaçırır gibi meclisten geçirilmeye çalışılması iktidarın İnternet'i zaptu rapt altına alma, muhalif sesleri susturma çabası olmasın?

BUNUN ADI SANSÜR

YouTube'a erişimin yasaklanması da, toplumun çok hassas olduğu bir konunun ardından geldi. Atatürk'e hakaret edilen çirkin bir videonun YouTube'da yayınlanması sonucunda tek bir sayfa için milyonlarca sayfaya giriş engellendi.

Atatürk'e hakaret eden videoyu yayınlayan YouTube, Google'ın bir servisi. Google'ın Türkiye'de bir temsilcisi var. Bu temsilciye dava açıp, videonun toptan kaldırılmasını sağlamak ve böylece seyredilmesini tüm dünya için engellemek varken, biz tüm YouTube sayfalarına sadece Türkiye'den erişimi engellemekle uğraşıyoruz.

Lamı cimi yok, bunun adı sansürdür.

Çıkartılmaya çalışılan yasa da, İnternet'i sansürlemeye yönelik çağ dışı bir yasadır.

En az 301 kadar bu konu da gündeme getirilmez, tartışılmaz ve bu yasa tasarısı bu şekilde geçerse yaklaşan Bilgi Çağı'nda Türkiye'nin yerinin en ilkel ülkeler arasında olacağından kimsenin şüphesi olmasın.
Yazının Devamını Oku

Günah keçisi İSKİ oldu başkan sıyırdı

7 Mart 2007
Her gün en az bir kere aklıma geliyor o saçlarına yeşil bir şeyler dolanmış Dilara’sına sarılan babanın, çaresizlik ve acıyla dolu yüz ifadesi. Ve her seferinde gözlerim doluyor, bazen birkaç damla gözyaşı süzülüyor yanaklarımdan, karnım kasılıyor, göğüs kaslarım yukarı yukarı atıyor.

Sorumlular ortaya çıkarılacak, cezalandırılacakmış.

Hiç kuşkumuz yok zaten. Gece kulübünün çöken kaçak duvarının altında kalıp ölen çocuktan, Cevahir Alışveriş Merkezi’nin korkuluksuz yürüyen merdivenlerinden iki hafta arayla düşüp ölen çocuklardan biliyoruz.

Onların da sorumluları bulunup cezalandırılmıştı. İnsan canına mál olacak ihmalkarlıkların bir daha yaşanmaması için ibret olacak cezalara çarptırılmışlardı.

Cevahir’deki ikinci cinayetin ardından hukuk sistemimizdeki bir çarpıklığa dikkat çekmeye çalışmıştım:

"Hukuk sistemimiz diyor ki, manevi ve maddi tazminat miktarları alan kişiyi zengin etmeyecek kadar olmalı.

Giden canın bedelini hiçbir tazminat karşılayamaz. Tazminat miktarı ne kadar yüksek olursa olsun evlat acısını dindirmez.

Tazminatın amacı caydırıcılık olmalı.

İnsan canına önem vermeyenleri, ihmalkarlık yapmadan önce 10 kez düşündürmeyi amaçlamalı.

Bizim hukuk sistemi tazminat miktarını belirlerken, tazminatı alacak kişinin maddi durumuna bakıyor. Alıcıyı zengin edecek miktarda olmamasına dikkat ediyor.

Zengini ihmalkarlığa davet ediyor. Diyetini nasıl olsa ödersin diyor.

Tam tersine olmalı. Tazminat miktarı, tazminatı verecek kişinin maddi durumuna bakılarak belirlenmeli.

Tazminat miktarları, ödemeye mahkum edilen kişiyi fakirleştirecek kadar ağır olmalı".

Şimdi bu son trajedinin ardından İSKİ Genel Müdürü günah keçisi ilan edildi.

Sorumluluk zincir gibi ilk halkadan, en son halkaya kadar devam eder. Baş sorumlu tabii ki gerekli önlemi almayan müteahhit şirket. Sonra işi o müteahhite verip yeterince denetlemeyen İSKİ... Ondan sonra da İSKİ’yi yöneten ama denetlemekte yetersiz kalan, İstanbul Belediyesi. Ve tabii işin siyasal sorumluluğu da AKP’de.

Hatırlayın, İSKİ’deki Ergun Göknel skandalı, skandalla direkt ilgisi olmamasına rağmen İstanbul Belediye Başkanı’nın başını nasıl yemiş ve kabak nasıl SHP’nin başına patlamıştı.

Bugün sorumluluk zinciri İSKİ Genel Müdürü’nde bitirilmek isteniyor. Çünkü liberal sağcı yazarlar, zamanında solcu yazarların gösterdiği cesareti gösteremiyorlar.

Not: Onpunto yazarı araştırmış, rögar güvenliği nasıl olmalı, bulmuş yazmış. tinyurl.com/2dcgja adresinden okuyabilirsiniz.

En iyi Türk beyazı

ABD’de yaşayan ünlü Türk kompozitör Kámrán İnce, İzzeddin Çalışlar’ın Karaf Dergisi için yaptığı söyleşide iddialı bir laf etmiş.

Türkiye’de en pahalı beyaz şarapta bile dört dolarlık bir Kaliforniya şarabındaki lezzeti bulamıyormuş.

Kámrán İnce uzun süredir Türk şaraplarını tatmıyor anlaşılan.

Önyargısını yenip tatsa Türk şarapçılığının son birkaç yılda kırmızılar gibi beyazlarda da büyük bir gelişme gösterdiğini görürdü.

Kámrán İnce’ye, Pamukkale’nin yeni çıkardığı Rezerv Chardonnay’sini bir denemesini öneririm.

Şarap mönüsü iyi restoranlarda veya şarap marketlerinde bulabilir.

Türkiye’de 35 YTL’den (yaklaşık 25 ABD doları) satılan bu muhteşem Chardonnay’nin eline su dökebilecek bir Kaliforniya Chardonnay’sini ABD’de, Türkiye’ye göre çok çok düşük olan vergi oranlarına rağmen 30-40 dolardan ucuza satın alabilir mi acaba?

Ya da söyleşinin yayınlandığı Karaf Dergisi’nin sponsoru olan Kavaklıdere, kendisine birkaç şişe Narince göndersin.

Kámrán İnce’nin fikrinin değişeceğinden ve Türkiye’yi müzikteki başarısıyla olduğu gibi gönüllü şarap elçiliğiyle de başarıyla temsil edeceğinden eminim.
Yazının Devamını Oku

Hafta sonlarının yeni adı İstanbul Modern

2 Mart 2007
Geçen hafta sonu yeni açılan "Magnum Fotoğrafları ile Türkiye" sergisini gezmek için ailecek İstanbul Modern’deydik. İstanbul’da uzun zamandır bu kadar kaliteli insanı bir arada görmemiştim. İstanbul Modern, çektiği ziyaretçi kitlesiyle de İstanbul’un modern yüzü olmuş.

Magnum fotoğraf ajansının biri Türk 16 fotoğrafçısının 1940’lardan günümüze Türkiye izlenimlerini yansıtan birbirinden güzel ve birbirinden ilginç fotoğrafları arasında gezerken, biraz önce aktardığım izlenimimle tezat başka bir şey dikkatimi çekti.

İstanbul 1940’lardan bu yana aslında hiç de değişmemiş. O zaman da bir şark köyüymüş, hálá da öyle.

1940’ların İstanbul’u ile günümüz İstanbul’u arasında çok az fark var.

En önemli fark bir zamanlar tenha bir köy olan İstanbul’un bugün artık aşırı kalabalık bir köy olması.

Ve tabii trafik...

Bir de acemi dişçinin, sigaradan sararmış dişlerin arasına taktığı bembeyaz dişler gibi sırıtan birkaç modern bina.

Sergiyi gezerken, İstanbul’un çirkin ve giderek daha da çirkinleşen yüzünü nasıl böyle kanıksamış olduğumuza, yadırgamadığımıza ve hatta dünyanın en güzel şehri diye kendi kendimizi kandırıyor olmamıza hayret ettim.

İçimden bir an, bu pis ve çirkin şehirden kaçıp gitmek geçti.

Tayyip Erdoğan’ın fikir değiştirip İstanbul’a girmek isteyenlerden değil, dışına kaçacaklardan vize talep etmesinden korktum.

Panik neyse ki kısa sürdü. Yatıştım, sakinleştim. Doğup büyüdüğüm bu şehre, ne kadar çirkinleşirse çirkinleşsin bağlı olduğumu anladım.

Bizi İstanbul’da tutan şeyin şehrin güzelliği olmadığını; alışkanlık, bağımlılık, tanıdıklık, duygusallık olduğunu fark ettim.

İstanbul Modern Kafe’ye girip, masaya oturduğumuzda tekrar normal, sıradan, uysal bir İstanbullu olmuştum.

Denize baktığımda yüzen pislikleri değil bembeyaz martıları gördüm. Pas içindeki dubalara, boyası dökülen motorlara değil karşı sahilin silüetine baktım. Uzaktaki binaların kararmış cephelerini gizleyen hava kirliliğini boşverdim, sis içinde yüzen egzotik bir manzaraya baktığımı farz edip, kendimi kandırıp mutlu oldum.

Ve Türkiye’nin en iyi müze restoranı olan İstanbul Modern Kafe’nin lezziz mönüsüyle avundum.

Mönüye eklemek üzere denedikleri yeni yemekleri Kuzu İncik Tandır’ı tadarken, keşke mönüdeki klasik Türk yemeklerini de, müzenin temasına uygun olarak biraz modernleştirseler diye düşündüm.

Sabancı Müzesi’ndeki Müzede Changa’nın tersine, müze ziyaretçisi çocukları pis puro ve sigara dumanına teslim etmekten kaçınacak kadar medeni düşünebilen, sosyetik geçinen bağımlıların kaprisine boyun eğmektense tüm masalarda sigara içmeyi yasaklayabilen İstanbul Modern Kafe’nin bu cesur adımı atabilecek ilk restoran olabileceğine inandım.

En iyi kuzu etini seçmeyi bilen şefin, kuzu inciği parlak yeşil bir nane sosunun üzerinde, turuncu havuç halkalarıyla modern bir tablo gibi sunuşunu hayal ettim.

İstanbul Modern’e bir pazar günümüzde bana, eşime ve bebeğimize verdiği ilhamlar için minnettar kaldım.

Magnum sergisini henüz ziyaret etmediyseniz, bu hafta sonu iyi bir fırsat. Memnun kalacağınızdan eminim.

Papermoon’un mutfağında yemek daveti

Çok ünlü ve iyi bir restoranın mutfağında yemek davetine katılmak herkese nasip olmaz.

Birkaç gün öncesine kadar bana da nasip olmamıştı. Pek çok ünlü restoranın mutfağını gezme fırsatı bulmuştum ama restoran mutfağında verilen bir yemek davetine hiç katılmamıştım.

Geçen akşam böylesine ilginç ve heyecan verici bir davete katılma fırsatı buldum. Hem de Türkiye’nin en ünlü isimlerinin bile bazı akşamlar masa bulamadığı Papermoon’un mutfağında...

Konuksever ev sahibimiz Papermoon’u Papermoon yapan Köksal Akoğlu’ydu. Köksal Bey Papermoon’un da sahibi olan Akmerkez’in Yönetim Kurulu Üyesi ve aslında mütevazı ama kaliteli bir restoran zinciri olan Papermoon’un İstanbul şubesini İtalya’daki merkezinden bile birkaç gömlek üst sınıfa taşıyan isim.

Yemek ünlü gurme Ali Esad Göksel’in onuruna verilmişti. Diğer konuklar ise ben ve kaliteli şarap ithalatçısı ADCO’nun hissedar Genel Müdürü Randolph Ward Mays’di.

Papermoon’u Papermoon yapan ikinci isim olan Şef Giuseppe Pressani’nin enfes yemeklerini, mutfakta kurulu şık bir masada, aşçıların arı gibi çalışmasını seyrederek tatmak ilginç bir deneyimdi.

Büyük bir hızla yayılan "açık mutfak" konsepti sağ olsun, yemeklerin yapılışını seyrederek bundan önce de çok yemek yemiştim ama şefin müşterilere kapalı mutfağında yemek yemek bambaşka bir deneyim.

Örneğin geçen ay dünyaca ünlü şef Joel Robuchon’un açık mutfak konseptindeki L’atelier’sinde yemiştim. Her şey şov amaçlı hazırlandığından mutfakta kullanılan malzemeler ve aletler de ona göreydi.

Çoğu sosun önceden hazırlanmış bir şekilde, plastik şişelerden kullanılmasını yadırgamış, Robuchon gibi bir şefin restoranına yakıştıramamıştım.

Papermoon’un kapalı mutfağında ise hiçbir şey şov amaçlı kullanılmamasına rağmen göze çok daha hoş gelen bir teatral hava vardı.

Aslan ininden belli olur derler. Pressani’nin mutfağı, Papermoon’un şöhretinin boşuna olmadığının kanıtıydı.
Yazının Devamını Oku

Şarabın Türkçesi Arapça’dan Macarcası Türkçe’den

28 Şubat 2007
Macar Başkonsolosu Bayan Maria Szekely’nin Başkonsolosluk konutunda Macar şaraplarının tanıtımı amacıyla verdiği davetin konukları arasındaydım. Macar şarapları dünyada haklı bir üne sahip. Özellikle de Tokaj bölgesinin eşsiz tatlı beyaz şarapları.

Komünizm döneminde doğu bloku ülkelerinin en büyük şarap tedarikçisi olan Macaristan’a duvarların yıkılmasının hem iyi hem kötü etkileri olmuş.

Serbest rekabet sayesinde şarap üretiminde belirgin bir kalite artışı gözlenmiş ancak Şili, Arjantin ve Güney Afrika gibi yeni dünya üreticilerinin fiyat rekabeti Macar şaraplarına olan talebi düşürmüş.

Macar şarapçılık sektörünün içine düştüğü bu durum, Türk şarap sektörününkiyle bazı benzerlikler gösteriyor. Her iki ülkede de kaliteli yerli şaraplar, yeni dünyanın daha düşük kaliteli ancak daha ucuz şaraplarının tehditi altında.

Avrupa ülkeleri arasında dilinde şarap için kullanılan kelimenin Latince kökenli olmadığı sadece üç ülke var; Yunanistan, Macaristan ve Türkiye.

Türkçe’deki "şarap" kelimesinin Arapça, "şarap"ın Macarca karşılığı olan "bor" kelimesinin ise Türkçe kökenli olması, şarapçılığın Macaristan’da ne denli köklü bir kültür olduğunun önemli bir göstergesi.

Biraz önce bahsettiğim gibi Macar şaraplarının en ünlüsü Tokaj bölgesinin Aszu şarapları. Aszu, kurumuş (azsu) anlamına geliyor ve "asil küf" olarak bilinen ve ancak çok özel koşullarda ortaya çıkan gri bir mantarın üzümlere musallat olmasıyla üretilebiliyor.

Türkiye’de şarap kültürü ne yazık ki tatlı şarabın kıymetini bilecek kadar gelişmemiş durumda. Türkiye’nin en zengin şarap kavına sahip restoranı olan Sunset’te bile Doluca’nın mütevazi "Safir"inden başka tatlı şarap bulunmaması, bu kültürden ne kadar uzak olduğumuzun bir göstergesi.

Halbuki batılı ülkelerde şarap mönüsünde en az bir çeşit Macar Aszu’su bulundurmayan restoranı iyi restoran sınıfına bile sokmazlar.

Davette tattığımız Aszu tabii ki çok güzel bir şaraptı. Macarların dünyaca ünlü "Boğa Kanı" şarapları da fena değildi. Ama beni en çok etkileyenleri Villany bölgesinden çıkma Bock marka iki kırmızı şaraptı.

Bordo tarzında üretilen bu iki şaraptan Bock Cuvee, en iyi Fransız şaraplarıyla boy ölçüşebilecek kadar başarılıydı. Ancak Avrupa’da bile 30 avro olan market satış fiyatı, bu şarabın Türkiye’de tercih edilmesinin önünde önemli bir engel. Restoranlarımızda 200 YTL’yi bulacak fiyatıyla, ancak şaraptan çok iyi anlayan çok kısıtlı sayıda meraklıya hitap edebilir.

Öte yandan Villanyi Ermitage, Avrupa’da 11 avro olan market satış fiyatıyla, Türkiye’de pek çok şarap meraklısını makul bir fiyata fazlasıyla tatmin edecek bir şarap.

Macar şaraplarının Türkiye’deki marketlerde ve restoranlarda boy göstermesini sabırsızlıkla bekliyor ve haklı şöhretinin karşılığını Türkiye’de de bulmasını umuyorum.

THY’nin cep telefonu acelesi felaket getirmesin

"Eyvah THY görmemişin ilk havayolu mu olacak" başlıklı yazıma gelen mesajlardan Uçuş Teknisyenleri Derneği Onursal Başkanı Sefa İnan’ınki çok önemli ve kritik bilgiler de içermesinden dolayı özellikle dikkat çekiciydi. Sefa İnan’ın geçen haftaki yazım üzerine yazdığı ve airporthaber.com sitesindeki köşesinde yayınlanan yazısından kısa bir özet:

"Acelecilik THY’de 1970’li yıllarda egemen olan bir kültürdü. Hafızalarınıza yer eden, DC10 uçağını anımsarsınız: Türkiye, DC10 uçağını Avrupa’da ilk alan ülkelerin arasında yer almıştı. DC10; gerekli test aşamalarından geçirilmeden piyasayı kapma adına sefere verilmişti. THY’nin yeni alınan DC10 uçağı kargo kapısının açılması nedeniyle düşmüş ve havacılık tarihinin en büyük can yitimine neden olan kaza oluşmuştu.

(...) Havacılık, gerçekten çok önemli ve hata götürmez bir sektör.

(...) Cep telefonlarının uçaklarda kullanılıp, kullanılamayacağı, teknik olarak sakıncaları senelerdir araştırılıyor. Yapılan araştırmalarda farklı neticeler çıkmakta. Boeing 1995 senesinden bu yana yaptığı testlerde; her seferinde farklı, farklı sonuçlar almakta.

(...) THY’nin bir ilk olma adına yapmaya çalıştığı uygulamaya, daha önce Emirates firması başlamış ve Aerormobile ile 27 milyon dolarlık bir anlaşma yapmıştı. Emirates’in girişiminin sonucu alınmadan, THY, Avea desteğiyle Emirates’den önce bu projeyi bitirme savaşı veriyor.

Bırakın, ilk onlar bu konuyu gerçekleştirsinler. 27 milyon dolarlarını harcasınlar. Sonuç alındığında ve sistem sıfır riskle çalıştığında, sizler bu projeyi çok daha ucuza mál edersiniz. Emirates ile bu konuda değil, ikramda, konforda, teknikte, zamanında kalkışta yarışın.

THY’nin 1970’li yıllarda Avrupa’da ilk olma adına aldığı DC10 yanlışına düşmeyin!"
Yazının Devamını Oku

3K’ya kazık lisans

23 Şubat 2007
Hadi hayırlısı.<br><br>Telekomünikasyon Kurumu ve hükümet nihayet kıpırdadı, Avrupa’nın yıllarca gerisinden gelen bir kararla, 3. Kuşak (3K) cep telefonu lisanslarının verilmesiyle ilgili plan Bakanlar Kurulu’ndan çıktı. Ama Türkiye’nin hiç de işine yaramayacak, evlere şenlik bir plan oldu bu.

Bilindiği gibi 3K lisansları gelişmiş Avrupa ülkelerinde yıllar önce ihaleye çıkartılmış, beklentilerin yüksek olmasından dolayı ilk lisans bedelleri astronomik rakamlara fırlamıştı.

Beklentinin yüksek olmasının nedeni çok hızlı İnternet bağlantılarına olanak veren 3K mobil iletişim altyapısının, kullanıcılar tarafından hemen benimseneceği ve çok yaygın bir şekilde kullanılacağı öngörüsüydü.

Ancak bu gerçekleşmedi. Gerçekleşmemesinin en önde gelen nedeni altyapı hazır olduğunda, abonelerin kullanacağı cihazların henüz hazır olmamasıydı.

3K uyumlu cep telefonlarının piyasaya çıkması geciktikçe gecikti. Bu da 3K altyapısına yapılan yatırımların uzun süre atıl kalmasına yol açtı. Bu süreç içerisinde beklemeye dayanamayan ve lisanslarını geri vererek oyundan çıkan yatırımcılar bile oldu.

3K uyumlu cep telefonları piyasaya çıktığında da fazla bir şey değişmedi. Kullanıcılar 3K uygulamalarını beklenen hızda benimsemedi, ilgi göstermedi.

Bunda içerik ve servis sağlayıcıların 3K’ya yeterince hazır olmamasının da payı vardı. Servis ve içerik sağlayıcılar, kullancıların 3K’dan beklentilerini iyi sezemediler ve dolayısıyla hızla benimsenecek servisleri sunmakta geciktiler.

Bu sancılı süreç sırasında teknoloji durmadı ilerledi. WiMAX gibi çok daha düşük altyapı yatırımları gerektiren teknolojiler filizlenmeye başladı. 3K teknolojisi eskimeye, endüstri 4K teknolojisinden bahsetmeye başladı.

Durum öyle gösteriyordu ki, Türkiye ilk kez teknolojiyi geç ithal etmekten zarar değil yarar görüyordu. Belki de 3K’yı atlayıp 4K’ya geçebilecekti.

Aslında 3K’yı atlamak, 4K’yı beklemek de en ideal alternatif değildi. Bu köşede birkaç kez savundum. Türkiye için en iyi alternatif 3K yönetmeliğinin bir an önce çıkartılıp, ya çok düşük bedellerle ya da ücretsiz olarak mevcut operatörlere 3K lisansı verilmesiydi.

İlla bir lisans geliri bekleniyorsa, mevcut operatörlerin dışındaki yatırımcıların katılacağı bir dördüncü 3K lisansı için ihale de açılabilirdi.

Türkiye’nin lisans bedellerinden bütçeye büyük kaynak beklemek gibi bir lüksü olmamalıydı.

Şimdi öyle görünüyor ki, aklın yolu değil bütçeyi doğrultmanın yolu kazandı. AKP hükümeti bir kez daha Türkiye’nin uzun dönemli menfaatini değil, kendi kısa dönemli menfaatini düşündü.

3K lisans bedelleri çok yüksek tutuldu.

Kaybeden Türkiye olacak...
Yazının Devamını Oku

Öğrencilere ücretsiz e.posta kimi zengin edecek

23 Şubat 2007
Milli Eğitim Bakanı (MEB) Hüseyin Çelik, "Bomba gibi bir haberim var" demiş. Bomba haber ilkokul 4. sınıftan yukarı tüm öğrencilere bakanlık tarafından ücretsiz e.posta verileceğiymiş.

Bakan Çelik açıklamasını yaparken "e.posta" yerine, "imeyil" (e-mail) kullanmayı tercih etmiş.

"Okullarımız standartlara uyacak, öğretmenler ’F klavye bilgisayar’ kullanacak" deyip, öğretmenlere ’Q klavye bilgisayar’ aldırtan da aynı Bakan Çelik olduğundan şaşırmadım.

Bilgisayar ve telekomünikasyon sektörü Türkçemizi büyük bir hızla yozlaştırmaya devam ederken bir bakanın da bu yozlaşmaya aracı olmasını inanın yadırgamıyorum.

Bilişim medyasına 1991’de PC World Türkiye dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini üstlenerek adım attığımda, her şey ne kadar farklıydı.

Gazetelerde bilişimle ilgili yılda ya bir ya iki yazı çıkıyordu. Bilgisayar dergileri ise yeni yeni piyasaya girmeye başlamışlardı. Dergilerin, bilgisayar dergisi de olsa basın deneyimi olan profesyonel editörlerin yönetiminde yayımlandığı yıllardı.

En önem verdiğimiz konuların başında, insanların yeni yeni tanışmaya başladığı bilgisayar terimlerine Türkçe karşılıklar bulmaya çalışmak geliyordu.

TBD (Türkiye Bilişim Derneği) o zamanlar iyi çalışan bir dernekti, bilgisayar terimlerinin Türkçeleştirmesine, Aydın Köksal’ın önderliğinde büyük önem veriyordu. Kimi zaman TBD’nin önerilerini rehber ediniyor, kimi zaman da kendimiz Türkçe karşılıklar üretiyorduk.

Yazılım, donanım, fare, sabit disk, sürücü, dizüstü gibi bugün de kullandığımız pek çok terim dilimize o dönemde kazandırıldı.

Bu alışkanlığı gazete yazarı ve editörü olduktan sonra da bırakmadım. E.posta, İnternet sitesi, İnternet tarayıcısı, e.ticaret, e.günlük, 3K (3. Kuşak) gibi terimlerin türetilmesi ve/veya yaygınlaştırılmasına katkıda bulunmaya çalıştım.

Şimdi bakıyorum da gazetelerde, dergilerde mouse (daha da beteri mause), laptop, e-mail, 3G gibi züppelikler almış başını gidiyor.

E.günlükçü ("blog" yazarı) Gökçen Karan, MEB’in öğrenciye bedava e.posta adresi uygulamasını eleştirmiş (tinyurl.com/228z28).

"Bir öğrenciye verilecek bir e.posta kutusunun Milli Eğitime maliyeti nedir?" diye sormuş ve eklemiş, "Yoksa birileri yeni bir teknoloji şirketi kuruyor da bu iş oraya mı ihale edilecek?"

Mehmet Y. Yılmaz da geçen günkü yazısında, MEB’in uygulamasıyla dalgasını geçmiş.

İnternet’te isteyen herkese bedava e.posta adresi veren sayısız site varken, MEB’in öğrencilere ücretsiz adres dağıtmaya kalkışmasının saçmalığını vurgulamış.

MEB’in zaten sebil olan e.posta adresine yatırım yapması saçma bir uygulama ve bu uygulamanın kimleri zengin edeceği de çok haklı bir soru tabii ki.

Ama Türkiye’nin Milli Eğitim Bakanı’nın konuşmasında "e-mail" kelimesini kullanması ve Türkçenin yozlaşmasına katkıda bulunması başlı başına bir skandal.

Bakanlığın kaynakları çarçur edilir, boşa akıtılır, birilerine haksız yere para kazandırılır... Bunlar da önemli tabii ama telafisi mümkün hatalar.

Oysa yabancı bir kelime Türkçeye girmeye görsün. Bir daha çıkartmak mümkün değil. Hani bunu yapan başka bir bakan olsa yine anlayacağım da, Milli Eğitim Bakanı’nı olması şaşırtıyor...

Şarkıcılarda iman modası

Mazhar Alanson, katıldığı bir TV programında Ümre’ye gitmesiyle övünüp, "Ümre’ye gittiğimi açıkça söyledim. Sanatçı olduğu için suya sabuna dokunmayan, ’hayranlarım sonra ne der’ diyenlerden değilim. Kişisel duruşum ve bakışım neyse onu söylerim, asla da çekinmem" demiş.

İyi de Ümre’ye gitmekle övünmenin kişisel duruş ve bakışla, hayranlarından çekinmemekle ilgisi ne, onu anlayamadım.

İnancını, ibadetini reklam için kullanmak ayıp bir şey. Mazhar Alanson’un ibadetini reklam için kullanmasıyla övünmesi ise daha da ayıp.

Yoksa Mazhar Alanson, Bülent Ersoy’un Popstar Alaturka’da ikide bir imanıyla övündüğü yersiz çıkışlarına mı özeniyor.

Bu da şarkıcılar arasında yeni moda galiba.
Yazının Devamını Oku

Eyvah THY görmemişin ilk havayolu mu olacak

21 Şubat 2007
THY uçakta cep telefonu kullanımına izin veren ilk havayolu şirketi olmaya çalışıyormuş. Haberi okur okumaz eyvah dedim. AKP kadrolaşmasından bu yana servis kalitesi sürekli düşen THY’ye bir darbe daha...

Cep telefonuyla konuşmanın serbest olduğu bir uçağın yolcuları arasında olmanın düşüncesi bile soğuk terler dökmeme yetiyor.

Gözümün önüne yanımda oturan yolcunun kulağımın dibinde bağırması geliyor: "Alooo! Aloo sesim geliyor mu? Aloo? ALOOOO?!!"

Hemen arkamdaki koltukta uçan yolcu yüksek sesle tüm aile sırlarını aktarıyor önden dört, arkadan dört sıralık menzil dahilindeki tüm yolculara.

Bir başkası koridordan, kulağına yapıştırdığı telefonuna bağıra bağıra geçiyor yanımdan: "Bah şimcik memişhaneye giriyom. Kapisama alanından cıharsam merah itme, sonra ararım."

Hostes, cep telefonuyla koridorda konuşmak yasak diyor ama kime dinletsin?

Zaten telefonun çalma sesini kapattırmayı da başaramamışlar çoğu yolcuya.

Kalkıştan beri kakafonik bir zil sesi senfonisi eksik olmuyor kabinden. Hostesler bir o yolcuya, bir bu yolcuya koşuyorlar, sessiz moda aldırmaya çalışıyorlar telefonları.

Uçak inişe geçtiğinde, yolcuların ancak dörtte üçü için başarılı oluyorlar bu çabalarında.

THY ile çok mecbur kalmadıkça uçmamaya çalışıyordum. Cep telefonu kullanımı serbest bırakılacak olursa hiç uçmam artık.

Zaten dünyada, prestijli havayolu şirketlerinin cep telefonu kullanımına izin vereceğini sanmıyorum.

Başlangıçta birkaç tanesi denese de hemen vazgeçeceklerini tahmin ediyorum.

Kaliteye önem veren yolcular, görmemişlerin cep telefonu gürültüsünden uzak kalmayı seçeceklerdir.

THY de umarım kararını acilen gözden geçirir ve görmemişlerin havayolu olmak için bu kadar aceleci davranacağına, en azından trendin oluşmasını bekleyip kaliteye önem verenlerin havayolu olmayı tercih eder.

Çevreci yobazların Exxon rüşveti yalanı

İki hafta kadar önce Türk gazetelerinin hemen hemen hepsinde, sonradan yalan olduğu ortaya çıkan bir haber yayınlandı.

Habere göre petrol devi Exxon Mobil, BM tarafından geçtiğimiz haftalarda açıklanan iklim raporunu çürütmeleri için bilimadamlarına rüşvet teklifinde bulunmuştu.

Haber İngiliz The Guardian gazetesi kaynaklıydı. Sadece Türk gazeteleri değil, dünyanın çeşitli gazetelerince de alıntılandı, İnternet e.günlüklerinde (blog) bir virüs gibi yayıldı.

Ama sonradan, The Guardian gazetesinin haberinin yalan olduğu ortaya çıktı.

Haberi The Guardian’dan alıntılayarak yayınlayan bir başka İngiliz gazetesi olan Independent, bir düzeltme yayınlayarak özür diledi.

Wall Street Journal, "Editorials&Opinion" sayfasında yalan haberin ipliğini pazara çıkartan bir yazıya yer verdi. Yalan haberin kaynağının Greenpeace’deki "güvenilir kaynaklar(!) olduğu yönünde ciddi şüphelerin bulunduğu belirtilen yazıda, çevreci yobazların dezenformasyon tuzağına düşen medyayla da alay ediliyordu.

Ancak çamur at izi kalsın misali, yalan haberin etkisi yayılmıştı bir kere. Çevreci yobazların taktiği bir kez daha tutmuştu.

İki hafta kadar önce küresel ısınma ile ilgili Türkiye’deki gazete yazarlarının, kulaktan dolma bilgilerle halkı nasıl yanlış bilgilendirdiğini ve yanlış yönlendirdiğini yazmıştım.

En cahilleri küresel ısınmanın delili olarak bu kışın sıcak geçmesini kanıt gösteriyorlardı. En aklı başında ama kötü niyetli olanları ise BM raporunu çarpıtarak sunuyorlardı. Örneğin BM raporunda, "küresel ısınma yüzde 90 olasılıkla insan eseri" deniyordu ama bizim çevreci yobazlar bunu "küresel ısınmanın nedeni yüzde 90 oranında insanlar tarafından atmosfere salınan karbon gazları" olarak çeviriyorlardı.

Exxon’un rüşvetiyle ilgili yalan haber, küresel ısınma hurafelerinin nasıl yayıldığının güzel bir kanıtı.

Ama çevreci yobazların medyadaki araçları bu kanıta da itibar etmeyeceklerdir, eminim... Yalanın en hızlı aracı cehalet ne de olsa...
Yazının Devamını Oku