Atina gerçekten kapı komşusu kadar yakın. Yakın olduğu kadar da şaşırtıcı. Burnumuzun dibindeki bu şehri gezerken, ister istemez hep İstanbul’la karşılaştırdım ve ne yazık ki kendi şehrim adına hep utanç duydum.
Neyse ki Yunanistan’ı 4-1 yendik de, teselli oldu.
Atina’da her şey turizme dayalı. Avrupa Birliği kurulduğunda, şehrin tek endüstrisinin turizm olmasına karar verilmiş ve tüm sanayi Atina dışına taşınmış.
Şehir önce topal kalmış gibi olmuş, kısa bir süre bocalamış ama sonra gitgide hızlanan bir tempoyla Avrupa’nın turist başkentlerinden biri olma yoluna girmiş.
Tıpkı meşhur "sirtaki"leri gibi.
Sirtaki sanılanan aksine geleneksel bir müzik ve dans değil. 1963’de Mikis Theodarakis tarafından sonradan üç Oskar kazanacak "Zorba" filmi için bestelenmiş.
Sirtakinin öyküsü de ilginç. Zorba filminin başoyuncusu Anthony Quinn, Meksika ve İrlanda melezi bir Amerikalı. Filmin çekimi sırasında çapkınlık uğruna, otelin balkonundan balkonuna atlarken düşüp bacağını kırmış.
Filmin önemli sahnelerinden biri olan dans sahnesinin çekimi tehlikeye girince Mikis Theodorakis dahiyane bir yaratıcılıkla ağır, aksak bir ritmle başlayan "Zorbaların dansı" ya da yaygın bilinen ismiyle "Sirtaki"yi bestelemiş.
"Zorba"nın Yunanca’da, Türkçe’dekinden çok farklı bir anlamı var. Yaşamdan zevk almasını bilen, güçlü erkek anlamına geliyor.
Zorbaların dansı Sirtakinin kökeni bildiğimiz Kasap Havası’na dayanıyor. Çok yavaş tempolu başlayan Kasap Havası ezgisinin giderek hızlandığı bir beste.
Başındaki ağır, aksak temposu kırık bacaklı Anthony Quinn’in sarsak adımlarla dans edebilmesini sağlayarak filmi kurtarmış. Gerisi de çekim teknikleri, sinematografik anlatım üsluplarıyla halledilmiş.
Sirtaki Mikis Theodarakis’i, Anthony Quinn’i ve Zorba’yı meşhur etmekle kalmamış, Yunanistan’ın sanki milli marşı olmuş.
Atina’nın turizm yolculuğunu, sirtakiye benzetmemin nedenleri işte bunlar. Ağır, aksak başlamış, giderek hızlanmış ve sonunda turizm Atina’yı Avrupa’nın turizm başkentlerinden biri yapmış.
Atina, Ege sahilerindeki tatil kasabalarımızın metropolleşmiş hali gibi.
Tarih ve medeniyet Atina’da o kadar iyi ve uyumlu bir araya getirilmiş ki hayran kalmamak mümkün değil.
Tarihi dar sokaklar, çok geniş modern caddelerle dengelenmiş. Kaldırımlar üzeri meyve dolu turunç ağaçlarıyla süslenmiş.
Tarihi binalar, göze batmayan yeni binalarla iç içe. 5,5 milyonluk şehirde yüksek yapıya rastlamak çok zor.
Şehrin tarihi merkezi olan Plaka’da turistik eşya satan dükkanları da bulmak mümkün, lüks moda markalarının mağazalarını da. Tavernalar da burada, barlar ve kafeler de.
Her yer alışveriş yapan, yemek yiyen, eğlenen, para harcayan turistlerle kaynıyor.
İstanbul’un da Atina gibi bir turizm şehri olması için yapılması gereken o kadar çok şey var ki.
Tarih tamam da, bu işler öyle şiş kebapla, çay bahçesiyle, sosyetik gürültücü kulüplerle, kebapçılarla, gökdelenlerle olmuyor.
İstanbul’a bir zorba gerek. Ama Türkçe’deki değil Yunanca’daki anlamıyla.
Yemek ve şarap Niş’te nişanlandı
Geçen gün bir iş yemeği için Nişantaşı’ndaki Niş restorandaydım. Doluca ile birlikte şarap-yemek eşlemesine dayalı yeni bir mönü uygulaması başlatmışlar.
Misafirlerim öğlen öğlen fazla gelir diye yanaşmadılar ama ben hazır gelmişken, üç mönü seçeneğinden birini deneyeyim dedim. Doluca’nın Karma serisi çok beğendiğim şarapları barındırdığından, "Lezzetin Müthiş Karması" mönüsünü seçtim.
Eşlemeler çok başarılıydı. Belli ki yemekler ve şaraplar özenle seçilmiş. Öyle ki Karma’nın en mütevazı üyesi Gamay-Boğazkere bile eşlik ettiği Antik Kırmızı Şaraplı Vinaigrette Soslu Yeşil Mercimek, Marine Mantar, Keçi Peyniri’yle birlikte kendini aşıyordu.
Ana yemeğe eşlik eden Doluca Karma Cabernet-Öküzgözü ise kendinden beklendiği gibi güçlü ve vakurdu. Biraz fazlaca pişmiş bonfilenin yanında servis edilen Kırmızı Pancarlı Risotto ise Niş’in her zamanki benzersiz yaratıcılığının enfes bir lezzettescili gibiydi.
Uygulamanın tek kusuru bence mönülerin set olması ve bunun da fiyata yansıması. Mönüdeki eşlemeler setten ayrı olarak tek tek de sipariş edilebilse daha iyi olurmuş.