25 Mayıs 2007
Türkiye’yi Bilgi Çağı’dan uzak tutma potansiyeli olan, çağdışı İnternet Yasası ne yazık ki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in onayından da geçti. Önüne onay için gelen her yasayı, büyük bir titizlikle didik didik eden, toplumun çeşitli kesimlerinden gelecek eleştirilere kulak veren Ahmet Necdet Sezer, ana muhalefet partisi CHP’nin de yasaya verdiği örtülü destekten etkilenmiş olacak ki bu kez ince eleyip sık dokumadan onaylayıverdi bu kritik yasayı.
Halbuki yasada, İnternet’in ruhunu bilmeyen hukukçuların kolay kolay fark edemeyeceği bir açık var. Yasa ilk bakışta anayasaya aykırı gözükmüyor ancak uygulamada anayasaya aykırılık yaratacak önemli bir boşluğu var.
Yasaya göre kurulucak olan bir Başkanlık, İnternet sitelerini izleyerek, örneğin müstehcen bulduğu içeriğe erişimin engellenmesini sağlayabilecek.
Ancak bu engellemenin müstehcen içeriğe sahip sayfaya mı yoksa sayfanın barındırıldığı tüm siteye mi yapılacağı yasada açık değil.
Yani eğer yasa, engellemenin tüm siteye yapılacağı şeklinde yorumlanıp uygulamaya konulursa sansürün yolu açılacak demektir.
Örneğin bir haber sitesinde gösü açılan bir tenisçi fotoğrafı yayınlandığını düşünün. Ve Başkanlık bu fotoğrafı müstehcen bulup erişimi engelleme kararı almış olsun.
Engelleme müstehcen fotoğrafın yayınlandığı sayfaya değil de haber sitesinin tümüne uygulanırsa, bu Anayasa’nın düşünceyi yayma ve basın özgürlüklerini düzenleyen 26 ve 28. maddelerinin açıkça ihlal edilmesi anlamına gelir.
Cumhurbaşkanı Sezer, istese yasayı uygulamada anayasaya aykırılık yaratabilecek eksikliklerinin giderilmesi için tekrar görüşülmek üzere TBMM’yi iade edebilirdi.
Ne yazık ki etmedi. Bize de yasanın yürütülmesine yönelik yönetmelikleri beklemek kaldı. Umarız bu ve benzeri açıklar yönetmelikte düzeltilir.
Yoksa erişim engellemesine karşı açılacak ilk dava, hakim kararıyla Anayasa Mahkemesine yansır.
Ancak arada olan İnternet’e asıl gücünü veren sıradan İnternet kullanıcılarına olur. Bu da İnternet’in sunduğu fırsatları vatandaşlarına kullandırtmayan Türkiye’nin Sanayi Çağı’nı kaçırdığı gibi Bilgi Çağı’nı da ıskalaması anlamına gelir.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2007
Hiçbir şeyden ders almıyoruz. Diskoteğin kaçak duvarı çöktü, mışıl mışıl uyuyan çocuk öldü. Cevahir Alışveriş Merkezi’nde korkuluksuz yürüyen merdivenden bir çocuk düşüp öldü, ders alınmadı bir hafta sonra bir çocuk daha düşüp öldü. İstanbul Belediyesi, söktürdüğü rögar kapağına yeterli önlem alınmasını sağlamadı, bir çocuk lağım sularında çırpına çırpına boğularak öldü. İzmir’de çökme tehlikesi olduğu tespit edilen bir bina zamanında yıkılmadı ve binadan kopan parçalar ikiz kardeşleri öldürdü...
Tüm bunlara rağmen, felaketlere davetiye çıkaran kurumların yetkililerinin vurdumduymazlığı devam ediyor.
Bu vurdumduymazlardan biri de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde. Bizzat yaşayarak tanık oldum.
Vakıflar’ın İstanbul, Arnavutköy’de çökme tehlikesi olan metruk bir binası var. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce bir pislik abidesi olarak yıllardır öyle tutuluyor.
İki yıl önce Vakıflar İstanbul Bölge Müdürü Adnan Ertem’i durumdan haberdar ettik. Telefonda baştan savma ilgilendiği izlenimini alınca makamında ziyaret ettik. İşi resmiyete dökmek için dilekçe verdik. Aradan bir yıl geçip sonuç alamayınca yeni bir dilekçe daha verdik.
Yok, umurlarında değil adamların. İki yıl geçti ve yıkılma tehlikesi olan, çevreye pislik saçan bina olduğu yerde duruyor.
Son aldığımız cevap ise Vakıflar’ın tutumunun tüm İstanbul ve hatta belki tüm Türkiye için büyük bir tehdit oluşturduğunun göstergesi.
Efendim, Vakıflar Müdürlüğü sahibi olduğu binaların bakımıyla uğraşamazmış. İhale ile kiraya çıkaracaklarmış, binayı kiracı yenileyecekmiş.
Vakıflar Bölge Müdürü’nün zihniyeti buysa, İstanbul’da kaç çocuğun yaşamı Vakıflar’a ait bakımı yapılmayan harap binalarının tehdidi altında, kaç bin kişinin sağlığı bu binalardan etrafa saçılan pisliklerden etkileniyor, varın siz hesaplayın.
Bir sözüm de İstanbul Belediyesi’ne. Hadi Vakıflar sorumsuz, İstanbul Belediyesi olarak siz neden bu sorumsuzluğa göz yumuyorsunuz? Siz neden bu binaları, böylesi bir pislik içinde ve çökme riski altında tutmalarına izin veriyorsunuz?
Modern rakı sofrası
Rakılı bir kokteyl tattınız mı? Elda’nın yeni rakısı Kara Efe’nin, modernize edilmiş Türk mezeleriyle uyumunu sergilemek amacıyla bir grup yemek yazarına verilen yemek öncesinde rakı kokteylleri sunuldu. Barmen Elif Tosun’un Kara Efe kullanarak yaptığı kokteyllerin hepsi birbirinden güzeldi ama ben en çok emsalsiz bir serinlik hissi veren Harman Dalı’na bayıldım.
Mövenpick İstanbul’un yeni şefi Maximillian J.W. Thomae ise birbirinden ilginç ve bir o kadar leziz modern mezeler hazırlamıştı yemek için. Türk bir anneye sahip olma, 15 yıla yakın Türkiye’de çalışma ve Michelin yıldızlı şeflerin yanında edinilen deneyim, en tutucu rakıcıları bile memnun edecek modernize edilmiş mezeler çıkarmış ortaya.
Örneğin ezmeli yemekler açısından zengin olan meze sofrasında terinlere yer vermek en baba rakıcının bile fazla yadırgamayacağı bir yenilik. Hele Domates Özü Mantosu’nda sunulan bir Beyaz Peynir Terin’i vardı ki, o gün sofrada bulunup da beğenmeyen çıkmadı.
Kara Efe’nin kendisi de çok yenilikçi bir rakı. Dünya içki kültüründeki trendlere uygun olarak tam üç kez distile edilmiş. Yüzde yüz yaş üzümden üretiliyor ve su olarak 2 bin metre rakımlı Bozdağ’dan getirilen saf kaynak suyu kullanılıyor yapımında. Tüm bunlar Kara Efe’ye başka hiçbir rakıda olmayan, yemeklerin tadını fazla bastırmayan zarafette bir tat veriyor.
Bizim o günkü mönümüz tamamen modernize edilmiş mezelerden oluşuyordu. Deneysel özelliği olan özel bir davet için uygundu kuşkusuz ama pratikte bu modern mezeler, klasik mezelerle harmanlanarak sunulursa hem klasik rakıcıları hem de rakıyı tanımaya çalışan yabancı yemek meraklılarını memnun edecek bir mönü ortaya çıkar. Doğrusu rakıyı dünyaya tanıtmak ve şık sofraların da içeceği yapmak adına buna çok ihtiyacımız var.
Bu arada Kara Efe’nin etiketinde tek yıldız kullanılmasından şüphelendiğimi de ekleyeyim. Bana sanki, Elda’cılar bunun arkasını da getirecek, yakında üç yıldızlı, beş yıldızlı Efeler de çıkaracaklarmış gibi geliyor. Bir de tabii hanımlara yönelik bir Beyaz Efe ya da Pembe Efe de beklemiyor değilim.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2007
Şükür, anlamsız Pinot Noir modasını atlattık diye düşünüyordum ama Serdar Turgut tarihi geçmiş hangi dergiden okuduysa Pinot Noir’ın moda olduğunu duymuş, Beyaz Türkler’e gazlamaya çalışıyor. Geçenlerde yine Pinot Noir moda olacak, Cabarnet Sauvignon’un pabucunu dama atacak demişti. Aynı yazıda 2007’nin yıldızının Bordo olacağını da iddia etmişti.
Bordo şaraplarında, Pomerol ve St. Emilion bölgelerinde üretilenler hariç (bunlarda Merlot baskındır) ağırlıklı olarak Cabarnet Sauvignon kullanılır. Burgonya şaraplarının karakteristiği ise Pinot Noir üzümlerinin kullanılmasıdır.
Yani 2007 yılında hem Pinot Noir’ın Cabernet Sauvignon’u, hem de Bordo’nun Burgonya’yı sollayacağını iddia etmek, Fenerbahçe’nin şampiyon olacağı bir yılda Cim Bom Bom’un ligi en yüksek puanla bitireceğini söylemek gibi bir şeydir.
Zaten Pinot Noir’in Sideways filmi sayesinde taa üç yıl önce birden bire moda olduğunu sağır sultan bile çoktan duydu. Pinot Noir moda olma aşamasını geçti, demode olma sürecine girmiş bulunmakta.
ABD şarapları Türkiye’de fazla bilinmiyor. Bunun başlıca nedeni Türkiye’ye marketlerde satılmak üzere çoğunlukla ucuz ve kalitesiz örneklerinin getirilip, satılması. Raflarda yine kalitesiz ama daha da ucuz Şili ve Avustralya şarapları dururken ABD’den ithal kötü örneklere pek yüz veren yok olarak.
Geçen gün ABD İstanbul Konsolosu Deborah K. Jones ve Babil Şarapçılık Başkanı Cemal Palan’ın Swissotel’de verdiği bir davetteydim. Kaliteli restoranlara ve turizm işletmelerine dağıtım yapan Babil Şarapçılık’ın ithal etmeye başladığı Delicato şaraplarının tadımı için yapılan bir geceydi. Gecede Delicato’nun Chardonnay, Merlot, Cabarnet Sauvignon, Shiraz 2005’lerini denedik.
Özellikle Cabarnet Sauvignon ve Shiraz’ı çok beğendim. Türk restoranlarında kaliteli dana eti bulmak çok zor ama olur da rastlarsanız yanında Delicato Cabarnet Sauvignon 2005’i gönül rahatlığıyla açtırabilirsiniz.
Öte yandan Kaliforniya Shiraz’ları ile aram pek iyi değildir. Türkiye’de Pamukkale’nin öncülüğünde Kaliforniya’dakilerden çok daha kaliteli ve iyi sonuç veren Şiraz’lar üretiliyor. Ancak Delicato Shiraz 2005, Kaliforniya Şiraz’ları ile ilgili önyargımı yıkacak güzellikteydi. Bizim kebaplarla uyum gösterecek, başarılı bir örnek.
Türkiye’de beyaz şarap denilince bir Chardonnay merakıdır gidiyor ama bizim beyaz etli, narin lezzetli balıklarımızın yanında hiç de iyi gitmeyen bir tür Chardonnay. Sauvignon Blanc ve Riesling bizim ızgara balıklarımızla çok daha uyumlu. Babil’in ithal ettiği Chardonnay, türünün iyi örneklerinden ama daha çok midye, karides, pavurya, ahtapot, kalamar, ıstakoz gibi deniz ürünlerinin yanında gidecek bir şarap. Keşke Delicato’nun üreticisi DFV Wines’ın bir başka markası olan Monterra’nın Sauvignon Blanc’ını da ithal etseydi Babil.
Delicato’nun Zinfandel 2005’i tadımda yoktu. Delicato Zinfandel’i bilmiyorum ama DFV Wines’ın yine bir başka markası olan Gnarly Head’in Zinfandel’ini birkaç hafta önce San Fransisko’da tatmıştım. Gnarly Head, Kaliforniya’ya has bir üzüm türü olan Zinfandel’in, en eski bağlarına ev sahipliği yapan Lodi’de üretiliyor. 100 yıllık asmalardan alınan, çok zengin ve yoğun aromalı üzümlerden elde edilen Gnarly Head mükemmeldi. Babil’in ithal ettiği Delicato Zinfandel de Gnarly Head kadar iyiyse Türkiye’de restoranlarda, domates soslu makarnalar yanında içeceğim şarap belli oldu demektir.
Babil’in getirdiği ABD şarapları arasında Pinot Noir olmamasına ise çok sevindim. Gerçi Delicato’nun Pinot Noir’ı yok ama yine bir DFV Wines markası olan Irony’nin Monterey Pinot Noir’ını da ithal ediyor olabilirlerdi es kaza...
Biz önce iyi bir Burgonya şarabı nasıl olur onu içimize sindirelim, üzüm şırası ABD Pinot Noir’ımız eksik olsun.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2007
Akşam gazetesi yazarı Yiğit Karaahmet’in yazılarını üslup açısından çok beğendiğimi, fikir olarak da olgunlaşır ve yüzeysel yazmayı bırakırsa yakın bir gelecekte basının en iyi köşe yazarlarından biri olacağına inandığımı yazmıştım. Sağolsun, haksız çıkarmamış.
Oral seksin gırtlak kanseri riskini artırdığı ortaya çıktı ya. Mal bulmuş Mağribi gibi üzerine saldırmış Karaahmet.
"Atakan, kanser yapabilme ihtimali olan her şeye savaş açmış durumda" diyor, sadece sigaraya karşı açtığım savaşı kastederek. "Bu durumda oral seksin yasaklanması kampanyasının onursal başkanlığı görevinin ona çok yakışacağını düşünüyorum" diye de bir espri patlatıyor.
Haa, haa, haa... Ne zeki bir espri.
Behey Karaahmet, behey zeki çocuk... Başkalarının ağzına cinsel organını zorla sokmaya kalk da bakalım başına neler gelecek. Gel ondan sonra konuşuruz, başkalarının burnuna zorla kanserojen sigara dumanı sokanlara neden hálá yasak getirilmediğini.
Teoman’a sahnede sigara içme yasağı getirilmesini istememden yola çıkıp, "oral seks bağımlısı birilerini bulup, onların eylemlerini de yasaklatabileceğim"0 yüzeysel esprisini yapmadan da edememişsin.
Bildiğin oral seks bağımlısı böyle bir sanatçı varsa, ona da söyle çıksın sahnede yapsın bu işi. Ondan sonra konuşursun.
Güzelim üslubunu yüzeysel fikirlere kurban ettiğini biliyordum ama bu kadar yüzeysizlik de beklemiyordum doğrusu...
Seneye Erovizyon’a uydurmasyonca şarkıyla katılalım
"Erovizyon 2003’ü kazanmamızın nedeni ne Sertab Erener’in benim de çok güzel bulduğum sesi, ne gerçekten çok iyi olan yorumu ne de İngilizce şarkıyla katılmamızdı (...) Kompleksli ülkeler hariç kimsenin takmadığı bir müsamereden ibaret olan Erovizyon’da 2003 yılında birinci olmamızın tek bir nedeni vardı o da, seyircilerin o yıl ilk kez cep telefonundan kısa mesajla oy verebilmesiydi (1999’da başlayan "televoting"de 2003’e kadar çoğunlukla sabit telefonlar kullanılıyordu).
Sonradan Pop Star, Biri Bizi Gözetliyor, Kaynanam Olur musun, Bacıma Yan Bakar mısın gibi programlarda da şahit olacağımız gibi Türk insanının bayıldığı bu oylama yöntemi Türkiye’yi yıllardır sonuncu sıralarda volta attığı yarışmada birinci sıraya taşıdı. Gurbetçilerimizin yoğun yaşadığı ülkelerden gelen puanların yüksekliği de, birinci olmamızın perde arkasının iyi bir göstergesiydi.
Sadece 2 puan farkıyla geçtiğimiz Belçika’nın şarkısı uydurmasyonca, 3 puan farkla geçtiğimiz Rusya’nın şarkısı Rusça idi. Yarışmada son dört sıra ise 0 puanla sonuncu olan İngiltere de dahil olmak üzere Malta, Latviya ve Slovanya’nın İngilizce sözlü parçaları arasında paylaşıldı.
Peki 2004’te neden birinci olamadık? Üstelik yarışma İstanbul’daydı ve yine İngilizce bir şarkıyla, üstelik "İngilizce sözlü hafif göbek havası"ndan çok daha kaliteli bir şarkıyla katılıyorduk. Athena’nın profesyonelliği ve sahne performansı da Erener’inki kadar iyiydi. 2004’te birinci olamamazın nedeni, bu yıl yarışmaya katılan, dolayısıyla halkı kısa mesajla oy veren ülkeler arasında eski SSCB ya da Doğu Bloku ülkesi olanların sayısının artmasıydı. Üstelik 2003’te halk bazı ülkelerde kısa mesajla oy kullanabilmişken, 2004’te eski SSCB ve Doğu Bloku ülkelerininkiler de dahil olmak üzere tüm ülkelerin vatandaşları cep telefonundan oy kullanabilmişti. Böylece 2003’te yalnızca 3 puan farkıyla geçebildiğimiz Rusya, bizi sollayıp birinciliği kapmıştı".
Yukarıdaki yazıyı Şubat 2005’de yazmışım.
Kenan Doğulu bu yıl gerçekten muhteşem bir performans gösterdi. Yozlaşmış Türkçe sözler dışında her şey mükemmeldi.
Bu mükemmelliğe rağmen Kenan Doğulu’nun birinci olması iki yıl önce yazdığım yazıdaki gerekçelerden dolayı olanaksızdı. Sertab Erener’in birinci olduğu yıldaki katılımcı ülkelerle, bugünküler aynı değil. Geçti artık o günler, uğurlar ola.
Yarışmadan önce şarkının Türkçe mi, İngilizce mi olacağı tartışılırken, "Kenan Doğulu Rumca okusun" demiştim. Kırma bir dil seçeceğini tahmin edememiştim. Etseydim "Rumca, Sırpça, Bulgarca, Ermenice kırma bir dilde okusun", derdim.
Bu yıl birinci olmasının tek yolu buydu. Türkçeyi bu kadar da aşağılamaya değer miydi, orası ayrı konu..
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2007
Teoman’a sahne yasağı getirilmesini önerince kıyamet koptu. Sigara bağımlılarının estirdiği terörden bıkanlardan destek, Teoman hayranlarından tepki mesajı yağdı.
Teoman’ın menajeri Funda Sanlıman’dan gelen mesajın önceliği var tabii ki. Özetle, Teoman’ın konserdeki davranışları ile ilgili basında çıkan son haberlerin abartılı olduğunu söylüyor. Söz konusu haberlerde Teoman’ın Antalya’da bir diskotekte verdiği bir konserin sanki halka açık bir konsermiş gibi yazıldığını belirtiyor.
Hemen belirteyim Teoman düşmanlığı yapmak gibi bir derdim asla yok. Aksine Teoman şarkılarını beğendiğim, şarkıcı olmaktan öte sanatçı olarak gördüğüm ender Türk müzikçilerinden biri.
Sanatçının topluma örnek olma gibi bir misyonu olduğunu savunanlardan da değilim. Tersine sanatçının, yaratıcılığının doğasından kaynaklanan farklı ve aykırı bir özel yaşamı olmasını da doğal buluyorum.
Eleştirim sahnedeki davranışına. O da başkalarına zararı olan bir davranış olduğu için.
Sigarayı teşvik ettiği iddiası Teoman’ın imajına yapıştı kaldı. Teoman’ın en azından sahnedeki davranışlarıyla bu imajı üzerinden atması gerekiyor. Sahneye sigara içmenin serbest olduğu bir ortamdayken çıktığında bile, sigara içmekten kaçınması, sigara içmeyen seyircisinin haklarına gösterdiği bir saygı olarak, sanatçılığını olmasa bile insanlığını yükseltecektir.
Gelelim sigara terörünün medyadaki temsilciliğine soyunan iki genç meslektaşımın yazdıklarına...
Sabah’ın Cuma ekinde yazan Mehmet Tez isimli bir arkadaşımız var.
Teoman’la ilgili yazımı kendince eleştirmeye kalkışırken, ne alaka kurduysa küresel ısınma hipotezine kör bir inançla bağlanan yobazları eleştirdiğim yazılarıma atıfta bulunma ihtiyacı duymuş.
Tırnak içinde kullanarak, "Küresel ısınma diye bir şey yok, hepsi aldatmaca" dediğimi yumurtlamış.
Tırnak içinde kullanılan alıntıda virgülle bile oynanamaz, gazeteciliğin temel kuralıdır. Oysa Tez’in yaptığı alıntıda kulandığı sekiz kelimeden beşi olsun, bugüne kadar yazdığım onbinlerce yazıda kullandığım milyonlarca cümlenin tekinde bile bir arada ya da farklı şekilde sıralanmamıştır.
Cümlenin bana ait olmaması bir yana, yazdığım herhangi bir yazıdan bu cümledeki anlamı çıkartması için de insanın algılama özürlü olması gerekir. Belki okuma sorunu vardır. Küresel ısınma konusunda yazılarımda ne dediğimi okuyarak kavrayamıyorsa, yönetmeni Elçin Yahşi’ye sorsun, o entelektüel yanı derin olan bu konuya vakıf az sayıdaki isimden biri, seve seve anlatır diye tahmin ediyorum.
Gazeteciliğin temel kurallarını bilmeden ve üstelik kavrama yeteneğine de sahip olmadan gazete yazarı olunabileceğinin canlı kanıtı olan Mehmet Tez’in, Teoman’ı eleştirdiğim yazıdaki düşünceleri algılayamamış olması ve ilkokul kompozisyonu seviyesinde alakasız benzetmelerle alay etmeye kalkışması da çok doğal (Tez’in mantıksız benzetmeleri ve cevaplarıma neo.onpunto.com adresindeki e.günlüğümden ulaşabilirsiniz).
Akşam gazetesi yazarı Yiğit Karaahmet’i ise severim. Akıcı, yaratıcı ve çok zeki üslubu sayesinde, zamanla fikirleri de olgunlaştığında çok iyi yerlere geleceğine inanıyorum.
Ancak Yiğit Karaahmet şu anda, özellikle de sigara konusunda derinlere dalıp ayrıntılara dikkat etmeye çalışmaktansa, ilk aklına gelen yüzeysel fikirleri yazmakla yetiniyor.
Teoman sahnede sigara içeceğine kokain çekseydi, esrar içseydi, hiç olmazsa sadece kendisine zarar verirdi dememe takılmış. Esrar içmenin de çevresindekileri etkilediğini hatırlatmış. Kokain kullanımı için "koklamak" fiilini kullanmamı dinozorluğuma vurarak dalgasını geçmeye çalışmış.
Sevgili Karaahmet merak etme, esrar dumanının çevredekilere etkisinden haberdarım. Siz yeni jenerasyon ne diyorsunuz bilemeyeceğim ama bizim zamanımızda dumanaltı olmak denirdi. Örnek verdiğin Nuri Alço’lu Türk filmlerinden değil ama bizim kuşağın okumayı tercih ettiği kitaplardan biliyorum... Düşünce suçundan hapse düşen arkadaşı bol olan bir kuşaktan gelme olduğum için biliyorum...
Ek olarak esrar içmenin yasak, sigara içmenin alabildiğine serbest olduğunu da biliyorum. Türkiye’de her yıl hiç sigara içmemesine rağmen maruz kaldığı ikinci el sigara dumanı yüzünden kanser olan 20 bin kişi olduğunu da biliyorum. Bu ülkede yaş ortalaması 13 olan 100 öğrenciden 11’inin sigara içtiğini de biliyorum. 18 yaşın altında 3 milyon sigara tiryakisi genç oduğunu da biliyorum.
Teoman’ın konserlerini gençlerin doldurduğunu, Teoman’ın bu konserlerde sahnede sigara içtiğini, salondaki kanserojen dumana katkıda bulunduğunu da biliyorum.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2007
Teoman’ın tüm konser boyunca sahnede sürekli sigara içip, genç seyircilere de ikram etmesini eleştirmiş ve toplum zararlısı bu sanatçıya sahne yasağı getirilmesini savunmuştum. Bazı okurlar yazımda verdiğim bir örnekten yola çıkarak gençleri uyuşturucu kullanımına teşvik ettiğim gibi alákasız bir sonuca varmışlar.
Yazımda sahnede sigara içmenin, sahnede esrar içmek, kokain çekmek kadar şiddetle karşı çıkılması gereken bir davranış olduğunu vurguladıktan sonra eklemiştim:
"Hatta sigara içeceğine keşke esrar içse, kokain koklasaydı. Hiç olmazsa bu maddelerin sadece kullanana zararı var, çevresindekilere yok".
Bu cümleleri gençleri uyuşturucu kullanmaya teşvik etmek olarak algılayıp, eleştirmek için bağımlılığına mazeret bulma uğruna her bahaneye sarılmaya hazır bir beyne sahip olmak gerekir.
Uyuşturucu kullanımına tabii ki karşıyım. Yazımda bunu vurgulamışım da zaten.
Ancak sigarayla savaşın, uyuşturucuyla savaştan daha da şiddetli bir şekilde yürütülmesi gerektiğini söylüyorum.
Türkiye gibi, sigara konusunda zihniyet olarak medeniyetin gerisinde kalmış bir ülkede sigara içenlerin topluma verdiği zarar, kendi sağlıklarıyla sınırlı kalmıyor.
Restoranda, kafede, barda, alışveriş merkezinde, sinemada, hatta havalimanı gibi yasak olan yerlerde bile saygısızca tüttürülen sigaranın dumanı benim, çocuğumun ve tüm sevdiklerimin sağlığını tehdit ediyor.
Esrar ve kokain içenin kendine verdiği zarar beni, sigara içenin bana, çocuğuma ve tüm sevdiklerime verdiği zarardan tabii ki çok daha az ilgilendiriyor.
Etrafta topluma açık alanlarda sigara içecek kadar düşüncesiz ve saygısız bunca insan varken, insanları kendilerini başkalarının pisliğinden korumasını savunan yazımı düşüncesizlik olarak suçlayan mesajlara, bir bağımlının çaresiz çırpınışları gözüyle bakıp, acıyarak anlayış göstermeye çalışıyorum.
Boğaziçi’nde marinaya hayır
Geçen çarşamba günü İstanbul Belediyesi’nin Boğaz’ın birbirinden güzel bazı semtlerine yüzer marina yapma kararını eleştirirken, belediyeden kıyı manzarasını engelleyen yüksek güverteli gezi teknelerin sahillere bağlanmasını önlemesini istemiştim.
Belediye duyarlılık göstermiş ama yine yanlış teknelere savaş açmış. Görüntü kirliliğinin asıl kaynağı lüks gezi teknelerini kaldıracağına garibanın balık ekmek teknesiyle uğraşmış.
Gerek sorunun asıl kaynağı gezi teknelerinin, gerek balık ekmek teknelerinin yürüyüş yollarından uzak, görüntü kirliliğine yol açmadan bağlanabilecekleri yerler de var, belediye bu teknelere buralarda yer gösterebilir.
Belediye aynı gün Bebek-Aşiyan sahil şeridini genişletme çalışmasına da başlamış.
Yüzer marina sürprizi nedeniyle diken üzerinde olan Bebek ahalisi, sahile çakılmaya başlanan kazıklarla hop oturup hop kalkıyor.
Hemen belirteyim, sahil şeridini 9 metre genişletecek projeye ben sıcak bakıyorum.
Ancak projenin kapsamı hakkındaki bilgiler söylentilerden ibaret olduğu için kuşkularım da var tabii ki.
Eğer proje, saçma yüzer marina projesinin bir uzantısı değil de, bağımsız bir projeyse belediyeyi yermek değil alkışlamak gerekir.
Tabii eğer; amaç genişleyen sahili balıkçı terörü ve donla denize girenlerin istilasına açmak değil de vatandaşın gezi alanı haline getirip, burada mini kafeler açmaksa...
Ah bir de ne iyi olurdu İstanbul Belediyesi bu konularda açık olsa, projeleri daha henüz oluşma aşamasında halkla paylaşıp, gelecek fikirlerle oluştursa, bu son örneklerde olduğu gibi son anda dayatmasa...
Yüzer marina konusunda bu şans hálá var. Yüzer marina oldu bittisiyle karşı karşıya kalan Bebek, İstinye, Tarabya ahalisi ile bu semtlerin ziyaretçisi tüm İstanbullular belediyeden gelecek anlayışlı adımları bekliyor.
Sigara açık havada da zararlı
Yeni bir bilimsel araştırma, ikinci el sigara dumanının içen kişinin dışında çevredekilerin sağlına, açık havada bile zarar verdiğini ortaya koydu.
Kapalı yerlerde içilen sigara dumanının, her yıl sigara kullanmayan 50 bin ABD’linin ölümüne neden olduğu daha önceki araştırmalardan biliniyordu.
Stanford Üniversitesi bilim adamlarınca yapılan son araştırmada sigara dumanının açık havada yarattığı kirlilik incelendi ve açık havada sigara içen tek bir kişinin yaklaşık 1 metre yakınında oturan birinin dumanaltı olmuş bir kafedeki kadar zararlı duman soluduğu ortaya çıktı.
Bu haber 8 Mayıs günü USA Today gazetesinin kapağında yayınlandı. Bu türden haberlerin bizim gazetelerimize de birinci sayfadan girmeye başlayacağı uzak günleri iple çekiyorum.
O günler geldiğinde ben de sigara bağımlısı okurların antipatisini çekme pahasına böyle yazılar yazmak zorunda kalmıyor olacağım.
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2007
Köşe yazarlarından ve entelektüel geçinenlerimizden ses seda çıkmadı ve İnternet’i sansürleme kanunu TBMM’den geçip yasallaştı. Sansürü hortlatan çağdışı yasanın en enteresan yanı Telekomünikasyon Kurumu bünyesinde görevi porno izlemek olan bir kurulun kurulmasını öngörmesi.
Yeni kanunla İnternet’in başına da bir bakıma RTÜK gibi bir kurul musallat ediliyor. Ve bu yeni kurula RTÜK’ünkileri de aşan yetkiler verilerek, İnternet’teki siteleri mahkeme kararı olmaksızın kapatma, sansürleme hakkı getiriliyor.
Yeni kurulacak kurulun üyelerinin başlıca görevi porno siteleri gezmek, yeterince tahrik olunca da kapatılmasına karar vermek olacak.
Kurul böylece Türk halkının ahlákının bozulmasını önleyecek, yasa koyucuların Türkler’in içinde yattığına inandığı sapıklıkların uyanmasına engel olacak, yetişkin Türk erkeklerinin azıp dünya ahret bacılarına saldırmalarına mani olacak.
AKP bu yasayı hazırlarken bir noktayı gözünden kaçırmış, hemen hatırlatayım.
Yasaya, görevleri gereği aman millet azmasın diye sabah akşam porno seyretmek zorunda kalacak kurul üyelerinin azmasını önleyecek bir maddenin de eklenmesi şart.
Yasanın Meclis’ten apar topar geçmesi için AKP’ye her türlü desteği veren CHP’den ümidimi kestim.
Sansürcü yasaya getirdikleri tek katkı, Ulaştırma Bakanlığı bünyesinde yıllardır hiçbir işe yaramadan, RTÜK benzeri bir kurul olmayı umarak bekleyen İnternet Kurulu’na bu fırsatı vermek oldu.
Umudum Cumhurbaşkanı’nda. Hükümetin gider ayak, apar topar çıkardığı bu yasayı Cumhurbaşkanı Sezer de gider ayak, apar topar veto etmeli.
Böylece AKP ve yardakçısı CHP için unutulan maddeyi ekleme fırsatı doğmuş olur.
Bu yeni maddeyle, Telekomünikasyon Kurumu bünyesinde kurulacak İnternet Porno Seyretme Kurulu üyelerinin yaşam boyu toplumdan tecrit edilerek, porno seyretmekten bozulan ahláklarıyla topluma zarar vermeleri önlenebilir...
Teoman’ın sahneye çıkması yasaklanmalı
Sürekli sarhoş gezmesi, o haliyle otomobil kullanmadığı sürece hiç umurumda değil. Kimsenin de olmamalı.
Otomobil kullanmadığı ya da etrafı taciz etmediği sürece bir sanatçının alkollü olmasında haber değeri taşıyan hiçbir şey yok. Ekrana sürekli sarhoş görüntülerinin yansıması Teoman’ın değil televizyoncuların ayıbı...
Ancak Teoman’ın sahnede sigara içmekte gösterdiği inat artık rezillik boyutlarını bile aştı.
Ha sahnede sigara içmişsin, ha kokain koklamış, eroin enjekte etmişsin. Hiçbir farkı yok.
Hatta sigara içeceğine keşke esrar içse, kokain koklasaydı. Hiç olmazsa bu maddelerin sadece kullanana zararı var, çevresindekilere yok.
Teoman’ın maddi bir çıkarı yoksa, sahnede sigara içmekte ve seyirci gençlere ikram etmekte bu kadar ısrarcı olmasını anlamak da mümkün değil.
Artık iş valiliklere düşüyor. Gençleri zehirlemekteki kararlılığını kendi davranışlarıyla tescilleyen Teoman’ın konserlerine mülki amirlerin yasak getirmesi şart.
Konser sahnesinin etrafa kanser yaymak için kullanılmasından, bundan böyle Teoman’ın konserlerine izin veren mülki amirler de sorumlu tutulmalı.
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2007
Sokakta dalgın dalgın yürürken, kaldırımda bezelye ayıklayan iki seyyar satıcıya takıldı gözüm. Biri zaten yıllardır tanıdığım Enginarcı Eyüp’tü. Selamlaştık.
Yanındaki bezelyeciyi ise algılayamadım. Kıyafetiyle, tıraşıyla, bakışıyla çerçevenin içine oturmuyor ama bir yandan da çok tanıdık geliyordu.
Üstelik o da bana gülümsüyor, "N’aber Yurtsan", diyordu.
Yirmi yıl öncesine, üniversite öğrencisiyken sık sık takıldığımız Bebek’teki Kalem Bar’a ışınlandım.
Kalem Bar akşamlarına, gece 12’den sonra aşka gelip söylemeye başladığı aryalarla neşe katan, saygıyla dinlenen İstanbul Devlet Operası sanatçısı, Danimarka’dan Devlet Ödülü almış Tenor Ömer Ali Otar’dı karşımdaki bezelye ayıklayan, vakur adam.
Hani Oray Eğin vasata teslim olduk diyor ve ben de vasatı geçtim lümpene teslim olduk diye destek veriyorum ya.
Tenor Ömer Ali Otar’ı, kaldırımda 15 YTL yevmiye karşılığı bezelye ayıklamaya mahkum kılan da, bu lümpene teslim olmuşluktan başka bir şey değil.
Ben utandım, o gözünü kaçırmadan anlattı hikayesini.
1999’da, yani vasatın iktidarda olduğu dönemde başlamış yaşamındaki dramatik U dönüşü. Daha önünde 20 yıllık bir sanat kariyeri varken, pekçok opera sanatçısıyla birlikte zorla, erken emekli edilmiş İstanbul Devlet Operası’ndan.
Küsüp, cebinde 1200 dolarla ABD’ye gitmiş. Günde 16 saat çalışma pahasına dört yıl ABD’de karnını doyurmayı başarmış.
2003’te Mersin Devlet Operası’ndan dinleti hakkı kazanınca, vatan ve sanat özlemi ağır basmış, Türkiye’ye dönmüş.
İkinci darbe 2005’te, lümpenin iktidara geçtiği dönemde gelmiş. Kazandığı dinleti hakkı, iki yıl çalıştıktan sonra 2005’te elinden alınmış.
"Adeta kanım yerde kaldı Yurtsan", diye sessizce haykırıyor bana, "Ben o sahneye ait bir tenorum ve çok acı çekerek yaşıyorum"...
O noktadan sonra herşeye isyan etmiş ve küsmüş. "Doğup büyüdüğüm semtte bezelye ayıklamakla daha mutlu oluyorum, lümpenin bir sürü haset, fesat ve entrikalarıyla boğuşmaktansa", diyor.
Kaldırımda günlük 15 YTL yevmiye karşılığında bezelye ayıklayan, 20 yıl önceki mutlu günlerinden hatırladığım güleç yüzünü herşeye rağmen karartmayan Ömer Ali Otar Avusturya Lisesi, Belediye Konservatuarı Koro Bölümü, Marmara Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunu, çok iyi derecede Almanca ve İngilizce biliyor.
Türkiye’nin dev şirketlerine çaycısıyla odacısına danışarak pazarlama iletişimi danışmanlığı veren, gazetedeki köşesinden hedef kitlesine ayar çeken, lise mezunu olmasına rağmen üniversitede hocalık yapabilen, kendisini guru gibi pazarlayan, kriz yönetimini ağzından düşürmeyen ama magazincileri aşağılayarak kendi krizini bile yönetemeyen, fikire fikirle cevap veremeyince hemen küfüre sarılacak seviyedeki "Ali"lerin prim yaptığı Türkiye’de, Sanatçı Tenor Ali gibileri de işte ne yazık ki bu durumda...
Çıkış yolu mu? Dur bir balıkçıya sorayım...
Reklamda aklın yolu
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Necdet Sungurtekin, Amaze’in reklamlarına Reklam Kurulu’nca getirilen yayın durdurma cezasını eleştirdiğim yazıma yorumunu göndermiş. Kısaca Amaze’in içindeki D-HA miktarının az olduğunu ve fazla miktarda şeker içerdiği için obeziteyi tetikleyebileceğini söylüyor.
Bunların Reklam Kurulu’nun yayın durdurma kararını haklı çıkarmaya yetmeyeceğini düşünüyorum.
Televizyonlarda gösterilmekte olan çocuklara yönelik gıda ürünlerinin reklamlarına şöyle bir bakın. Gofretler, şekerler, cikletler, çikolatalı tatlılar, şekerli içecekler...
Hepsinde hedef aynı. Doğrudan çocukların aklını çelmeye, özendirmeye yönelik içeriğe sahipler.
Amaze reklamında ise hedef kitle ebeveynler. Yani kendi sağlıklı kararını, kendi verebilecek yetişkinler.
Amaze’in yetişkinlere hitap eden reklamı, çocuklara yönelik gıda ürünü reklamları içinde bence en sorumluluk sahibi olanı.
Yetişkinlerin de reklam mesajlarından korunması gerektiği düşüncesi, bizi reklamların tamamen yasaklanması gibi artık çağdışı kalmış bir sonuca götürür.
Serdar Ortaç’a ne sormalı
Geçen gün Serdar Ortaç, ekranda esip duruyordu.
"Ne bu magazincilerin hali?", diye...
Efendim magazinciler 15 senedir hep aynıymışlar da, gelişmemişler de hep aynı soruyu soruyorlarmış; "Bu senin arkadaşın mı?"
"Sana ne?" diye cevaplıyormuş Serdar Ortaç da.
Harika bir cevap, 15 senede kendini iyi geliştirmiş, çok orijinal bir cevap bulmuş Serdar Ortaç.
Afedersin ama ne soracaklardı ki?
Türkiye nereye gidiyor, Cumhurbaşkanlığı krizi konusunda ne düşünüyorsunuz, eğitim sistemi nasıl düzeltilmeli diye soracak halleri yok herhalde.
Bir gazetecinin, ekran sosyetiği Serdar Ortaç’a "yeni sevgilin bu mu"dan başka ne sormasını beklemeli ki?
Yazının Devamını Oku