AKP’nin işyerlerine Türkçe dışında isim konmasını yasaklayan yasa tasarısını saçma buldum.
Bana İstanbul Belediye Başkanı AKP’li Kadir Topbaş’ın, Beyoğlu Belediye Başkanı olduğu dönemdeki uygulamasını hatırlattı. Hálá süren uygulamaya göre İstiklal Caddesi’ndeki işyerlerinin, logolarını tabelalarında orijinal renklerinde kullanmaları yasak.
Komünizm hortladı mı dedirtecek kadar tek tipçi bir despotizm örneği olan uygulamaya göre İstiklal Caddesi’ndeki tüm tabelalar kahverengi zemin üzerine altın rengi logo ve yazı şeklinde olmak zorunda.
Tabela kirliğinin İstanbul’un, hatta tüm Türkiye’nin ortak sorunu olduğu doğru. Ancak bu kirlilikle mücadele etmenin yolu İstiklal Caddesi örneğinde olduğu gibi tek tipçi despotik yasaklardan değil, Nişantaşı’nda olduğu gibi daha elastik, demokratik yasaklardan geçiyor.
AKP’nin işyerlerine Türkçe isim zorunluluğu getiren yasa tasarısı ise Beyoğlu örneğindeki gibi despotik yasaklardan. İstanbul’un çarpık şehirleşmesini, İstanbul’a vize getirmekle çözeceğine inanan yüzeysel düşünme alışkanlığının bir ürünü.
AKP’nin yasaya gerekçe olarak Türkçeyi koruma amacını göstermesini samimi bulmak da zor.
İşyerlerinde Türkçe isim kullanmama alışkanlığı, sosyal bir modadan ibaret. Türkçeyi sanıldığı kadar tehdit ettiği filan da yok. Kötü bir alışkanlık tabii ama yasaklarla üstesinden gelmeye çalışmak bu alışkanlığın altındaki asıl hastalıkları tedavi edemiyor.
İşyerleri bu yabancı isimleri, tüketici gözünde daha çekici oldukları için koyuyorlar. Tüketicinin yabancı isimli işyerlerine rağbet göstermesinin nedeni ise toplumsal bir aşağılık kompleksi.
Bu aşağılık kompleksini ve aşağılık kompleksine bağlı özentiyi yasaklarla tedavi etmek, Türkçeye olan tehditin asıl nedenlerini ortadan kaldırmak mümkün değil.
AKP, Türkçeyi koruma konusundaki niyetinde gerçekten samimiyse, Türkçe’nin önündeki en büyük tehditle; ithal bilişim ve iletişim ürünlerinin yarattığı kalıcı alışkanlıklarla mücadele etmeli.
Bu konuya bir sonraki yazımda değineceğim.
Türk şarabı yine sınıf atladı
Hükümetin Türk şarap sektörünü öldürmeye yönelik tüm politikalarına inat, Türk şarapçılığı kalite çıtasını sürekli yukarı taşıyan ürün örnekleri vermeye devam ediyor.
Türk şarap sektörü beş, altı yıl önceki atılımlarının meyvelerini birkaç yıldır almaya başlamıştı. Ağır vergiler ve kalitesiz, ucuz şarap ithalatını teşvik eden gümrük mevzuatı yüzünden tatları biraz buruklaşsa da, piyasa şaraptan anlayanların gözdesi olan çeşitli Türk şaraplarıyla süslenmişti.
Türk şaraplarındaki kalite artışı bu yıl, farklı şarap markalarının çıkardığı yıllandırmaya uygun rezerv ürünlerle sürüyor.
Geçtiğimiz aylarda Pamukkale’nin Türk şarapçılığına armağan ettiği Chardonnay Rezerv ve Şiraz Rezerv’lerle tanıştık. İkisi de harikaydı.
Geçen gün de Tekel’in efsanevi markası Buzbağ’ın rezerviyle tanıştım. Kayra’cılar daha etiketi matbaadan çıkmadan heyecanla tattırdılar.
Buzbağ Rezerv 2004, Kayra’nın Tekel’i devraldıktan sonra şaraba yaptığı yatırımların ilk harika mahsülü. Buzbağ Rezerv de, tıpkı Pamukkale’nin rezervleri gibi Türk şarapçılığı için bir gurur kaynağı.
Yüzde 50 Boğazkere, yüzde 50 Öküzgözü harmanından üretilen Buzbağ Rezerv, Türkiye’nin en kaliteli şaraplık üzümü olan yoğun tanenli Boğazkere’nin yüksekçe oranda kullanılmasından ve henüz genç olmasından dolayı buruk bir şarap. Ancak bu damağı hafif tırmalıyıcı burukluk, özenle seçilmiş Öküzgözü’lerin verdiği meyve aromalarıyla çok iyi dengeleniyor. Yıllandırıldığında çok daha mükemmelleşeceği kesin. Zaten şarapseverlerin yıllandırması ve Kayra tarafından yıllandırılıp seçkin restoranlara peyderpey dağıtılması amacıyla çok kısıtlı sayıda üretilmiş, çok seçkin bir şarap.
Yarın öğlen de (siz bu yazıyı okurken dün yapılmış olacak) atılımdaki bir başka Türk şarap markası olan Sevilen, rezerv şaraplarını barındıran yeni Premium serisini bir öğlen yemeği davetinde yeme-içme kültürü yazarlarına tanıtacak. Önceden planlanmış bir başka randevum olduğu için katılamayacağım ama son yıllardaki atılımlarına bakarak Sevilen’in rezerv ürünlerinin de Pamukkale ve Kayra’nınkiler gibi başarılı olacağından eminim.