14 Ocak 2006
Bir Türk yazarın (Nazım Hikmet) eseri ilk defa Atina’da sahneye konduğunda Pire İktisat Fakültesi’nde öğrenciydim. Demek ki, aradan yaklaşık 25 yıl geçmiş. Geçenlerde kızım Marianna ile birlikte sağanak yağmura aldırmadan Neos Kosmos semtindeki aynı adlı tiyatroya giderek, Behiç Ak’ın son derece zeki komedisi Fay Hattı’nı izledik.
Petros Markaris tarafından Yunanca’ya tercüme edilen Fay Hattı’nda başrolleri Yunanistan’ın tanınmış tiyatro sanatçılarından Mihalis Mitrusis ve Maria Katsandri paylaşıyorlar. Genç yetenek Eftimios Papadimitriu da oyuncu kadrosunu tamamlıyor.
Bir çiftin ve genç komşularının deprem korkusunu anlatan Fay Hattı böyle bir ortamda ayrı bir zevkle izleniyor. Koltuk yerine tribün şeklinde beton basamaklar üzerine minderlerin yerleştirildiği yaklaşık 60 seyirci kapasiteli Neos Kosmos tiyatrosunda izleyiciler sanatçılarla neredeyse iç içe.
YUNANLILAR BAYILDI
Oyunu izlemeye gelen Yunanlılar, kısa sürede Türkler ile olan benzerliklerinden birisinin de mizah anlayışı olduğunu tespit ediyorlar. Oyun esnasında kaç defa kahkaha patlattılar sayamadım.
Sahi, Behiç Ak Fay Hattı’nı yazarken Yunanlıları da güldüreceğini düşünüyor muydu?
Türkiye’de ilk kez 2003 yılında Dostlar Tiyatrosu’nda oynanan, katıldığı uluslararası festivallerde ilgi toplayan, 2005 yılı içinde de Kıbrıs Rum Devlet Tiyatrosu tarafından da sahnelenen Fay Hattı, doğal olarak Yunanlı tiyatro eleştirmenlerinin de beğenisini kazandı.
Yunan gazetelerindeki köşe yazarlarının Behiç Ak hakkında "böylesi çılgınca bir komediyi yazabilmesi, eşsiz bir mizah gücüne sahip olduğunu gösteriyor" demeleri de bunu gösteriyor.
Başyargıcın aşk itiraflarıyla dolu kitabı
Kitabın adı "Adalet ve Gerçek."
Yazarı, Evangelos Kalusis.
Mesleği, hukukçu.
Asliye hukuk mahkemelerinin başyargıcıydı birkaç ay öncesine kadar. Uranus (gökyüzü) ile Gea’nın (yeryüzü) altı kızından (Titanides) birisi olan ve heykellerde görmüşsünüzdür, gözleri bağlı olmasına rağmen elindeki terazi ile adalet dağıtan Themis ile aynı diyardan bir başyargıcın ne yazması beklenir?
Kitabın adından da anlaşıldığı gibi sayfalarının hukuki analizler, hatta özeleştiri bile içermesi muhtemel değil mi? Yani başyargıcın hukuki gerekçeleri göstererek hatta vicdanının sesini kaleme alarak şu davada şu hatayı yaptığını kabul etme cesaretini göstermesi beklenmez mi?
Kalusis itiraflarda bulunuyor kitabında ama sanıldığından biraz farklı.
Aynen aktarıyoruz: "Kadınları Ukraynalı, Yunan, Amerikalı, Rus ya da Polonyalı diye ayırt etmek haksızlık. Çünkü hepsi aynı...
Rus İrina’yı bir barda tanıdım. Ne yaratıktı öyle? Skiathos Adası’nda tatil yaptık. Ayrılırken çok ağlamıştı...
Monik deli dolu bir kızdı. Polonya seyahatimde tanıştık. Atina’ya birlikte döndük.
Svetlana taşbebekti. O boy o bos! Hálá, benimle niye birlikte oldu anlamıyorum.
Svetlana ile birlikteyken, 1.81 m. boyunda ve 29 yaşında olan Ludmilla (bu da Ukraynalı) ile tanıştım. Kalacak yeri yoktu. Svetlana önce direndi ama sonra yumuşadı. Aynı evde üçümüz birlikte yaşamaya başladık. Svetlana’nın bir şartı vardı. Yatağa üçümüz beraber girmeyecektik. Onunla ayrı, Ludmilla ile ayrı saatlerde sevişecektim. Kabul ettim ama zamanla bu şart unutuldu. Üçümüz unutulmaz dokuz ay geçirdik."
BİLİN BAKALIM KİTABI NEREDE YAZDI
Başyargıç Kalusis, Atina’da daha piyasaya sürülmeden konuşulan kitabında, binlerce euro ödeyerek yaptığı yat turlarını, gezdiği ülkeleri, kaldığı lüks otelleri anlatıyor.
"Adalet ve Gerçek"i nerede yazdı derseniz; cezaevinde. Bu yüzden yattığı hücredeki kötü koşullardan, ruh yapısının bozulmasından, korkmasından da bahsediyor.
Yunanistan’da birkaç ay önce kilise ve adalet mekanizmasının karıştığı akıl almaz rüşvet ve yolsuzluk skandalları patlak verdiğinde yakalandı Kalusis. Son sevgilisine kim bilir yine ne hediye alacaktı ki yakayı ele verdi. Bir banka gişesine gidip 500 euro değerinde sahte çeki bozdurmaya teşebbüs etmesi sonunun başlangıcı oldu. "Çeki yolda buldum. Sahte mi değil mi merakımı gidermek için bankaya geldim" dedi ama inanan çıkmadı. Sonrası çorap söküğü gibi... Peş peşe ihbarlar.
MAKAMINDAKİ İKİ METRELİK TAHTANIN SIRRI
Para karşılığı uyuşturucu kaçakçılarını beraat ettirmekten tutun da, eski SSCB ülkelerinden gelen kadınlara şantaj yapmaya kadar onlarca suçlamayla adaletin önüne çıkacağı günü bekliyor şimdi. İddianameye bakılırsa, Kalusis’in adliye sarayındaki odasında duvara iki metrelik bir tahta çakılıymış. Tutuklanan arkadaşlarına ya da kocalarına yardımcı olmasını isteyen genç kadınları dinlemeden önce boylarını ölçmek için. Kalusis için işlenen suçun önemi yoktu. Yeter ki suç işleyenin ya parası olsun ya da boyu 1.80’den yüksek olan kız arkadaşı-karısı!
Boy, bacak, kalça uygun oldu mu, mahkeme günü sonuç her defasında aynıydı: "Gereği kararlaştırıldı... Sanık delil yetersizliğinden suçsuz bulundu."
Ne diyelim... Themis sadece adaleti dağıtırken değil, kendisini temsil edenleri seçerken de bazen yolunu şaşırıyor.
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2006
Sadece Yabancı Damat dizisi, sadece mangalda pişen kebaplar, sadece Türkçe müziğin çaldığı barlar değil; suyun bu yakasında Türk yazarların ya da kahramanların Türk olduğu kitaplar da revaçta. Çok değil, 8-10 yıl önce Atina’nın kitapçılarını dolaştığımızda hani, Dido Sotiriyu’nun "Benden selam söyle Anadolu’ya"sını, Aziz Nesin’in, Názım Hikmet’in ve sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen yazarların eserlerini saymazsak, genellikle Türkiye ya da Türkler ile ilgili olarak sadece olumsuz kitapların bulunduğunu görürdük. Özellikle Türkiye’ye adımını bile atmayan ya da hayatında tek bir Türk bile tanımayan bazı Yunanlı "uzmanların" yazdığı kitapların her sayfasından adeta kan damlardı.
Zamanlar gibi melodiler de, melodiler gibi kitapçıların raflarındaki kitaplar da değişti...
TÜRKİYE’DE DAVA BURADA BESTSELLER
Gelelim günümüze. Yunanistan’da 2005 yılında en çok satan kitap J.K Rowling’in Harry Potter ve Melez Prens’i (70 bin) oldu. İkinci sırayı Dan Brown’un Da Vinci şifresi (61 bin), üçüncü sırayı Türkçe’ye de çevrilen Arayış ve Yıkılış ile tanıdığınız Nikos Themelis’in son eseri Aramızda Sohbet (60 bin), dördüncü sırayı da güzel ve yetenekli Mara Meimaridi’nin yine Türkçe’ye çevrilen İzmir Büyücüleri (56 bin) aldı.
Türkiye’de dava konusu da olan Mara’nın İzmir Büyücüleri yayınlandığı günden beri 280 bin adet sattı. Kitabın bu yılki başarı grafiğinde TV’ye dizi filmi olarak çekilmesinde payı var.
"Top 10" listesinde eski başbakanlardan Kostas Simitis’in yazdığı ve 1996 Kardak Krizi’ne de ışık tutan "Yaratıcı Bir Yunanistan İçin Politika" adlı kitabı ise 30 binlik satış ile dokuzuncu sırada yer aldı. Kitabın sadece bir ay önce piyasa çıktığı düşünülürse hiç de fena değil.
1950’lerin İstanbul’unu ve 6-7 Eylül 1955 olaylarını anlatan Dimitris Tsalidis’in Yok Canım’ı (10 bin) ve ölümsüz Yunanlı yazarlardan sayılan Tasos Athanasiadis’in Kurtuluş Savaşı sırasında Ayvalık’ta yaşayan bir Yunanlı banker ile ailesini konu alan Niovi’nin Çocukları 20 bin ile bu yıl iyi bir satış grafiği çizdi.
Türk-Yunan dostluğuna daha en başından, üstelik çok zor dönemlerde inanıp gönül verenlerden sevgili Zülfü Livaneli’nin kitabı Mutluluk, 10 bine yakın sattı. Yunanlı okuyucu, Vamik D. Volkan ile Norman İtzkowitz’in yazdığı Ölümsüz Atatürk’e de ilgi gösterdi.
İster kitaplarında, ister gazete ve dergilerdeki yazılarında, ister hazırlayıp sunduğu radyo programlarında Türkiye ziyaretlerinden duyduğu hayranlığı gizlemeyen, uzun upuzun cümleler kurmasına rağmen çok hoş ve esprili bir dili olan Yiannis Ksanthulis’in İstanbul’u ve Orhan Pamuk’un İstanbul, Hatıralar ve Şehir eseri de bu yıl 6’şar bin sattılar.
Bunlar iyi şeyler...
Yılbaşında İstanbul’daydım
1 Ocak gecesi televizyonlardaki o kavga dövüş görüntülerini bir an önce unutmak istiyorum. Benim aklımda sadece 31 Aralık akşamı saat 19.00 sularında gezdiğim, büyük bir zevk ve itinayla süslenmiş Teşvikiye sokakları kalacak.
31 Aralık gecesi Beyoğlu’nda ve Taksim’de dolaşan sarhoşları, bira satılan seyyar tezgahları ve el arabasındaki biraları tezgahlara yetiştirmek için koşan türbanlı kadını unutmak istiyorum. Aklımda, 1 Ocak gecesi sakin ama pırıl pırıl gördüğüm Taksim, Beyoğlu kalacak.
1 Ocak gecesi "ünlüler yılbaşında nasıl eğlendiler" şeklindeki görüntülü magazin haberlerini de unutmak istiyorum. Bana göre "ünlüler", "ünlülerin" sahneye çıktıkları mekanlara gitmek için, hani Atina ile kıyaslarsanız nedensiz çok büyük paralar harcayanlar da öyle çılgınca eğlenmediler. "Güçlü bağlantılarım" sayesinde yüzde 50 tenzilatla gittiğim nezih bir mekanda fıkır fıkır şarkılar söylenmesine rağmen saat 04.00’e kadar insanlar sandalyelerinde oturuyorlardı.
BU ŞEHRİN YILBAŞLARI
Aklımda 31 Aralık gecesi dinlediğim şahane bir ses, müşteri ile hiç laubali olmadan sıcak bir iletişim kuran, sahnede gereksiz konuşmak yerine müzik yapan bir sanatçı, Ferhat Göçer kalacak.
1 Ocak sabahında İstanbul’uma şafak sökerken, onca alkollü sürücünün direksiyon başına geçme saçmalıklarını unutmak istiyorum.
Aklımda, ona her gün yılbaşı olan, Ortaköy’de bir köşeye çekilmiş ve gelip geçenlere bir karşılık beklemeden "mutlu seneler" diyen tatlı sarhoş kalacak.
Unutmak istediklerim ve aklımda kalacaklar madalyonun bir yüzü. Öteki yüzünde, önünden geçtiğim ve buram buram yılbaşı çöreği kokan pastaneler, evlerine kuruyemiş, pestil ya da tombala oyunu alan insanlar, güzel insanlar var.
Ne sihirli bir şehir ki bu, 20 küsur yıldır yaşadığım Atina’da ya da başka bir diyarda geçirdiğim yılbaşlarını hiç hatırlamam da, bütün manzaraları birleştirdiğinizde "klişe" ve "fabrikasyon" olmayan İstanbul’umdaki yılbaşlarımı teker teker sayabilirim.
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2005
Noel bayramı bitti, sıra yılbaşında. Sonrasında da dini bayram var, yani yine tatil. Buralarda ta 8 Ocak’a kadar vur patlasın çal oynasın durumu var! Şehir cıvıl cıvıl. Her meydan, her büyük cadde ayrı bir zevkle süslenmiş. Hava kararsın da şehir bir an önce o milyonlara küçük lambanın hegemonyası altına girsin diye yalvarası geliyor insana.
Şehirde hediyelik eşya satan ve yılın üçyüz küsur günü kapılarından geçmeyi gereksiz sayacağınız yüzlerce mağaza bugünlerde dolup taşıyor. Yılbaşı ağacı süsleri, yılbaşı gecesi için özel mumluklar, mumlar, tabaklar, bardaklar satıyorlar. Ah körolası vitrinler!
HER KÖŞEDE BİR NOEL BABA
Seyyar orkestralar peş peşe sokak konserleri veriyor. Seyyar çalgıcılar kimi kemanı, kimi akordeonu ile birbirine sarılmış çiftlerin peşinde koşuyor.
Şehirde, siz deyin yüz, ben diyeyim bin Noel Baba; kimi hediye torbası, kimi kartondan yapılmış rengeyiği ile ‘stratejik’ önem taşıyan köşeleri kapmış. Her Noel Baba’nın yanında da bir fotoğrafçı. ‘Çocuğunu sevindir’ diye bağırıyor.
Atina’da lunapark enflasyonu var bu sene. Çoğu eski. Oyuncak trene binsin diye annelerine babalarına yalvaran çocuklar ve kimbilir o gün kaç para harcadılarsa, anlamsız bir şekilde çocuklarına 1 Euro’yu fazla gören anne babalar... Yıllar önce ben de defalarca aynı şeyi yaptım ve şimdi pişmanım. Bu yüzden içimden ‘Yapma be adam. Bırak o oyuncak trene binsin. Seneye belki de çok geç olacak. Ya o minicik oturma yerine sığmayacak ya da bambaşka ilgi alanlarına yönelecek’ diye haykırmak geliyor.
Sokaklarda seyyar çiçekçiler, korsan CD satanlar, neyi, kimi ararsanız var...
HİNDİ MESAJ MI VERİYOR?
1970’lerde en pahalı paltolara değişmeyeceğimiz içi muflonlu, yeşil parkaların mirası mı nedir, ellerim kabanımın ceplerinde her şeyi ile yeni yıla hazır bu şehirde dolaşırken, parlayan onca şeye tam kanacakken, önünden geçtiğim bir kasap dükkanında alıcı bekleyen besili bir hindi sanki şöyle bakıp göz kırptı. Sanki ‘Üstadım, bütün bunlar gerçekleşmeyen hayalin sadece. Fırsatlar dönemi ya da piyango çarpacak misali. Bak ben bile eskisi gibi değilim. Bulaşıcı hastalığım var artık’ der gibiydi.
En güzel şarkının bile -biz bir zamanlar sükse derdik, şimdikiler hit diyor- birkaç günde tükendiği, ‘serbest rekabet’ ya da ‘sağduyulu tüketici’ gibi kavramların hüküm sürdüğü, hayat pahalılaştıkça gariptir daha tüketici olduğumuz sinsi dönemler yaşıyoruz...
Hayır... Ben Noel Baba’mı istiyorum. Yılbaşı arifesinde bu değil (Atina), o şehirde (İstanbul), annemin koluna girip çarşı pazar dolaşmak istiyorum. Çevreciler ne der bilmem ama hakiki çam ağacı da istiyorum. Ve, hormonsuz, hastalıksız hindi.
Ofise döndüm. Aradıklarımı bulamayacağımı bile bile, belki de ‘hayali’ kovalayabileceğim başka hiçbir adresim olmadığından telefona sarıldım.
‘Alo, acente mi? İstanbul’a bilet istiyorum. 30 Aralık 2005 gidiş, 2 Ocak 2006 dönüş.’
Hepimize iyi yıllar!
Bir aşk hikáyesi
Ne ‘faillerin’ isimlerine, ne de resimlerine ulaşabildik. Ancak yine de 25 Aralık’ta yani Noel bayramında Kıbrıs’ta Yeşil Hat’ta yaşanan bir ‘olayı’ es geçmemeyi tercih ettik.
Kadın 31 yaşında, Kıbrıslı Rum. Lefkoşa’nın güneyinde yaşıyor. Erkeğin yaşı meçhul. Öğrendiğimiz, Türkiye’den KKTC’ye geldiği ve Lefkoşa’nın kuzeyinde yaşadığı.
Kadın ile erkek KKTC’de tanışmışlar. Sevmişler birbirlerini. Kadın, sevdiği ile buluşabilmek için ikide bir kuzeye geçiyormuş. Geçen pazar günü de en büyük iki dini bayramından birisini ailesi ve dindaşı akrabalarıyla geçirmek yerine Yeşil Hat’tın yolunu tutmayı yeğledi. Şeytan mı dürttü nedir, sevgilisine ‘Hadi atla arabaya bize gidiyoruz’ dedi. Erkek, hiç itiraz etmeden kabul etti. Yeşil Hat’ta KKTC’den çıkıp Rum Kesimi’ne girdiklerinde kendilerini polis bekliyordu.
Meğer Türk ile ilişkisi olduğunu öğrenen ailesi, öz kızlarını ihbar etmiş. Erkek, Rum makamlarına göre ‘Kıbrıs vatandaşı’ değildi ve Kıbrıs topraklarına yasadışı giriş yapmıştı. Kadın da yasadışı geçişe yardımcı olmuştu. Tutuklandılar. İkisi de hapsi boyladı. Kadın, ifadesinde ‘Ben bu adamı seviyorum. Ne olursa olsun yanında kalacağım’ demiş.
Mahkemeleri ya dün yapıldı ya da önümüzdeki günlerde yapılacak. Karar ne olur bilemeyiz. Muhtemelen hakim her ikisine de sorular sormuştur ya da soracaktır. ‘Nasıl oldu, neden...’ misali. Hakim, muhtemelen Jim Morrison’un ‘aşk cevaptır’ sözünden habersizdir. Muhtemelen aşkın ‘Yeşil Hat’, ‘Kıbrıs pasaportu’ filan tanımadığını da bilmez.
Ya kızlarını ihbar eden aileye ne demeli?
Yazının Devamını Oku 24 Aralık 2005
Başka çare yoktu ve dokuz yıllık beraberliğimize son vermek bana düştü. Onun için "ilk" değil ama "en" olduğuma inanıyorum. Hiç de iyi davranmadım aslında... Üzdüm, yordum onu. Son kez de dönüp baktığımda egomu tatmin etmek istercesine, sanki "merak etme, en sonuncum sensin" der gibiydi. Bundan sonra kendini toparlayamaz pek. Süslenip püslenip gezemez. Bundan sonra olsa olsa birilerine yama olur.
Efendim, 1997 yılında Münih’e giderek, o zamanın Alman parası marktan tam 1900 tane sayıp aldığım 1986 model VW Golf marka arabamı, sağlam bir yeri kalmadığından geçen cuma günü Atina’daki araba mezarlığına bıraktım.
Ayrılmamız hiç de kolay olmadı...
Yunanistan’da görev yapan yabancı gazeteci olarak gümrüksüz araba kullanmak hakkımız var. Ancak bu arabaları Yunanistan içinde satma hakkımız yok. Dolayısıyla ucuz araba alıyoruz ama sonunda genellikle devlete teslim ediyoruz.
Sabahın erken saatlerinde Pire’deki ilgili gümrük dairesine gittiğimde benden başka kimse yoktu.
- İşte kağıtlarım... Arabamı teslim etmek istiyorum.
- Önce şu formu doldurun.
- Affedersiniz ama hatırlıyorsanız birkaç ay önce de bir meslektaşımın arabası için gelmiştik, ne olur aynı yanlışları yapmayalım, bu işi bir an önce bitirelim.
- Beyefendi hata olmuştu o zaman ama hatalar da insanlar içindir...
Yaklaşık yarım saat bekledim. Memurun sesi ilk adımı attığımın müjdesiydi:
- Gidin protokol numarası alın.
Sabah kahvesini içiyordu ve tüm dikkatini okuduğu spor gazetesine vermişti protokol memuru. Varlığımdan haberdar olduğu söylenemez.
- Şey, protokol numarası istiyorum.
Tek kelime çıkmadı ağzından, evrakları aldı, defterine bir numara ile isim yazdı.
- 19 numaraya git şimdi.
Gitmez miyim? Seve seve giderim! Gittim de. Ama kimseyi bulamadım. Koridora çıktım, kapı kapı dolaşıp 19 numaradaki memuru aramaya başladım. O sırada elinde pasta kutusu ile dolaşan bir kadın çıktı karşıma.
- Buyurun alın bugün benim isim günüm...
- Ayy teşekkür ederim nice isim günlerinize...
Aradığım memuru, hoş memurelerin çalıştığı iki numaralı odada espriler patlatırken buldum. Sima tanıdık, adamın tek derdi çalışmak.
- Ooo Türk gazeteci geldi!
- Hadi aslanım, hadi koçum; gel şu işi bitirelim.
- Hemen yaparım merak etme.
Birlikte 19 numaralı odaya geldik. Hmm... bilgisayarda da yazıyor. Ne var ki, her tuşa bastığında bir şeyler söylüyor:
- Erdoğan ne yapacak?
- Halkları ayıran bir şey yok ki...
- AB’ye girecek misiniz?
Kaç dakika geçti hatırlamıyorum. Dalmışım herhalde, "Yedi numaraya git" dediğinde memurun birkaç saniye öylece yüzüne baktım.
O KADAR YIL ÜZMEDİ AYRILDIĞIMIZ GÜN KADAR
Odaların üzerinde yedi yazanın içinde üç memur vardı. İkisi yüksek sesle ihtiyarlık hakkında tartışıyor, benimle ilgilenecek olan da aralarında en yaşlısı göründüğünden dinliyordu. Adamın görevi, arabamdaki aksesuvarları yazmak.
- ABS fren var mı?
- Evrakta yazılı, araba 1986 model, ne ABS’si?
- Elektronik kilit sistemi var mı?
- Vites otomatik mi?
- Araba 4x4 mü?
- Bilgisayar donanımı var mı?
Saydı da saydı... Hep "yok" diyordum, o da listesinde hep iki defa "yok" diye yazıyordu.
Birlikte arabanın yanına gittik sonra. ABS, otomatik vites ve bilgisayar donanımı olmadığını yerinde tespit etmesi için. Devlet ya, güvenmiyor.
Denetimci memur "Yine 12 numaraya git" deyince bir hüzün çöktü içime.
- Ooo gazeteci, gel gel..
- Çare yok ki. Oturdum yine. Şansızlığa bakın ki tuvaletim geldi...
- Bak aslanım, ben şimdi tuvalete gidip hemen dönüyorum.
- Rahatına bak.
Birkaç dakika sonra döndüğümde memur çoktan firar etmişti. Haydi yine kapı kapı dolaşma faslı.
- Gel hadi gel şu işi bitirelim.
- Acelen ne ya?
- Üç saat sonra araba mezarlığı kapanıyor. Yolum uzun.
- Yetişirsin.
Gümrükten çıktığımda işlerini halletmek için gelen benden başka ya iki ya üç kişi vardı. Hepimizde aynı bezgin yüz ifadesi.
Atina trafiği ile boğuşup 25 kilometre mesafedeki araba mezarlığına geldiğimde normal iş gününü hatırlatan hiçbir şey yoktu.
- Arabamı teslim etmeye geldim.
- Hoş geldin otur.
İlgili memuru beklemekle geçen vaktin farkında değildim. Sigara içmek için dışarı çıkayım dedim.
- Otur burada iç ya...
- Burası devlet dairesi ne bileyim.
Beklediğim memur nihayet geldi. Bu defa da işlemleri yapması için bekleme faslı başladı. Sonra arabanın yanına gittik. Bir memur daha geldi. Biri söylüyor, öteki yazıyor.
- Ön sağ far kırık.
- Ön sağ far kırık.
- Arka tampon ezilmiş.
- Arka tampon ezilmiş.
Mesai bitti ve araba mezarlığı kapandı. Benim işlemler daha bitmedi. Adamlar sürekli konuşuyor.
- Mehmet Ali Birand büyük gazeteci.
- Yabancı Damat dizini Türkiye’de de çok mu seviliyor?
Nihayet son evrak da tamamlandı. Sultanıma şöyle bir baktım. Hani hiç yormamıştı onca yıl da, ayrılırken canımı bezdirdi.
Otobüse binip Atina’ya dönerken Ege’nin iki yakasında benzerliklerin kesinlikle sadece cacık-tzatziki ve köfte-keftedes ile sınırlı kalmadığını düşünüyordum!
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2005
Angeliki Gereku, anamuhalefet partisi Pasok’ta ‘Dayanışmayı ve Gönüllülüğü Teşvik Kolu’ sorumlusu. Şimdi bu görev nedir ve ne yapacak, hiç konumuz değil. Zaten partide de bunu pek bilen yok. Geçenlerde bir basın toplantısı düzenleyerek yapacaklarını uzun uzun anlattı anlatmasına da dinleyenlerin dikkati başka yerdeydi. Çünkü konuştuğunda, hitap ettiği kalabalık onu dinlemekten çok izlemeyi yeğliyor. Zaten hangi toplantıya, hangi davete gitse, yanından geçtiği gazetecinin veya siyasetçinin gıkı çıkmaz. Siyaset basamaklarını tek tek çıkıyor, Pasok lideri Yorgos Papandreu’nun yanında yıldızı sürekli parlıyor ama kimsenin ağzından onun için olumsuz bir laf çıkmıyor...
Angeliki Gereku genç bir politikacı. Parlamentoya 2004 seçimlerinde girdi. Korfu adasında tam 18 bin oy topladı seçimlerde. Biyografisine bakılırsa, mesleği mimarlık. İtalya’da eğitim görmüş. Yunanistan’ın en tanınmış ses sanatçılarından Tolis Voskopulos ile evli ve bir kız çocuğu sahibi. Papandreu’nun babası eski başbakanlardan Andreas Papandreu, iktidara geldiğinde kültür bakanı yaptığı sinema sanatçısı Melina Merkuri’yi (İstanbul’da çekilen Topkapı filminde oynamıştı) hiç yanından ayırmazdı. Dedikodulara bakılırsa, Angeliki de oğul Papandreu’nun ‘Melina Merkuri’si olma yolunda.
Aslında ‘Angeliki Gereku kim’ diye sorsanız bu diyarda pek tanıyan çıkmaz. Bu durumda seçimlerde bu kadar oyu nasıl topladı? Cevap basit. Seçmenler Ancela Gereku’ya oy verdi. Peki Ancela Gereku kim derseniz; 1990’lı yıllarda sinema ve tiyatro dünyasında tanınan ve sevilen bir sanatçıydı. Bir ara Roma’da Fellini’nin kurduğu bir sinema okuluna gitti ve Cannes film festivalinde gösterilen Yunan-İngiliz ortak yapımı ‘Mani’nin Kızı’ filminde başrolü oynadı. Ancak, doğrusunu söylemek gerekirse, ününü çevirdiği film ve dizilerdeki aşk sahneleri ile dergilerde yayınlanan cömert pozlarına borçlu. Ancela Gereku güzel yüzünden başka, bedeninin güzelliğini de sergilemekte hiç ama hiç cimri davranmadı. Hatta bir keresinde bir dergi için çektirdiği Meryem ana pozları yüzünden kilisenin bile tepkisine hedef olmuştu. Güzel kadın vesselam ve güzel kalmayı biliyor...
Angeliki Gereku bugün Ancela Gereku’yu unutmaya, unutturmaya çalışıyor. Bir başka pencereden bakarsak, yüzde 100 dişi Ancela, yapısı itibariyle, kıvraklığı, nankörlüğü ve bazen de ihaneti nedeniyle dişil olan siyasette şansını deniyor.
Bayramlıklarını giymiş şehirde gösteri
Salı günü akşam saatlerinde pek kalabalıktı şehrin ana caddeleri. Noel ve yılbaşı yaklaşıyor ya, öğlen siestası bir süre için bekleyecek. Mağazalar sabahın dokuzundan akşamın dokuzuna kadar açık. Hedefleri, elbette çalışanların tam bir maaş olan ikramiyesi.
Bayramlıklarını giyen ve milyonlarca küçük lambanın ışığıyla parlayan Atina’nın merkezinde trafik kitlenmiş, insanlar arabaların içinde beklemekten bezmişti. Korna sesleri, bağrışmalar, küfürler; tam bir kaos. Parlamento binasının bulunduğu Sintagma Meydanı’nda hiçbir şey o eşsiz bayram telaşını hatırlatmıyordu. Bir gün önce Posta İdaresi’nin şubesine yapılan bombalı saldırı nedeniyle binaların bir bölümünde ne cam kalmış ne çerçeve.
Adımlarımı hızlandırdım. Az ilerde, trafiğin allak bullak olmasının polisin yolu kesmesinden kaynaklandığını anladım. Buralarda her gün bir iş kolunun grevi vardır ve o iş kolunda çalışanlar parlamentoya ya da bakanlıklara doğru yürüyüş yaparlar.
- Memur bey yine yürüyüş mü var?
- Evet.
- Meraktan soruyorum, kimler yürüyor?
- Biz polisler.
Şaşırdım biraz... Polis kordonundan geçip yaklaşık iki bin kişi olan kalabalığa yaklaştım. Polisler, itfaiyeciler ve sahil güvenlik mensupları ellerinde pankartlar slogan atıyorlardı. Güvenlik güçleri sendikalarının yetkilileri, vazifelerini yerine getirmek için yaptıkları fedakarlıkları anlatıyor, buna karşılık aldıkları maaşın karın tokluğuna bile yetmediğini söylüyorlardı. Güvenlik birimlerine yeni personel alınmasını, ücretlerine zam yapılmasını, erken emeklilik istiyorlardı. Yunan Silahlı Kuvvetleri’nde görevli sivil kıyafetli sendikacılar da destek için gelmişler. Onlar da bugünlerde dertli, çünkü orduda sendikalaşma artık yasak.
Bir bölümü üniformalı göstericiler Sintagma Meydanı’ndan geçtikten sonra sağa saptılar ve başbakanlık konutunun bulunduğu İrodu Attiku sokağına yönlendiler. Ama polis, gösterici polislerin başbakanlığa yaklaşmasına izin vermedi.
Pek alışık olmadığım bu gösteri bittiğinde, trafik yavaş yavaş normale dönüyordu. Yılbaşı ağacını süslemek için rengarenk oyuncaklar satan bir mağazada çalan Noel şarkılarının sesi geldi kulağıma. Çocuk sesleri...
Ege İş Bankası açılıyor
Türk-Yunan İş Konseyi’nin eş başkanı Panayotis Kutsikos ile konuşuyoruz. Konumuz, iki ülke işadamlarının sermayesiyle kurulması için ilk adımların atıldığı Ege İş Bankası.
Banka ne zaman faaliyete geçecek?
- Ocak ayında Yunanistan Merkez Bankası’na başvuruda bulunarak Ege İş Bankası’nı kurmak için izin isteyeceğiz. Yunanistan’da banka kurulabilmesi için sermaye tabanı 18 milyon euro. Ege İş Bankası’nın kuruluş sermayesi 60 milyon euro olacak. Tabii bir yandan da hazırlıklarımızı sürdürüyoruz. Çalışacak personelin eğitimine başladık bile.
Bu bankanın ortakları kimler olacak?
- Sadece Türk ve Yunanlı işadamları. Sermaye payı yüzde 50’şer olacak. İki ülkedeki bankaların ortaklığına sıcak bakmıyoruz. Ege İş Bankası için iki ülkedeki işadamlarının ilgisi büyük. Birkaç yıl içinde bankanın sermayesinin 500 milyon euro’ya çıkacağına inanıyorum.
Bankanın iki ülke arasındaki ticari ilişkilerde katkısı ne olabilir?
- Bugün ticaret hacmi 2 milyar doları aştı. Birkaç yılda Ege İş Bankası’nın da sağlayacağı kolaylıklarla bu rakam 4-5 katına çıkacak.
Türk-Yunan Konseyi’nin eş başkanı Selim Egeli ile konuşuyoruz. İlk Türk-Yunan bankası fikrini Turgut Özal’ın başbakan olduğu dönemde ortaya attığını söylüyor. O zamanlar, yani 1980’lerin sonu ile 1990’ların başında, Yunan tarafının siyasi nedenlerle öneriye sıcak bakmadığını belirtiyor ve ekliyor:
‘Yaklaşık 6 ay önce Kutsikos banka önerisi ile bize geldi. Fikir gayet güzel. Biz masaya koyduk ancak büyük bankalarımız pek yanaşmadılar. Anlaşılan o ki, Yunan tarafı İzmirli işadamlarıyla bu işi ilerletecek. Hayırlısı olsun. Böyle bir bankanın varlığı elbette ticari ilişkiler için artı puandır.’
Yunan tarafı kuruluş için başvuruda bulunacak. Türk tarafında bir hazırlık var mı?
- Banka kurmak Türkiye’de daha zor. Biliyorsunuz geçmişte bankalarda epey dilimiz yandı.
Ege İş Bankası için düşünülen, beş yıl içinde 26 şube açılması, 360 personelin çalışması ve hem Atina hem İstanbul borsalarına girmesi.
Türkiye’de yaklaşık 80 Yunan firması faaliyet gösterirken, hazır giyimde Türk firmaları Atina’da ilk mağazalarını açarken ve iki ülke arasında ticari ilişkiler doludizgin giderken ortak sermayeli bir bankanın da kurulması şüphesiz çok önemli.
Yıllar önce Rahmi Koç Türk-Yunan İş Konseyi’nin eş başkanı iken iki ülke arasındaki ticaret hacminin milyar dolarlara ulaşacağında kimsenin Ege’deki anlaşmazlıklardan pek bahsetmeyeceğini söylemişti. Konseyin uzun yıllar eş başkanlığı yapan ve bugünlere gelinmesinde fevkalade önemli katkısı bulunan Şarık Tara ise Atina’da düzenlenen basın toplantısında Türkiye ile Yunanistan arasındaki ticari ilişkilerin geleceği ile ilgili bir rakam telaffuz ettiğinde, doğrusu abarttığını düşünüyorduk. Gelişmeler her iki işadamını da haklı çıkarıyor.
Bütün bunlar iyi hoş da, bir de siyasi ilişkilerdeki limoni ortam aşılsa diyoruz...
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2005
Mahkeme salonu da aynı, yargılananlar da. Ama hiçbir şey 2003’ün mart ayında başlayan ve aralık ayında sonuçlanan ilk mahkemeyi hatırlatmıyor. Ne özel cam bölme var ne de güvenlik önlemleri hani kuş uçurtmayan cinsten. Katiller, bu defa 2 yıl 9 ay önceki ilk mahkemenin aksine yan yana oturmuyorlar. Aralarında birkaç sandalyeyi boş bırakıyorlar kasten. Ne baktıkları var birbirilerine, ne de konuştukları. Birbirilerine küsler çünkü. Üç ayrı grup oluşturmuşlar, üç ayrı çete.
Yunanistan’da 1975-2002 yılları arasında aralarında Türk diplomatlarının da bulunduğu 23 kişiyi öldüren, sayısız bombalı, roketli saldırı ve soygun gerçekleştiren 17 Kasım terör örgütünün 17 üyesinin temyiz mahkemesi geçen cuma günü Pire’de Koridalos Cezaevi’ndeki kadınlar koğuşunda üç yıl önce kendileri için özel olarak inşa edilen duruşma salonunda başladı.
Temyiz davası 5-6 ay sürecek ve 350 tanık dinlenecek.
Dikkat ediyoruz da, kamuoyunda bu defa mahkemeye ilgi yok denecek kadar az. Medya da pek önemsemiyor. Bize göre, bunun önemli bir nedeni, 17 Kasım hakkında yaratılan efsanenin, örgütün yakalanan üyelerinin kimlikleri, kişilikleri ile hiçbir ilgisi bulunmaması.
Buralarda, 17 Kasım’ın tamamen çökertildiğine inanan hemen hemen kimse yok. Herkes bu örgütün halen dışarıda serbest dolaşan ve örgüt içinde önemli konumlarda olan daha başka üyelerinin de bulunduğu görüşünde.
Yeni mahkemede ne olur derseniz, örgütün iç ve dış bağlantılarıyla ilgili iddialar dahil yeni bir şeylerin ortaya çıkması pek beklenmiyor.
Teşvik primi ile çocuk yapılır mı?
Bu memleketin önemli sorunlarından birisi de nüfusun artmaması. Ölümler, doğumlardan fazla. Yunan vatandaşı olan 10 milyonun az üzerinde insan var, seçmen sayısı ise 9,5 milyonu geçti. Bazı okullarda Arnavut öğrencilerin sayısı, Yunanlı öğrencilerden fazla.
Karamanlis hükümeti geçtiğimiz günlerde doğumları teşvik için bir dizi tedbir aldı. Daha önce dört ve daha fazla çocuk sahibi ailelere sağlanan imtiyazlar, üç çocuklu aileler için de geçerli olacak. Üçüncü çocuğun doğumu ile 2 bin euro yardım, gümrüksüz araba ve devlet sektöründe çalışabilme olanağı yani.
Ege’nin bu yakasında evli kadın başına 1,2 çocuk düşüyor. Şimdilerde pek rastlamıyoruz da, eskiden Türk-Yunan ilişkilerinde gerginliğin, krizlerin mutat olduğu dönemlerde, ‘2050 yılında biz şu kadar, Türkiye şu kadar nüfusa sahip olacak, eyvah yandık’ tarzı tartışmalar yoğundu.
Avrupa ülkelerinin çoğundaki yüksek yaşam standartları, eğitim düzeyi, aile planlaması vs. gibi nedenler Yunanistan için de geçerli tabii ama sanırız ki bu diyarda insanların ‘hafifletici’ bir nedeni daha var.
Eğlenmeyi, gezip dolaşmayı pek seviyorlar. Öyle sadece hafta sonları dışarı çıkmıyorlar. Hafta içinde bile akraba dost ziyaretleri, sinema, tiyatro ya da en azından bir kafede oturup vakit geçirmek. Hani ucuz bir akşam yemeği veya bir şeyler atıştırmak için saat 22.00’den sonra sokağa çıktıklarına göre, kaçta eve dönüyorlar varın siz düşünün. Evde bile otursalar yemek faslının bitmesi, bulaşıklar hadi biraz da televizyon derken sabahın ilk saatlerini buluyorlar. Bir diğer deyişle erkenden yatağa girip ‘lambaya püf’ demiyorlar.
Herhalde bir 10 yıl öncesiydi. Nüfus sorunu Yunan parlamentosunda görüşülüyordu. Hükümet yine bir dizi tedbir ile ilgili yasa tasarısı hazırlamıştı. Kürsüye çıkan bir milletvekilinin konuşmasını hálá hatırlıyoruz:
‘Sayın başkan, sayın meslektaşlarım, burada güzel güzel tartışıyoruz. Ailelere daha fazla çocuk sahibi olmaları için teşvik tedbirleri almamız çok iyi. Ne var ki bu tedbirler fayda vermez. Çocuk sahibi olmak için başka bir şey de yapmak gerekiyor.’
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2005
Sadece serveti ile değil; aşkları, evlilikleri, çapkınlıklarıyla ünlü dedesi eğer bugün yaşasaydı herhalde dünyanın en çok konuşulan işadamları arasında yer alacaktı... Hiçbir zaman gerçek mutluluğu tatmayan, kaç evlilik yaptıysa hep düş kırıklığına uğrayıp, bir başına kabuğuna çekilen annesi eğer bugün yaşasaydı, herhalde hálá aşkı ve çıkar beklemeden kendisini sevecek bir erkeği arıyor olacaktı...
Dedesine ve annesine hiç benzemeyen sessiz sakin dayısı eğer bugün yaşasaydı herhalde onu elinden tutacak, yalnız bırakmayacaktı...
Dedesi, gerçek bir diva, soprano Maria Callas ile aşk yaşayan, ABD’nin öldürülen başkanı John Kennedy’nin dul eşi Jacqueline ile reklam evliliği yapan, káh gittiği tavernada garsona bahşiş bırakmayacak kadar cimri, káh misafirlerini ağırladığı saray yavrusu teknesindeki barda iskemleleri balina testisinden yaptıracak kadar müsrif Aristoteles Onasis idi. 1975 yılında ölen İzmir doğumlu armatör Aristoteles Onasis...
Annesi, mutsuzluğun faturasını hep pahalı ödeyen, yaptığı evliliklerin bedelini tankerlerle, sıfırlı bol tazminatlarla ödeyen Christina Onasis idi. 1988 yılında Arjantin’de hálá nedenleri bilinmeyen bir şekilde ölü bulunan Christina Onasis...
Dayısı ise kullandığı özel uçağın düşmesi sonucu 1973’te ölen Alexandros Onasis idi.
DÜĞÜNE AKRABALAR BİLE DAVETLİ DEĞİL
Onasis hanedanlığından, torun Athina Roussel’den bahsediyoruz. Fransız babası Thierry Roussel, ‘cici annesi’ ve ‘cici kardeşleri’ ile büyüyen Athina koskoca bir kadın oldu ve bugün saat 19.30’da Sao Paolo’da hayatta tanıdığı tek erkek olan Brezilyalı binici Alvaro Alfonso de Miranda Neto (32), kısa adıyla Doda ile evleniyor.
Athina düğününe Yunanistan’dan sadece birkaç kişi davet etti. Başpiskopos Hristodulos, Atina Belediye Başkanı Dora Bakoyannis ve eşi ile dedesinin hayattayken görüştüğü bir iki akrabası.
Athina’nın düğün davetiyesinde ‘Onasis’ adını kullanmaması Atina’da skandal olarak nitelendirildi. Yunan basını bu durumu ‘bir imparatorluğun sonu’, ‘parayı alırken Onasis, evlenirken değil’, ‘Athina ayıp etti’, ‘Onasis ailesinin şerefi için utanç verici olay’ ve ‘kimliğinde yazmıyor olabilir ama düğün davetiyesinde Onasis adını kullanmalıydı’ yorumlarıyla duyurdu.
Kimilerine göre üç, kimilerine göre altı, kimilerine göre de sekiz milyar dolarlık bir servetin sahibi olan Athina’yı tanıyanlar ‘Onasis adının lanetini taşımak istemiyor. Onasis adını hatırlatan her şeyi silmek istiyor’ diyor.
Yunanca bilmiyor Athina, Yunanistan’a ya üç defa geldi ya beş. Yunanistan’da yaşayan uzak akrabalarını arayıp sorduğu da yok. Hoş, babası Thierry Roussel ile de arası iyi değil. Buralarda söylenenlere göre, Thierry kızının düğününe katılmayacak. Nedeni ise hem kızını fazlaca etkilediğinden damadı Doda’dan hoşlanmaması, hem de para yüzünden Athina ile kavgalı olması. Athina, iki yıl önce 18 yaşına bastığında Onasis servetinin tek hakimi olabilmek için babasına 100 milyon dolar ‘haraç’ ödemek zorunda kalmıştı. Bunu hiç affetmedi.
Para, dedesine ve annesine mutluluk getirmedi. Bakalım Athina’ya getirecek mi? Kocası Doda’da mutluluğu bulacak mı, yoksa Onasis’lerin tragedyası bir kez daha ‘perde’ mi diyecek?
Hayat işte...
Fotoğrafta gördüğünüz Matina ve Nektaria Yeorganis birkaç dakika arayla geldiler bu dünyaya. Aynı memeden süt emdiler. Neredeyse aynı zamanda yürüdüler. Aynı zamanda aynı okula gittiler. Hep beraber oynadılar, beraber büyüdüler. Sonra sevdiler, evlendiler, çoluk çocuğu karıştılar. Ta 35 yaşına gelinceye kadar da kaderin kendilerine hazırladığı sinsi oyundan habersiz yaşadı ikizler.
Matina üç yıl önce bulaştığı bir virüs nedeniyle yaptırdığı tahliller sonunda doktorların teşhisini duyduğunda şok geçirdi: ‘Kalbiniz ciddi zarar görmüş. Kalp naklinden başka çare yok.’ Dünyası yıkıldı ama yaşama arzusu ve gece gündüz yanı başından ayrılmayan Nektaria’nın desteği ile hayat savaşını verdi. Tam birbuçuk yıl bekledi ve başarılı geçen kalp nakli ameliyatından sonra hayata döndü.
Matina iyileşiyordu. Birkaç ay geçmişti ki, bu defa Nektaria hastalandı. Bu kaderin cilvesinden başka ne olabilir ki? Aynı virüs onun da kalbinin aynı yerine zarar vermişti. Doktorların teşhisi aynıydı: ‘Kalp nakli gerekiyor.’ Bu defa Matina ikinizin başından ayrılmadı. Hep destek ve güç vermeye çalıştı Nektaria’ya.
Geçen 25 Ekim’de ikizine müjdeli haberi veren de Matina oldu: ‘Kalp bulundu ameliyat olacaksın.’ Aynı hastane, aynı doktorlar. Aynı heyecanlı bekleyiş... Nektaria Yeorganis başarılı geçen kalp nakli ameliyatından sonra geçtiğimiz günlerde hastaneden taburcu edildi.
Hayatta kitapların yazmadığı şeyler vardır. Matina ile Nektaria’nın yüzlerine bir bakın. Anlayacaksınız!
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2005
Yunanlı çocukken padişahlar ile ilgili masallar dinler annesinden ninesinden. Halılar, çadırlar, cariyeler, haremler... Zaten çoğunun kökeninde var Anadoluluk. Yunanlı için ‘a la turca’ eğlence, bir o bir bu yana kıvıran dansözler, ‘of yandım anam’ türü gazeller ve tütünü, zıvanası ile nargilelerdir.
‘A la Turca’ eğlencenin mekanları da komşunun hayalinde kırmızı, mor kadife kumaşların hakim olduğu, loş ışıklı ve baharat kokularının buram buram yayıldığı yerlerdir. Bütün bunlarda, grup olarak İstanbul’a gittiklerinde turistik eğlence yerlerine götürülmelerinin de payı var.
Yadırgamayın hemen. ‘A la Grek’ tipi eğlence dendi mi sizin aklınıza ne geliyor? Kırılmamış tabağın kalmadığı, hep sirtakinin oynandığı tavernalar değil mi? Oysa koskoca Atina’da tek bir mekan dışında, tek bir tabağın kırıldığı taverna bilmiyoruz. Sirtaki ise sadece siyah beyaz eski Yunan filmlerinde yaşıyor.
BİRİLERİ KAHVENİN TÜRK OLDUĞUNU KABUL ETMİŞ
Yunanistan’da bu yıl moda, ‘A la Turca’ eğlence. Geçenlerde de sinemaların, restoranların ve alışveriş merkezinin bulunduğu ‘Village Center’ kompleksinde açılan ‘Tamam’a gittik.
Tamam, çok büyük bir mekan. Giriş bölümünde kafesi, arka bölümde restoranı, birbirinden farklı üç de barı var. Dekoru yukarıda bahsettiğimiz Yunalının kafasındaki eğlence inancının ürünü. Yani tartışmasız ‘kitch.’ Ancak işletmecisinin de, müşterisinin de Yunanlı olduğunu düşünürsek bunu yadırgamamak gerekiyor. Son derece rahat koltuk ve kanepelerin olduğu kafede Türk kahvesi-Yunan kahvesi kavgasına nihayet son nokta konuluyor ve Türk kahvesi, fincanı ve bakır cezvesi ile tepside sunuluyor.
Restoranda Türk yemekleri imparatorluğunu ilan etmiş durumda. Türkiye’den gelen Cahit Usta’nın hazırladığı Urfa, Adana döner kebapları mönüdeki ağır toplar. Barlarda ise her şey iyi de, çalışan birbirinden güzel bedenlerin kış ortasında o kadar kısa tişörtlerle üşütecekleri endişesine kapıldık.
İLK DÜŞÜNÜLEN İSİM SERDAR ORTAÇ
Evet, ‘Tamam’ estetik açıdan bize zevksiz görünse de organizasyon açısından dört dörtlük. Her şey tıkır tıkır işliyor. Koskoca bir mekanda ‘sıcak bir atmosfer’ oluşturabilmek kolay iş değil.
Müziği en sona bıraktık. Çünkü ‘Tamam’ bu açıdan öncü. DJ Mert Levent harikalar yaratıyor. Bir Yunanca şarkının hemen arkasından Işın Karaca’yı, Fransızca bir şarkının hemen arkasından Kayahan’ı, Yaşar’ı çalıyor. İlerleyen saatlerde de eğlence Mustafa Sandal ile Tarkan ile doruğa çıkıyor.
Türkiye’den de sanatçılar gelip ‘Tamam’da sahne alacaklarmış. İlk düşünülen isim de Serdar Ortaç.
Olur ya yolunuz düşerse buralara ve yine olur ya gurbet acısını hissederseniz ‘Tamam’a uğrayın.
MERT LEVENT (DJ)
Yunanlılar İbo ve Volkan Konak ile çoşacak
Türkiye’de Yunan şarkılarının sevilmesine önayak olanlardandım, şimdi Yunanlıların Türk şarkılarını sevmesi için çalışacağım. Emin olun Yunanlılar hem de çok sıka süre içinde sadece Tarkan ve Sertab’ı değil, Volkan Konak’ı, İbrahim Tatlıses’i, Ajda Pekkan’ı, hatta Balık Ayhan’a kadar pek çok Türk sanatçının şarkılarını sevecekler. Biz nasıl Yunanlıların müziğini kabul ettiysek, onların da bizim müziğimizi kabul edeceklerine inanıyorum. Atinalılar Türk gecelerine hazır olsun.
ALEKSANDROS SİROPULOS (İşletmeci)
Sırada İstanbul var
‘Tamam’ Atina’nın gece hayatındaki öncüsü olacak. Her şeyi ile Türk olan bir kafe-club-restoran açtık. Bunun en önemli nedeni Türkiye’yi sevmemiz. Bir sonraki adım ise İstanbul’da Yunanlı bir kafe-bar-restoran açmak.
CAHİT YILDIRIM (Şef Aşçı)
Yunan yemeklerini sevmedim
Gaziantep’in lezzetlerini Yunanlıların çokk beğeneceğine inanıyorum. Türk yemekleri Atina’yı fethedecek. Yunan yemeklerine gelince pek beğendiğimi söyleyemem.
Yazının Devamını Oku