Yorgo Kırbaki

En büyük bağırsak tüccarlarından 80’lik Niko’dan hayat dersi

24 Eylül 2005
‘Hayat 25 yıl eğitim, 25 yıl sıkı çalışma, 25 yıl da tatildir. Tam 18 yıl önce Rotterdam, Hamburg ve Lizbon’daki şirketlerimi oğluma devrettim ve o gün bugündür tatil yapıyorum’ diyor, 80 bahar önce İstanbul’da Yedikule’de doğan ve belki de dünyanın en büyük bağırsak tüccarlarından Niko Anastasiadis. Sevecen bir yüz, sevecen bakışlar... Hiç göstermiyor yaşını. Dinamik, hayat dolu. Bize göre ‘hayatın ta kendisi’ Niko. Simi Adası’nda, ikinci eşi Nelly’nin adını verdiği teknesinde son 20 yıldır hayatını paylaştığı Katerina ile bilmem kaçıncı tatilini yaparken tanıştığımız Niko’nun sohbetine doyum olmuyor. Ne diyelim? Hayatta bazı şeyler vardır kitaplar yazmaz pek. Sen çok yaşa e mi Niko.

n Kimsin Niko? Neler yaptın hayatında?

- İstanbul’da biz alaturka büyüdük. Evin reisi babadır. Baba ne derse o olur. Avrupa’ya bağırsak satıyordu babam ve hep yabancı dil öğrenmenin şart olduğunu söylerdi. İkinci Dünya Savaşı başlamadan önce Fransız Saint Joseph Lisesi’ne gidiyordum. Avrupa gezisinden yeni dönen babam ‘Oğlum, Hitler dünyaya hakim olacak. Almanca öğren’ diyerek Tünel’deki Alman Lisesi’ne yaptırdı kaydımı. Savaş bitmeden bu kez Almanya’nın yenileceğini önceden sezince tekrar Saint Joseph’e döndüm.

n Okul bitince ne oldu?

- Daha ertesi gün saat 06.30’da beni Karaağaç’taki mezbahamıza götürdü. Midem acayip bulandı ama dayandım. İlk dış seyahatimi 22 yaşındayken 1947’de yaptım. İsveç, Danimarka ve Fransa’yı gezdim. İki hafta içinde bir yıllık bağırsak ihracatımız kadar mal sattım. Dönüşte babamdan otomobil istedim. Hiç oralı olmadı. ‘Sana otomobil almam için bana 50 otomobil parası kazandırmak lazım’ dedi. 1952’de rahmetli oldu. İşi üç kardeş üstlendik.

n İşler nasıldı o zaman?

- İlk başta iyiydi. Adnan Menderes başbakan olunca bozuldu. Her şey karaborsaya düştü. Doların resmi kuru başka, karaborsa kuru başka idi. Üstelik Anadolulu tüccar bağırsakları faturasız satmak istiyordu. Naylon fatura ile işi ne kadar götürebilirsin? Kaldı ki adın da Niko... Rum, Ermeni ne fark eder; hepimiz Türkiye’mizde yaşamıyor muyuz? Bu ayrımı hiç anlamadım. Sonra 1955 olayları geldi

n Evine, işyerine zarar geldi mi?

- Hayır. Türk arkadaşlarım bana ‘Bugün evine erken git ve sabaha kadar ışıkları açık tut’ dediler. Ne evime gelen oldu ne de işyerime zarar veren. Ertesi gün kız kardeşim babamın mezarının bulunduğu Şişli Mezarlığı’na gitti. Orada çok kötü şeyler olmuştu. Kız kardeşimin mezarlığa girmesine izin vermediler. O da kapıdaki askeri tokatladı. Hemen subayın biri geldi ve ‘Hanımefendi askere vurmanın cezası hapistir ama seni anlıyorum. Hadi çabuk evine git’ dedi.

n Hollanda’ya ne zaman gittin?

- 1957’de işleri kardeşlerime devrederek cebimde 1500 dolarla Hollanda’nın yolunu tuttum. Baktım burada herkes banka kredisi ile iş yapıyor. Önce 500 dolara elden düşme bir Amerikan arabası aldım, sonra doğru bankaya. Adamlardan 50 bin dolar kredi istedim, 25 bin verdiler. Bağırsak komisyonculuğuna başladım. Sonra Allah’ın da yardımıyla işleri büyüttüm. Moğolistan’a Çin’e kadar her ülkede iş yaptım.

ADAY OLSAM, MARMARİS’E BELEDİYE BAŞKANI OLURUM

n Kaç evlilik yaptın?

- İstanbul’da genç yaşta evlendim. Hanım benim gibi Rum’du. Dört yıl sonra boşandık. Oğlumuzu ben büyüttüm.

n Neden boşandın? Gözün dışarıda mıydı?

- 1950’li yıllarda İstanbul’un nasıl olduğu malum. O zamanlar zamparalıkta seks filan yoktu. Genç kızlarla öpücükler, kucaklaşmalar işte... Hollanda’ya gittikten iki yıl sonra yine evlendim. Hollandalı eşim Nelly’yi çok seviyordum. İki kızımız oldu. Ama onu Allah aldı benden. Yaklaşık 20 yıldır da Katerina ile yaşıyorum. İkimiz de evlenmeye karşıyız. Evlilik, hanımın geleceğini garanti altına almaktan başka ne ki? Evleniyorsun birkaç yıl sonra boşanıyorsun. Mahkemeye gidiyorsun, kadın ‘Kocam şu kadınla bunu şunu yaptı’ diyor. Ya olur mu öyle şey? Hakim benim özel hayatımı neden öğrensin? Katerina’ya bankada para yatırdım, ona hisseler de aldım. Helal olsun ama evlilik yok.

n Kadın nedir senin için?

- Kedidir... Okşuyorsun, seviyorsun; kızdı mı, sıkıldı mı tırmalıyor. Kozmopolit biriyim. Mesela İspanyol kadınları ateşli filan derler ya, yok öyle bir şey.

n Hayatın nasıl geçiyor?

- Kış Rotterdam’da, ilkbahar Marmaris’te, sonbahar Yunan adalarında geçiyor. Marmaris’te beni tanırlar. Hani aday olsam belediye başkanı seçilirim.

n Türkiye’yi bugün nasıl buluyorsun?

- Tayyip Erdoğan’ın tuttuğu yol çok doğru. Çalışkan bir başbakan. Açıkçası Erdoğan, Avrupa Birliği’ne ders veriyor. Türk Lirası da son dönemde istikrar kazandı. Nedenini bilmiyorum. Sordum, banka müdürleri bile bilmiyor.

Dul first lady Dimitra Liani’nin yeni aşkı

Yunanistan’ın eski başbakanlarından Andreas Papandreu’nun 1980’li yılların sonlarında hostes olan Dimitra Liani ile yaşadığı yasak aşkı bilmeyen yoktu. O dönemlerde bir Yunan heyeti, bir Afrika ülkesinde hani atalarının insan etinden hoşlandıkları iddia edilen kabileleri ziyareti sırasında, herkesin Liani’nin kısa adı olan ‘Mimi’yi bildiğini hayretle tespit etmişti. Hatta söylendiğine göre, o dönemlerde ‘Davos ruhu’ denen kısa ömürlü Türk-Yunan yakınlaşması yaşanıyordu ya, Başbakan Turgut Özal yurtdışındaki bir akşam yemeği sırasında eşi Semra Hanım’a ‘Yahu şu çocukları evlendirelim’ demişti de azar işitmişti.

Gel zaman git zaman çapkın Andreas, 40 yıl aynı yastığı paylaştığı karısı Amerikalı Margaret’i boşadı. Boşamak için kanun bile çıkarttı. Sonra da davullu zurnalı bir düğünle Liani’yi ‘Bayan Papandreu’ yaptı. Düğün hediyesi olarak da Atina’nın sosyete semtlerinden Ekali’de saray yavrusu bir villa aldı kendisinden 35 yaş küçük karısına.

Yaşı 75’e dayanan Andreas 1996’da rahmetli olunca o zamanlar 40 yaşlarında olan Dimitra Liani bir süre kocasının yasını tuttu. Türkçesi ‘Rahmetlinin 40’ı dolunca eve başkası girer’ şeklindeki Yunan atasözünü doğrularcasına, Andreas Papandreu’nun hangi parayla aldığı şaibeli villaya genç tiyatro sanatçısı Kostas Spiropulos girdi. Spiropulos, Türkiye’de Yunanistan’ın Filiz Akın’ı olarak da bilinen Aliki Vuyuiklaki’nin ölmeden önceki son sevgilisiydi. Çocuk kendisinden büyük kadınlarla ilişkiye alışıktı anlayacağınız.

Liani kitap yazdı, televizyonda haber programcılığına soyundu ama pek dikiş tutturamadı. Spiropulos ile ilişkisine gelince, hayli uzun sürdü. Ama çocuk sonunda ‘murdar’ çıktı. Liani, sevgilisinin kendi yatağından başka yataklarda da, üstelik tek başına olmadan, şöyle bir rahat uzanıp yattığını keşfetti. Tabii kapı dışarı etti sevgilisini. Yine içine kapandı bir süre için.

Geçenlerde yeni aşkı ile gündeme geldi Liani. Bu defa kendisine Ermeni bir sevgili buldu...

Türkiye’de ‘Magapai’ şarkısı ile sevilen ve defalarca İstanbul’da sahneye çıkan Angela Dimitriu’nun eski sevgilisi kuyumcu Nuray Sabuncuyan ile ‘günah adası’ Mikonos’ta objektiflere yakalandı.

Liani’nin bu ilişkisinden Atina’da yaşayan Ermeniler de son derece memnunmuş. Fotoğrafa bakılırsa, eski ‘first lady’ de halinden pek şikayetçi görünmüyor değil mi?
Yazının Devamını Oku

Simi’de ne yapılır? Aşık olunur

17 Eylül 2005
Kızmış mı nedir dağın kafası bir gün, gökyüzüne daha da yaklaşacağına dimdik aşağıya, maviye, Ege’ye inmiş. İnsanlar o dağın üzerine evler yapmışlar. Beyaza, sarıya, hafif pembeye boyamışlar. Sonra o insanların torunları o evleri yıkıp dağı çimentoya boğacaklarına, dedelerinin mirasına, zevkine saygı göstermişler. Bugün Datça’ya nefes mesafesindeki Simi Adası’nın sakinleri, uzaktan bakıldığında kartondan yapılıp boyanmış izlenimi veren o güzelim evleriyle övünüyorlar.

‘Suyun Öte Yanından’ geçen hafta Simi’deydi. ‘Yabancı Damat’ dizisinin çekimleri için düzenlenen töreni izlemek üzere bu mimarisi eşsiz adayı karış karış dolaştık. Sizler için sorup soruşturduk. Hemen başlayalım:

Nereler gezilir? Seyrine doyamayacağınız limanda arka sokaklarda kaybolun. Sizi hep hoş sürprizler bekleyecek. Daracık basamaklara rastladığınızda nefesiniz yetiyorsa şehrin eski merkezine doğru tırmanın. Simililerin çoğu burada oturuyor. Hepsi deniz manzaralı o güzelim evleri tek tek görün. Ayrıca, Panormitis, Pedi ve Niomboro sahillerini de ziyaret edin. Merkezden 20 kilometre mesafedeki Panormitis Manastırı’nın avlusu insanı fethediyor. Yoruldunuz mu? Kahve molası... Banko limandaki ‘Stella Cafe’, banko buz gibi ‘fredocino’.

Nerede balık yenir? Limandaki ‘Manos’ günün her saati cıvıl cıvıl. Denizden gelen lezzetlere bir de bu tavernanın sahibi Manos’un ‘Akdenizli şovu’nu eklersek, vakit hoş geçiyor. Üstelik, yanınızdaki masada Türkiye’den ünlü bir şahsiyetin oturması işten bile değil. Simi’nin en nezih balık restoranı ise ‘Milopetra’. Mutfağı da, mahzeni de son derece zengin. Taş ve ahşap dekorasyonu da bir harika. Yok eğer salaş bir mekan istiyorsanız o zaman doğru Maratunda sahilindeki balık lokantasını tavsiye ederiz. Duyumlarımıza göre, Türkiye’den tekneleriyle gelen ünlülerden bazıları, burada sabahlara kadar eğleniyormuş. Simi’ye gelirseniz küçük taze karidesi ve ‘Germani’ yani ‘Almanlar’ adı verilen balığı mutlaka tadın.

Nereden denize girilir? Simi’yi karayolu ile gezecekseniz limandan birkaç yüz metre mesafedeki Nos ve 15 kilometre mesafedeki Maratunda sahilinde Ege’yi tadabilirsiniz. Özellikle Maratunda’nın denizine doyulmaz. Tekne ile dolaşacaksanız Ayios Yeorgios ve Aya Marina sahillerine mutlaka uğrayın.

Simi’de başka ne yapılır? E böyle bir ortamda ne yapılabilir?

Aşık olunur...

Şikayeti olan bana gelsin

Lefteris Papadokalodukas 34 yaşında. Daha okuldayken arkadaşları ona ‘belediye başkanı’ lakabını takmışlardı. Bugün Simi Adası’nın belediye başkanı kendisi. Hürriyet’in de teşekkür plaketi ile ödüllendirildiği Simi’deki ‘Yabancı Damat Gecesi’nde biraraya gelip konuştuk:

-Simi limanı Türk tekneleriyle dolu?

-İki yıldır Türkler adamıza geliyor. En iyi turistler onlar. Yemek yerken çoğu Avrupalılar gibi mönüde önce fiyatlara bakmıyorlar. Datça Belediyesi ile AB programlarından birlikte yararlanmaya çalışıyoruz. İşbirliği yaparsak AB’den para alabiliyoruz. Türkiye’deki bütün dostları Simi’ye davet ediyorum. En ufak bir şikayetleri olduğunda da beni bulsunlar.

-‘Yabancı Damat’ dizisiyle adanın hem Türkiye hem de Yunanistan’da büyük reklamı oldu.

-Evet öyle. Adamıza Yunanistan Başbakanı, Cumhurbaşkanı geldi, İstanbul’dan Patrik Bartolomeos geldi. Ancak hiçbiri Niko ve Nazlı için düzenlediğimiz törendeki kadar kalabalık toplayamadı. ‘Yabancı Damat’ ekibi için önümüzdeki yıl da tören düzenleyeceğiz.

-Simi’nin altyapısı eksik. Yol yok, su sorunu var...

-Bakın ben 2.5 yıldır belediye başkanıyım. Daha önce işadamıydım. Belediye bir şirket gibidir. Turizmden başka gelirimiz yok. Bu nedenle turizmci bir işadamı gibi yönetiyorum belediyeyi.

-Türklerin Simi’ye gelebilmesi için vize almaları gerekiyor.

-Bu önemli bir sorun. İzmir’deki Yunan Konsolosluğu’nu kaç defa aradım hatırlamıyorum. En azından Bodrum ya da Marmaris’te bir konsolosluk daha açmalıyız. Anlayamadığım bazı şeyler var. Almanlarla savaştık. 2. Dünya Savaşı’nda bizi bombaladılar ülkemizi yerle bir ettiler. Bugün Almanlar istedikleri gibi Yunanistan’a girip çıkıyorlar. Türklerle bir asır önce savaştık. Yani yeniyi unutup hálá eskiyi hatırlıyoruz...
Simi limanında yürüyoruz. Deri giyim eşyası satan Takis Psaros bizi dükkanına davet ediyor:

-Türkiye nefes mesafesinde, sen burada kimlere deri satıyorsun?

-Hem Avrupalı, Amerikalı turistlere hem de Türk turistlere. Ben sadece kaliteli deri satıyorum. Kaliteyi anlayan da benden alışveriş yapıyor.

-Türk turistler nasıl?

-Bonkör insanlar. Üç beş kuruşun hesabını yapmıyorlar.

REKLAM

Yunanistan’da ana muhalefet lideri Yorgos Papandreu nasıl oluyor da hep soğukkanlı? Türkiye ile yakınlaşma sürecini başlatan eski dışişleri bakanının hiç sinirlenmemesinin sırrı ne?

Kaçın kurası 80’lik İstanbullu Rum Niko Anastasiadis’in öyküsü... Heybeliadalı Niko dünyanın en büyük bağırsak ihracatçısı oldu. Yazları Marmaris’te, kışları Hollanda’da yaşayan Niko, hayatını ve kadınlarını anlattı.

Bütün bunlar ve daha neler neler az sonra...

Yani haftaya!
Yazının Devamını Oku

Hiç üniversite hortumlanır mı?

10 Eylül 2005
Hiç üniversite hortumlanır mı? Üniversitede yolsuzluk, sahtekarlık olur mu? Bu amaçla naylon fatura tanzim edilir mi? Eh, komşuda bütün bunlar oldu. Atina’daki Pandion (Sosyal ve Siyasal İlimler) Üniversitesi’nde yarının diplomatları, uluslararası hukuk profesörleri, politikacıları yetişir. Kıyaslandığında Mülkiye ağırlığında olmasa da Yunanistan’ın iyi sayılan yüksek okullarından birisidir.

Pandion’da 1992-1998 döneminde birileri sayesinde okulun tam 7 milyon eurosu kuş olup uçtu.

Okulun bir bankada üç ayrı hesabı vardı. Birinci hesapta Eğitim Bakanlığı’nın her yıl tahsis ettiği paralar, ikinci hesapta bağışlar, üçüncü hesapta da üniversite komisyonlarının araştırmaları için gerekli paralar vardı. Birinci hesap devlet kontrolünde, diğer ikisi değil.

SİMİTİS’İN BAĞIŞLARI BİLE İÇ EDİLMİŞ

Birileri düşünmüş, sahte mi değil mi bilinmez, üniversite rektörlerinin imzalarını taşıyan belgelerle birinci hesaptan çekilen paralar diğer iki hesaba yatırılmış.

Ondan sonrası gel keyfim gel. Üniversitenin muhasebesinde çalışanlardan kimi Ferrari marka araba almış kendisine! Kimi de evinin halılarını, fayanslarını döşemiş...

Üniversiteye kapalı spor salonu inşası için çekilen paraların da akıbeti meçhul. Rektörün, bazı öğretim üyelerinin odalarındaki mobilyalar bile gerçek değerinin 10-15 katına değiştirildi. Sağolsun naylon faturalar.

Üniversitedeki bu skandalın ortaya çıkması hikayesi de ilginç. Kostas Simitis başbakan iken Pandion Üniversitesi’nden öğretim üyesi olarak aldığı maaşı üniversitede yeni bir kütüphane kurulması için bağışlamıştı. Adamın günün birinde ‘Ne oluyor benim bağışlar’ diyeceği tutmuş; ‘Hangi bağışlar başbakanım?’ cevabını alınca işin üzerine gidilmesini emretmişti. Sonrası çorap söküğü gibiydi.

Şimdi aralarında eski rektör ve yardımcılarının da bulunduğu 18 kişi Atina Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanacak.

Atina’nın dibinde Heybeliada’ya benzeyen bir ada

‘Suyun Öte Yanından’ geçen haftasonu Angistri Adası’ndaydı.

Diğer adalara göre Atina’ya bir nefes mesafedeki topu topu 12 kilometrekarelik bu yemyeşil adaya Pire Limanı’ndan 8 euro bilet ücreti ödeyerek deniz otobüsü ile 1 saat 10 dakikada geldik.

Başkent yakınındaki Argosaronikos Adaları arasında (Salamina, Egina, Poros ve Hydra) en küçüğü olan Angistri’de dikkatimizi ilk çeken şey her şeyin deniz ile, Ege ile iç içe olduğuydu.

DOĞA İLE İFTİHAR ETTİK

Evler eski değil ama eskiye benzetilmeye çalışılmış, tabii hepsi bembeyaz.

Otomobillerin azlığı, dikkatimizi çeken ikinci şey oldu.

Bisiklet ve motosikletler hakim o daracık sokaklara.

Öyle lüks bir oteli yok adanın. Üstelik en iyi sayılabilecek otelleri de denizin dibinde değil.

Ancak, dalgaların yaladığı ve ortalama günlüğü 30 euro olan otellerde klima, buzdolabı vs. gibi standartlar mevcut. Kumsaldaki şezlonglar da ücretsiz.

Kendimizi limanın yanı başındaki sahilin tertemiz sularına atarak yorgunluk attık ve çoğu turistler gibi bir motosiklet kiralayarak keşfe, teftişe koyulduk.

Skala (İskele) adlı liman köyünün iki ‘piyasası’ var. Her ikisinde de tavernalar, kafeler, barlar yan yana dizilmiş.

Yaklaşık iki kilometre ötede Megalohora (Büyük Köy) karşımıza çıkıyor.

Her ne kadar küçük limanında inşa çalışmaları da olsa, gözümüze hoş göründü.

Dört kilometre daha yol katettiğimizde bizi bekleyen sürprizden habersiz, İstanbullu Rumların niçin Angistri’yi sevdikleri sorusuna cevabı bulmuştuk.

Çam ağaçları, kayalıklar ve deniz, her şey Heybeliada’yı hatırlatıyordu!

Limenaria (limancıklar) Köyü birkaç haneden ibaretti ve niye bu kadar methedildiğini anlayabilmemiz için biraz daha motosikletin gazına basmamız gerekti.

Ve işte cennet!.. İnsanın doğa ile iftihar ettiği yerlerden biri daha. Akvaryum gibi su, yemyeşil bir tepe ve tek bir salaş balıkçı lokantası. Tahta masamıza oturduk; küçük sargos varmış balık olarak.

Meze olarak da tarak ve ızgara ahtapot. Tabii kıpkırmızı iri domatesin, yine iri kesilmiş salatalık, biber, soğan ve koskoca bir dilim beyaz peynirle buluşup, bu diyarın iftiharı zeytinyağı ve kekik ile zenginleştiği ‘grek salatası’ ve tabii karafa, yani küçük bir şişe uzo.

BİR YUDUM UZO ÜÇ KULAÇ DENİZ...

Masanın yanı başından denize girip o buz gibi canım sularla bütünleşmek, sonra da o serinlikle kadehteki içkiyi bir yudum azaltmak ne güzel.

Aponisos’taki balıkçı lokantasında genç kızlar garsonluk yapıyor. İşleri bittiğinde de bir masaya oturup, çantalarından çıkardıkları ojeleri tırnaklarına sürüyor, attıkları kahkahalarla bu cennet parçasına daha bir kadın kokusu veriyorlardı!

Angistri, haftasonları için iyi bir tercih.

Yaz geldi mi bambaşka bir insan oluyor ya da olmak istiyorsanız ve yazın her gidişine üzülüyorsanız belki de iki tercihiniz var: Birincisi, yaza farklı tarihlerde kutlanan bir bayram imiş gibi bakmanız; farklı mevsimlerde de yazı kutlamanız. Sahi, yaz, kafamızda taşıdığımız manzaradan başka ne ki?

İkincisi de hemen harekete geçmek. Yaz Ege’de ekim ortalarına kadar bekliyor.
Yazının Devamını Oku

Lagana’yı edepsiz İngiliz turistlerden kurtarma operasyonu

3 Eylül 2005
Marmaris’in karşısında bulunan şövalyeler adası Rodos’un Faliraki kasabasının Belediye Başkanı Yiannis Iatridis, resmi bir davet üzerine eylül ayı sonlarında İyon denizinde İtalyan ekolünden etkilenmiş Zakinthos adasının bir kasabası olan Lagana’yı ziyaret edecek. Bir kasabanın belediye başkanının bir başka kasabanın belediye başkanından davet alması ve onu ziyarete gitmesi gazetelere hiç haber olur mu diyeceksiniz.

Ziyaretin nedeni ne Lagana’nın Yunanistan’ın en uzun sahillerinden birisine (9 kilometre) sahip olması, ne de caretta-caretta kaplumbağalarının burada yumurtlaması...

Faliraki Belediye Başkanı Iatridis, Lagana kasabasının belediye başkanına ‘çılgın İngiliz turistlerin yarattığı sorunlardan kurtulması için yardım etmeye’ gidiyor.

SINIR DIŞI EDİN VE HAPSE ATIN ÖNERİLERİ

Birkaç yıldan beri pek akıl almaz ve Yunanlıların örf ile adetleri ile hiç bağdaşmayan ‘eğlence’ türleri için Faliraki’iyi seçen çılgın İngilizler, son zamanlarda Laganas’ı mesken tuttular.

Fotoğrafta öyle sakin görünmesi sakın aldatmasın sizi. Ne çirkinlikler, ne maskaralıklar yapıyorlar saymakla bitmez...

Daha geçenlerde yaşları 15-18 arasında değişen İngiliz delikanlıları sahilde çıplak halde plastik sandalyelere oturdular. İngiliz kızlar da onların önünde diz çöküp... tövbe tövbe..., yarıştılar! Sonra Lagana’nın barlarında da çıplak kızlar masalara yatıp, yine tövbe tövbe...

Nüfusu 3 bin civarında olan Lagana’da yazları 40 binden az turist olmuyor. Bu işten para kazananlar duruma pek ses çıkarmıyorlar ama kasabanın diğer sakinleri son derece huzursuz.

İngiliz gençler hep sarhoş, hani ayık dolaşanı parmakla gösteriyorlar. Üstelik devreye bazen uyanık İtalyan turistler de giriyor. Kah sarhoş İngiliz kızlardan birini ayarlayıp milletin ortasında..., üçüncü kez tövbe tövbe; kah sarhoş İngiliz gördüler mi kız erkek ayırımı yapmaksızın cüzdanını yürütüyorlar.

İşte şimdi Faliraki Belediye Başkanı, Zakinthos’a giderek yetkililere bu dertten kurtulmanın reçetesini anlatacak. Başkan Iatridis’e göre ‘reçete’ şöyle:

1. Bazı turizm acentelerinin cevval adamlarının o bar senin bu bar benim dolaşıp Zakinthos adasına yeni gelmiş gariban ve toy turist avlamaları önlemeli.

2. Kalitesi kötü pansiyonlar sık sık denetlenmeli.

3. Polislerin geceleri devriye gezmeleri gerekli.

Lagana kasabasındaki çirkinlikler Yunan parlamentosuna bile konu oldu. Bazı milletvekilleri, bu maskaralıkları yapan turistlerin görüldüklerinde yakalanarak derhal sınır dışı edilmelerini istedi. Hatta ilgili yasanın harfiyen uygulanıp, çılgınlık yapan turistin hemen yakalanması ve ibret olsun diye üç yıla kadar hapis cezasına çarptırılması gerektiğini söyleyen bile çıktı.

Bize göre, yaz geçer, kış gelir. Unutuluverir her şey. Lagana’yı ve ayıp şeyler yapan turistleri kimse hatırlamaz. Ta yine yaz gelinceye kadar.

Askerliği cazip kılmanın yollarını arıyorlar

Yunanistan Anayasası’nın 6. maddesinin 4. paragrafı der ki: ‘Silah taşıyabilecek her Yunanlı (erkek kastediliyor) kanunların öngördüğü şekilde vatan savunmasına katkıda bulunmakla zorunludur.’

Bu zorunluluğu herkes yerine getiriyor mu? Rakamlara bakılırsa hayır. Yunan Silahlı Kuvvetleri kurmaylarını kara kara düşündüren bir rapora göre, askerlik yaşı gelmiş her üç gençten ikisi bir şekilde tecil yolu buluyor. Üstelik askerliklerini tecil ettirenlerin yüzde 63’ü bu erteleme süresi bittiğinde bile bir şekilde üniforma giymemek için gerekçe buluyor.

Aynı rapora göre, halen yurt dışında 17 bin 482, yurt içinde de 14 bin 950 ‘resmi asker kaçağı’ var. Hatta 1997-2004 yılları arasında 19-45 yaş arası 82 bin Yunanlı, sağlığı askerlik yapmasına elverişli olmadığı yolunda, yani çürük raporu almış.

Çürük raporları bu kadar fazla olunca bir heyet kurulmuş ve araştırmışlar. Söz konusu sağlık raporlarının sadece 28 bin 149 tanesi ‘yasal’ imiş. Araştırmada, ordudan emekli bir doktorun kurduğu şebekenin, hani dişi bile ağrımayan en az 83 Yunanlı gence çürük raporu verdiği de ortaya çıkmış.

Yunanistan’da askerlik süresi halen 12 ay. Karamanlis hükümeti bunu sekiz aya kadar indireceği sözünü verdi. NATO çerçevesinde elbette artık orduların belkemiğini profesyonel askerler oluşturuyor ama erata da ihtiyaç var. Ölümlerin doğumlardan fazla olduğu ve 10 milyon nüfustan dokuz milyondan fazlasının oy kullandığı, yani reşit olduğu bir ülkede, gençlere askerliği cazip kılmanın yolları aranıyor. Askerlik süresinin sekiz aya indirilmesi, askerlik yaşının da 20’den 19’a çekilmesi işte bu nedenle de düşünülüyor.

Aile planlamasında nüfusun artması için çeşitli teşvikler var. Yunanistan’da aile başına ortalama 1,2 çocuk düşüyor. Üç ve daha fazla çocuğu bulunan ailelerin en büyük oğulları ‘hami’ sayılarak, altı-dokuz ay arasında askerlik yapıyor.

Söz askerlikten açılmışken, Türkiye’de olduğu gibi Yunanistan’da da özellikle sanatçıların askerliği gündeme sık geliyor. Konserlerde zıp zıp zıplayan ya da ekranlarda aslanlar gibi 30-40 adamı bir çırpıda yere seren bazı ‘kahramanlar’ın ya çürük raporlu çıkması, ya da canları istediklerinde askere gitmeleri kamuoyunu meşgul ediyor.

Örnek mi? Yunanistan’ın Tarkan’ı sayılan Sakis Ruvas’ın (Shake It adlı şarkısı Eurovision’da iki yıl önce üçüncü olmuştu) askerliği yılan hikayesine dönüşmüştü mesela.

ÖZCAN DENİZ’DEN ÖZÜR DİLİYORUZ

Suyun Öte Yanından, Özcan Deniz’den özür diliyor.

Yıllar önce sanatçının İstanbul’da bir Rum tavernasında tabak kırarken elini kestiğini okuyunca, Yunanistan’da öyle tabak kırmak (1967-1974 dönemindeki albaylar cuntası tarafından yasaklanmıştı), ceket yakmak ya da rakı şişesi patlatmak gibi ‘adetlerin’ bulunmadığını anlatmak maksadıyla, o zamanlar Radikal gazetesinde kaleme aldığımız bir yazıda olayı biraz ‘ti’ye almıştık.

Hatırladığımız kadarıyla da ‘Onu çocukluğundan tanırım. Tabak kırma işini pek iyi bilir. Hatta sokakta oynarken annesinin pencereye çıkıp, ‘Özcan oğlum, capuccino ile kruvasan hazır hadi kahvaltıya’ diye bağırdığı şeklinde ifadeler kullanmıştık. Birkaç gün sonra, hayranlarından olsa gerek, birileri bizi telefonla arayıp bunların gerçek olmadığını, yalan yazdığımızı ve sanatçıyı hiç tanımadığımızı söylemiş, hatta biraz tehdit bile etmişti. Adamcağıza, yazıyı bir kez daha dikkatli okumasını, Özcan Deniz ile hayatımızda hiç karşılaşmadığımızı söylediysek de durum pek değişmemişti.

Yıllar yılları kovaladı. Özcan Deniz bize göre Türkiye’de pek çok sanatçıdan daha başarılı bir grafik çizdi. Üç Silahşörler’den biri gibi lanse edildiği dönemi başarıyla aştı. Ve bugün Özcan Deniz’in başrolünü oynadığı ‘Asmalı Konak’ dizisi Yunanistan’da Alpha televizyonunda gösteriliyor.

Yunanlıların kendisi ile ilgili ilk yorumları da gayet olumlu. Asıl mesleğinin şarkıcılık olduğunu söylediğimizde şaşırıyorlar. Hani biraz tanıtımı, reklamı yapılsa; Atina gecelerinin ‘Sen beni öldürtcen mi, çıldırtcan mı canım’ diye inlemesi inanın işten değil.
Yazının Devamını Oku

Olimpiyatlardan 1 yıl sonra

27 Ağustos 2005
Maliyeti kimilerine göre 5, kimilerine göre 10 kimilerine göre de 15 milyar euro. Rekorlarından çok doping skandallarıyla tarihe geçti. ‘A la greece’ tarzla, yani ‘Gün ola harman ola; Allah büyük; bakarız; merak etme; olur inşallah’ gibi zihniyetle çalışılıp kağıtlar üzerinde yıllar süren, ancak pek çok şeyin son anda tamamlandığı Atina Olimpiyat Oyunları’ndan bu yana tam bir yıl geçti ve Yunan başkentinde o fiestaları hatırlatan hemen hiçbir şey yok.

Atinalı metroyu da, havaalanını da, modern çevre yollarını da hemen her gün kullanıyor ama bunlar niye yapıldı diye sormuyor. Başkentin eskisinden daha yeşil olduğunu da pek umursamıyor.

Olimpiyat Oyunları’nın ‘mirasından’ şikayetçi bile sayılabilir Atinalı. Bir yıl öncesine kadar otomobili ile sola döndüğü yolun, artık kapalı olduğunu her gördüğünde basıyor küfürü. Atina caddelerindeki güvenlik kameralarının, trafik suçlarını ispat kameralarına dönüştürülmesine acayip sinir oluyor.

Oysa olimpiyatlara ev sahipliği yapabilmek için ne kampanyalar düzenlenmişti, ne paralar harcanmıştı. Her şey mazide kaldı. Atina Olimpiyat Oyunları’nın ‘yıldönümü’ geçenlerde sade bir törenle kutlandı.

‘Onca masrafla inşa edilen tesislerin durumu ne?’ diye sorarsanız, tek kelime ile içler acısı. O güzelim tesisler kaderlerine terk edildiler.

Çoğunun kapısına kilit vurulan tesislerin yıllık bakım masrafları 43 milyon euro olarak hesaplandı. Bir yıl içinde fuar ve konserler için kiralanan bazı tesislerden elde edilen gelir ise sadece 3 milyon euro.

YARIŞ PARKURUNDA SAZLAR YETİŞİYOR

Oyunlar sırasında ve sonrasında bu tesislerde bozulanı, kırılanı düzeltmeyi, yerine yenisini koymayı aklından geçiren yok.

Sözgelimi, Atina yakınlarındaki Shinia kasabası sahilinde inşa edilen ve kürek yarışlarının yapıldığı tesislerin hali bir yıl önce aynı yerde çok önemli bir şeylerin yaşandığını yalanlıyor. Parkurlarda yetişen sazların maşallahı var. Temizlenmeleri için 300 bin euro gerekmiş.

Kimi tesisler de karanlığa büründü. Faturaları ödenmediği için elektrikleri, suları kesildi. Eylül ayında tesislerin hem eski haline dönüşmesi, hem de devlet kasasına gelir sağlanması için ihaleler açılacakmış ama pek umut görünmüyor.

29 Ağustos 2004 gecesi Dünya Olimpiyat Komitesi Başkanı Jacques Rogge, Atina Olimpiyat Stadı’ndaki görkemli kapanış töreninde ‘Sevgili Yunanlı dostlar, başardınız’ demişti.

Yunanistan o mucizeyi gerçekleştirdi ama Olimpiyat Oyunları sonrası için bahsi kaybetti.

Kıbrıslı Türklerin yası

Kıbrıs Rum özel havayolu şirketi ‘Helios’a ait 121 kişiye mezar olan yolcu uçağı ‘dosyası’ görünen o ki, kolay kolay kapanmayacak.

Uçakta, Larnaka’dan havalanıp Atina yakınlarındaki Gramatiko kasabası dışında ormanlık araziye çakılıncaya kadar geçen üç saat içinde neler yaşandığına ilişkin bilinmezlikler listesinin sonu yok.

Her bir senaryo bir diğeri tarafından çürütülüyor. Yolcular dondu, donmadı. Zehirli gaz teneffüs ettiler, etmediler. Yolcular uçak düşmeden çok önce ölmüştü, ölmemişti.

Ölüm uçuşunda bazıları havaalanı vergileri hariç 26 euroya bilet alan yolcu ve mürettebattın her birinin ayrı bir öyküsü var. Kimi uçağa son anda bindi, kimi bilet bulamadığından ailesinin bazı fertlerini başka uçakla Atina’ya gönderdi. Kimi evlilik hazırlığı yapıyordu, kimi evlilik yıldönümü kutlamaya, kimi de sevgilisinden ayrılmış olmanın üzüntüsü ile teselli bulmak için tatile gidiyordu...

Atina’da ucuz bilet satan havayolları şirketlerinin güvenirliliği yoğun şekilde tartışılıyor bugünlerde.

ACINIZI PAYLAŞIYORUZ

Belki zamanı mı diyeceksiniz ama onca insanın kaybına yol açan bu trajedinin farklı bir yönüne de değinmeden edemeyeceğim.

KKTC’de, uçak kazasında ölen Rumlar için yas tutuldu. Bayraklar yarıya indirildi. Yeşil Hat yakınında ‘acınızı paylaşıyoruz’ diyen panolar asıldı. Ne var ki Atina’da da, Rum Kesimi’nde de kimse bunlardan haberdar değildi. Çünkü ne Yunan, ne de Rum medyası, Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın Rum Yönetimi lideri Tasos Papadopulos’u telefonla arayarak başsağlığı dileğinden başka bir habere pek yer vermedi. Atina’da Rum yolcu uçağı ile ilgili KKTC’de olup biteni Yunan Antena televizyonu ancak kazadan bir hafta sonra duyurdu.

KKTC tanınmıyor diye, bayraklarının yarıya indirilmesi kimilerine göre belki de ‘milli davaya’ zarar verecekti...

Hayat devam ediyor. Rum Yönetimi lideri Tasos Papadopulos, Türkiye-AB ilişkileri hakkında ortak stratejiyi ve taktiği belirlemek üzere geçen hafta Atina’da Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis ile görüştü. Atina ve Rum Yönetimi, Türkiye’nin üyelik müzakereleri öncesi ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıması amacıyla AB’de sıkı mücadele verecek.

Aşk yine golünü attı

Aşk yine golünü attı.

Türkiye’nin ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni nasıl olsa da, kimine göre ‘de facto’ kimine göre ‘de jure’ tanıması için Ankara-Atina-Lefkoşa üçgeninde istediği kadar ‘sinsi’ taktikler düşünülsün; bu bölgede aşk yolunu almış gidiyor. Çok da iyi yapıyor. Daha geçenlerde bir Türk-Yunan aşkı daha nikah masasına oturdu. Üstellik Kıbrıs tescilli nikah...

İşadamı Rahmi Koç’un müşterisi ve dostu olduğu Midillili antikacı Dimitris Demercis ile Uşaklı Ceren Arslan, bu güzelim adanın belediye başkanlığında kıyılan nikahla bir Türk-Yunan aşkına daha resmiyet kazandırdılar. Üstelik bu Türk-Yunan çiftinin nikah şahitliğini Kıbrıslı Rum işadamı Fedonas Hacisavvas yaptı.

Dimitris ile Ceren’in mutlu gününe gelinin öğretmen babası Süleyman ve annesi Ümmü de katıldı. Nikahı kıyan Midilli Belediye Başkan Yardımcısı Makis Venetas konuşmasında iki halk arasında barış ve dostluğun önemine değindi. Damat Dimitris’in anne ve babası ise ‘Tabuları yıkmalıyız. Biz yapamadık ama çocuklarımız bunu başardı. Aşk sınırları gerçekten ortadan kaldırabilir’ dediler.

Onlar erdi muradına...
Yazının Devamını Oku

Yabancı Damat fenomeni

13 Ağustos 2005
Yunanistan’ın iki büyük televizyon kanalından Mega’da gösterilen Yabancı Damat dizisi her gün reyting rekorları kırıyor. Kış sezonunda yeni bölümlerinin gösterilmesi için şimdiden anlaşma sağlanan Türk dizisi ile ilgili geçen haftaki ölçümlere göre, 10 milyon nüfuslu Yunanistan’da tam 1 milyon 226 bin evde Nazlı ile Niko’nun aşkı izlendi.

Yani neredeyse Yunanistan sakinlerinin yarısı her akşam Yabancı Damat’ı seyrediyor.

Bırakın yabancı dizileri, bu rakamlar geçen yıldan bu yana bir iki istisna dışında Yunan dizilerine bile nasip olmadı. İstisnalar da bir şekilde Türk-Yunan aşklarını konu alan dizilerdi.

Dolayısıyla bir fenomen söz konusu. Yabancı Damat evlerde, kafelerde, taksilerde, otobüslerde, tavernalardaki sohbetlerde, yani her yerde konuşuluyor.

Akşamları saat 23.00 oldu mu, tatil yapanlar ya da yapmayanlar bir şekilde ekran başına gidiyor.

Ailenin isyankar çocuğunu, gülmeyi unutan annesini ve sürekli masraflarla nasıl mücadele edebileceğini düşünen babasını, hiçbir şeyle mutlu olmayan dedesini, ninesini bir araya getiriyor Yabancı Damat.

Bir Türk dizisi, Yunan ailesinin en sevilen dizisi haline geldi.

Hani Yunan medyası da öyle fazla dizinin reklamını yapmıyor. Kimbilir yapsa ne olurdu!

UFAK BİR ANALİZ YAPALIM

Bu ilginin nedenlerini soru ve cevaplarla incelemeye çalışalım:

Bu dizi eğer 5-6 yıl önce gösterilseydi bu kadar sevilir miydi?

Kesinlikle hayır. Zaten bir Yunan televizyonu herhangi bir Türk dizisini gösterime koymazdı. Yabancı Damat, iki ülke ilişkilerinin iyi olduğu bir dönemde gösteriliyor. Yüz binlerce Yunanlı artık Türkiye’yi ziyaret ediyor. Yıllardır kafasındaki ‘Türk’ imajının aslında farklı olduğunu bizzat müşahede ediyor.

İlk bakışta görünmeyen bazı başka faktörler de var. Kahramanlarının ‘Türk’ olduğu ‘Elveda Demeden Önce’ ve ‘Aşipel’ adlı Yunan dizilerinin çok sevilmesi; geçen sezon 1,5 milyon bilet satarak sinemada gişe rekorları kıran, Tamer Karadağlı’nın da oynadığı ‘Bir Tutam Baharat’ (Yunanca adı İstanbul Mutfağı) filminde kahramanın çoğu olumlu Türkiye hatıraları olması; hatta Sertab Erener’in Eurovision başarısı bile ‘Yabancı Damat’a zemin hazırladı.

Yine de bunlar bir halkın yarısının bir başka ülkenin TV dizisini seyretmesi için yeterli mi?

Kesinlikle değil. Ama unutmayalım ki Yunanlı, Avrupa’nın Anadolulusu. Yunanistan nüfusunun önemli bir bölümü Anadolu kökenli. Yabancı Damat’ta Yunan toplumunun bir zamanlar bildiği, şimdi ise batılılaşma uğruna unuttuğu ya da unutmak üzere olduğu pek çok değer var. Yani Anadolu insanın sevgi ve saygı değerleri, örf ve adetleri...

Ayrıca ‘Türk’ü öğrenme merakı da var. Kıyasladığımızda, Yunanistan’daki Türkler hakkındaki önyargılar, Yunanlılar hakkında Türkiye’deki önyargılardan daha fazla. Diziyi izlerken, sözgelimi ailenin çocuğu Nazlı’nın annesinin söylediği bir lafı komik buluyor ama, baba ‘İzmirli ninem derdi ki’ tarzı bir cümle ile çocuğuna faydalı saydığı bir şeyleri anlatmaya da fırsat buluyor.

Dizinin kahramanlarının Türk ve Yunan olmaları önemli mi?

-Elbette! Farklı toplumların, farklı kültürlerin anlatıldığı diziler genellikle izleyici toplar. Sözgelimi bir İsrailli ile bir Filistinlinin aşkını konu alan bir dizi dizi çekilse (bilmiyoruz belki de çekilmiştir), oralarda epey izlenir. ‘Öteki’ hep ilgi çeker. Öteki hep merak konusudur. Ege’nin o güzelim sularını bahşettiği bu iki ülkede bir Türk-Yunan aşkı, başarı için kendiliğinden iyi bir reçete. Yabancı Damat’taki damat Yunanlı değil de İngiliz olsaydı Türkiye’de bile bu kadar sevilmezdi.

Dizinin bu kadar sevilmesinde aşkın hiç rolü yok mu peki?

Olmaz olur mu! Aşk her zaman suçsuzdur. Hani mahkemede hep beraat eder aşk... Jim Morrison der ki, ‘Aşk cevaptır’. Ve bir Latin sözü ‘Omnia vincit amor’ der. Yani, ‘Aşk her şeyden üstündür.’

Yunanlılar ne diyor?

Kostas Hacidakis (İktidar partisi Yeni Demokrasi’nin Avrupa parlamenteri): ‘İki ülke arasındaki tarih malum. Okullarımızda ‘öteki’yi rakip olarak öğreniyoruz. Dizide bunun öyle olmadığını anlıyoruz.’

Dinos Haritopulos (Türklerin yaşadığı Batı Trakya’daki Şapçı kasabasının eski Belediye Başkanı): ‘Yabancı Damat iki halkın barış dostluk için gerekli olan gerçek duygularını yansıtıyor. Önyargılar aşılıyor. Türkler ile tarihte iyi dönemlerimiz de oldu. Niye bunlar unutuluyor?’

Stavros Avdulos (senaryo yazarı): ‘Önyargılarımız var. Dizide önyargıları olmayan ve birbirini seven iki genç ile adeta bütünleşiyoruz. Belki de bu iki gencin aşkı sayesinde önyargılarımızı aşmak istiyoruz.’

Yiannis Ksanthulis (yazar): ‘Romeo-Jülyet aşkının reçetesi West Side Story filminde doruğa çıkmıştı. Türkler ve Yunanlılar masal ve roman yoluyla da olsa belki de tarihlerini daha iyi incelemek ve benzerliklerini daha iyi tespit etme gereğini hissediyorlar.’

Fotini Calikoğlu (Atina Pandion Üniversitesi Rektör Yardımcısı): ‘Niko ile Nazlı’nın aşkı medeniyetler çatışması gibi; teorileri aşmamıza yardımcı oluyor.’
Yazının Devamını Oku

Şezlonglu sinema

6 Ağustos 2005
‘Suyun Öte Yanından’ ekibi önemli bir istihbaratın doğruluk derecesini yerinde tespit etmek üzere 1986 model VW marka aracıyla geçen pazar gecesi saat 22.00 sularında Atina şehir merkezinden yola koyuldu. İstihbarat güvenilir bir kaynaktan sayılırdı ve şimdiki adıyla ‘beach party’lerin álásından bahsediyordu.Ağustos başı ya, sakinleri terk etti bu diyarı. Dolayısıyla Atina’nın güney banliyösündeki sahil yolunda yaklaşık 40 kilometreyi kısa bir sürede katedip trafikten pek şikayetçi olmadan Lagonisi sahil kasabasına geldik. Beş yıldızlı Grand Resort Oteli’nin plajı Gold Beach’i bulmakta zorlanmadık. Sıcak çok sıcaktır, Atina geceleri bu mevsim. Nefes almak bile zordur. Halimiz pek de örnek alınacak türden değildi. Bakımlı çim ve bir sürü palmiye ağaçları arasındaki yoldan ilerleyerek kumsala geldiğimizde şezlongları ve aralarında küllüklerin bile olduğu küçük masaları, hem yıldızların hem de meşalelerin ışığıyla görmek hoş bir sürprizdi. Müzik 1960’ların, 1970’lerin. Pink Floyd, Beatles, Rolling Stones, Deep Purple ve daha o altın devrin niceleri, DJ’in ustalığı ile peşpeşe sıralanıyor. Kulakları hiç rahatsız etmeden, yormadan. Şezlongların birine çöküp ayaklarımızı bir güzel denizin serinliğine teslim ettik önce. Bir anda yorgunluğumuzu unutup, bara yöneldik. Sahilden dar bir iskelenin üzerindeki barda o büyüleyici atmosferle uyum içinde genç bir kadının hazırladığı içkilerimizi anlamlı anlamlı teşekkür ederek aldık. Barda bir sürü genç ve yaşı o kadar da küçük olmayan genç, koyu sohbetlere dalmışlardı. Soyunma odasına giderek şortlarımızı giydik. Doğru denize. Meşalelerin, spotların yakamozuyla yüzdük biraz işte. GİRİŞ VE İÇKİ 10 EUROYunanistan’da televizyon dediniz mi bu işin sihirbazı, profesörü sayılan Nikos Mastorakis’in yönetimindeki Gold Beach’in denizi iyice serinletmişti bedenlerimizi. Şöyle uzanıp bir gökyüzünü seyrettik, şöyle bir kalkıp görebildiğimiz kadarıyla etrafta kimler var diye tetkik etti. Mastorakis’ten açılmışken söz, yıllarca ABD’de yaşadı, Sylvester Stallone’nin de oynadığı epey filme yönetmen olarak imzasını attı. 1990’larda Atina’ya döndüğünde şu anda Yunanistan’ın iki büyük TV kanalından birisi olan Antenna’yı yarattı. Çarkıfelek’ten tutun da Bingo’ya kadar pek çok programı Yunanistan’a getirtti. Müstehcen gece sohbetleri de pek sevilirdi. Gold Beach’te saat 02.00’ye geliyordu. Sahilde ayaklarımızı bir suya bir kuma gömerek dolaşmaya başladık. Hiç uğraşmadan derin sularda yüzmek isteyenler için ayrı bir bölüm var. Havuz sevenler de düşünülmüş elbet. Belki de en ilginç olanı ise şezlonglu sinema. Şöyle uzanıyorsunuz ve keyifle 1960-70’lerin filmlerini peşpeşe izleyebiliyorsunuz. Biz biraz Elvis Presley hasreti giderdik. Sabahın 04.00’ünde Atina’da olduğumuza göre, demek ki yarım saat öncesinde ayrılmıştık beach party’den. Biz giderken, küçücük kumaş parçalarının örtmeye çalıştığı incecik, bronzlaşmış bazı ilahi bedenler hálá şu insanoğlunun etini kemiğini müziğe nasıl bürüyebildiğini kanıtlıyordu. Gold Beach’te tüm bu güzellikler her cuma, cumartesi ve pazar günleri tekrarlanıyor. Fiyatlara gelince... Giriş ve tercihinize göre bir kadeh içki 10 Euro. 3452 bölümlük TV dizisiYiangos Drakos acımasız, hain, zalim ve aklınıza kötü olan ne varsa gelebilecek bir işadamı. Bilmem kaç şirketi, bilmem kaç evi, bilmem kaç karısı, bilmem kaç sekreteri, bilmem kaç metresi, zannedersem de üç çocuğu ve bir torunu var. Politikacılara ve polislere rüşvet vermek hobileri arasında. İş dünyasında rakiplerine kurmadığı tuzak, çevirmediği dolap yok. Kendisi için esas olan, ailesi. Drakos ailesinde kuzen, yeğen, amca, teyze eşcinsel, AIDS’li, uyuşturucu müptelası, geri zekalı ya da ona yakın bir şeydir... Sözgelimi, büyük oğlu aşık olduğu kadını eve getirir. Ailede kim varsa bu kadınla ya yatar ya da kavga eder. Sonra kadının, baba Yiangos’a rakip bir işadamının kızı, gelini, kayınvalidesi filan olduğu ortaya çıkar. Aile içindeki ‘Seni seviyorum’dan çok ‘seni topuğundan vurdurturum’ şeklindeki diyaloglar, evin kapısından giren oldu mu, ‘Seni öldürürüm’e dönüşür. ‘PARILTI’’ NİHAYET BİTTİYiangos Drakos acayip bir adam vesselam. Eski Türk filmlerinde Danyal Topatan, tecavüzcü Coşkun ve ondan kıskanacak bir şeyi olmayan Nuri Alço, Behçet Nacar, hatta Erol Taş’tan (e ne de olsa 1970’lerde öğrencilik yıllarımızda çevrilen o yapımların etkisi var) bile beter kahkaha atıyor. Ailenin yaşamında ne tesadüfler bitiyor, ne de uğursuzluklar eksik oluyor. Sözgelimi Yiangos’un fabrikalarında çalışan bir işçi kaza geçiriyor, kolunu kaybediyor. Tek kolla geliyor, evin kapısını çalıyor. Bir yandan da, nasıl oluyorsa, çıkarken ya iki kollu çıkıyor ya da öteki kolu yok. Tabii zavallı işçinin ailesindeki dişilerin hangi muameleyi gördüklerini anlatamam. Bırakın aileyi, evde çalışan aşçının, hizmetçinin, bahçıvanın başına gelenler, pişmiş tavuğun başına gelmez. Bütün bunlar tabii farklı versiyonlarla Yunanistan’ın iki büyük TV kanalından biri olan Antenna’da tam 14 yıldır gösterilen ‘Lampsi’de (Parıltı) olağan şeyler, 16 Eylül 1991’de ilk bölümü gösterilen dizi, geçen hafta 3 bin 452’inci ve son bölümü ile ekranlara veda etti. Bu süre içinde 140 bin sayfa senaryo yazıldı, 1500 artist rol aldı, 190 aşk, nefret ve şehvet hikayesi işlendi. Yayın hayatına başladığında açık olan televizyonlarda yüzde 50.9 reyting alan dizinin bu yılki ölçümleri yüzde 23.5’ta seyretti. Diğer kanallar defalarca denemelerine rağmen Yiangos’a rakip olamayacaklarını anlayıp çoktan havlu attılar. Dizinin yapımcısı ve yönetmeni Nikos Foskolos. Senaryoyu ise eşi Tonia yazıyor. Foskolos ‘Lampsi’ye başladığında orta yaşlıydı, şimdi bayağı ihtiyarladı. Melek yüzlü şeytan Yiangos’u canlandıran Hristos Politis de öyle. Hani 74 ya da 740 bölümünü izlemeseniz hiçbir şey kaybetmediğiniz, her seferinde kolayca konuya hakim olduğunuz bu diziyi kimler izliyor diye sorarsanız, cevabım herhalde yemeği kısık ateşte bekleten önlüklü kadınlar ile onların bir zamanlar beyaz olan fanilalarını ve çizgili pijamalarını daha öğle saatlerinde giymiş, haberlerin başlamasını beklerken horlayan kocaları olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Margarit halamın Dolapdere’deki evinin penceresinden filmleri bedava seyrederdik

30 Temmuz 2005
Serin olurdu İstanbul’un akşamları. Gün batımında hırkalarımızı ve vazgeçilmez çekirdeklerimizi alıp yola çıkardık. Gece iki film birden izlemek uğruna gün boyu ne tavizler verirdik annelerimize.

İyi yer tutabilmek için erkenden gidilirdi. Aileler ön sıralarda oturmazdı. Zaten bu yüzden de daha ucuzdu ön sıraların biletleri.

Yarı aydınlık, yarı karanlık havada seyrettiğimiz ilk film ikinciye kıyasla daima daha kötü olurdu. İlk film bittiğinde annenin başkanlığında gitmişsek ses çıkarmaz, babanın başkanlığında gitmişsek meşrubat diye tuttururduk.

Afişlerinin genellikle çarşı pazardaki büyük ağaçların gövdelerinde asılı olduğu yazlık sinemalar çocukluk yıllarımın İstanbul’unda orta direğin eğlencesiydi ve bu sinemalardan hemen her semtte vardı.

Yazlık sinemaların İstanbul’umda tek tek tarihe karışmasına delikanlılığa ilk adımlarımı attığımda şahit olmuştum.

1970’li yıllardı ve o zamanlar Cihangir’de oturuyorduk. Üvey halam rahmetli Ermeni asıllı Margarit’in Dolapdere’deki evinin arka penceresinden ‘Ali Belenli’ adlı yazlık sinemada gösterilen filmleri bedava seyrederdik. Yani beleşçiydik. ‘Ali Belenli’ kapandığında Margarit halama daha az uğrar olmuştuk.

ATİNA SİNEMALARI İSTANBUL’DAKİLER GİBİ DEĞİL

Atina’ya geldiğimde yazlık sinemalardan geçilmiyordu. İlk oturduğumuz Ambelokipi semtinde 5-6 tane vardı.

Televizyonun imparatorluğu mu dersiniz, ailenin artık bir arada olmaması mı dersiniz, bu dişil şehirde bir delikanlının gece vakti yapacağı daha ilginç hatta yararlı etkinlikler olmasından mı dersiniz, hatta insanın tek başına gitmesi aynı zevki vermiyor mu dersiniz; velhasıl buradaki yazlık sinemalara bir türlü ısınamadım.

Atina’nın 1980’li yılların başlarından itibaren beton yığınına dönüştüğü dönemde yazlık sinemalar da tıpkı İstanbul’da olduğu gibi kaybolmaya yüz tuttular.

Yerlerine cansız renksiz apartmanlar dikiliverdi. Ambelokipi’de iki yazlık sinema kalmıştı.

YEMEKLİ VE İÇKİLİ SİNEMALAR

Yunan başkentinin yazlık sinemaları 1913 yılında 12, 1938 yılında 60, 1970’lerde 200’dü, 1980’lerin sonlarında 47 tane kalmıştı.

Sosyalist Pasok iktidarı döneminde (1990’lı yıllar) Çevre Bakanı Kostas Laliotis yazlık sinemaları ‘koruma altındaki eser’ ilan edince, durum değişti. Yeniden değer kazanmaya başladılar.

Biraz nostalji, biraz televizyonun itibar kaybı derken, Atina’da yazlık sinemalar yine vazgeçilmez oldu. Bugün tam 80 tane yazlık sineması var başkentin.

Son teknoloji ürünü cihazlarla donatılmış, genellikle kış sezonunda vizyona girmiş filmlerin gösterildiği yazlık sinemalarda koltuklar eskisi gibi iskemle değil ve son derece rahat.

Üstelik sinemaların büfelerinden alacağınız soğuk biranızı hatta viskinizi, karnınız acıktıysa tostunuzu, hatta meze tabağınızı koyabileceğiniz küçük masalar da var.

İSTANBUL’DA KAÇ TANE KALDI

Reklamını yapmıyoruz ama sözgelimi bir polisiye filmde, tam heyecan dorukta iken ayak ayak üstüne atıp, buz gibi biradan bir yudum çekip bir de sigara tüttürmenin keyfi zevki başka oluyor canım...

Hürriyet’in Atina’daki yeni ofisi şehir merkezinin en ‘in’ semti Kolonaki’de, her gün yüzlerce ünlünün buluştuğu onlarca kafenin sıralandığı meydana 50 adım mesafede.

Ama adımlarım beni bazen meydandan ters yöne sürüklüyor. Büronun hemen karşısındaki birkaç basamaklı sokağın ucunda yazlık sinema var.

Daha bir ay oldu taşınalı, dolayısıyla ağaçların neredeyse örtmek üzere olduğu kapısından içeri girmedim.

İlk fırsatta, ilk fırsatta!

Söz açılmışken, sahi İstanbul’umda kaç yazlık sinema kaldı?

Uzo hakkında ne biliyoruz?

Adı hakkındaki rivayetler çok ve çeşitli.

En yaygın olanı şu: Yanya’da bir Osmanlı subayı, Yunanlı meyhaneci arkadaşı ile birlikte kafayı çekecekleri bir içkinin imalatına koyulurlar. Bilmem kaç başarısız deneyden sonra, Osmanlı subayı kazanın musluğundan gelen damlayı tadar ve yarı Rumca, yarı Türkçe, yarı İtalyanca ‘Bre bu uso di Masiglia’ der. Yaklaşık 140-150 yıl önce Yanya ve çevresinden Marsilya’ya önemli miktarda ipek ihracatı yapılırdı. Bu nedenle de Osmanlı subayı, meyhaneci dostuna ‘icat’ ettikleri bu içki hakkında ‘Bre bu Marsilya’ya satılacak bir şey’ demek istemişti.

İkinci rivayete göre; adı eski Yunancadaki ‘ozo’ fiilinden geliyor. Yani kokluyorum anlamında. Üçüncü rivayet ise, biraz imkansız da olsa ‘u zo’ yani eski Yunanca ile ‘onsuz yaşayamam.’ Akşamcılar için herhalde gerçeğin ta kendisi!

Rakının benzeri uzo, 20. yüzyılın başında bugünkü tadından hayli uzaktı. Bugünkü tadını, biraz Mora Yarımadası’nda satılamayan üzüm ve incirlere, en çok da 1920’lerde İzmir’den ve Anadolu’dan Midilli Adası’na ve kuzey Yunanistan’a yerleşen göçmen Yunanlılara borçlu.

Günümüzde çeşitli tatlarda uzo üretiliyor. Örneğin Yunanistan’ın güneyindeki uzonun tadı şekerli. Eh öyle olunca yanında meze filan istemiyor. Alkolün fazla keskin olmadığı, tatlımsı bir tat bırakıyor damakta. Kuzey Yunanistan’daki uzo ise sert. Yanında bir şeyler atıştırmadan gitmiyor. Bazı Ege adalarında sakızlı uzo (mastika) üretiliyor.

Uzo buralarda ya sek içilir ya da buzlu. Su katılmaz genellikle. Ancak, özellikle yaz aylarında güneyde şekerin, kuzeyde de keskin alkolün biraz hafifletilmesi için su katıldığı görülmüştür.

Ne mi var içinde? Şekerpancarı, üzüm gibi tarımsal ürünlerden elde edilen etil alkol, litre başına 50 gram şeker, su, anason ve yaklaşık 20 kadar aromalı bitki. Tarçın, karanfil gibi. En popüler markalar Uzo 12, Barbayanni, mini etekli genç kadın etiketli Mini ve Suyun Öte Yanından’ın favorisi, kapağı mantarlı olan Plomari. Alkolün derecesi 40-42 arasında değişiyor.

Uzo ne ile içilir sorusuna cevap, denizden ne çıkarsa. Kalamar, ahtapot, karides ıstakoz, tarak midye, istiridye gibi deniz ürünleri; özellikle hamsi, sardalye gibi küçük balıklar uzo’ya refakat eder. Denizin nimetleri yoksa zeytin, biberli kaşar peyniri de olabilir.

Stin igia sas...

Yani sağlınıza, yani şerefe...
Yazının Devamını Oku