28 Ekim 2006
Yunan sosyetesinin uğrak yerlerinden Portoheli kasabasında kutladı geçenlerde 60. yaş gününü. Yanında 42 yıldır da aynı yastığa baş koyduğu çapkın eşi, dört çocuğu ve yedi torunu vardı. Devrik Yunan kralı Konstantin’in eşi Anna Maria, Danimarka kralı 9. Frederik’in üçüncü kızı olarak geldi bu dünyaya.
Kocası ile tanıştığında henüz 13 yaşındaydı. Dönemin Yunan kralı Pavlos’un Danimarka ziyareti sırasında yanında götürdüğü 19 yaşındaki Prens Konstantin’i ilk gördüğünde çarptı kalbi.
18 OLMAYI BEKLEDİLER
Konstantin’in de içinde bir şeyler kıpırdadı. İki yıl sonra tekrar görüştüklerinde Yunan prensi ciddi niyetini dile getirdi. Ancak, Danimarka yasaları gereğince prensesin evlenebilmesi için 18 yaşına girmesi gerekiyordu.
İlişkinin resmiyet kazanması 1962 yılında İspanya kraliyet ailesinin (Juan Carlos ile Konstantin’in kız kardeşi Sofia) düğününde oldu. Konstantin, gece boyunca sadece Anna Maria ile dans etti.
Daha okula giden prenses büyüyordu büyümesine de, prens çapkınlıklarıyla bahsettiriyordu adından. Bir yandan Anna Maria ile ilişkisini sürdürürken, bir yandan da Filiz Akın’a benzerliği ile Türkiye’de de tanınan dönemin bir numaralı sinema artisti Aliki Vuyiuklaki ile büyük bir aşk yaşadı. Annesi kraliçe Frederiki’nin vetosu olmasa, bu yasak aşk az kalsın evlilikle sonuçlanacaktı. Oğlunu apar topar Danimarka prensesi ile nişanlandırdı.
1093 GÜNLÜK KRALİÇELİK
Sonra dillere destan bir düğün... Dönemin fotoğraflarına bakılırsa Yunanlılar, Anna Maria’yı benimsemişlerdi.
Kral Pavlos aniden ölünce Konstantin tahta geçti. Henüz 23 yaşındaydı, eşi Anna Maria da 18 yaşında ve 18 günlüktü. Bir yıl sonra da anne oldu.
Kraliçeliği çok kısa sürdü. Sadece 1093 gün. Yunanistan’da albaylar cuntasının 21 Nisan 1967’de iktidarı ele geçirmesinden birkaç ay sonra eşi ve iki çocuğu ile birlikte Atina’yı terk etti. Roma’ya gitti.
"Sürgün" başlamıştı. Üçüncü çocuğuna hamileydi ki, Atina’dan kaçıştan birkaç gün sonra düşük yaptı.
32 SENEDİR LONDRA’DA
Albaylar cuntası 1974’te iktidardan uzaklaşması ve demokrasiye dönülmesiyle bir ara umutlandı. Tahtına geri dönebilirdi kraliyet ailesi. Ancak Yunanlılar referandumda kraliyet yerine parlamenter rejimi tercih edince bu umutları da söndü.
Neredeyse 32 yıldır Londra’da "sürgün"de yaşıyor Anna Maria. Kocasının çapkınlıkları için çıkan haklı-haksız dedikodulara hep kulaklarını tıkadı. Her zaman asil davrandı. Aileyi her şeyden üstün tuttu. Sonunda da kocasını kazandı.
O tahtsız, lakin mutlu bir kraliçe.
Atina’ya tarihi ziyaret
"Genç kuşaklarımıza geçmişi yargılamayı değil, gelecekten umut duymasını öğretmeliyiz. Geçmişte o zamanın koşulları ile her iki taraf da birbirini kırmış, yaralamış olabilir. Bunların geleceğe umutla bakmamıza engel olmamasını sağlamak elimizdedir. Tarihin gençlerimize korku ve nefret duygularını aşılayan kötü bir öğretmene dönüşmesine müsaade etmemeliyiz. Geleceğimize yapılabilecek en büyük kötülük halklar arasında düşmanlık tohumlarının ekilmesidir. Gelin iki ülke halkını göstermelik değil, gerçek anlamda dost yapalım."
Takvimler, 2005 yılının 24 Haziran’ını gösterirken, Yunanistan’ı ziyaret eden Türkiye’nin ilk Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Selanik’teki Kara Harp Akademisi’nde genç subaylara seslenirken işte böylesi önemli mesajlar vermişti.
BÜYÜKANIT HAFTAYA ATİNA’YA GİDİYOR
v
Orgeneral Büyükanıt için Atina’da Mesogion Caddesi üzerinde bulunan Yunan Savunma Bakanlığı’nda kırmızı halı döşenmiş, Türk bayrağı çekilmiş, İstiklal Marşı çalmıştı. Bizler için hiç de alışılmış manzaralar değildi bunlar.
Kara Kuvvetleri Komutanı olarak bu ziyaretinde pek çok ilke imza atan Büyükanıt "En önemli olan şey, dostlukların halklara intikal etmesidir. Askerlerin hep savaş yaptıkları zannedilir. Oysa askerler barışı da güzel yaparlar" demişti.
O ziyaretten bu yana yaklaşık 16 ay geçti. Şimdi Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt, Yunan Genelkurmay Başkanı Amiral Panayotis Hinofotis’in davetlisi olarak 1-4 Kasım tarihlerinde Atina’yı ziyaret edecek. Amiral Hinofotis, geçen temmuz ayında Ankara’ya gitmişti.
Büyükanıt, resmi ilk dış ziyaretini (KKTC’den sonra) Yunanistan’a gerçekleştiriyor. Türk-Yunan ilişkilerinde sembolik olsa da olmasa da her olumlu adımın büyük, çok büyük önemi var.
Yunanlı meslektaşlarım kusura bakmasınlar ama Büyükanıt’ın Kara Kuvvetleri Komutanı olarak gerçekleştirdiği ziyaretin önemini bana göre görmek istememişlerdi. Amiral Hinofotis’in Ankara ziyaretinde de Yunan medyasının yaklaşımı benzerdi.
Dileriz bu defa durum farklı olur.Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2006
Yunanistan’da hazırlanan ve basılan bir kitap yakında Türkiye’deki kitapçıların vitrinlerinde ve raflarında yerini alacak. Hem ebatça büyük hem de ağır. Sayfa sayısı 345 ve birinci kalite hamur kağıt kullanılmış. İçinde, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden, bugüne kadar gördüklerimden farklı tam 220 fotoğraf var. Sanatçı, bu fotoğraflar için 10 bin kare çekmiş tam. Kitap uğruna beş yılını vermiş, evini, arabasını bile satmış.
Birkaç gün öncesine kadar THY’nin Atina alan şefi olan ve görevine artık İstanbul’da devam eden Alp Alper, 1999 yılında başlattığı Türkiye’nin güzelliklerini, tarihi eserlerini havadan fotoğraflama projesini birkaç ay önce tamamladı. Ancak, Türkiye’de ne projesine sponsor bulabildi ne de kitabını istediği gibi basabilecek bir yayınevi...
"Bin feet’ten (300 metre) Türkiye" adını verdiği projesine sonunda Yunanistan’da destek buldu. Tanınmış yayınevlerinden Militos’un Anadolu kökenli sahibi Nikos Haidemenos kitabı basmayı kabul etti. Bugün Atina’nın büyük kitapçılarının raflarındaki yerini alan ve Türkiye’yi 300 metre yükseklikten çekilmiş fotoğraflarla tanıtan kitap 120 euro gibi Yunanistan için de pahalı bir fiyata piyasaya sürülmesine rağmen bin adet sattı, hatta gazetelerin "top 3" listesine girdi.
TÜRKİYE’DE DE SATILACAK
Sayfalarını çevirdikçe, "tanımadığımız" bir Türkiye ile karşılaşıyoruz. Sözgelimi İstanbul’un Küçük ve Büyük Çekmece göllerinin, Gökova, Fethiye körfezlerinin güzelliği, Ağrı Dağı’nın, Kaçkar dağlarının ihtişamı sanki ölümsüzleşiyor. Karlarla kaplı Kabataş vapur iskelesi, güneşin bir ağustos günü "elveda" demeye hazırlandığı sırada Galata Kulesi, Antalya’da Kaleiçi...
Doğal güzelliklerin yanı sıra, sanki tarih de yeniden canlanıyor kitapta. Hitit, Pers, Yunan, Bizans, Osmanlı medeniyetleri, her sayfada "Biz buradayız... Anadolu’dayız!" diye haykırıyor.
Atina’da THY’de görev yaptığı süre içinde profesyonelliği ile sevgimizi ve saygımızı kazanan Alp Alper’in fotoğraflarını halk tarihçisi İstanbullu bir Rum, Akilas Millas anlatıyor kitapta.
"Bin feet’ten Türkiye" Atina’da Türkçe de basıldı İngilizce de. Türkiye’de dağıtımını Dünya Yayınları üstlendi.
Eminim beğeneceksiniz.
Bütün parasını bu işe yatırdı
Türkiye’yi havadan fotoğraflamaya nasıl karar verdiniz?
-Aynı zamanda uçuş uzmanıyım. Uçuş uzmanları her ay 30-40 saat pilotlarla birlikte uçar. Bu nedenle pek çok şeyi havadan gözetleme fırsatım oldu. Bir gölün, bir kraterin yukarıdan bakıldığında bambaşka bir görünümü var. Üçüncü bir boyut yaratılıyor ve her şey tanrısal bir görünüm kazanıyor.
Havada 10 bin kare çekmek zor iş...
- Evet. Uçaktan tutun da, helikopter, paraşüt, balon, yani uçan ne varsa kullandık. Bir tek martının kanatlarına binmedik. Beş yıl içinde bir sürü aksilik, tehlike de yaşadık. Sözgelimi geçen yıl parkurdan paraşütle kalkmaya çalışırken ayağım demire çarptı. Az kalsın kangren oluyordum. Ya da rüzgarı iyi hesaplamadığımızda uçağımız pistten çıkınca tesadüf eseri kurtulduk.
Ya işin maddi boyutu?
- Evim, arabam, neyim varsa sattım. THY’den aldığım maaşın büyük bir bölümünü de bu projeye yatırdım. Yaklaşık 150 bin dolara mal oldu. Yıllardır tatil de yapmadım. Hep fotoğraf çektim. Benim için tatil, istediğim şeyi, istediğim fotoğrafın peşinden koşarken yapmak demek.
ÜLKEM İÇİN HER ŞEYİ YAPARIM
Projenin hedefi neydi?
- Ülkemin tanıtımı için her şeyi yapmaya hazırım. Doğa koşulları başta olmak üzere, çeşitli nedenlerle ülkemdeki bazı tarihi eserler 20 yıl sonra belki bugünkü halinden farklı olacak. Amacım bir kitapta da olsa eserlerimizi koruma altına almaktı. Çocuklarımıza ileride "Bak bunlar vardı" diyebilmeliyiz.
Kimlerle çalıştınız, hangi makineyi kullandınız?
- Arkeologlar, pilotlar, tarihçiler ve ressamlarla çalıştık. Fotoğrafını çekeceğimiz her yerin önce koordinatlarını belirledik. Sonra en iyi zamanı bulmaya çalıştık. Mevsimi, saati bile seçtik. Canon EOS 1N kullandım. Dijital makineyle tek kare bile çekmedim. Dijital çekmek kolaylık, ama heyecanı yok. Filmin karesinde ne çıkacak, nasıl çıkacak heyecanlı bir bekleyiş.
Fotoğraf merakınız ne zaman başladı?
- Çok eskiden. Hálá National Geographic dergisi için çalışıyorum. İki de sergi açtım.
Bundan sonraki projeleriniz?..
- Dört projem var. Bir sonraki işim Mısır’ı havadan fotoğraflamak. Sonra İtalya. Türkiye’nin doğal güzellikleri için iki projem daha var ama sponsor bulacak mıyım bilmiyorum. Gücüm yettiği, işimi aksatmadığım sürece fotoğraf çekmeye devam edeceğim.
Oku evladım adam ol
"A benim tosunum, söyle bakayım, bugün okulda neler öğrendin..." diye soran, oğlu ilkokula yeni başlamış her Yunanlı annenin evladından alacağı cevap, muhtemelen "Saçmalama kadın. Ne okulu? Öğretmenler beş haftadır grevde. Daha kitap bile açmadık" şeklindedir.
İlkokul öğretmenleri, asgari bin 400 euro maaş istemiyle, ders yılının başladığı günden beri grevdeler. Hükümetin, bin euro’ya yaklaşan ortalama maaşlarına 17 euro zam vermesini komik bulup reddeden öğretmenler, isteklerinin kabul edilmemesi halinde sınıflara adım bile atmayacaklarını söylüyorlar.
İlk birkaç gün heyecanla okula giden çocuklar ise duruma alışmış gibi. Her akşam annelerine soruyorlar "Öğretmenler okula gelecek mi?" Anneleri düşünceli; "Hayır tosunum. Bugün yürüyüş yapmışlar, polisle çatışmışlar. Yarın da yürüyüş yapacaklar."
DERS YERİNE DANS
Ortaokullarda ve liselerde durum farklı.
Anne soruyor "Kızım, madem işgal altında okullar. Niye her gün gidiyorsun?" Nasıl anlatsın kız, sınıflarda her gün ders yerine parti yapıp dans ettiklerini. Okullara giden öğretmenlerini taşla sopayla kovaladıklarını nasıl anlatsın? "Anne, sizin zamanınızda başkaydı. Biz gerçek eğitim istiyoruz" diyor muhtemelen.
Yunanistan’da 500’den fazla okul da iki haftadır öğrencilerin işgali altında. Dersler yapılamıyor. İşgalci öğrencilerin birbirinden farklı talepleri var. Kimi, eğitime ayrılan para gayri safi milli hasılanın yüzde 5’ine çıkarılsın gibi sofistike, kimi de tuvaletler onarılsın diye daha basit talepler ortaya atıyor.
Üniversitelerde ise durum henüz sakin. Eh onlar da birkaç ay içinde karışır.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2006
Paris’teki evinden yazıyordu sevdiğine. Birkaç ay sonra yaşayacağı diz boyu ihanetten habersizdi elbet: "Aristo, sevgilim... Yanında geçen sekizbuçuk yıllık mutluluktan sonra ruhum ve bedenimle seni sevdiğimi söylüyorum. Dilerim sen de aynı şeyleri hissediyorsun. Meslek hayatımda doruğa ulaştım. Tanrı seni de lütfetti. Sevgine ve saygına her zaman ihtiyacım var. Ne olur hep beraber olalım. Senin için hissettiklerimi öğrenebilseydin eğer, mutlaka daha güçlü, daha zengin sayacaktın kendini. Kendini kabul ettirmiş, ancak yorgun ve yaralı bir kadın, hiç tereddüt etmeden, hiç tanımadığı bir duyguyu sunuyor sana: Gençlik heyecanını...
Sevgilim, şefkatine ihtiyacım var. Seninim, bana ne istersen yap. Ruhumsun, nefesimsin, beynimsin, her şeyimsin."
Opera tarihinin en büyük isimlerinden soprano Maria Callas, zenginliği yanı sıra fırtınalı hayatı yüzünden dünyanın en ünlü armatörü Aristoteles Onasis ile 1957 yılında Venedik’te bir davette tanıştı. İki yıl sonra kocası Batista Meneghini ile birlikte, Onasis’in dillere destan yatı Hristina’ya misafir oldu. Aristoteles, o zamanlar yine ünlü bir armatör ailenin kızı olan Tina Livanu ile evliydi.
Büyük aşkın temelleri, barındaki sandalyeleri balina testisinden yapılmış yat, Ege adalarını ve Türkiye’nin sahillerini dolaştığında atıldı. İkisi de eşlerinden ayrıldılar ve her şeyi silip süpüren bir aşk yaşadılar. 1923 yılında New York’ta doğan, annesi İstanbullu ve gerçek adı Anna Maria Kekilia Sofia Kalogeropulu olan Maria Callas, İzmirli Onasis’i tanıdığında 36 yaşındaydı. Dünya çapında bir divaydı ama buna rağmen sırf sevdiği uğruna uzun bir süre için sahneleri terk etti.
BİR MEKTUBA 6 BİN EURO!
"Aşk bir bakışla başlar, bir yalanla biter" misali, dokuz yıl sonra, takvimler 1968 sonbaharını gösterirken Aristoteles, daha fazla güç, daha fazla şöhret ve dolayısıyla daha fazla para uğruna, ya da belki de aşkı tükendiği için Diva’yı, Maria’sını terk edip, öldürülen ABD Başkanı John Kennedy’nin dul eşi Jacqueline ile evlendi. Son ana kadar da inkar etti "öteki" kadını.
Söylenenlere bakılırsa bir daha da görüşmediler. Onasis 15 Mart 1975’te, Maria Callas da 16 Eylül 1977’de göçüp gittiler bu dünyadan.
Bu büyük aşktan geriye siyah-beyaz fotoğraflar ve yukarıda birkaç satırını okuduğunuz mektuplar kaldı.
Maria’nın, Aristo’suna gönderdiği 14 mektup, 2002 yılında Roma’daki bir müzayedede 18 bin 538 Euro’ya satıldı. Mektuplar arasında en pahalısı (5 bin 952 Euro) Callas’ın son mektubuydu. İhanete uğramış kadının şokunu anlatıyordu.
HEPSİ SERGİDE
İşte bu mektuplardan bazıları, Onasis’in dönemi için hayli modern sayılan siyah gözlükleri, milyarlarca dolar değerinde sözleşmelere attığı imzalarda kullandığı dolmakalemi, sigarasını söndürdüğü küllüğü, kahvesini içtiği fincanı ve daha pek çok kişisel eşyası, 5 Ekim’den beri Atina’daki 5 Benakion Müzesi’nde sergileniyor.
Yunanistan yarın sandık başında
Denizin orta yerinde Girit ile Kithira arasında bir kara parçası Antikithira.
Nesi ünlü derseniz, hiçbir şeyi. Zaten elektriği bile 1985’de gelmiş. Aynı yıl da minnacık bir liman inşa edilmiş.
Bu küçük adanın kütüğe kayıtlı nüfusu 200 kadar. Seçmen sayısı da 150 görünüyor ama yarınki yerel seçimlerde oy kullanacaklar 30 civarında olacak. Çünkü bu mevsimde ancak o kadar sakini var Antikithira’nın.
Belediye başkanlığına iki aday var. Dolayısıyla da iki liste. Belediye meclis üyesi olmak için bu listelerde yer alanların sayısı 27. Yani sadece üç kişi adaylığını koymadı! Başkan 16 oyla, belediye meclis üyesi de dört oyla seçilebilecek.
ATİNA VE SELANİK ŞİMDİDEN BELLİ
Gelelim ülkenin geneline. Yunanistan’da yarın yapılacak belediye ve vali seçimlerinin ilk turunda oyların yüzde 42’sini alan adaylar yılbaşında koltuklarına oturacak. Yarın bu rakamı tutturmak mümkün olamazsa, en fazla oyu alan iki aday önümüzdeki pazar günü tekrar boy ölçüşecek.
Başkent Atina’da ve ülkenin ikinci büyük şehri Selanik’te sürpriz yaşanması beklenmiyor.
Atina’da iktidar partisi Yeni Demokrasi’nin desteklediği eski sağlık bakanı Nikitas Kaklamanis’in belediye başkanı, anamuhalefetteki Pasok’un desteklediği Fofi Yenimata’nın da bölge valisi seçileceği kesin gibi.
Geçen seçimleri de kazanan ve kocasından boşanması uzun süre kamuoyunu meşgul eden Yenimmata’nın rakibi ilginç bir isim. 1996 Türk-Yunan krizinde Kardak kayalıklarına ilk Yunan bayrağını diken eski gazeteci Argiris Dinopulos.
Selanik’te ise iktidar partisi Yeni Demokrasi’nin hem belediye hem de bölge valiliğini kazanacağı görünüyor.
LİSTELERDEKİ SANATÇILAR ÇOĞALIYOR
Seçim öncesi döneme baktığımızda, Yunanistan’da artık bir şeylerin değiştiğini görmek mümkün. Hani nerede o eski seçimler dedirtecek tarzda. Ne büyük mitingler yapıldı ne de yollar kağıt istilasına uğradı.
Eskiye göre değişen bir şey de, özellikle belediye başkan adaylarının listelerinde daha çok sanatçıya yer vermeleri.
Biz iki isim üzerinde duruyoruz. Vana Barba ve Katerina Çobanaki. Seçilsinler değil mi? Evet kesinlikle seçilsinler.
Bayram geliyor bayram!
Bayram kapıda. Olur ya yolunuz düşer buralara. Birkaç öneride bulunalım diyoruz:
1. Atina’da havalar bu yıl berbat. Gökyüzü hep bulutlu, hep yağmur yağıyor. Soğuk filan yok ama kıyafette tedbirli olun.
2. Plaka gibi, Psirri Meydanı gibi turistik semtlerde bir tavernada oturup beyaz peynirli, kekikli "greek salata"nızın ve rakının benzeri "uzo"nun keyfini çıkarırken, yanınıza gelip Yunanca korsan CD’leri 4 Euro’dan satmaya çalışan siyahi satıcılara kulak asmayın. Korsan CD’ye 2 Euro’dan fazla ödemeyin.
3. Pire’deki eski adıyla Türk Limanı, yeni adıyla Mikrolimano olan sahildeki tavernalarda balık siparişi verirseniz dikkatli olun. Arkadaşlarınız arasında balıktan anlayan yoksa, sadece karides, kalamar, ahtapot gibi deniz ürünleri ile midenizi şenlendirin. Hani bir öğlen de makarna yiyelim diyorsanız, bu sahilde yeni açılan Artisti Macaroni’ye mutlaka uğrayın, hem lezzetli hem hesaplı.
4. Eğlencenin doruğa çıktığı müzikholler daha yeni yeni açılıyor. Bu yüzden tam formuna giremedi Atina. Yine de not alın; Gonidis, Makropulos ve Pandazis adlı, sanatçıların sahneye çıktığı müzikholler perşembe-pazar arası açık. Dört kişi iseniz bir şişe içki, meyve, çerez 150-180 Euro arasında.
5. Eğer bilgisayarlara ve diğer elektronik eşyaya ilginiz varsa, yeni açılan Media Markt’ı mutlaka ziyaret edin. Marusi ve Paleon Faliron semtlerindeki şubelerde yok yok.
6. Olur ya canınız kebap çekerse; Glifada semtinde Köşebaşı, Kifisia semtinde Tike öğlen-akşam açık.
7. İkindi saatlerine doğru Atina’nın Nişantaşı’sı Kolonaki’de kahve molası verin. Bu yılın modası "freddocino" kahvesi. Ben o saatlerde meydanda olurum. Eğer nereye gidelim diye sohbet ediyorsanız aranızda, biraz yüksek sesle konuşun ki duyayım.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2006
Hasta babacığımı, Atina’nın eski belediye başkanlarından, şimdiki sağlık bakanı Dimitris Avramopulos’un yardımları sayesinde salı günü tanınmış bir onkoloji profesörüne muayene ettirdikten sonra en azından teselli edici haberlere sevinip, anneme ve enişteme dönüp, "Akşam bendesiniz" dedim. Ofise biraz moralle dönüp gazetelere göz attım. Pek bir şey yoktu. Televizyonların öğle bültenlerini izledim. Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani, Başbakan Kostas Karamanlis ile görüşmüştü ve bilmem kaçıncı kez Türkiye’nin AB’ye karşı yükümlülüklerini yerine getirmesi gerektiğini söylüyordu. Yani iş yoktu...
Babacığım sever; bulgur pilavı, Arnavut ciğeri, çoban salatası ve irmik helvasının hazırlıklarına başladım. Mutfak faslı bittiğinde, dedesi Çanakkale’de Truva yakınlarında Yenişehir adlı bir köyden olan ve bu köy için bilgi toplamak için can atan, yeni tanıştığım bir dostla kahve içtim. Sonra da saat 18.30’daki randevum için diş doktorumun yolunu tuttum.
UYUŞUK AĞIZLA CANLI YAYIN
Merhabalaşma ve hal hatır muhabbeti kısa sürdü. Koltuğa oturdum. Ağzımı açtım. Acıya pek tahammülüm olmadığından, bir iğne yetmedi, iki iğne yaptı doktor. Birkaç saniye sonra ağzım uyuştu ve çalışmaya başladı.
Radyoda müzik çalıyordu. Atina’nın belli başlı istasyonlarından Antenna’yı dinliyorduk ki birden yayın kesildi ve "Türk uçağı kaçırıldı. Yunan hava sahası üzerinden geçti. Yunan F-16’ları havalandı" deyiverdi spikerlerden birisi.
Fırladım koltuktan. CNN Türk’ü arayıp, dış haberler müdürü dostum Gökhan Güvenç’e bu bilgiyi aktardım. Başka bir kaynaktan da benzer bir bilgi aldığından, hemen benimle telefon bağlantısı yapılacağını söyledi.
Allah kahretsin... ağzımı açamıyorum. Sanki kelimeler ağır çekim gibi çıkıyor. Bağlantı başlayıncaya kadar sürekli egzersiz yapıp çenemi sallıyorum, nafile... Hiçbir şey hissetmiyorum. Diş doktorum şaşkın bakışlarla beni izliyor.
Doktorun radyosunu karıştırmaya başladım. İki kanalda, bir kargo uçağından söz ediliyordu. Nasıl duyuldu bilemiyorum ama uçağın kaçırıldığını ve İtalya’ya doğru gitmekte olduğunu anlatmaya çalıştım o halimle. CNN Türk’ten sorular da gelmeye başladı. "İşte şimdi ayvayı yedik" diye düşünmeme fırsat bile yoktu. Cevaplamaya çalıştım işte. Bağlantı bitti, telefonu kapattım ki tekrar çaldı. Kanal D arıyordu bu kez. Üç dakika sonra yayın için arayacaklarını söylediler.
Radyoyu karıştırmaya koyuldum yine. "Kaçırılan uçak, THY’nin Tiran-İstanbul seferini yapan yolcu uçağıydı. Dört Yunan F-16’sı havalandı" diyen haber tamamlanmadan telefon çaldı. CNN Türk ile yeni bağlantı... Ağzım tamamen uyuşmuş halde bir şeyler daha anlatmaya çalıştım. Tabii bu arada Kanal D ile bağlantıyı kuramadık.
AĞRI KESİCİ ÜSTÜ ŞARAP
Kapı çaldı, benden sonraki hasta geldi. Diş doktorumla birlikte öylece bakıyorlar...
Tek kelime etmeden kaçtım. Geçen taksilere "Kolonaki semti" diyeceğim ama kelimeler çıkmıyor ki kör olası ağzımdan! Daha "Ko" bile demeye vakit kalmadan geçip gidiyorlar. İyi ki biri insaflı davranıp iki kelimeyi söyleyebilmeme zaman tanıdı.
Ofise geldim televizyonlardan ana haber bültenlerini dinleyip uçak kaçırılması olayının Yunanistan ayağını Hürriyet ve Radikal’e geçtim.
Zil çaldı. Misafirlerim gelmişti. İğnelerin tesiri geçiyordu ama acayip bir sancı çöktü bu defa da. Ağrı kesici bir hap alıp masayı donattım. Merlot-Cabernet harmanı şarapla doldurduğumuz kadehleri babacığımın sağlığına kaldırdık.
Gazeteciliği, bana hayat verdiği, hatta bazen bilmeden imkansızı gerçekleştirmemi sağladığı için de seviyorum.
Farklı bir spor haberi
Gelin de şaşmayın 84 yaşındaki Dr. Naci Alyıldız’ın azmine. 53 yıldır ABD’de yaşayan Dr. Naci, Atina’da yapılan 16. Balkan Veteranlar (senior) Atletizm Şampiyonası’nda Türkiye’yi temsil etti ve kategorisinde 200 metrede altın madalya kazandı.
Dr. Naci Alyıldız, öğrendiğimiz kadarıyla son yıllarda bu şampiyonlarda birinciliği kimseye kaptırmıyor. Yarış sırasında yaklaşık 90 Türk turist alkış ve tezahüratları ile atletimizi cesaretlendirdiler.
Naci Alyıldız atletizme 16 yaşında başladı ve o gün bugündür koşuyor.
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2006
Başka izahı yok. Muhakkak birileri gammazladı, birileri ihbar etti polise. Yoksa polisin, Allah’ın Arahova köyü dışında erken vakit pusuya yatmasının başka ne nedeni olabilirdi? Gün ağarmıştı ki siyah, küçük bir araba göründü yolda. Kurt kapana düşüyordu. "Dur" işareti verdiler sürücüsüne. O durmadı. Sonuna kadar bastı gaza. Barikat, üç polis cipinden ibaretti, aralarından sıyrılıp kaçmaya başladı. Ancak direksiyonun kontrolünü kaybetti. Siyah, küçük araba yoldan çıkıp ağaca çarptı ve durdu. O, zorlukla çıktı arabadan. Bitkindi "Eee 100 defa sen şanslıydın, bir defa da biz" diyen polise güçlükle cevap verdi: "Vallahi şanslısın." Formalite işlemler yapıldı. Kelepçeler takıldı, arabanın içi arandı. Kalaşnikof çıktı, otomatik Scorpion çıktı.
ARABASINI ÇALDI AMA TAKSİ PARASI VERDİ
Yunan polisi ile 16 yıldır adeta kedi ile fare gibi oynayan Nikos Paleokostas (46) geçtiğimiz günlerde yakalandı. Polise son yakalandığında 30 yaşındaydı.
1980’yi yılların sonlarında ilk kez yakalandığında, 27 soygundan hüküm yedi. Mahpusta fazla kalmadı. Kardeşi Vasilis’in yardımı ile birkaç ay sonra sırra kadem bastı. Firarının üzerinden iki yıl geçmişti ki, yine yakayı ele verdi. Cezasını çekmek için mahpushane yolunda polis aracından kaçmayı başardı bu sefer de.
Gel zaman git zaman işlemediği suç kalmadı. Soygun, adam kaçırma, adam yaralama ne isterseniz var. Bir keresinde, Yunanistan’ın helva kralı Aleksandros Haitoglu’yu kaçırıp 700 bin Euro fidyeyi cebe indirdi. Bir keresinde Veria şehrinde tüm polis ekipleri Yunan cumhurbaşkanının ziyareti nedeniyle seferber iken, banka soyup bisiklet ile kaçtı. Bir keresinde nasıl ulaşmışsa kulağına, "Nikos, polis bir süpermarketi soyacağını haber almış. Tuzak kurmuşlar sana" tüyosunu aldığında, ne cüretse süpermarkete gidip sivil polislerin arasında alışveriş yaptı. Bir keresinde de yine peşine takılmış polislerle birlikte otelin birinde aldı soluğu. Baktı ki kapıda adamın biri arabasından çıkıyor, çekti silahını, arabayı gasp etti. Kaçarken durdu, korku içinde bakan otomobil sahibinin önüne "Taksi lazım olabilir" diyerek 250 euro atıp gitti. Birkaç ay önce de kardeşine vefa borcunu ödedi. Kendisini hapisten kaçıran kardeşi Vasilis’i gardiyanların şaşkın bakışları arasında hapisten helikopterle kaçırdı.
Şimdi yüksek tansiyondan şikayetçi... İlaçlarını almadan adım bile atamayan Nikos Paleokostas artık kaçmaktan yoruldu. Derman kalmamış dizlerinde sanki. Altı yıl arayla çekilmiş iki fotoğraf da bunu itiraf ediyor gibi. Ne dersiniz?
Kimler geldi kimler geçti...
Kısa pantolon giyiyordum ve annemlerle birlikte İstanbul’da kadınlar hamamına gidiyordum Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri U’Thant (1961-1971) ilk kez Kıbrıs sorunu ile ilgilendiğinde.
Okul yıllarımda, delikanlılığa merhaba deyişimde, çocukluk aşkım Rena ile haftasonları buluşup öğle vakti diskoteklere gittiğimizde, sonra Atina’ya göçtüğümde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kurt Waldheim (1972-1981) artı hanesine sadece kağıtlarda kalan Kıbrıs zirve anlaşmalarını sağladı ve evine gitti.
Gazeteciliğe ilk adımlarımı attığımda, 50 cc’lik motosikletimi atıp ilk otomobilimi aldığımda, aşkta yalanın bazen gerçeğin koynunda yattığını kavrayabildiğimde, Birleşmiş Milletler’in Genel Sekreteri Perez De Cuellar idi (1982-1991). Uğraştı epey ama nafile.
DİLERİM BU KONUDAKİ SON YAZI OLUR
Kızım Marianna doğduğunda, Burdur’da kısa dönem askerliğimi yaptığımda, dünyayı dolaştığımda, BM Genel Sekreteri Butros Gali (1992-1996) hatırlıyorum da "fikirler paketi"ni hazırlamıştı Kıbrıs için, hepsi o kadar.
Saçlarıma ilk aklar düştü, sonra çoğaldılar. Marianna süslenip püslenmeye başladı ama Kofi Annan’ın Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri görevi yıllarında da (1996-2006) -ilk kez bu kadar yaklaşılmasına rağmen- yine çözüm gelmedi Kıbrıs’ta.
Birleşmiş Milletler denen müesseseden yanılmıyorsam yedi genel sekreter geçti bugüne kadar. Bunlardan beşi Kıbrıs’la ilgilendi. Sonuç malum...
Birleşmiş Milletler’in yeni patronu yakında belli olacak. Onun görev süresi bittiğinde dede bile olabilirim ama inşallah benzer bir yazı yazmam.
Ülke nüfusu nasıl artar?
Bu diyarda nüfus, 2004 yılı sonu itibariyle Yunan vatandaşlığına geçmiş on binlerce yabancı ile birlikte 11 milyon 40 bin 650 olarak belirlendi. Yapılan hesaplamalara göre nüfus, 2050 yılında vatandaşlığa alınan yabancılarla birlikte 10 milyona gerileyecek.
Devlet İstatistik Teşkilatı’nın raporu, Yunanistan’ın "ihtiyarlar ülkesi" olduğunu gözler önüne seriyor. Örnek mi? 14 yaşına kadar olan her 100 çocuğa, yaşı 65’in üzerinde 124 kişi düşüyor, bu bir. 1993 yılına kıyasla 0-14 yaş grubundaki Yunanlıların sayısı yüzde 16 azalırken, 65 ve üstü yaş grubu yüzde 30.5 oranında arttı, bu iki. 1981 yılında her anneye ortalama 2.09 çocuk düşüyordu, bugün 1.30, bu da üç.
ÇOCUK İÇİN TEŞVİK
Türk hemcinsleri ile kıyasladığımızda sanırım Yunanlı kadınlar daha geç evleniyor (ortalama 28 yaşında) ve daha geç çocuk sahibi (ortalama 30 yaşında) oluyorlar.
Raporun doğum-ölüm rakamları da çarpıcı. 1993 yılında doğumlar 4 bin 380 adet fazlaydı, şimdi ölümler 1019 fazla.
Karamanlis hükümeti, doğumların teşviki için bazı tedbirler aldı. Devlet yardımı alabilmeleri (ayda yaklaşık 250 Euro), ailelere koyulan dört ve fazlası çocuk şartı, üç ve fazlasına indirildi. Çok çocuklu aile reislerinin devlet sektörüne girebilmeleri de kolaylaştırıldı. Ama görünen o ki değişen bir şey olmayacak.
Evlenenlerin de sayısı giderek azalıyor bu diyarda. 1980’lerde her yıl 1000 Yunanlıdan 7.3’ü evlenirdi, bugün 4.6’sı evleniyor. Buna karşı evliliklerin akıbeti de giderek "ayrılmalıyız, artık gitmeliyim, sana saadet dilerim" filan oluyor. 1993 yılında her 1000 evlilikten 124’ü mahkemede son bulurdu, şimdi her 1000 çiftten 240’ı boşanıyor.
TEDBİR YETERLİ DEĞİL
Meselenin bir de başka boyutu var. Bu ülkede ne zaman nüfus konusu gündeme gelse, tehlike edebiyatını da beraberinde getirir. "Türklerin nüfusu sürekli artıyor", "Türklerin nüfusu genç", "Eyvah bilmem kaç yıl sonra askere gönderecek delikanlı kalmayacak..." misali.
Devlet İstatistik Teşkilatı’nın raporunda kıyaslamalar için örnek verilen 1980’li, 1990’lı yıllarda da aslında durum farklı değildi. O dönemlerde, hatırlıyorum, konu parlamentoda görüşülürken, bir milletvekili şöyle diyordu:
"Tedbirler iyi hoş ama nüfusun artması isteniyorsa, başka bir şey de yapmak gerek."
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2006
Yaz sonu pek güzeldir buraları. Bitiyor, bitti diye yaz üzüntüsüne kapılmaz insanlar. Düşen tek şey, takvimin yaprakları. Mesleği mühendislik olan eski bir arkadaşımla Atina’nın denizle birleştiği Paleo Faliron sahilinin başlangıcındaki şehrin en şık restoranlarından Flisvos’ta buluştuk.
Öğle vaktiydi. Güneş tepede, cömert. Hal hatır sorduk birbirimize. Her Yunanlı gibi, Kıbrıs’ı ve Türkiye-AB ilişkilerini sordu.
Uzun zamandır görüşmemiştik. Pek iyi görünmüyordu. Dalıveriyordu gözleri. Uzaklardaydı ama konuşmak da istiyordu sanki...
SANAL ALEMDEN AYNI EVE GEÇİŞ
Laf lafı açtı. İnternette bir kadınla tanışmış. Sanal álemde hayli ilerletmişler muhabbeti. Bana göre, hani hiç buluşmasalar da olurdu artık ama buluşmuşlar bir kere. Bir süre sonra da Atina’da aynı çatı altında, aynı yastığa baş koymaya başlamışlar.
Güneş tentelere itibar göstermiyordu. Garsondan, oturduğumuz balkondaki klimayı çalıştırmasını istedik.
Adı Maria imiş kadının. Kuaförde çalışıyormuş.
Belli ki doluydu içi: "Sabah akşam makyaj yapardı. Aynaya bakmaya korkardı makyajsız. Yüzü buruşuktu, yorgundu, yaşlanıyordu. Birkaç yaş da büyüktü benden. Bacakları da selülitten geçilmezdi. Denemediği tedavi şekli kalmamıştı. Görmezlikten gelirdim her şeyi" demesine aldırmadım. Tıpkı, "Pisti, pasaklıydı, kokardı. Beş günde bir kıyafet değiştirirdi. Ne tutsa kırardı. Patates bile kızartmasını bilmezdi..." demesine de.
PALAMUT DA YOK Kİ BURALARDA...
Uçsuz bucaksız deniz manzarasıyla Flisvos’ta roka salatası balzamik sirkeyle buluştuğunda, hele bir de yanında küçük koçanı ile kapari olduğunda tadına doyum olmuyordu.
Arkadaşım devam etti: "Görgüsüzdü. Sarhoş olurdu. Hem de kötü şekilde. Geçmişini hiç sormadım ama besbelli karışıktı. Evlenmiş bir keresinde de. Hep başkalarının parasından söz ederdi. Yaşlı zenginlerle birlikte olan arkadaşlarını kıskanırdı. Açgözlüydü dostum... Hep daha fazlasını isterdi."
Ana yemeğe geçtik. Eylül ortası ama çingene palamudu yok ki buralarda. Barbunla yetiniyoruz...
"... Hayatını avanta zihniyeti üzerine kurmuş. Kimden neyi kemiririmden başka düşüncesi yoktu. Yalancıydı. Eski sevgilileri beni defalarca aradılar. Alttan aldım, ses çıkarmadım."
Birkaç ay önce, kavgaların birinde kopmuş her şey.
Maria, "Ben özgürüm" filan deyip aşina olduğu yollara sapmış.
Hani Türkçe bilse, ona Sezen Aksu’nun "Gidiyorum"undan bir mısra aktaracağım: "Geçecek bu öfke, bu hırs, bu intikam..."
YUNANLI VE TÜRK’ÜN BENZERLİĞİ
Şarabın etkisiyle midir nedir, gözleri doldu. Cep telefonundan bir tuşa bastı. Kulağına ulaşan sesi tahmin ettim: "Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor." Maria artık başka bir numarada olmalı.
Yüzüme bakıp utanarak gülümsedi.
Yanında portakal reçeli ve çikolata soslu sunulan Grand Marnier’li dondurma faslında, albümleri Türkiye’de de yayınlanan Andonis Remos’un sesi duyuluyordu: "Burada, burada olmanı isterdim. Sana ihtiyacım olduğu bu anda..."
Sessizlik...
Şükür aynı makamda bir başka şarkı yetişti imdada: "İyi ki senden kurtuldum!"
Teselli etmeye çalışmadım arkadaşımı. Gizlediği aşk gibi, ayrılığın da tadını çıkarsın diye. Dinlediği her şarkıda, istediği sürece, eminim anlattıklarından çok farklı olan o Maria’yı bulsun diye.
Hayat bu... Nasıl olsa günün birinde aynı şarkılar ona başka bir kadını hatırlatacak. İnsanız işte.
Vedalaştık.
Yunanlılar hakkında muhtemelen bilmediğiniz bir şey... Onların da muhtemelen habersiz oldukları bir şey bu: Hálá "A la Turca" aşklar ve ayrılıklar yaşıyorlar.
Öğrencilerin günahları
"Papaz efendi, tarih dersinde kopya çektim. Coğrafya dersini kaç defa kırdım, ben de hatırlamıyorum. Tuvaletlerde sigara üstüne sigara tüttürdüm. Bizde okullar karma ya, yan sırada oturan kız öğrencinin bacaklarına bakıp kötü düşüncelere daldım..."
Yunanistan’da yaygın olmasa da, din adamları "günah çıkarmak" için okulları ziyaret ettiklerinde, öğrenciler üç aşağı beş yukarı bunları söyleyip Tanrı’dan af diliyorlardı.
Din adamları da "günahın" cinsine göre öğrencilere ceza veriyordu: "Üç gün oruç tutacaksın" ya da "Önümüzdeki hafta her gün kiliseye gideceksin" gibi.
Eğitim ve Diyanet İşleri Bakanı Marietta Yianaku, geçtiğimiz günlerde yayınladığı bir genelge ile bu bize göre komik duruma bir son verdi ve öğrencilere günah çıkarttıran din adamlarına okul kapılarını kapattı.
KİLİSE İTİRAZ ETTİ
Tabii kilisenin tepkisi gecikmedi! Bakana gönderilen mektupla, genelgenin geri çekilmesi istendi. Neymiş? "Çocuklardan sorunlarının çözümü için din adamlarının yardımcı olması esirgeniyor"muş...
Hadi canım siz de... Günah çıkarmak isteyen kiliseye gitsin. Okul başka hedefler içindir.
Yunanistan’da din ve devlet işleri iç içe. Laiklik hakkında konuşan çıktı mı, sesi fazla duyulmuyor. Okullarda ders yılı bile din adamlarının dua okumalarıyla başlar. Dolayısıyla bakan Yianaku’nun genelgesi "devrim" sayılıyor.
Ne tuhaf değil mi?
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2006
Ege’nin bir yakasından ötekine mektup var. Bir dost, diğerinin 60. yaş gününü kutluyor. Sağlık ve mutluluğun yanı sıra "yaratıcılık" da diliyor. Yunan, Türk’e "Seni tanıdığım, senin dostun olduğum için, sanat ve barış yolunda sana yoldaşlık edebildiğim için çok mutlu ve gururluyum" diyor.
"Sen Türk, ben Yunan ve biz iki yağmur damlası gibiyiz" diye sürüyor mektup. Savaşlara, acılara lanet yağdırıyor ardından.
Bir sonraki paragrafta "Bugün yaşamının doruk noktalarından birindesin. Bugüne kadar birçok iyi şey yaptın, ülkende ve yurtdışında sevgi ve saygı kazandın. Türk geleneğinin ruhundan beslenen muhteşem şarkılar besteledin. Şarkıların öyle samimi, öyle içten ki yalnızca Türkleri değil tüm insanları ve özellikle de biz Yunanları derinden etkiliyor. Bu da geleneklerimizin ve duyarlıklarımızın birbirine ne kadar yakın olduğunun kanıtı. Müziğini her dinlediğimde etkileniyor, algılarımızın ve yollarımızın nasıl birbirine benzediğini, nasıl aynı amaçlarla yola çıkıp ortak sonuçlara vardığımızı görüyorum" diyor Yunan, Türk dostuna.
Yunan’ın Türk dostuna hayranlığı sadece şarkıları için değil yazdığı kitaplar için de aynı zamanda. Mektubunda şunları söylüyor: "Son zamanlarda yazmaya ağırlık verdin. Bir yandan Türkiye’nin tarihi ve bugünkü sorunlarıyla uğraşıyor, bir yandan da yine insan ruhunun özüne iniyorsun. Bilmelisin ki yazdıklarının da en sadık hayranlarından biriyim".
YUNANLILAR ONU ÇOK SEVİYOR
Yunan, Türk dostuna mektubunu "Meşaleyi sen taşıyorsun. Olgunluk ve sorumlulukta en üst noktaya ulaştığın bir sırada, ülkende ve tüm dünyada barış için mücadelenin öncülerinden olmanı dilerim. Hem bir sanatçının hem de sade bir vatandaşın sesini, yaşamınla, düşüncelerinle, eserlerinle ve eylemlerinle, bir dünya vatandaşı gibi daha da yükseltmeni diliyorum" diye noktalıyor.
Zülfü Livaneli bugün Kuruçeşme Arena’daki dev konserle hem sanat yaşamının 35. yılını kutluyor, hem de müzikte "kramponlarını asıyor."
Zülfü Bey ile 1980’li yılların başlarında, hem insan hem de gazeteci olarak pek çok şey öğrendiğim rahmetli hocam Ahmet Uran Baran’ın evinde tanışmıştık. Yirmi küsur yıldır çeşitli vesilelerle karşılaştığımızda hep iyi hep tatlı sohbetler yaptık. Yukarıda okuduğunuz mektubu da ünlü besteci Mikis Teodorakis, Zülfü Livaneli’ye "jübilesi" vesilesiyle gönderdi.
"Suyun Öte Yanından" bu mektubu yayınlamaktan onur duyuyor.
Sanatçı Zülfi Livaneli... Biliniz ki Yunanistan’da şarkılarınız her zaman çok sevildi. Özellikle de "Leylim Ley" şarkınızı bilmeyen yoktur buralarda.
Midilli’de İzmir’in Kavakları
Ayvalık’ın karşısındaki Midilli adasında "İzmir’in Kavakları" ve "Bir Dalda İki Kiraz" türküleri yükseldi geçenlerde.
"Siniparksis" (Birlikte Var Olmak) örgütünün davetlisi olarak Midilli Adası’na gelen Lozan Mübadilleri Vakfı’nın korosu, adalılara gerçek bir müzik ziyafeti çekti.
Vakfın 20 kişilik korosuna dört müzisyen eşlik etti. Konserde "Darıldın Mı Gülüm Bana"dan tuttun da "İndim Havuz Başına", "Entarisi Ala Benziyor"a kadar, "Manolyam"a ve "Sıra Sıra Siniler"e kadar Ege şarkıları, hem Yunanca hem de Türkçe seslendirildi.
Midilli’de, Osmanlı’dan kalma Yenicami’nin karşısında bulunan ve kültür etkinlikleri için kullanılan Türk hamamının avlusunda verilen konseri 300’den fazla Yunanlı izledi. Konser boyunca herkes sürekli tempo tuttu. Hatta Ege şarkıları Türkçe söylenirken de Türkçe eşlik ettiler. Midillililerin çoğu Ege’nin karşı yakasından gelmiş insanlar.
Lozan Mübadilleri Vakfı’nın korosu ve vakıf yetkilileri konserden bir gece önce de yemek için gittikleri tavernada, Yunanlı müşterilerle birlikte şarkılar söylediler, eğlendiler, eğlendirdiler.
Midilli’deki etkinlikler çerçevesinde ayrıca, geçen yıl bu adadan 15, Dikili’den de 15 lise öğrencisinin birlikte yaşadıkları kamp günlerini konu alan bir belgesel film gösterildi.
Ayvalık’a dönerken gemide karşılaştığımız sanatçılar ve vakıf yöneticilerinin gözleri gülüyordu.
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2006
Atina’da Türk mutfağına ilgi Yabancı Damat dizisi nedeniyle de artınca mantar gibi kebapçı dükkanları türedi. İkinci Bahar dizisi oynarsa kim bilir ne olacak?
Hemen her semtte açılan kebapçıların dekoru birkaç nargile, bir iki mangal, kilimler ve kitsch aksesuvarlardan ibaret.
Göz zevkindeki olumsuz durum, damak söz konusu olduğunda da değişmiyor.
İSTANBULLU RUMLARI KANDIRAMAZLAR
Mönülerde İskender, yoğurtlu ve Adana var ama hiçbiri lezzetli değil.
Hiçbiri Türkiye’deki kebaplarla kıyaslanamaz.
Bu başarısız taklitleri, Türkiye’yi ziyaret etmeyen Yunanlılar anlayamıyorlar tabii.
Ama İstanbullu Rumları kandırmak mümkün değil.
Eğer bu kebapçılardan birisinde salatanın, mezenin ya da etin tadına bakıp da hemen yüzünü buruşturan birini görürseniz, o kesinlikle İstanbullu bir Rum’dur.
Ölçüsüz baharatla kötü etin kupkuru olacak kadar pişirilmesinden başka bir şey olmayan Yunan usulü Türk kebabı satan mekanlardan başka, bir de Yunan başkentinde piyasaya iddialı girip kısa sürede yorulanlar var.
Ama bütün bunlar 20 gün öncesine kadardı.
HEM GÖZÜMÜZ HEM DE MİDEMİZ DOYDU
Çünkü, İstanbul’un ünlü damak merkezlerinden Köşebaşı, Atina’da şube açtı.
Hem de sahil semti, sosyete semti Glifada’nın tam göbeğinde; ünlü, barlar sokağı Zisimopulu’da.
Öncelikle o zevksiz arabesk dekor yok Köşebaşı’nda.
Minimalist bir yaklaşımla sade ve nezih bir ortam yaratılmış.
Beyaz ve siyahın hakim olduğu 175 kişilik bu restoranda az ve yerinde kırmızıya da rastladık.
Lezzet seyahatimiz, tulum peyniri, patlıcan ve Toros salataları ile başladı.
KİŞİ BAŞINA 30 EURO
Lahmacun, içli köfte ve karışık ızgara ile devam etti.
Toros kebabı ve Alinazik’ten de biraz tattık.
Künefe ile noktaladık. Yunan, Kaliforniya ve Şili şaraplarından oluşan uzun listeden de biber ve baharat aromalı Yunan şarabı Yianakohori’yi seçtik.
Biz çok memnun kaldık, herkesin de çok memnun ayrıldığını gördük.
Kişibaşı 25-30 euro’ya çıkabileceğiniz Köşebaşı, Türk kebabının Atina’daki en iyi temsilcisi desek yeridir...
YUNAN’IN ETİ VE SEBZESİ TÜRKİYE’DEKİ GİBİ DEĞİL
Köşebaşı’nın patentini ve sırlarını alarak Atina’daki şubeyi açan İstanbullu Aris Prodromidis (sağda), aynı zamanda Güllüoğlu baklavalarının Atina’da üç, Selanik’te 1 şube ile Yunanistan’daki temsilcisi.
Atina’nın eti İstanbul’un etine benzemiyor. Terbiyesi zor değil mi?
- Köşebaşı ile anlaşırken altı ustayı Atina’ya getirttik. Eti kesmeyi de, terbiye etmeyi de iyi biliyor ustalarımız. Ama yine de Türkiye’deki etin kalitesi yok. Sebzelerde de durum aynı. İstediğimiz sebzeyi kullanabilmek için büyük fire veriyoruz. İstanbul’daki Köşebaşı’nın yüzde 80 kalitesindeyiz. Mutfakla ilgili sıkıntımızda onlara danışıyoruz.
Ne gibi yenilikler getirmeyi düşünüyorsunuz?
- Öncelikle Türkiye’yi burada temsil ediyoruz. Kalitemizi daha da iyileştireceğiz. Kış sezonunda hafta sonu sanatçılar da getirmeyi düşünüyoruz.
Türk markaları Atina kapılarına iyice dayandı galiba?
- Evet, iş ortaklığı için sürekli teklifler alıyorum. Başarılı olabilmesi için kişinin işinin başında olması şart. Türk işadamlarına bunu hep dikkate almalarını tavsiye ederim.
Kahraman Türk’ün öyküsü belgesel oluyor
Suyun Öte Yanından, birkaç ay önce Ali Denizel Bey’in öyküsünü anlatmıştı. 2. Dünya Savaşı’nda yüzlerce Yunanlının hayatını kurtaran ve bu nedenle dönemin başbakanı Emanuil Çuderos’un köstekli bir saat ile ödüllendirdiği Kuşadalı Ali Denizel Bey’in öyküsünü...
Geçenlerde Atina’da bu gerçek kahramanın yeğeni ile tanıştık... Hasan Fuat Hepişeri, dayısının öyküsünü belgesel film yapıyor. 1974’te ilk Kuşadası-Sisam (Samos) tekne seferlerini başlatan Hepişeri, 1978 yılında ihtiyar bir Yunanlı kadın ile sohbet ederken dayısı hakkında inanılması güç insanlık hikayelerini dinlemiş ve günün birinde bu öyküyü Ege’nin iki yakasında tüm insanların öğrenmesi için bir şeyler yapmayı kafasına takmış. Geçen yıldan beri üzerinde çalıştığı bu belgesel için defalarca Yunanistan’a gelmiş.
Hüseyin Bey, masrafların üstesinden gelebilmek için kendine Yunanlı bir ortak arayışına girdi. Ali Denizel Bey’in öyküsünü çok ilginç bulmuş olsa gerek, Yunan sinemasının önemli yapımcılarından Aleksandros Spentzos (Rebetiko filminin yapımcısı) Hasan Bey’le prensip mutabakatına vardı. Hatta uzun metrajlı bir film üzerinde bile konuşuldu.
İnşallah gerçekleşir. Çünkü her zaman hassas dengeler üzerindeki Türk-Yunan ilişkilerinin, Ali Denizel Bey gibi gerçek halk kahramanlarının öykülerine çok ihtiyacı var.
Yazının Devamını Oku