Yorgo Kırbaki

Bir cinayetin anatomisi

17 Şubat 2007
Yunanistan’ın Sosyal Sigortalar Kurumu (İKA) Başkanı, evli ve iki çocuk babası 66 yaşındaki Yiannis Vartholomeos’un, yasak aşk yaşadığı üç çocuk annesi 47 yaşındaki sevgilisi Thomai’nin 59 yaşındaki kocası Dimitris Vrakaçelis tarafından öldürülmesi, bu diyarda bir anda her şeyi unutturdu. Vartholomeos İKA başkanı olduktan sonra kurumun satın alma işlerinde kilit bir göreve getirdiği sevgilisi ile Atina’da bir evde buluşuyor. İki aydır kadının peşinde olan bir özel dedektif, kocaya "karın adamla içerde" diye haber salıyor. O da eve gelip, kapıdan çıkarken yakaladığı karısının sevgilisine saldırıyor. İki üç yumruktan sonra Vartolomeos ya yere düşüp kafasını vuruyor ya da kalp krizi geçiriyor. Son nefesini veriyor oracıkta.

Haber fakiri bu ülkede medya için bundan iyi malzeme olamazdı! İlk başta ölenin sıfatı nedeniyle dikkatli bir dil kullanıldı. Sonrası ise, "Bu ülkenin yarısı diğer yarısı ile kakara kikiri" tarzı yorumlar işte...

Medyanın bu cinayeti günlerdir gündemde tutması, en çok yasak aşk yaşayanları rahatsız etti. Hatta endişelendirdi. Düşünsenize, sevgilisi olan bir kadın, kocası ile akşam haber bültenini izlerken varsa yoksa zina hakkında konuşulanları dinliyor. Koca, "Hak etmişti zampara" dese ne cevap verecek?.. Ya da, "Adamı değil kadını öldürmeliydi" dese?.. Şimdi kalkıp, "Öldürmek niye, boşasaydı" demeye kalksa kadın, mevcut atmosfer nedeniyle yanlış anlaşılabilir. Kocası, "Ne demek istiyorsun. Zaten sen de son zamanlarda..." diye başlayan cümleler kurabilir.

En iyisi susmak, en iyisi mutfağa gidip bulaşık yıkamak!

ZİNA, PAPANDREU İLE SUÇ OLMAKTAN ÇIKTI

Bu diyarda herkes Amerika’yı yeniden keşfetmiş gibi zinayı konuşuyor. Vartholomeos cinayeti öylesine etki yarattı ki insanların üzerinde, çiftlerin bir iki saatliğine buluştukları otellerin sahipleri işlerinin bıçak gibi kesilmesinden şikayetçi.

1960’lı yıllarda zina büyük suçtu. Bu suçu işleyenler hem elaleme rezil olur hem de hapsi boylardı. Polis, savcı, kim varsa toplanır, aşk yuvasına baskın yapılır, "suçüstü" yani çıplak yakalanan aşıkların resimleri çekilir, üzerlerini sadece bir çarşafla örtmelerine izin verilir, karakola çıplak olarak götürülürdü.

1970’lerde zina suçtu suç olmasına da, albaylar cuntasının "seks ve futbol halkı uyutmanın en iyi yolları" zihniyeti yüzünden, polis çok şeyi görmezlikten duymazlıktan geliyordu.

1981 yılında iktidara gelen sosyalist Pasok’un lideri çapkın Andreas Papandreu zinayı suç olmaktan çıkardı. Yasak áşıklar yarı legal bir statüye kavuştu. Kötü diller, Papandreu’nun sayısız metresi olması nedeniyle bu kararı aldığını söylüyorlar. Evlilik dışı ilişki yaklaşık 20 yıldır Yunanistan’da bir çiftin boşanması için neden teşkil ediyor sadece.

Çevremde eşlerine sadık kalmayan insanlar da tanıyorum. Her birinin farklı nedeni var. Hatta bazıları şakaya bile vuruyor:

"Güzel olan her şey ya yasaktır ya da şişmanlatır!"

Sarkozy’nin dedesi Selanikli

Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu söylemekten usanmayan Nicolas Sarkozy’nin anne tarafından Selanikli olduğunu biliyor muydunuz?

Fransa’da merkez sağın cumhurbaşkanı adayı Sarkozy’nin büyük dedesi Mordohai Mallah bu şehrin en ünlü kuyumcularından biriydi.

Selanik’te Yahudi nüfusunun 300 bin kişi olduğu (19. yüzyılda göç başladı) dönemde bugünkü adıyla Venizelu Caddesi üzerindeki dükkanında sadece çok zengin müşterilere hitap eden Mordohai, mesleğinin tüm sırlarını "Benico" lakaplı büyük Aaron’a da öğretmişti.

Mordohoi Mallah 1913 yılında ölünce (mezarı Selanik’in Stavropoli ilçesinde) dükkanın başına anne Reina geçti. Aaron, küçük yaşına rağmen atölyede baba mesleğini sürdürmeye çalıştı. Ancak başaramadı. Üstelik Selanik de artık eski Selanik değildi. Yunanistan topraklarındaki Selanik’in şöhreti, Osmanlı İmparatorluğu döneminden hayli uzaktı...

Mallah ailesi Paris’e göç eder. "Benico" tıp eğitimi görür. 1917 yılında tanıştığı ve evlendiği Adel Bouvier’in hatırı için Katolik olup Benedict adını alır. Çiftin iki kızı olur; Suzanne ve Andree. 1949 yılında Macar asıllı Paul Sarkozy Nagy-Bocsay ile evlenen Andree, altı yıl sonra Nicolas Sarkozy’yi dünyaya getirir.

Sarkozy, Yunanistan’a yaptığı son ziyarette Selanik’e giderek akrabaları ile tanışma ve uzun uzun sohbet etme fırsatı buldu. Fotoğrafta Sarkozy, Selanik’teki akrabaları ile görülüyor.

Gül’ün Atina ziyareti

Başbakan Kostas Karamanlis’in üç yıldır gündemde olan ama hani havayı kokladığımızda belki bir o kadar süre daha gündemde kalması muhtemel Ankara ziyaretine değil de, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün üç aydır neredeyse ha bugün ha yarın gerçekleştirecek denilen Atina ziyaretine değinmek niyetimiz.

Tarih bile açıklandı bu ziyaret için ama önce Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani, "İşim var" dedi. Önerdiği yeni tarihe Abdullah Gül yanaşmadı. Sonra eski tarihe dönüldü, yine olmadı. Ocak dendi, şubat dendi, şimdi mart deniyor ama ufukta pek öyle bir işaret yok.

İnşallah yanılırım ama Kıbrıs Rum Yönetimi’nin şu "petrol arama" macerası gündemde iken ziyaretin gerçekleşmesi biraz zor gibi.

PAPADOPULOS’UN UZMANLIK ALANI

Takip edebildiğim kadarıyla Rum medyasını izliyorum da, epey kaptırmışlar bu işe kendilerini. Rum Yönetimi lideri Tasos Papadopulos’un hep dümen suyunda giden Atina ise tabii daha temkinli. Yunanistan, 1987 yılında Türkiye ile neredeyse savaşın eşiğine kadar gelinen ciddi bir kriz yaşamıştı Ege’deki muhtemel petrol yatakları yüzünden. Karamanlis bu konuyu 21 Şubat’ta Atina’da Rum lider ile enine boyuna görüşecek.

Papadopulos’un Yunan başkentinde güçlü bir lobisi var. Bu lobinin medya ile ilişkileri gayet iyi. Ancak buna rağmen farklı düşünenler de var. Bakın, köşe yazarı Dimitris Mitropulos, en yüksek tirajlı Ta Nea gazetesinde ne diyor:

"Papadopulos karışıklık çıkarmakta uzman. Şimdi de başkanlığının dördüncü yılında Kıbrıs açıklarında petrol buldu. Bu işin arkasında tek kelime yatıyor: Seçimler. 2008 seçimlerine Türkler ve Kıbrıslı Türkler ile ilişkilerde sakin dönem yaşandığı bir atmosferde girmeye niyetli değil. Türkiye’yi gerginliğe sürükleyip, ortaya milli çıkarların muhafızı olarak çıkmaya karar verdi."

Ne var ki Atina’da böyle farklı düşünen köşe yazarları çok ama çok az!
Yazının Devamını Oku

Kostas bol buzlu viski sever

10 Şubat 2007
Yunanistan’ın eski başbakanlarından ve cumhurbaşkanlarından Konstantinos Karamanlis (1907-1998) medya mensupları ile ilişkilerinde son derece dikkatliydi. Yeğeni, adaşı ve bugünkü başbakanı Kostas (Konstantinos’un kısaltılmışı) Karamanlis de bu konuda amcasının felsefesini uyguluyor: "Gazeteciler seni ne kadar az görürse o kadar iyi".

Karamanlis, eşi Natasa ve ikiz çocukları ile gözlerden, kameralardan, flaşlardan uzak bir yaşam sürüyor. Çalışma hayatında bile zaruri bulmadıkça açıklama yapmıyor, demeç vermiyor, özellikle de gazetecilerle sohbetten kaçınıyor.

Yunan başbakanına sadece dış gezilerinde yaklaşabilmek mümkün. Odasına çekilmeden önce kaldığı otelin barında bol buzlu bir Johnnie Walker marka viski yudumlayıp, çalışma arkadaşları ile o günün değerlendirmesini yapmaktan hoşlanır. Keyifliyse de genellikle Monte Cristo marka bir puro yakar. Bazen de light bir sigara. Keyifliyse kahkahaları uzaktan duyulur, iri gövdesi gülerken sallanır. Değilse, etrafında çöken sessizlikten anlaşılır bu.

Karamanlis’i dış gezilerinde otel barında gören gazeteciler umutlanır ama her defasında düş kırıklığına uğrar. Kendisine yaklaşıp iki kelime koparma çabaları hep boşa çıkar. Bu durumlarda, siyaset konuşmaz Karamanlis. Soruyu soran gazeteciye "Bırak bunları şimdi" tarzı cevaplar verir. Kadın gazetecilere de arada bir "Sen güzelleştin ya" tarzı iltifatlarda bulunur. Hoşlanmadığı gazetecilere ise sadece selam verip geçer. Son Hırvatistan ziyaretinde yine otelin barında kendisine yaklaşan gazeteciler ile arasında şu diyalog geçti:

- Siz şimdi beni sıkıştırdınız öyle mi?

- Tehditkar bir şekilde sayın başbakan.

- Sen şimdi gözlerime bakıp beni tehdit mi ediyorsun (ses tonu kızdığını gösteriyordu)... Bak ilerde koltuklar var, haydi şimdi oraya gidin.

Karamanlis "haşladığı" gazetecilerin gönlünü almak için biraz sonra yardımcılarından birine "Çocuklara benden birer kadeh içki gönder" demeyi ihmal etmez.

Yanında eşi Natasa yoksa yolda çok hızlı yürür. Arkasında bulunan refakatçilerden birisine bir şey söylemek istiyorsa, asla yüzünü arkaya dönmez. Sadece vücudunu birkaç derece yana çevirir. Herhalde hitap ettiği kişinin kendisini mutlaka dinlediğini, bunun aksinin zaten düşünülemeyeceğini varsayıyor.

Tabii üç yıl önce muhalefette iken çok farklıydı. Davetlerde tıka basa yemek yedikten sonra "yahu yine aç kaldık" tarzı esprileri ile gazetecileri kahkahalara boğardı. Hatta başbakanlığının ilk aylarında gerçekleştirdiği ilk resmi ABD ziyaretinden dönerken uçakta gazetecilere "Garsonlar başkan Bush’un hızına göre ayarlanmış. Ben dış politikamızı anlatırken, sürekli servis değiştirdiler. Tabaklar önümden hızla geçti. Hiçbir şey yiyemedim" anısı hálá konuşulur.

51 yaşındaki Karamanlis, gazetecileri yanına yaklaştırır yaklaştırmaz bir yana, başbakanlık koltuğunda rahat oturuyor. Seçimlere daha bir yıldan fazla zaman var ve kamuoyu araştırmaları öyle fazla endişe etmesi gerekmediğini gösteriyor.

14 Şubat’ı çatır çatır kutlayın!

Politikacı değilim ki bir konuda hep aynı çizgide kalayım! Basit bir insanım ve bir tarihte şöyle, bir tarihte de böyle düşünmekte öyle büyük bir sakınca görmüyorum.

Artık büyüdüm ve artık Sevgililer Günü’nün çatır çatır kutlanmasından yanayım. Artık 14 Şubat’ta sevgiliye hem gözünü kamaştıracak hediye alınmasından hem de mum ışığının eşliğinde kulağına başını döndürecek sözler fısıldanmasından yanayım. Artık, 13 Şubat’ta ne oldu, 15 Şubat’ta ne olacak? Sevgililer Günü yılın 365 günü kutlanmalı tarzı tartışmalarda yer almamaktan da yanayım. Bir büyüğün dediği gibi "Eğer aşık değilseniz, bugün mutlaka olun. Eğer aşıksanız, bugün yine mutlaka olun!"

Şimdi, Sevgililer Günü için düşlediğiniz bir geceyi çeşitli nedenlerle yaşatamayacaksanız sevdiğinize vaat etmek ne güne duruyor?

Sözgelimi kışı pek sevmediğinizi, yaz insanı olduğunuzu söyleyip başlayın vaat etmeye. Eşsiz bir yaz tatili vaadi her zaman işe yarar. Bilemiyorum, yardımcı olacak mı ama yine de 2002 yazında Radikal’de yayınlanan bir yazımdan alıntılarda bulunayım:

"Atina’dan 80 km. mesafedeki Eğriboz Adası’nın Rodies köyünde, "Deli Thakis"in birkaç masa ve sandalyeden ibaret tavernası ile birkaç odalı pansiyonunu içeren ’dinlenme tesisleri’ var.

Thakis, 60 küsur yaşlarında. Dört kadın eskitmiş, mutfakta çalışan ve kendisinden genç son karısını içip içip dövüyormuş. Seher vakti sandalına binip yüzen balıklarla uğraşan Thakis’in tavernasında müşterilerin ne yiyeceği her gün deniz karar veriyor.

Yemek faslı bitip odalarına çekilen çiftlere bir diyeceği yok kurt ihtiyarın. Ancak, hani biraz fazla ’hassasiyetleri’ olanlara, hani bazen güzellikleri son damlasına kadar yaşamak isteyenlere sandal sefası da sunuyor. Kürek çekebiliyorsanız sandal sizin. Bilmiyorsanız, Thakis kayıkçılık da yapıyor mehtabın ışığında.

Pansiyondaki odalarda ne klima, ne buzdolabı, ne de telefon var. Sadece, çarşaflar ile yastıklar mis gibi beyaz sabun kokuyor..."

Sevgililer Günü kutlu ve verimli olsun.
Yazının Devamını Oku

Yunanistan yasta

3 Şubat 2007
Hem öksüz hem de yetim, üstelik fakir, ancak namuslu genç bir savcı kendisini okutan ağabeyinin, seviyorum dediği kadının ve onun milyarder babasının bir cinayeti örtbas etmek için işbirliği yaptıklarını öğrendiğinde, tek oda evine gelir, bidondaki benzini boşaltır, dışarı çıkar, filtresiz cıgarasını yakar ve inanın hayatımda daha güzelini görmediğim bir Zeybetiko (Zeybek dansının Yunan versiyonu) oynamaya başlar. "Hayat burada bitiyor. Kandilimdeki ışık burada sönüyor. Ve ruhum bir kırlangıç kuşu misali, burada göğsümden fırlayıp uçuyor..." Erkek oyunudur Zeybetiko, protest dansıdır, kuralları yoktur. Dans bittiğinde genç savcı odaya girer. Son ve derin bir nefes aldığı cıgarasını yere atar ve bummm...

Bir başka yerde, bir başka zamanda, bu kez karısı armatör kızı olan ayyaş bir savcı vardır. Armatör babanın gemilerinden biri batıp onlarca denizci boğulunca, ihmalkárlığın ve cinayetin gizli kalması için dosya ayyaş savcıya verilir. Kábuslarında ölen denizcilerin ailelerini görür savcı. Bir süre kendini daha çok verir içkiye. Sevdiği karısı ve kayınpederinin oyununu anlayınca, tavernaya gidip sabaha kadar içer. Ertesi gün geminin kaza sonucu batmadığını kanıtlar. Karısının ve kayınpederinin bileklerine kelepçe takılması uğruna bile olsa...

Bir başka yerde, bir başka zamanda uyuşturucu şebekesinin peşine düşen bir komiser vardır. Bir başka yerde, bir başka zamanda sevdiğini korumak uğruna kurşunlara hedef olan bir mafya babası...

BÜTÜN ŞEHİRLERE TİYATRO

Yunan sineması belki de gelmiş geçmiş en büyük jönünü, bir bakıma hani hem Kadir İnanır’ı hem de Cüneyt Arkın’ı sayabileceğimiz Nikos Kurkulos’u kaybetti. 1960’lı yıllarda altın çağını yaşayan Yunan sinemasında 34 filmde başrolü oynayan Kurkulos 73 yaşında kansere yenildi.

Yunan sineması 1970’li yıllarda kan kaybına başladığında tiyatroya geçti. Sinemadan kazandığı parayla kendi tiyatrosunu kurdu ve sadece müzikli komedilerin hüküm sürdüğü bir dönemde, boş koltuklara oynama pahasına Martı’yı, Guguk Kuşu’nu sahneye koydu. Antik tiyatroya yöneldi, Sofokles’in eserlerini oynadı.

1994 yılında Devlet Tiyatrolarının Sanat Müdürü oldu. Bu görevde 13 yıl boyunca her şehre bir devlet tiyatrosu kurulması için çalıştı. Ölümü nedeniyle devlet tiyatrolarında üç gün yas ilan edildi. Kurkulos’u, İnanır ve Arkın’a benzetirken "bir bakıma" deyişim, tiyatrocu ve yöneticiliği içindir.

Kurkulos’un Yunanistan’ın en zengin ailelerinden armatör Laçis’lerin kızı Marianna ile mutlu bir evliliği vardı. Filmlerindeki gibi kadın parasına köle olmadı.

Yakışıklı adamdı vesselam, karizmatikti desem yeridir.

Aşk ve mandalina

"Aşk nedir" sorusuna binlerce cevap vermek mümkün. Bir zamanların büyük topluluğu Doors’un babası Jim Morrison’un "Aşk cevaptır" demesi boşuna değil. Yıllarca "aşk budur" deyip, sonra "hayır bu değilmiş o" dememiz de olağan.

Aşk kimi zaman sabırsızlıkla hostes sevgiliyi beklemek, kimi zaman Hipokrat Yemini vermiş doktor sevgilinin içirdiği zehri tek yudumda bitirmek, kimi zaman biyolog sevgili uğruna Amerika’daki gezgin tahtakuruları ile ilgilenmektir. Kimi zaman sevgilinin gece yarısı uyandırılıp bir bardak süt içmesinden mutlu olmaktır. Kimi zaman da sevgiliyi güldürebilmek için insanın beynine sancılar girmesidir aşk.

Yaşından, kilondan, başında kalmayan saçlarından utan be adam... Boyun kadar kızın da var üstelik. Aşktan maşktan bahsedeceğine, bize Yunanistan’ın gayri safi milli hasılasını anlat diyebilirsiniz tabii. Okunman için illa da ay ışığında sandalda kürek çekmen gerekmez ki, de diyebilirsiniz elbette.

BEN HER DAİM AŞIK OLMAK İSTERİM

Tamam, kabul ama geçenlerde bir barda gözlerimle gördüğüm "aşk nedir" sorusuna fiilen verilen cevap karşısında duyarsız kalırsam, bir sonraki yaşamımda ne olmak isterdim sorusuna da cevap veremezdim.

Bu dişi şehrin, Atina’nın nezih bar-restoranlarından "17"de bir köşede yalnızlığımla eğlenirken yanı başıma gelen çiftten ilk başta habersizdim. İki içki söylediler. Barmen içkilerle birlikte bir tabak içinde soyulmuş meyve ikram etti. Elma, armut ve mandalina. Kalabalıktan sıkışık durumdayız, barın üstünde duran kadehimi biraz kendime doğru çekince, selamlaştık.

Pek koyu bir sohbete daldıkları söylenemezdi. Piyanistin şarkılarına eşlik ediyorlardı. Birden kadın ağzındaki mandalinayı erkeği ile paylaşmak istedi ve dudaklarına doğru yöneldi. Mandalina dilimi bir dudaktan bir dudağa teslim edilecekti sandım. Bu "icraatı", aşk budur sorusuna cevap için demode buldum. Hayır, öyle yapmadı kadın. Dudaklarını uzattı, erkeğine sadece mandalina diliminin suyunu verdi. Çekirdeğini, zarını kendisine sakladı ve attı.

İşte, işte aşk budur, dedim o zaman. Kadına da erkeğe de hayranlıkla baktım. Kıskanarak...

Erkek de şaşırmıştı sanki biraz. Kendisine meyvenin özünü sunan sevgiliye uzun uzun teslim etti dudaklarını.

Kesin... Hiç tartışmam. Bir sonraki yaşamımda da hep aşık olmak isterim!

Ahhh İstanbul!

Şu İstanbul inanılmaz bir şehir. Pera’da, İstiklal Caddesi’nde yürüyorum. Galatasaray Lisesi’nin karşısında incik boncuk ve kaset çalan bir dükkanın önünden geçerken, Deep Purple’in Smoke on the Water’ının farklı bir versiyonu geliyor kulağıma.

- Kim bunu çalan?

- Dolapdere Big Gang.

- Versene CD’yi.

- Abi çocuklar buradaydı iki dakika önce, istersen çağırayım...

- Ne bileyim, çağır istersen.

- Ahmet, hadi koş, çocuklar İstiklal’dedir hálá, getir!

Önce duyduklarıma inanamadım, sonra da gözlerime. Esmer tenli iki genç geldi yanıma. "Biz Dolapdere Big Gang..."

İmza günü filan anlarım da, bir kasetteki sanatçılarla sipariş üzerine tanışmak ilk kez başıma geldi.

Şimdi CD hakkında görüşümü sorarsanız. Bilmiyorum. Çünkü Taksim’de bir birahanede unuttum.

PAPADOPULOS’UN YENİ İCRAATI

Kıbrıs Rum Yönetimi’nin "Münhasır Ekonomik Bölge" adı altında Mısır ve Lübnan ile anlaşma imzalayıp, KKTC karasularını da içeren bölgede petrol aramak üzere ihale açma çabası için, hem Rumların hem de Atina’nın "bağımsız bir devletin hakkıdır" diye başlayan cümlelerle mazeretlendirmeleri kulağa sanki pek hoş gelmiyor. Rum Yönetimi’nin blöf yapmayı pek seven lideri Tasos Papadopulos, artık "boyunu aşan" işlere de karışıyor mu nedir... Papadopulos’un Ege’de 1987 yılında Türkiye ile Yunanistan’ı savaşın eşiğine getiren "petrol krizi" hakkında bilgisi olmaması imkansız. Ayrıca, selefi Glafkos Klerides’in liderliği döneminde Rusya’dan satın alınan ünlü S-300 füzelerinin Kıbrıs’a değil de sonunda Girit adasına getirildiğini birileri hatırlatmadı mı kendisine? AB’de "Gazu Magusa limanı ancak bizim denetimimizde açılabilir" demekle aynı şey değil bu mesele...
Yazının Devamını Oku

Bir Yorgo’nun anıları

27 Ocak 2007
Bu yazının yarısı Hrant Dink’in cenaze törenini izlerken oluştu. Hrant ile son olarak Papa’nın İstanbul ziyareti sırasında karşılaştığımızda birbirimize rakılı masada buluşma sözü vermiştik. Olmadı. Bu yazının diğer yarısı ise cenaze töreninden sonra kızgınlığım geçip, sokağa pencereden değil de balkondan bakabildiğim bir saate hazırlandı. Ardından yazının iki yarısını birleştirdim. İlk yarısından bir paragraf, ikinci yarısından bir paragraf...

Çocukluk yıllarımda, paskalya bayramından iki gün önce bir kutsal cuma günü kiliseden çıkarken, evimize kadar sönmeden götürmeyi gelenek saydığımız mumları, birileri yolda elimizden alıp hatırlamadığım bir şeyler söyleyerek paramparça etmişti. Aileden hiçbirimiz tepki göstermemiştik, gösteremezdik. Öyle büyütülmüştük.

Kimdi bu insanlar? Mumlarımız, daha doğrusu biz, onları niye rahatsız ediyorduk? Neden o kalabalık yolda birileri çıkıp da oracıkta bize yapılan ayıba tepki göstermedi?

Ertesi yıl aynı gün kiliseden çıkarken mumlarımızı söndürdük. Görünmesin diye bir torbaya koyarak döndük evimize. Sonraki yıllarda da kiliseden çıkarken mumların hep sönük olmasına dikkat ettik. "Farklı" idik, yani "öteki"...

MADALYONUN BİR DE ÖBÜR YÜZÜ VAR

Çocukluk yıllarımda İstanbul’da oturduğumuz mahallede kardeşlerim vardı: Ali ve Bekir. İyi arkadaşlarım vardı: Selçuk ve bizden biraz büyük Cem ağabey. Kalbimin ilk kez farklı çarptığını hissettiğim Nilgün vardı. Voleybol oynayan Nil ve daha bir sürü tanıdık... Bir kez olsun, evet bir kez olsun onlardan farklı biri olduğumu hissetmedim, hissettirmediler.

Delikanlılığımın ilkbaharlarında Rumların takımı Beyoğluspor’da top oynadım. Hemen her maçta yeniliyorduk. Üstelik dayak da yiyorduk. Hakeme itiraz etmek haddimize değildi. Şu kulaklarım, bazı rakip takım oyuncularının arkadaşlarına moral vermek için "öteki" oluşumuzdan başlayan aşağılayıcı cümlelerine kaç defa şahit oldu.

Delikanlılığımın ilkbaharlarında amatör olarak Atakanspor’da da top oynadım. Veysel ile, Yunus ile, Serdar ile yan yana. Bir gün olsun aralarında "öteki" hissetmedim kendimi, hissettirmediler. Gol atarken kucaklaştık, gol yerken üzüldük.

1974 Kıbrıs olayları sırasında okuldan çıkarken, bazı insanların bizi keseceklerini ima eden el hareketlerine, küfürlerine günlerce muhatap oldum.

1974 Kıbrıs olayları sırasında okuldan çıkıp o kepaze "barikattan" geçtikten sonra mahalleme geldiğimde komşularımızın, arkadaşlarımın sımsıcak kalplerini buldum.

MUMUMU PARÇALAYANLAR HÁLÁ ARAMIZDA

Meslek hayatıma profesyonel anlamda Anadolu Ajansı’nda başladım. Önce yıllarca saygı sevgi gördüm amirlerimden. Sonra aynı Anadolu Ajansı’nda hálá kabullenmek istemediğim bir zihniyet, sırf "öteki" olduğum için bana cehennem hayatı yaşattı. Yuvamdan kopmak zorunda bırakıldım.

Meslek hayatımın özel sektörde devam eden aşamasında da "Yorgo" adını sakıncalı sayan Türk siyasetçilere de, meslektaşlara da rastladım. Ancak bunların çok az olduğuna inanıyorum. Çünkü bir "Yorgo" istediği kadar meziyetli olsun, Hürriyet, Radikal, Milliyet, NTV, CNN Türk ve TRT radyosu gibi medya kuruluşlarında, Türkiye’yi birinci derecede ilgilendiren bir merkezden, Yunanistan’dan haber geçebiliyor ve yazı yazabiliyorsa, bu öncelikle onu "öteki" görmeyen zihniyetlerin sayesindedir.

Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra Türk basınında çıkan pek çok yazıyı okudum, televizyonlarda, radyolarda pek çok görüş dinledim.

Demek ki, çocukken kilise çıkışı mumları elimden alanlar, "Burası Türkiye, Türkçe konuş" diyenler, futbol oynarken beni dövenler, meslek hayatımda sadece "öteki" sayıp haksızlık edenler hálá dimdik, hálá ayakta, hálá aynı kafada...

Ancak, bir "Yorgo" olarak biliyorum ve söylüyorum.

Bu kafalar kesinlikle Türkiye değil!

Güven-ekmek-insan ve İsmail Cem

Takvimler 2001 Haziran’ını gösteriyordu. Kuşadası’nın karşısındaki Sisam adasında idik ve o gün tarihe ihanet edildi.

Dönemin Yunan Dışişleri Bakanı Yorgos Papandreu, ünlü besteci Vasilis Tsitsanis’in yıllar önce yazdığı "Bulutlu Pazar" ile zeybek dansı yaparak medyanın gündemine damgasını vurmuştu. Oysa, birkaç saat önce Sisam’da düzenlenen basın toplantısında İsmail Cem’in söyledikleri, Papandreu’nun o dansından çok ama çok anlamlıydı.

Yunanlı gazeteci, "Türk-Yunan ilişkilerindeki sorunları sıralar mısınız?" diye soruyor. Herkesin beklentisi, Kıbrıs’tan, Ege’den başlayan bir dizi sorunların sıralanması. Kıta sahanlığı, hava sahası, karasuları, askeri uçuşlar, Batı Trakya ve diğerleri...

İsmail Cem hepimizi şaşırttı. Üç kelimeyle anlattı tüm sorunları: Güven-ekmek-insan.

"Güven, çünkü iki ülke ilişkilerinde sıcak bir olay, bir gerginlik ihtimali tamamen ortadan kalkmalı. Ekmek, çünkü ekonomik ilişkiler geliştikçe iki taraf da kazançlı çıkıyor. Ve insan, çünkü halklar birbirini tanıdıkça anlayış-hoşgörü-sağduyu kök salıyor. Bunlardan daha önemli bir Türk-Yunan meselesi yok" dedi İsmail Cem.

Ertesi gün Sisam’dan Kuşadası’na geçerken, Papandreu ve Cem ile bizlerin içinde bulunduğu tekneler Türk ve Yunan sahil güvenlik botlarının eşliğinde Ege’yi yararken, o çilekeş masmavi sular ne denli sevindiler bilemezsiniz.

BUGÜNÜ İSMAİL CEM’E BORÇLUYUZ

İsmail Cem, 1999 yılında başlayan Türk-Yunan yakınlaşmasının mimarıdır. İzlediği politika, ılımlı açıklamaları ve imzaladığı anlaşmalar bir yana, Yunanlının kafasındaki "Türk imajı"nı değiştirmeye çalıştı. En azından Yunan halkının kendisine "acaba" sorusunu sormasına yol açtı.

Bugün Yunanlıların en sevdiği Türk politikacı olarak hatırlanıyorsa, bu çabasında başarılı olmuştur.

Atina metrosuna bindiğinde Yunanlı bir kadının fırlayıp oturması için yerini Cem’e vermesini ve "sizi seviyoruz" demesini unutmayacağım.

Pek çok başkentte karşılaştım İsmail Cem ile. Sohbetlerimiz oldu. Yazılmaması kaydıyla söyledikleri vardı. Hepsi yapıcıydı ve karşı tarafa anlayışla, hoşgörü ile bakıyordu.

Atina’dan bildiren bizler, onca yıl Yunanlı politikacıların açıklamalarını "tahrik etti", "tehdit etti" diye tamamlayan cümlelerle geçerdik. Yunanlı politikacılar için eğer "jest", "dostluk mesajı" kelimeleriyle eklenmiş haberler geçtiysek ve geçiyorsak, bunu büyük ölçüde İsmail Cem’e de borçluyuz.
Yazının Devamını Oku

Sosyal yasaklar

20 Ocak 2007
To Thema gazetesinin pazar eki olan Bigh Fish dergisinde yayınlanan "yeni sosyal yasaklar"ı ithal olabileceklerine pek de aldırmadan aktarıyoruz: Kellerin girişi yasaktır.

Martiniye zeytin katmak yasaktır.

İştahsızların girişi yasaktır.

Aldatılmış kocaların girişi yasaktır.

Karşı cinsi tercih edenlerin girişi yasaktır.

Sağır dilsiz dilinde küfretmek yasaktır.

Uzun kurdele sallayan dansçıların girişi yasaktır.

İç çamaşırı giyenlerin girişi yasaktır.

Düztabanların girişi yasaktır.

Limoni tiplerin girişi yasaktır.

Sağ elle burun karıştırmak yasaktır.

Etoburların girişi yasaktır.

Titanik filmi hayranları giremez.

Çok çalışkan öğrenciler giremez.

Mikonoslular giremez.

Yakın zamanda diş doktoruna gitmeyenler giremez.

Bakireler giremez.

Kızakları yanlış kullananlar giremez.

42 numaradan büyük ayakkabı giyenler giremez.

Tuhaf favorileri olanlar giremez.

Botoks yaptıranların içki içmesi yasaktır.

Başkalarının dediklerine önem verenler giremez.

John Lennon’a benzeyenler giremez.

Kayak çizmeleri ile dolaşmak yasaktır.

Göğüslerini ameliyatla şişiren kadınlar giremez.

İsviçreli işadamları giremez.

Ayak tabanında kılları olanlar giremez.

Uzaylılar giremez.

Röntgenciler giremez.

Anneye telefon etmek yasaktır.

Büyük İskender krizi

Yunanistan’ın en önemli dış sorunu hiç şüphesiz Türkiye. Siyaset hayatından tutun da çocuklara anlatılan masallara kadar Türkiye’nin, Türklerin çok ama çok önemli bir yeri vardır. İster ikili ilişkiler, ister Kıbrıs veya AB bağlantılı olsun, Türkiye’siz gün pek geçmez bu diyarda.

Dolayısıyla "rutin" gündemin değişmesi ve tıpkı geçenlerde olduğu gibi Yunanistan’ın başka bir ülkeyle sorunlarının gündeme gelmesi bana artık hoş bir fasıla gibi geliyor.

Efendim, Yunanistan’ın Makedonya Cumhuriyeti ile sorunları var. Daha doğrusu Makedonya Cumhuriyeti’nin Yunanistan ile sorunları.

Yunanistan, eski Yugoslavya’nın dağılmasıyla 1990 yılında kurulan Makedonya Cumhuriyeti’nin kendisine karşı "yayılmacı emelleri olduğu" iddiasıyla ambargo dahil başvurmadığı engel bırakmadı.

"Yunanistan Makedonya’da, Makedon da benim. Benim adımı da kimse kullanamaz" diyor. Bu nedenle de, Türkiye, ABD, Rusya, Çin ve bazı Avrupa ülkeleri dahil, dünyanın pek çok ülkesinin "Makedonya Cumhuriyeti"ni resmen tanımalarına rağmen Yunanistan, bu ülkenin AB ve BM gibi uluslararası kuruluşlarda hálá "Eski Yugoslavya’nın Makedonya Cumhuriyeti" (FYROM) adıyla tanınmasında ısrar ediyor. Atina’nın ısrarı ve tehditleri karşısında Üsküp geçen 17 yıl içinde bayrağını değiştirmek zorunda bile kaldı.

TARİH DEĞİŞMEZ

Makedonya üzerindeki anlaşmazlık, ister istemez Büyük İskender’i de kapsıyor. İşte geçtiğimiz günlerde Büyük İskender yüzünden Atina-Üsküp ilişkilerinde gerginlik yaşandı.

Atina’da kopartılan yaygaranın nedeni, Makedonya Cumhuriyeti hükümetinin, Üsküp’teki Petrovec havaalanının adını "Büyük İskender" olarak değiştirmeye karar vermesi. Yunan Dışişleri "Tarih 2300 yıl sonra ne değişir ne de saptırılabilir. Büyük İskender, Yunan medeniyetini bütün dünyaya yayan Yunan başkomutandır" şeklinde bir açıklama yaptı.

Üsküp’ten gelen cevap ise "Havaalanımıza ilk başta ’Makedonyalı İskender’ adını vermeyi düşünüyorduk. Büyük İskender adını vermemiz bile iyi niyetimizi gösteriyor. Makedonyalı başkomutan bir ülke veya bir ulusun değil tüm insanlığın mirasıdır" oldu.

YUKARIDAN İZLİYOR MUDUR?

Hani efsanesi bir yana, eh insanlığı da az kana bulamamış Büyük İskender, yukarılarda bir yerden bütün bunları izliyorsa acaba ne derdi?

Yaklaşık 15 yıl önceydi. Makedonya havayollarına ait yolcu uçağı arıza nedeniyle Atina’ya mecburi iniş yaptığında, üzerindeki amblemin (Vergin Güneşi) görünmemesi için Yunanlı yetkililer üzerine bez örtüp günlerce öyle bekletmişlerdi. Aynı dönemde İstanbul’u ziyaret eden bir grup Yunanlı gazeteci ise tattıkları ve çok beğendikleri yemeğin adının "İskender kebabı" olduğunu öğrenince biraz kızmışlardı.

Eğer izliyorsa yukarıdan Büyük İskender, bir şey demiyordur belki de. Sadece gülüyordur.

Çürük asker

Ciddi sağlık nedenleri olanlar askerlik yaşları geldiğinde ilgili kurullardan geçtikten sonra çürük raporu alırlar ve askere gitmezler. Ancak komşuda durum sanki biraz farklı.

Atina’da bir askerlik şubesinde gizlice bazı belgeleri ortadan kaldırmaya çalışırken bir subayın suçüstü yakalanması üzerine mesele biraz araştırıldığında, 1997-2003 yılları arasında 28 bin 831 kişiye "çürük raporu" verildiği ortaya çıktı. İsimler açıklanmıyor ama çürük raporu alanlar arasında ünlü işadamlarının oğulları, siyasetçiler, sanatçılar, futbolcular var.

Medyaya sızan haberlere bakılırsa, Yunanistan’ın ilaç ve kozmetik sektörünün 1 numarası Yianakopulos ailesinin oğlu da bu listede. İşin ilginç tarafı delikanlının ilk raporda sağ, ikinci raporda ise sol dizindeki sağlık sorunu nedeniyle askerlikte muaf tutulması.

Aldıkları raporlara göre, askere gitmeyen sanatçıların önemli bir bölümünün ya "akli dengesi bozuk" ya da "ruhsal sorunları var". Halen 2. ligde top koşturan bir futbolcu ise "doğuştan omurgasındaki sorun" nedeniyle askerliğe elverişli bulunmamış.

Şimdi dosyalar tozlu raflardan indiriliyor. Raporlular yeniden kontrolden geçecek.
Yazının Devamını Oku

Lokmacı Barikatı hakkında

13 Ocak 2007
Kıbrıs’ta 1974’den sonra çıkan en büyük çözüm fırsatı, Annan Planı için yapılan referandumdan aylar öncesindeydi. KKTC’de hemen her gün "çözüm mitingleri" yapılıyordu. Rum tarafında bir "sevinç" ki, anlatamam. Dıştan bakıldığında tablo şuydu: Yıllarca çözüm isteyen taraf Rumlardı şimdi Türkler de istiyor...

Dora’nın günlüğü

"Suyun Öte Yanından" birkaç ay önce Yunan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani’nin "mutlu günü"nden bahsetmişti.

Bakoyani, oğlu Kostas’ı zengin Kıbrıslı Rum ailelerinden Kamburidis’lerin kızı Kalia ile evlendirmişti. Sade, ancak tüm Atina’nın konuştuğu bir düğündü ve Bakoyani çok mutlu görünüyordu.

Öğrendiğimize göre, Dora iki hafta önce de yine bir düğünde idi.

Bu defa, kızı Aleksia’yı borsacı Manolis Varsos ile evlendirmiş. Ama oğlu Kostas’ın düğününün aksine, bu düğün medyaya pek yansımadı. Aleksia’nın düğününde sadece çiftin yakın akrabaları varmış.

Kötü dillere bakılırsa, Dora Bakoyani ilk eşinden boşanan kızı Aleksia’nın bu evliliğini pek onaylamamış. Aralarında büyük yaş farkı bulunması bir yana, yeni damadının "snob" yaşamından da hoşnut değilmiş. Bu arada damat ilk eşinden boşanmak için 300 bin euro tazminat ödemiş.

Aleksia Bakoyani’nin ilk evliliğinde bulamadığı mutluluğu, ikinci evliliğinde bulmasını dileriz.

Düğün yorgunluğunu daha üzerinden tam atamamıştı Bakoyani ki, 89 yaşındaki babası ve Yunanistan’ın eski başbakanlarından Konstantinos Miçotakis’in ciddi rahatsızlığı ile sarsıldı. Doktorların "Bir gün bile beklemeyin" demesi üzerine Miçotakis ileri yaşına rağmen açık kalp ameliyatına alındı ve ameliyat tam altı saat sürdü.

Dora bir an olsun Onasion Hastanesi’nden ayrılmadı. İlk haberler sevindirici. Ameliyat başarılı geçti.

Bize geçmiş olsun demek düşer.
Yazının Devamını Oku

Kolonaki’de yılın son günü

6 Ocak 2007
Yunan atasözü, "Evini methetmezsen günün birinde başına çöker" der. Hürriyet Atina bürosunun bulunduğu Kolonaki semtinde 31 Aralık günü gördüklerimi ve yaşadıklarımı bu atasözü olsaydı da, olmasaydı da yazacaktım.

Yeni yıla denk düşmesi nedeniyle günlerden pazar olmasına rağmen dükkanlar açıktı. 1950’li yıllarda semt inşa edilirken bulunan tarihi küçük bir kolondan adını alan Kolonaki en kalabalık günlerinden birini yaşıyordu.

Sokaklarında, birbirinden pahalı markaların ürünlerini harika bir vitrin estetiğiyle teşhir ettiği dükkanlar ile birbirinden ünlü siyasetçilerin, işadamlarının ve sanatçıların oturdukları apartmanları barındıran Kolonaki’nin meydanında kafelerin, restoranların ve barların egemenliği hüküm sürer. Avrupa’de kahveyi en pahalı (ortalama 5-7 euro) içebileceğiniz meydan kafeleri buradadır.

BU ÇOCUKLARA ŞEKER YETMEZ

Bendeniz bilgisayarımın başında bir yandan rahmetli hocam Ahmet Uran Baran’ın hálá kulağımda küpe olan "Bayram günleri gazeteye yurtdışından haber koymak diğer günlerden daha kolaydır" sözü ile Yunan gazetelerini mercek altına alırken, bir yandan da balkon kapısından ellerinde alışveriş paketleri ile yoldan geçenleri göz ucuyla izliyordum.

Kapı çaldı. Buralarda adettir. Noel ve yılbaşında çocuklar üçgen şeklindeki zilleri çalıp bayram şarkıları söylerler. Bizler de bu şarkıları dinlemeyi uğur sayarız: "Aybaşı yılbaşı, Aziz Vasilis geliyor Kayseri’den. Otur bizde ye iç, şarkılar söyle gönlümüzü eğlendir".

Şeker ikramı ile filan geçiştiremezsiniz bu çocukları. Memnuniyetinizi daha somut, yani nakit olarak göstermeniz gerek. Birkaç kez açtım kapıyı ve bu şarkıları dinledim. Sonra "çocuk uyuyor", "hasta var" gibi aşina bahanelere başvurdum.

Öğleyi geçiyordu vakit ki dışarı çıktım. Meydanda iğne atsanız düşecek yer yok neredeyse. Kafelerdeki masalara ilişti gözüm. 364 günün aksine kahve servisi yoktu. Beyaz örtüler, tabaklar, çatallar-bıçaklar vardı masalarda. Ve her bir masada ünlüler... Kimi akrabaları, kimi dostları ile oturmuş yemek yiyorlardı.

ESPRESSO YERİNE ŞAMPANYA

Meydanın son kafesi "Da Capo"ya yaklaşmak ise neredeyse imkansızdı. Polisiye bir romana bile konu olan (Da Capo’da Cinayet) bu kafenin girişinde piyanist şantörün biri kaptırmış kendini, eski ve yeni Yunan şarkılarını peş peşe sıralıyordu. Normal şartlarda 30-40 kişinin oturabildiği bu kafede en az 200 kişi vardı.

Herkesin elinde şampanya kadehi, tabağında somonlu ya da proşuttolu sandviç. Espresso ve capuccino bugün izinliler.

Şık hanımefendiler ve şık beyefendiler birbirlerine yeni yıl temennilerinde bulunuyorlar. Piyanistin söylediği şarkıya eşlik etmek için sandalyelerinden fırlayanlar, masalarında neşe kaynağı oluyor.

Aralık ayının son gününde ilkbaharı kıskandıracak bir güneş, yüzlerce insanın dudaklarından eksik olmayan tebessüm ve Da Capo’daki piyanistin şarkıları. Daha ne olsun?

KOLONAKİ BİR BAŞKA

Karanlık çöktü. Dükkanlar kapandı. Kolonaki Meydanı’nda güzellik de "perde" demeye hazırlanıyordu. Herkes yılbaşı gecesi kurtlarını dökmeden dinlenmek için evine gidiyordu.

Akşam Kolonaki Meydanı bomboştu. Kafeler bile kapandı. Yanıp sönen binlerce küçük lambanın dışında birkaç saat önce yaşananların şahidi kalmamıştı.

Kolonaki’yi İstanbul’umun Nişantaşı’na benzetirim hep. 2005’in son günü Nişantaşı’nda idim. Güzeldi güzel olmasına ama Kolonaki bir başka...

Tasos’un yeni yıl mesajı

"Kimseye çözüm istemediğimizi iddia etme hakkı tanımıyoruz. Politikamız ve yaptıklarımız, daima çözüm istikametindedir. Herkesten önce ve herkesten fazla ve en kısa sürede çözümü biz istiyoruz. Çünkü çözümsüzlüğün olumsuz sonuçlarına katlanan bizleriz. Eğer bazı kimseler, Kıbrıs sorununun nihai çözümüne katkıda bulunduklarına inanarak bölücü bir varlığı cesaretlendirme ve destekleme yolunu seçiyorlarsa, haksızlıktan daha da büyük bir hata işlemektedirler."

İnanır mısınız bilmem ama bu sözler Rum Yönetimi lideri Tasos Papadopulos’un yeni yıl mesajında yer aldı.

Şimdi, Rumlar bu mesajı duyduklarında ne dediler? Bilemem. Madem "tüm Kıbrıs’ın cumhurbaşkanı" olduğunu söylüyor Papadopulos; bırakın uzun geçmişini, 2004’ten bu yana yaptıklarını bilen Kıbrıslı Türkler ne dediler? Bilemem. Tasos’un Atina destekli inadına muhatap kalan ve göründüğü kadarıyla daha da kalacak AB ne dedi? Bilemem. Emekliliğin ilk günlerini yaşayan ve sanırım damağında hálá acı bir Kıbrıs tadı olan eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan ne dedi? Onu da bilemem...

BİLDİKLERİM...

Bildiğim, Rum Yönetimi’nin eski lideri Glafkos Klerides’in önümüzdeki günlerde piyasaya sürülecek ve Rum kesimindeki "Kıbrıs Üniversitesi" öğretim üyesi Niyazi Kızılyürek’in yeni kitabında yer alan sözleridir: "Tasos’un politikası mantıksız. Kıbrıs, sonunda ikiye bölünecek". Ancak, Klerides 2004 seçimlerinde Papadopulos’a yenildi. Üstelik hayli ihtiyarladı ve aktif politikadan uzaklaştı.

Bildiğim, Rum kesiminde Papadopulos’un tartışmasız bir şekilde oyunun hakimi olduğudur. Bildiğim, Rum kesiminde 2007 yılı içinde çözümü pek kimsenin beklemediği, hatta istemediğidir. Bildiğim, 2008 yılındaki seçimler için bugün itibariyle Papadopulos’tan başka güçlü bir adayın bulunmadığıdır.
Yazının Devamını Oku

Deveci Ferhat’ın öyküsü

30 Aralık 2006
Yunan sineması Elias Kazan, Kostas Gavras ve Teodoros Angelopulos gibi dünya çapında ün yapmış yönetmenlere rağmen, birkaç istisnayı saymazsak Türk sinemasının gerisinde. Bu ülkenin insanları için Yunan sineması 1970’lerde bitti ve bir daha önemli bir varlık gösteremedi. Bu nedenledir ki, sözgelimi Filiz Akın’a benzerliğiyle tanıdığımız Aliki Vuyiuklaki’nin 1960’larda çektiği filmler hálá televizyonlarda primetime kuşağında gösteriliyor ve bu filmleri bilmemkaç kez izlemelerine rağmen insanlar hálá zevk alıyor.

1960-1970 döneminde çekilen Yunan komedilerinin bazılarında, başrolde oynamamakla birlikte insanların hayatını değiştiren bir "kahraman" var. Kah, kızını tertemiz bir Yunan delikanlısına veren, kah cömertliği ile fakir lakin namuslu delikanlıyı bir çırpıda zengin eden, kah o delikanlı kadar fakir lakin yine o delikanlı kadar namuslu genç kızın rüyalarını gerçekleştiren bir "kahraman": Arap prensi ya da kralı.

FERHAT OTELDE HAPİS

Senaryolardaki "Arap" ısrarının, esrarlı doğuya olan meraktan başka, Suudi Arabistan kralı 2. Suud’un 1960’lı yıllarda dillere destan bir aylık Atina tatilinden de kaynaklandığını söylesem inanır mısınız?

İnanmıyorsanız, geçenlerde Ta Nea gazetesinde okuduğum Batı Trakya Türklerinden Ferhat’ın öyküsünü anlatayım:

Efendim, Suudi Arabistan kralının bu ziyareti için Yunan hükümeti ve bizzat dünyanın en zengin adamlarından armatör Aristotelis Onasis aylar önceden seferber olmuşlar. Kralın kalabalık heyetiyle birlikte Atina’ya gelip sahil semti Kavuri’deki lüks otele yerleşmeden birkaç gün önce Riyad’dan gelen "haber" Yunan yetkilileri telaşlandırmış:

"Kral hazretleri günde üç kez deve sütü içer. Çocukları da öyle."

Ne gezer deve Atina’da... Nerden bulasın sütünü...

Birinin aklına gelmiş, Yunanistan’da bir tek Batı Trakya’da hálá develer var diye. Onasis hemen bir adamını yollamış. Adam sorup soruşturmuş, sonunda Gümülcine’deki köylerin birinde deveci Ferhat’ı bulmuş.

- Yeni doğurmuş, sütü bol deven var mı?

- Var.

- Onasis satın almak istiyor. Kaç paraysa ödeyecek. Suudi Arabistan kralına hediye edecek.

Atina’dan hemen bir veteriner getirtmişler. Takip etmiş, deve günde kaç litre süt veriyor. Beş litre...

Yüklemişler hayvanı kamyona; doğru Atina’ya.

Ferhat almış parasını, tam köyüne dönecekken polisin biri gelmiş yanına:

- Gitmek yok! Deveyi kim sağacak?

- Ama köyde bekleyenlerim var.

- Anlamam... Bir ay burada kalacaksın.

BU SEFER DE DEVE HAPİS

Otele yerleşmiş Ferhat. Her sabah Alman bir veterinerin denetiminde deveyi sağıyor, sütü bizzat krala götürüyormuş. Bir ay içinde hani 50 dönümlük toprak satın alabilecek kadar para kazanmış ama o yeni develer almayı tercih etmiş.

Suudi Arabistan kralı, Atina’da bir ay içinde Ferhat gibi daha çok kişiyi zengin etmiş. Garsonları, oda bakıcılarını. Yolda karşılaştığı fakirlere pahalı hediyeler vermiş.

Kralın o ziyareti yıllarca konuşuldu buralarda. Cömertlikle eş tutuldu "Arap kralı" ve onca siyah-beyaz Yunan filmine malzeme sağladı.

Ya Ferhat ne oldu?

Yıllar yılları kovaladı. Develerin süksesi bitti Batı Trakya’da. Ferhat da baba mesleğini bırakıp Gümülcine’de Yenice Mahallesi’nde bir kahve açtı. Çay demliyor şimdi ama geçmişini unutmuyor. "Develerden çok ekmek yedim" diyor. Bu yüzden birkaç yıl önce Türkiye’den bir deve almış kendine. Gümrükte bırakmamışlar. Deve şimdi İpsala yakınlarında bir köyde. Ferhat da her ay gidip hayvanı görüyor.

Yeni yıl dilekleri

Aralık ayının, koskoca bir yılın son günü.

Saatler gece yarısından birkaç dakika önceydi ve tıkanmış trafikte bir taksinin içinde bekliyordum. Fırladım. 2006 yılına gökyüzüne bakarak mutlu girdim. Bir sürü dilekte bulundum içimden yürürken. Kimi gerçekleşti, kimi gerçekleşmeye yaklaştı, kimi bir başka yıla ertelendi, kimi de o andaki yeni yıl dileği olmadan öteye gitmedi.

Yarın yine yılbaşı. Yine, ne dileklerde bulunacağız kim bilir hepimiz. Diyorum ki, önce bir yıl boyunca bizi üzenler, üç beş paraya satanlar, üç beş vakit, üç beş yalanla bizi kandıranlar için bir dilekte bulunalım.

Onlara bol şans dileyelim. Onların şansa bizden daha fazla ihtiyacı var çünkü.

Ve yeni dileklerde bulunalım. Her şeyi isteyelim hiç tenzilat yapmadan. Bu defa emin olun, gerçekleşmeyecek dileğiniz kalmayacak.

Atina’dan herkese mutlu yıllar. Herkese iyi bayramlar.
Yazının Devamını Oku