Yorgo Kırbaki

Siga siga ve taka taka

26 Ağustos 2006
"Siga siga" yani yavaş yavaş yürür işler diyarda. Herhangi bir yolda açılan bir çukurun kapatılması, bozuk bir trafik lambasının tamiri uzun zaman alır. Sürekli hata sinyali veren bir telefonun kontrolü için teknisyenin kapı zilini çalması bazen dört, bazen beş gün gerektirir. Patlamış borulardan günlerce su akar durur.

Bu açıdan, gezdiğimiz gördüğümüz AB üye ülkelerinden hemen hiçbirine benzemiyor Yunanistan. Buna karşı AB ile üyelik müzakerelerini başlatan bir ülkeyi nasıl da hatırlatıyor...

Ancak geçenlerde yaşanan bir olay, Yunanistan’da da istendiği takdirde bazı şeylerin hemen yapılabileceğini gösterdi. Yeter ki ciddi bir "neden" olsun!

Harry S. Truman malumunuz ABD’nin 33. Başkanı. II. Dünya Savaşı’nda atom bombasının kullanılmasına "okey" demesi, Türkiye ve Yunanistan dahil, müttefikleri hem komünizmden "koruyan" hem de ekonomik yardımı öngören o ünlü "doktrini" ve Kore savaşı ile ünlü Truman’ın 43 yıl önce Atina şehir merkezinde bir heykeli dikildi.

Yunan halkında ABD’ye karşı yoğun bir antipati vardır. Yakın tarihte, II. Dünya Savaşı sonrası iç savaşta, 1967’de Albaylar Cuntası’nın iktidara gelmesinde, 1974 Kıbrıs olaylarında hep ABD’nin büyük rolü bulunduğu halkın beynine-vicdanına yerleşmiştir. Hatta günümüzde bile Türk-Yunan sorunlarında Washington’un hep Ankara’nın yanında yer aldığına inanılır.

İKİ HAFTADA YENİDEN YAPILDI

Truman heykeli Atina şehir merkezinde olmakla birlikte ağaçlar yüzünden uzaktan pek fark edilmez. Muhtemelen birileri bu heykeli yerleştirirken halkın duygularını da göz önünde bulundurdu.

Ancak yine de geçen yıllar içinde Truman’ın heykeline kaç saldırı düzenlendi, tam olarak bilen yok. Bombalı saldırılardan tutun da, heykelin boyanmasına hatta ambalaj kağıdına sarılmasına kadar...

Atina’da Amerikan aleyhtarı protesto gösterilerinde de Truman heykeli genellikle nasibini almıştır. Her defasında da ABD, Yunanistan’a diplomatik girişimde bulunarak "üzüntüsünü" bildirmiştir.

Geçenlerde de İsrail aleyhtarı bir gösteri sırasında Truman heykeli yerle bir edildi. Göstericiler ABD’ye lanet yağdırdı. ABD büyükelçisi üzüntüsünü dile getirirken, Truman’ın Yunanistan’a büyük yardımları dokunduğunu hatırlattı.

Nasıl olduysa işte, heykel rekor sayılabilecek bir süre içinde (iki hafta) onarılarak yerine dikildi. Hatta kamu düzeni bakanı Vironas Polidoras heykelin dikilmesinde bizzat hazır bulundu.

Demek ki Yunanistan’da bazı şeyler, halkın deyimi ile "taka taka" yani çabucak da oluyormuş...

Aman doktor canım doktor

Hastalarını, elinde şarap kadehi ile muayene eden doktorlar ya da iştahlarına pes denecek hastaların olduğu bir hastane olur mu hiç?

Eğer Volos şehrinin devlet hastanesinin faturalarına bakılırsa, bal gibi olur!

Buralarda adettir, Noel ve Paskalya gibi bayram günlerinde hastane yönetimi nöbetçi doktorlara yemekhanede şarap da ikram eder. Sözgelimi Larisa şehrinin 300 yataklı devlet hastanesinde 2005 yılı içinde bu ikram için 33, Trikala şehri devlet hastanesinde de 44 euro harcanmış.

Daha küçük bir hastanesi bulunan Volos’ta ise tam 945 şişe şarap, 290 şişe de bira tüketilmiş bayram günlerinde. Bu içkilere yaklaşık 2 bin euro ödenmiş. Şimdi o günlerde muayene ya da ameliyat olmuş hastaların halini varın siz düşünün.

AFİYET OLSUN!

Gelelim hastalara. 2005 yılı faturalarına bakılırsa, Volos Devlet Hastanesi’ndeki hastaların, sözgelimi Larisa Devlet Hastanesi’ndeki hastalardan çok daha iştahlı olmaları gerek. Larisa’da yatan her hasta günde 240 gram beyaz, 65 gram kırmızı et ve 600 gram sebze-mevye tüketirken, Volos’daki bir hastanın ortalama 420 gram beyaz, 200 gram kırmızı et ve 1.5 kilo sebze-meyve tüketmesi başka nasıl izah edilebilir?

Sağlık bakanlığı müfettişleri bu durum karşısında huylanmış olsalar gerek, hastane yönetiminden birilerinin görevlerini kötüye kullanmış olabileceği, yani faturaların şişirilmiş olabileceği şüphesiyle soruşturma başlattı.
Yazının Devamını Oku

Havuzlar şampanya dolu milli yemek suşi

19 Ağustos 2006
Mikonos’ta öğle yemeği saat 20.00 sularında yeniyor. Ardından uyku vakti. Akşam yemeği ise güneşin doğuşundan üç dört saat önce yeniyor. Ardından eğlence... Güneşin doğuşu, ne libidoyu ne de alkolü etkiliyor. Mick Jagger, "toparlamak kaydıyla arada bir dağıtabilirsin" sözünü söylerken herhalde Mikonos adasını ya bilmiyordu ya da istisna sayıyordu.

Atina sosyetesinin ünlü simalarından Yunanlı dostlarımızın davetlisi olarak 20 yıl sonra ziyaret ettiğimiz Mikonos’ta gezdiğimiz yerler ve gördüklerimiz, bu diyarın Yunanistan’ın başka hiçbir adasına benzemediği ve sözgelimi İbiza ya da St. Tropez gibi "uluslararası pasaport" sahibi olduğunu teyit etti.

"Günah adası" Mikonos’ta ilk öğrendiğimiz "mesai" saatleri oldu. Öğlen 14.00 gibi uyanıyorsunuz, kahvaltının ardından denize gidiyorsunuz. Öğle yemeği saat 20.00 sularında yeniyor. Ardından uyku vakti. Çocuklar gece yarısı, anne-babalar bir, gençler ise iki saat sonra sokağa çıkıyorlar. Akşam yemeği güneşin doğuşundan üç dört saat önce yeniyor. Ardından eğlence. Güneşin doğuşu, ne libidoyu ne de alkolü etkiliyor.

ŞEZLONG KİRASI 3 BİN EURO

Uyandık ve kahvaltımızı yaptık. Adanın sahillerini gezmeye başlıyoruz. Eşcinsellerin mekanı Super Paradise Plajı, 20 yılda büyüyüp olgunlaştığımızı ve pek çok şeyin artık bizi şaşırtmadığını, hatta ilgimizi bile pek öyle çekmediğini gösterdi. Elia’da, Kalafati’de, Plati Yialo’da tertemiz sahillerle kucaklaştık ama arabamızı park edinceye, şezlong buluncaya kadar canımız çıktı.

Müzik, kulakları rahatsız edecek düzeyde, her plajın barında da birileri dans ediyor. Kimi Yunan, kimi İngiliz, kimi Japon, çoğu İtalyan... İlgimizi en çok çeken Psarou’daki plaj oldu. Burada, deniz kıyısındaki şezlonglar "altın madeni" gibi. Vallahi de billahi de kombine bilet usulü kiralanıyorlar. 2006 yazı için denizden iki adım mesafede şezlonga uzanmak isteyenler, sezon başında 3 bin euro ödedi. Psarou plajında güneşlenirken seyyar çalgıcı olarak bir saksofoncu çekiyor ilgimizi.

EN PAHALI EVLER

Yunanistan’ın birçok adasında bol bol bulduğumuz sakin sahillere Mikonos’ta rastlayamadık. Keşfedilmedik yanı kalmamış bu adanın.

Her yerinde büyük paralar dönüyor, rekabet de büyük oluyor ister istemez. Bu yüzden hizmet sektörü pek gelişmiş. Hizmet anlayışı dört dörtlük. Her şey abartılmış ancak her şey de standartların üzerinde.

Tek bir ağacın bile olmadığı kupkuru kayalıklarda mantar gibi türeyen inşaatlar dikkatimizi çekiyor. Mikonos, gayrimenkulleri dünyanın en pahalılarından. Düşünsenize, 200 metrekare bir ev inşa edebilmek için sekiz dönüm arazi satın almak zorundasınız. Bu nedenle de yeni evlerin hemen tümünde yüzme havuzu, spor sahası v.s. var.

PARK YERİ TORPİLLE

Deniz faslı bitti, güneş de ertesi gününe kadar dinlenmeye çekilmek üzere. Öğle yemeği için dostlarımız bizi "Sol Y Mar"a götürdüler. Yemeğimiz, Mikonos sosyetesinin yallardır "milli yemeği" olan suşi ve ıstakozlu makarna. Adamlar "Greek suşi"yi bile keşfetmişler. Pirinçli ıspanak, marine edilmiş mezgit balığı, karides tartar filan. Tatlı olarak masaya gelen ananaslı, şeftalili baklavayı, Güllüoğlu baklavacısı tatsa esefle protesto ederdi.

Gece haberlerinden biraz sonra kalktığımız öğle uykusunun yorgunluğunu duş alarak attıktan sonra Hora’ya yani adanın merkezine yöneliyoruz. Atina’ya taş çıkartacak fiyatı olan bir otoparkta, dostlarımızın ismini söyleyerek yani torpil ile arabamızı bıraktıktan sonra daracık sokaklara karışıyoruz. O kadar metrekare içinde o kadar ünlü markayı bir arada görmek başka bir yerde imkansız olsa gerek. Turistik eşya o kadar çok ki, alası gelmiyor insanın.

HER KÖŞEDE BİR MEŞHUR

Sahilde yürürken eski başbakanlardan Andreas Papandreu’nun son eşi Dimitra Liani ile karşılaşıyoruz. Yanındaki genç yeni sevgilisi olsa gerek.

Akşam yemeğini Kamares’te yedik. İki üç yıl önce uluslararası ödül almış bu bar-restoranda deniz ürünleri hamur işi yemeklerle birleştirilmiş. Masamıza Lefteris Pandazis yaklaşıyor. Ajda Pekkan ile ortak şovlarından tanıyoruz kendisini. Mikonos’un en revaçta mekanlarından La Notte de sahne alıyor bu dönem. Saat 04.30’da çıkıyormuş sahneye.

Garson kız kulağımıza içerde ayrı bir şahsiyetin içkisini yudumladığını söylüyor. Ünlü modacı Jean Paul Gaultier, yanında genç arkadaşlarıyla eğleniyor. Gözlerine bir baktık. Bazen hiçbir şey tesadüf değil, dedik içimizden. Bu yaz, Roman Polanski, Michael Douglas, David Beckham dahil birçok ünlü geçmiş adadan. Bir mekanda, bu kadar çok şampanya ve üstelik hepsi aynı marka (Moet & Chandon) tüketildiğini hiç görmemiştik.

ŞAMPANYA DOLU HAVUZ

Yemek faslı da bittiğine göre eğlenceye gelmişti sıra. Dostlarımızın hoş bir sürprizi vardı: "Güzel". Mikonos’un tam göbeğinde, içeri girebilmek için onca insanın her akşam ayrı bir mücadele verdiği barın adı Güzel. Ne yalan söyleyelim, eğlence dorukta iken Tarkan’ın şarkılarını peş peşe dinleyince iftihar ettik.

Gün ağarmıştı ve sahilde yürüyorduk. Dostlarımıza "Abartı nereye kadar" diye sorduk" İşte cevap: "2000 yılında Atina borsasında büyük paralar kazanan bir tanıdığımız, havuzundaki suyu boşaltıp pahalı Fransız şampanyaları ile doldurdu. Herkes havuza atladı."

İnsanlar mutluydu. Çoğu aradığını bulmuştu o gece. Millet ayrımı yapmakta zorlanmadık. Yunanlılar, gece boyunca olduğu gibi, sabahın o saatinde de cep telefonlarıyla konuşanlardı. Kime ne derler? Ne cevap alırlar bilinmez.

Aynı şeyleri başka başka mekanlarda üç gün yaşadık. Pilimiz bitti. Tat da almaz olduk. Sakin denizleri, sakin sahilleri özledik. Katıksız, sadece ızgarada pişen, üstüne limon sıkılması bile ayıp balıkları...

Eğer cebinizde bol para varsa Mikonos’u ziyaret edin deriz elbette.

Panamerican Havayolları şirketi şatafatlı dönemini yaşadığında, "Bugün Yaşa Yarın Daha Pahalı Olabilir" sloganını benimsemişti. Panamerican iflas etti. Mikonos’un henüz öyle bir endişesi yok.

BİRKAÇ ADRES

Mikonos’ta günde 1000-1500 euro arasında para harcamak işten değil. İşte adanın önemli adresleri:

Otel: Santa Marina, Kivotos, Tharroe, Belvedere (ada merkezinde), Bill & Coo Suites

Restaurant: İnterni, Kouneni, Naftilos. N’Ammos (kadın garsonlara dikkat!), Mathios

Bar: Celebrities, Astra, Egli.

Müzeler: Bilmiyoruz
Yazının Devamını Oku

Selanik’te bir akşam

12 Ağustos 2006
Neye niyet, neye kısmet işte... Hedefimiz, Atina’dan 200 kilometre mesafedeki, bize göre Yunanistan’ın en iyi balık lokantasının olduğu Karavomilos’da demlenmekti. Denizin yanı başında muhteşem kefal buğulamanın hakkını verdikten sonra, neden 300 kilometre daha yol alıp Selanik’e gittiğimiz hálá meçhul.

Günlerden perşembe idi ve saatler 21.00’i gösteriyordu. Demek ki müzeler kapalı, demek ki şehrin tarihi eserlerini görme şansımız yok... Eh, yetkililerin kapısını çalıp "Biz geldik açın şu müzeleri" diyemezdik. Ayıp olurdu. Zaten onca defa Selanik’e geldik, hiç öyle bir terbiyesizlik yapmadık.

İlk durağımız Ladadika’lar. 19. yüzyılda Mısır Pazarı olarak bilinen ve o zamanlar baharatçıların, peynircilerin ve yağcıların dükkanlarını yan yana dizdikleri birkaç sokaktan ibaret Ladadika’lar,1917’de çıkan büyük yangın ile kül olmuş. Sonra yeniden Mısır Pazarı olmuş olmasına ama bir türlü eski şöhretini kazanamamış. Gel zaman git zaman dükkanlar tek tek kapanmış, 1980 sonrası da Selanik’in eğlence merkezlerinden birisine dönüştürülmüş.

Pek hareketli görmedik burayı. Bu yüzden, birkaç yüz metre ötede Selanik’in "Taksim"i Aristotelus Meydanı’ndaki onlarca kafeden birisine oturduk. Yorgunluk kahvesi vakti...

Athonos Meydanı bir nefes mesafede. Siz deyin 50, biz diyelim 100 salaş tavernada binlerce kişi akşam yemeği yiyor gece yarısı vakti. Teknolojinin mikrofon, hoparlör gibi nimetlerine "ı-ıh" diyerek müşterileri eğlendiren çalgıcıların seslendirdiği, girişi Türkçe olan eski bir İzmir şarkısı okşuyor kulaklarımızı... "Çek çek kayıkçı... yavaş yavaş..."

MARK TWAIN HAKLI

Orada oturup, hoşça vakit geçirmek var tabii işin içinde ama gelin görün ki Tasman neslinin kurumasına, günah işlememelerinin sebep olduğuna inananlardanız! İstikamet havaalanı yolu. Turne için Atina’dan gelen ünlü ses sanatçılarının dev fotoğrafları ve neon ışıkları eşkıya gibi yolumuzu kesiyor. Mukavemet için artık çok geç.

Tok sesli Vasilis Karras ile, "Buraları yıkılıyo, benden yıkılıyo, hergün peşime bıyıklı takılıyoo" sözleri ile bir şarkısı Türkçeye çevrilen Eli Kokkinu’nun sahne aldığı "Boom"a giriyoruz. O da ne? Birkaç saat sonra cuma gününün mesaisi başlayacak ama yüzlerce Selanikli, Mark Twain’i doğrulamak için orada: "Dünyada en tehlikeli yer yataktır. Çünkü insanların yüzde 90’ı yatakta ölür."

BERNARD SHAW DA!

Uvertürlerden biri iniyor, öteki çıkıyor sahneye. Sıra assolistlerde. Kokinu, dans grubu eşliğinde taarruza geçiyor ve buralarda pek sükse olan şarkısını söylüyor: Seks.

Erkek müşteriler memnun... Yanı başlarında, olmadı yan masadaki kadınlara bakıp bakıp, Bernard Shaw’un "Vahşi insanlar taş ve tahtadan, medeni insanlar ise etten kemikten mamul ilahlara tapar" derken ne kadar haklı olduğunu düşünüyorlar muhtemelen.

Saat herhalde 03.00’tü. Işıklar söndü... Önce bateri, sonra basgitar, sonra diğerleri, sonra klarnet, sonra keman ve buzuki bir uzun hava tutturdular. Yüzlerce kişi, ne dediklerini anlayamadığımız naralar atmaya başladı. Sahneye iri mi iri, yaşı da 60’a yaklaşan saçını briyantinle ehlileştirmiş Vasilis Karras çıktı. Arkasında iki nefesli çalgı bir de ramazan davulu... Karışıverdi ortalık. Müzikhol nümayiş alanı oluverdi bir anda.

KADINLAR BİR ALEM

Birbiri ardına sıraladı şarkılarını: "Nankör ve Serseri Kadın", "Acımasız Kadın", "Yalanlarına Esir Kadın..." Vesselam her şarkıda kadına iftira, hakaret, suçlama.

Erkeklerin memnuniyeti makul de, şu kadınlara ne oluyor? Aralarından bir feminist çıkıp "Yeter be adam... Nedir derdin bizimle" demedi. Tam aksine Karras, "Yılan Gibi Sokan Kadından" bahsederken masaların üzerine çıkıp, minnacık bez parçalarının örtmeye çalıştığı kalçalarını bir o yana bir bu yana sallarken, refakatçilerine dönüp ısıracakmış gibi hareketler yaptılar.

Eduwardo Galeano haklı: "İlk buse ve ikinci kadehten sonra ölümsüzüz!"

Sabahın kaçıydı ki çıktık "Boom"dan. Atina’ya dönüş vakti gelmişti...

Atina’da tramvay ne işe yarar

Yıllar yılı bir özlemdi, yanıp durdu bağrında; tam umudu kesmişken birden çıktı karşısına, ama Atinalı şehrinde iki yıldır çalışan tramvayı bir türlü sevmedi.

1980’li yıllarda ilk defa gündeme gelen tramvay projesi tam 20 yıl ilgili-ilgisiz devlet dairelerinin çekmecelerinde kaldıktan sonra 2004 Olimpiyat Oyunları nedeniyle sonunda gerçekleşti.

Tabii güzergah proje üstünde birkaç kez değiştirildi; raylar döşendi, raylar söküldü, bazı müteahhit firmalar paraları götürüp kaçtı. "A la turka" deriz ya, işte aynen "a la grek" bir iş oldu.

Tramvay, Atina şehir merkezini yaklaşık 15 kilometre ötedeki sahil semti Glifada ile ve Glifada’yı da sahilin diğer ucu Neo Faliron ile birleştiriyor.

Atinalılar iki yıl önce bu bilmedikleri toplu taşıma aracını denemek için duraklara akın ettiler. İlk günlerde ne izdiham yaşandı anlatamam. Sonra, giderek azalmaya başladı yolcular. Birkaç ay sonra tramvaylarda yabancı işçiler, turistler ve emeklilerden başkasını görmez olduk.

Bilet ücreti metroyla aynı. Ancak, 200-300 metrede bir durak yapması ve hızının saatte 15 kilometre olması nedeniyle başkentliler tramvaya sıcak bakmadı. Yetkililerin, hızı saatte 23 kilometreye çıkarması da sonucu değiştirmedi. Ana caddelerden geçiyor; trafik tıkandı mı, tramvay da bekliyor.

EMEKLİLERİN KURTARICISI

Devlet, 2005 yılında bu işten 24 milyon euro zarar etmiş. Günlük ulaşımlarında tramvayı kullananların sayısı ortalama 50-53 bin kişi.

Eğer vaktiniz bol ise Atina’da tramvaya binmek harika. Yolculuğun büyük bir bölümü deniz manzaralı.

Şimdilerde başka semtlere de raylar döşenmesi planlanıyor ama Atina’nın tramvayın "fiyasko" olduğunu söyleyenler de giderek artıyor. Tramvayın gereksiz olduğunu söyleyenlere en çok kızanlar ise emekliler.

Adam, hem kaç yıldır beraber olduğunu neredeyse unuttuğu karısının sabah evde temizlik yaparken dırdırından kurtulmak hem de hoş bir gün geçirmek için evden kaçıyor. Nereye gitsin? En iyisi kaplumbağa hızıyla giden tramvay ile son durağa gidip orada bir kafede oturmak. Gazetesini okuyor, kahvesini yudumluyor, benzer nedenlerle orada bulunan diğer "...zede"lerle sohbet edip yine tramvayla geri dönüyor. Eh bu arada akşam oluyor.
Yazının Devamını Oku

Almanlar, bunların mantığı aynı, deyip bir Türk’ü Atina’da müdür yaptılar

5 Ağustos 2006
Atina’nın kuzeyindeki Marusi semtinde bulunan The Mall’da, Yunanistan’ın en büyük alışveriş merkezindeyiz. Aralarında İpekyol, İnci Kundura, Koton gibi Türk firmaların da şubelerinin olduğu ve Yunanistan’ın en büyük zenginlerinden armatör Latsis ailesine ait bu alışveriş merkezinde 200 dükkan bulunuyor ve burada çalışanların sayısı 2 bine yakın. Kiraların ortalama 15 bin euro olduğu The Mall’un yönetimi bir Türk’e, 32 yaşındaki Mersinli Özgür Bekiroğlu’na teslim.

Unutmayın ki, Türklerin yaşadığı Avrupa’nın herhangi bir şehri değil Atina. Daha önce de Yunan başkentinde bir Türk’ün böylesi önemli bir göreve getirildiğini hiç duymamıştık.

Babası eski gazeteci (Osman Bekiroğlu) olan Özgür Bekiroğlu, Marmara Üniversitesi Almanca İşletme bölümünden 2000 yılında mezun olur olmaz iş hayatına atıldı. ECE adlı alışveriş merkezleri inşa ve yönetiminde uzman bir Alman şirketinin önce İstanbul, sonra da Almanya’daki ofislerinde çalıştı. Almanya’da 20 ay çalıştıktan sonra, daha 28 yaşındayken müdür oldu. Sonrasında Antalya’daki Migros Alışveriş Merkezi’nin yönetimini üstlendi.

HÁLÁ OTURMA İZNİ ALAMADI

2004 yılında ECE şirketi, Atina’da alışveriş merkezi The Mall için armatör Latsis ailesinin Lamda şirketi ile anlaşınca, Özgür Bekiroğlu’na Yunanistan yolu gözüktü. 2005 yılı başından beri Atina’da yaşıyor. Geçen yıl Yıldan Bekiroğlu ile Atina Başkonsolosluğu’nda evlendi. Sohbete başlamanın zamanı...

Atina’ya gelişiniz nasıl oldu?

- Çalıştığım şirketin Alman yöneticileri "Şu Yunanlıların Türkler ile mantığı aynı" diye düşündüler. Türkiye’den yedi-sekiz kişilik bir ekiple The Mall alışveriş merkezine geldiğimizde, bize ancak 2007 yılında açılabileceğini söylediler. Ama biz sistemli bir çalışma ile birkaç ay içinde her şeyi yetiştirdik. Diğer arkadaşlar Türkiye’ye döndü; benden Atina’da kalıp yönetimi üstlenmem istendi.

Çok genç yaşta müdür oldunuz...

- Bundan önce Hannover tren istasyonundaki alışveriş merkezinin müdürlüğü önerildiğinde biraz çekincelerim vardı. Alman yöneticiler "Biz sana yatırım yapıyoruz" dediler.

Atina’yı ve Yunanlıları nasıl buluyorsunuz?

- Atina bana göre bir Türk’ün Türkiye’den başka yaşayabileceği en uygun ülke. İnsanlarımız arasında büyük benzerlikler var. Yabancılık çekmiyorsunuz burada. Dikkat ediyorum, yaşlıların aksine gençlerde Türkiye takıntısı yok. Yemeklerin bazıları da benziyor. Mesela kebap lezzetli, ancak isim benzerliğinden yanılıp musakka yerseniz düş kırıklığına uğrarsınız.

Hiç zorluk yaşadınız mı?

- Birbuçuk yıldır buradayım ama hálá oturma izni alamadım. Çalışma izni aldım ama oturma izni bürokrasiye takılıyor. Türkiye’ye her gidişimde Atina’ya dönebilmek için vize almak zorundayım.

Türkiye’ye dönmek istiyor musunuz?

- The Mall’da her şey sistemli ve dakik çalışıyor. Görevimi yerine getirdiğime inanıyorum. Türkiye’ye dönmeyi de düşünüyorum.

Bize, Özgür Bekiroğlu’nu tebrik etmek ve bundan sonrası için başarılar dilemek kalıyor.
Yazının Devamını Oku

Boğazlı gözüyle adalar

29 Temmuz 2006
Tertemiz sahilleri, hani içesin gelen masmavi suları, bembeyaz küçük evleri, daracık sokakları, Tanrı’nın bahşettiği canım balıkları, deniz ürünleri ve serin sarapları olan Yunanistan’ın onca adası yanı başında iken, yaz ortasında 3-4 günlük kaçamağı ancak İstanbullu bir Rum Büyükada’da geçirir. Efendim, İstanbul’da, bendeniz gibi Boğaz semtlerinin çocukları, yazları Kınalı’yı, Burgaz’ı, Heybeli’yi ve Büyükada’yı ziyaret etmeyi "ihanet" sayardık. Yaz bizler için Bebek, Tarabya, Büyükdere demekti. Dört tarafı denizle kaplı kara parçalarını "sürgün yeri" bilirdik. Boğaz insanını, ada insanından daha özgür kabul ederdik. Koskoca bir yazı, bisiklete binmek ya da adaların belirli noktalarından denize girmekle geçirmeyi son derece sıkıcı bulurduk.

Adaların geceleri de monotondu bizim için. Her adada tek bir sinema, beğensen de beğenmesen de oynayan filmi seyretmek ya da aynı sahilde birkaç yüz metreyi bir aşağı bir yukarı turlamak. Oysa, bugün Rumelihisarı, yarın Ortaköy, öbürgün Sarıyer’de geçerdi biz boğazlıların yaz geceleri.

DEĞİŞİME DİRENDİLER

Tabii adaları sevmememizin sosyal ve ekonomik nedenleri de vardı. Adalarda babaları zengin Rum çocukları, kulüplere üye olup yüzme havuzuna gider, sutopu ya da kortlarda tenis oynarlardı. Yüklü paralar verip ışıklandırılmış basketbol sahalarında minyatür kale futbol maçları da adaların özelliğiydi.

Ada "düşmanlığımızın" bir başka nedeni ise güzel Rum kızlarının yazları adalara gitmesiydi. Bütün kış flört ettiğiniz kız, haziran geldi mi ailesiyle kalkıp adaya gidiyordu. Orada ne yapar? Ne yer ne içer? ..

Yıllar yılları kovaladı, zamanlar değişti, melodiler de öyle. Tarabya, Bebek, Büyükdere değişti. Plajlar kapandı, denizi sadece seyreder olduk. Sahillerde "Ooo Ahmet Bey de eşi ile buyurmuşlar, hoşgeldiniz efendim. Oturmayın canım. Oynayın. Buraya oynamaya geldik" diyen piyanist-şantörler imparatorluklarını ilan ettiler.

Çocukluğumda top oynadığımız viraneler de kalmadı, meyvelerini koparmak için tırmandığımız ağaçlar da. Adalardan gelen "mesajlar" ise farklıydı. İstanbul’un değişiminden alıyorlardı paylarını almasına ama yine de direniyorlardı.

İşte Büyükada’yı, Heybeli’yi, Burgaz’ı öyle bir dönemde keşfettim. Sonra da hep sevdim. Faytonlarını, çamların kokusunu, kafelerini, çarşılarını sevdim. İnsanlarını. Sonra da çocukluk yıllarımdan eser kalmamış boğaza "ihanet" ettim hep. Burgaz’ın, Büyükada’nın çocukluk aşklarıma verdiği zararı unuttum.

Şimdi Ege’de onca cennet parçaları varken kaçamak neden adalara diyorsanız, cevabı bugünlerde benim gibi Atina’dan kalkıp Kınalı’ya, Burgaz’a gelmiş pek çok hemşerim veriyor.

İstanbulluyuz işte..

BÜYÜKADA İZLENİMLERİ

Yolların durumu ne öyle? Üç-dört ay yaşayan bu yerde en azından kaldırımlar boyansa çok mu pahalıya patlar? Ayrıca, Sahildeki restoranlar bittiğinde pırıl pırıl olması gereken yürüyüş yeri niye bakımsız?

Eğer konaklayacaksanız ve eğer ön cephedeki odalardan birisini tutma şansınız varsa Splendid Oteli’nden şaşmayın. Balkondan manzaraya doyulmuyor. Splendid eski bir otel, ancak adada "yeniyim" diyenlerden daha iyi. Üstelik iki yıl öncesine kıyasla buraya çeki düzen verildi. Havuzu huzur veriyor.

Hayvan sevgisi tamam da o kadar başıboş kedi ve köpek niye? Yetkililer illa da önce bir olay yaşanmasını mı bekliyor? Hayvanlar da bir garip olmuş galiba. Martılar ağızlarını açıp insanların arasından uçuyor. Bizzat şahit oldum. Kedinin biri çarşıdaki lokantanın yanıbaşındaki ağaca tırmanmış, garson süpürge sopası ile indirmeye çalışıyor. Kedi "delikanlı" olsa gerek kaçmıyor, hatta sinirlenip ayağı ile sopayı itiyor.

Büyükada sahilindeki restoranlar arasında en çok Lido’yu beğendim. Malum yaz, balık seyrek. Levrek buğulamayı deneyin.

Cumartesi ve pazar günleri adada iskelenin birkaç yüz metre ötesinde denize girenlerin manzarasını bir an önce unutmak istiyorum.

Geceleri ada meydanında gençlerin buluşması ve sohbetleri ne güzel, ne eşsiz bir görünüm. İnsanın ah keşke gençlik iki defa yaşansa diyesi geliyor içinden. Aralarına karışın gençlerin, umut, mutluluk saçıyorlar.

Büyükada’da belediyenin başarılı kültür etkinlikleri var. Sözgelimi son gününe yetiştiğim festivalde Nilüfer’in halk konseri pek güzeldi.
Yazının Devamını Oku

Limanlarda çile

22 Temmuz 2006
Bir zamanların kalipso kralı Metin Ersoy "Ah o gemide ben de olsaydım / açık denizlere yol alsaydım / vız gelirdi her şey inan bana / yeter ki ben sana varsaydım" diyordu. Yıllık izinlerini alan yüzbinlerce Yunanlı, ne o gemiye binebiliyor, dolayısıyla, ne de açık denizlere yol abiliyor. Tabii hiçbir şey onlara vız gelmiyor.

Ayrıca çektikleri eziyetin siniriyle yanlarında kimse kalıyor mu o da meçhul.

Canım adalardan birisine postu atmak için bütün kış ne hayaller kurmuşlar.

O sihirli gün gelip çatmış, limana geliyorlar ve birileri "gemi arızalı" veya "gelmedi, ne zaman geleceğini ise falcı bilir" diyor. Hiç olacak iş mi?

İnsanlar geçen yıla kıyasla ortalama yüzde 20 pahalı olan sihirli biletler ellerinde, ne yapacaklarını bilemiyorlar.

Bugünlerde iğne atsanız düşecek yeri olmayan Pire limanında dakika başı herhalde 7-8 kavga yaşanıyor.

Her gün birkaç gemi limanda bağlı kalıyor.

Yunanistan’ın yolcu gemisi filosu eski. Bu yüzden sık sık arızalanıyorlar. Yeni gemilerde ise bilet ücretleri normalin iki katı.

Sözgelimi üç kişilik bir ailenin otomobiliyle Pire’den Midilli’ye gitmesi ve dönmesi 400-500 Euro’ya patlıyor.

Hükümet, armatörleri ve acenteleri suçluyor, onlar da hükümeti. Olan ise düşledikleri tatilin ne zaman başlayacağını bilmeyen ve limanlarda saatlerce bekleyen yolculara oluyor.

Kıssadan hisse: Yunan limanlarında Metin Ersoy’un "Vakit yok gemi kalkıyor artık"ı out. "Anlatılmaz bin dert ile geçiyor çileli ömrüm" veya "çile bülbülüm çile" in.

Elbette "çok yorgunum beni bekleme kaptan" diyecek tek Allah’ın kulu çıkmaz ama bir türlü şu "Artık demir almak günü" de gelmiyor ki.

TURİZM Mİ? EH FENA SAYILMAZ

Konuştuğumuz birkaç turizmci, bu sezon için "fena sayılmaz" dediler. Öyle ahım şahım artış beklenmiyor ama geçen yılı da fazla aratmacak bir turizm sezonu geçireceklerine inanıyorlar.

2004 yılındaki Atina Olimpiyat Oyunları’ndan sonra Yunanistan’ın turizminde bir yükselme görülüyor. Gayri safi milli hasıladaki payı yüzde 18’e ulaşan turizm sektöründe 700 bin kişi çalışıyor. Nüfusu 10 milyonu yeni geçen Yunanistan’ı yılda 13.5 milyon turist ziyaret ediyor ve yaklaşık 11 milyar Euro bırakıyor.

ÖNEMLİ ZİYARET

Yunan Genelkurmay Başkanı Amiral Panayotis Hinofotis 26-28 Temmuz tarihlerinde, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün davetlisi olarak Türkiye’yi ziyaret edecek.

Hinofotis, çok kesin konuşmamak için ilk demesek bile en azından çok uzun yıllar sonra Türkiye’ye resmi ziyaret gerçekleştiren ilk Yunan Genelkurmay Başkanı olacak.

Geçen mayıs ayında Ege’de Türk ve Yunan savaş uçakları çarpıştıklarında, olayın krize dönüşmesi Özkök ile Hinofotis arasındaki telefon görüşmeleri sayesinde önlenmişti.

Bize göre, Amiral Hinofotis’in ziyareti, Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis’in sürekli başka bahara kalıp bir türlü gerçekleştirmediği Ankara ziyareti kadar önemli ve anlamlı.

Bu ziyarete önümüzdeki günlerde yine değineceğiz.

Dora’nın mutlu günü

Artık oğlunu da başgöz ettiğine göre, kocası İsidoros’a ve işine daha çok vakit ayırabilir.

Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani, geçen hafta sonu oğlu ve bakanlıktaki danışmanı Kostas’ı evlendirdi.

Düğün, Kostas’ın 17 Kasım terör örgütü tarafından öldürülen babası Pavlos’un doğum yeri olan Evritania’da Nostimo adlı küçük bir köyde yapıldı.

ÜNLÜ AİLE

Gelin Kalia Kamburidu. Zengin Kıbrıslı Rum ailelerinden Kambrudis’lerin kızı.

Aile, ünlü bir lokanta zincirinin sahibi.

Dora, Rum Yönetimi Lideri Tasos Papadopulos ile kritik görüşmeler için birkaç ay önce Kıbrıs’a gittiğinde, medya mensuplarını atlatıp gelinin babası ve annesiyle tanışmıştı.

Sade bir düğün töreniydi.

Düşünsenize, gelin arabası bile Mini Cooper marka idi ve plakasında "şimdi evlendik" yazıyordu.

Başbakan Kostas Karamanlis’in katılmadığı törende sadece birkaç bakan ve milletvekili vardı siyaset dünyasından.

Öğrendiğimiz, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal’in de davet edildiği. Malum, Bilal Erdoğan ile Kostas Bakoyanis Harvard Üniversitesi’nde öğrenci iken sıkı dost olmuşlardı.

Her neyse, Bilal Erdoğan düğünde yoktu.

Son derece şık bir kıyafetle göz kamaştıran kaynana Dora Bakoyani, davetlilerle tek tek ilgilendi.

Yanında, babası eski başbakanlardan Kostantin Miçotakis, annesi Marika, kızı Aleksia ve İstanbul’da tanıştığı ikinci kocası İsidoros Kuvelis. Mutluydu Dora.

Kilisedeki ayinden sonra, köydeki tavernada kuzu çevirme, bölgesel mezeler ve şarabın egemen olduğu yemek ve eğlence düzenlendi.

SADE OLAN PAHALIDIR

Söylenen o ki düğünün maliyeti 150 bin Euro’yu bulmuş.

E tabii sade olan şeyler zor ve pahalıdır.

Medya mensuplarından düğünden fotoğraf ve görüntü çekmemeleri istendi.

Buna rağmen Espresso Gazetesi kilise avlusundan çekilen fotoğrafları yayınladı.

Rica ettik bize de verdiler.

Yayınlıyoruz.

Kostas-Kalia çiftine mutluluklar dileriz.
Yazının Devamını Oku

Öte yakadaki 3B sınıfı

15 Temmuz 2006
Hürriyet’in 5 Kasım 2005 tarihindeki manşeti "Öte yakadaki 3-B sınıfı" idi. Atina Üniversitesi Türkoloji bölümü öğrencilerini anlatıyorduk. Bu haber gazetemde "ayın en iyi röportajı" seçildi. İkinci ödülü ise pazartesi gecesi Atina’nın tren garında aldım.

Atina Üniversitesi’nde Türk dili, tarihi ve edebiyatı eğitimi gören Yunanlı öğrencilerle ilgili Hürriyet’te yayınlanan haber üzerine "Balkan Rumeli Konfederasyonu" bizimle temasa geçti ve davet niyetlerini ilettiler. Biz de konfederasyonun, Atina Üniversitesi Türkoloji bölümü öğretim üyeleri ile temasını sağladık. Ardından Edirne Valiliği ve Trakya Üniversitesi’nin destek ve katkıları geldi. Sonuç itibariyle, 40 Yunanlı öğrenci, Trakya Üniversitesi’nde 15 gün sürecek bir eğitim programını izlemek üzere Türkiye’ye gitti. /images/100/0x0/55eb424bf018fbb8f8b59557

Yunanlı öğrenciler iki hafta süreyle Trakya Üniversitesi’nin lojmanlarında kalacak ve Türkiye’nin sosyal tarihi, çağdaş Türk edebiyatı, Osmanlı tarihi, Türkiye’nin uluslararası ilişkileri gibi derslere katılacaklar. Yunanlı öğrenciler için ayrıca İstanbul ve Çanakkale turları düzenlenecek.

Edirne Valiliği, Trakya Üniversitesi ve Balkan-Rumeli Konfederasyonu’nun projesi, üç yıl içinde yaklaşık 150 Yunanlı öğrencinin misafir edilmesini öngörüyor. Atina Üniversitesi’nde de Türk öğrencilerin ağırlanması için benzer bir proje hazırlığı yapılıyor.

AİLELERİN İÇİ RAHAT

Atina tren garında Yunanlı öğrenciler neşe içindeydiler. Çoğu ilk kez Türkiye’yi ziyaret edecek olmanın heyecanını yaşıyordu. Aralarında şakalaşıyor, Türkiye’ye gideceklerinde nereleri ziyaret edeceklerini, ne alışveriş yapacaklarını konuşuyorlardı. Aralarından biri "Aradığımızı bulamazsak Türk öğrencilerden yardım isteriz" diyordu.

Yunanlı öğrencilerin görüşlerini almadan önce, kızı Athanasia’yı yolcu etmek için tren garına gelen Angeliki Papazoğlu’na soruyoruz. "İçimde hiçbir endişe yok. Gönül rahatlığıyla kızımı yolcu ediyorum. Türklerin kültürü, tarihi hakkında bilgi sahibi olacak" diyor.

Öğrencilerin arasına karışıyoruz:

- Maria: İlk defa Türkiye’ye gidiyorum. Çok merak ediyorum. Her şeyin çok güzel olacağına inanıyorum.

- İlektra: Bir kez Ayvalık’a gitmiştim, bu ikinci Türkiye ziyaretim. Büyük deneyimlerle döneceğime inanıyorum.

- Kaliopi: İlk kez böyle bir davet yapıldı. Türk dilini daha iyi öğrenebilme fırsatım olacak.

- Efi: Bizi çok iyi ağırlayacaklarına inanıyorum. Biz de önümüzdeki yıl Türk öğrencileri ağırlamaktan büyük mutluluk duyacağız. Türkiye hakkında, Türkler hakkında kitaplarda çok şey okuduk. Şimdi gerçekleri görme fırsatımız olacak.

- Katerina: Bizi davet etmeleri çok nazik bir davranış. Türklerle benzerliklerimiz neler, bunları yerinde tespit edebileceğim.

Gazetecinin mutlu günü işte...

Futbol için siyasi bir hikaye

Salı bitmiş, çarşamba sabahının ilk saatleri bile geride kalmıştı ama Atina şehir merkezindeki Sintagma Meydanı’nda, önünde etekli efsun askerlerinin nöbet tuttuğu neoklasik binanın ışıkları hálá yanıyordu. Yunan parlamentosu yeni futbol yasasını görüşüyordu. Yaz ortasında bu sıcak diyarda bir deniz kenarında serinlemek varken bu saatte parlamentoda olmayı, oturuma katılan kaç milletvekili isterdi? Eh orasını Allah bilir...

FİFA bir hafta önce Yunanistan’a Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Kupası dahil bir yıllığına tüm uluslararası müsabakalardan men cezası vermişti. Bu cezanın kalkabilmesi için iki yıl önce milli takımı Portekiz’de Avrupa şampiyonu olan Yunanistan’a tanınan süre 15 Temmuz’da bitiyordu ve 12 Temmuz’un ilk saatlerinde parlamento hálá FİFA’yı memnun edecek yasayı tartışıyordu.

Yunanistan’da hemen her şey siyasettir. Dolayısıyla, dünyanın en popüler sporu futbol, siyasetin dışında kalamaz. Yıllarca da kalmadı. Taraftar kitlesi büyük olan bazı takımların borçlarının silindiği de görüldü, kesilen puanlarının iade edildiği de bu ülkede. Siyasetçi ile futbol yönetici arasında "kan davaları"na şahit olduk sık sık. "Futbolda patron kim" kavgası sürüp gitti yıllarca.

PATRON KİM KAVGASI

Yunan hükümeti birkaç ay önce hani meşhur "temiz eller" sloganını kullanıp futbolda şaibeyi ortadan kaldıracağı iddiasıyla bir yasa tasarısı hazırladı. Tasarı, ilk kez önümüzdeki sezon denenecek "süper lig" uygulamasında ve 2. ile 3. ligin organizasyonunda Futbol Federasyonu’nu köşeye sıkıştırıp, adeta "patron hükümet olacak" diyordu. Federasyon, başka çaresi olmadığından durumu FİFA’ya gammazladı. FİFA da "Patron, Futbol Federasyonu’dur" dedi ve cezayı kesip Yunanistan’a resti çekti.

Uganda, Barbados Adaları için oldu ama FİFA sanırım ilk kez AB üyesi bir ülkeye böyle bir ceza veriyordu. Avrupa ve UEFA kupalarından milyonlarca euro gelir sağlamayı hesaplayan takımlar yaygarayı kopardı tabii. Gazeteler "dünyaya rezil olduk" manşetleri attı. Hükümet, çaresiz, tasarıda değişikliklere gitti. Bir maddeyi değiştirdi, FİFA’dan yanıt "ı-ıh" oldu. İki maddeyi değiştirdi, FİFA’dan cevap aynı... Sonunda "Futbolda tek patron Federasyon" deyip havlu atmak zorunda kaldı.

HER İŞTE BİR HAYIR VARDIR

İşin içinde spordan sorumlu bakan yardımcısı Yorgos Orfanos ile Federasyon Başkanı Vasilis Gagaçis arasındaki "husumet" de var. Bakan, yardımcı federasyon başkanını istemiyor. Orfanos, FİFA yüzünden Gagaçis’e yenilmesine yenildi ama pes etmeyeceğini de gösterdi. Hükümet, amatör takımlara yardım için federasyona verdiği parayı kesti. Varsın şimdi federasyon başkanı Gagaçis, üçbinden fazla amatör takımla ne yapacağına kendi karar versin.

Çarşamba günü yeni futbol yasası İngilizce’ye tercüme edilerek FİFA’ya gönderilecekti.

Hatırlarsanız, birkaç yıl önce Türkiye ile Yunanistan 2008 Avrupa Kupası’na ev sahipliği için ortak başvuruda bulunmuşlardı. Bana göre, ortak başvuru Yunanistan bu işe gönülden inanmadığı için hedefine ulaşamamıştı. Eğer Avrupa Kupası’na ev sahipliği için Türkiye ile Yunanistan seçilselerdi ve bu dev organizasyona iki yıl kala FİFA çıkıp Yunanistan’a bu cezayı verseydi ne olacaktı düşünebiliyor musunuz?

Her işte bir hayır vardır...
Yazının Devamını Oku

Tasos’un oyunları

8 Temmuz 2006
Üç buçuk yıllık icraatının, Kıbrıs’ta otuz küsur yıldan sonra çözüme en fazla yaklaşıldığı anda "hayır" demek ve ardından Türkiye’nin AB ile ilişkilerine sürekli engeller çıkararak tavizler koparmaya çalışmakla sınırlı kaldığını sanmayın. Rum Yönetimi lideri Tasos Papadopulos, bu süre içinde Güney Kıbrıs’ta kendisi gibi düşünmeyenlerin seslerini de susturdu, Atina’da kendini göstermeye başlayan bir "lobi" de oluşturdu.

Her fırsatta hayranlığını dile getirdiği Makarios’un öğrencisi Papadopulos, demek ki hocasından siyaset oyunlarını, kurnazlığı, bel altı vuruşları, blöf yapmayı ve celladı kurban gibi göstermekten başka, rakiplerini "imha" etmeyi ve "anavatan" Yunanistan’ı gerekli gördüğünde nasıl köşeye sıkıştıracağını da öğrenmiş.

1960’ta "Kıbrıs Cumhuriyeti" kurulduğunda, EOKA örgütünün küllerinden oluşturulan "derin devletin" temsilcilerinden sayılan Papadopulos, 2004 Nisan’ında Kıbrıs’taki referandumda "evet"in önderlerine hani derler ya analarından emdikleri sütü burunlarından getirdi.

"Evet"in önderlerine iftiralar atıldı, hakaret edildi. Kimi rüşvet almakla suçlandı, kimi "hain", kimi "satılmış", kimi "komplocu" sayıldı. Papadopulos’un borazanı bazı medya kuruluşları düzmece ve yalan haberlerle bu karalama propagandasına çanak tuttular. Sonuç itibariyle Rum Kesimi’nde bugün Papadopulos’tan farklı düşünenler sadece aralarında, o da adeta fısıldayarak konuşabiliyorlar.

BAKOYANİ GELİNCE KEYFİ KAÇTI

Adanın güneyinde istediği "asayişi" sağladıktan sonra sıra, hocası Makarios’tan öğrendiği "Atina’yı nasıl sıkıştırırsın" taktiğini uygulamaya geldi.

Yunan başkentinde bazı küçük gazeteler, bazı adı duyulmuş kalemler, bazı üniversite öğretim üyeleri, bazı entelektüellerden oluşan bir "lobi" kurdu. Bazı iddialara göre bu iş için büyük paralar harcanmış. Atina’daki lobi, Yunan medyasında hiçbir Rum lidere nasip olmadığı kadar Papadopulos propagandası yaptı.

Yunanistan’da 2004 sonrası siyasi konjonktür de Rum liderin işine yaradı. Kendisinden hiç hoşlanmayan Kostas Simitis hükümeti gitmiş, yerine başına "Kıbrıs belası" sarmak istemeyen ve onun dümen suyunda giden Kostas Karamanlis hükümeti gelmişti.

Atina’da tek ciddi "rakibi" kalmıştı Papadopulos’un; o da 88 yaşındaki eski başbakanlardan Kostas Miçotakis...

Miçotakis, Papadopulos hakkında "Kendini ne sanıyor?" "Her sınırı aştı" ya da "Kabadayılık ile bir yere varılmaz" diyordu.

Yaklaşık bir buçuk yıl Atina ile hiç sıkıntı yaşamadı. Ancak, Miçotakis’in kızı Dora Bakoyani Yunanistan’ın dışişleri bakanı olunca keyfi kaçtı.

HEDEF GÖSTERİLDİ: MİÇOTAKİS

Resmi ağızlar yalanlasa da, son zamanlarda Rum yönetiminin AB’de Türkiye konusunda Yunan hükümetini haberdar etmeden işler yaptığı ve Atina-Lefkoşa ilişkilerinde kara bulutlar belirdiği haberleri ayyuka çıkınca, Yunan başkentindeki Papadopulos "lobisi" devreye girdi.

Nasıl olduysa, aynı gün iki gazetede birden "Atina’da Papadopulos’u iktidardan uzaklaştırma çabaları"ndan söz edildi. "Siyasi suikast" iddiası ortaya atıldı. Gazetelerden biri "fail"in fotoğrafını çekti, diğeri ise adını verdi: Kostas Miçotakis.

Yazılanlara bakılırsa, Miçotakis Yunan Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas’ın da hazır bulunduğu bir yemekte, Kıbrıs’ta çözüm isteniyorsa, Rum Kesimi’nde 2008 seçimleri için ılımlı bir politikacının bulunması ve en büyük siyasi parti konumundaki komünist AKEL’in Papadopulos’u yeniden desteklememesi gerektiğini söylemiş.

Bize göre "lobi"nin esas hedef aldığı adres Miçotakis değil, kızı Bakoyani idi.

Bugün itibariyle Yunan hükümeti, Papadopulos’a karşı farklı bir yaklaşım içinde olabileceği sinyalleri vermiyor. Bu yüzden de pazartesi günü Atina’daki Papadopulos-Karamanlis görüşmesinde "birlik ve beraberlik" mesajlarının tekrarlanacağı muhakkak. Ancak, Rum liderin tavrı Yunan başkentinde kafalarda soru işaretleri yarattı. Sözgelimi deneyimli diplomasi muhabiri Anni Podimata, To Vima gazetesindeki yazısında şöyle diyordu:

"Kıbrıs’ta ’ihanet’, ’davayı satma’ ve ’komplo’ senaryoları, son yıllarda kurulu düzenin parçası haline geldi. Annan planına evet demek gafletine düşenlere acımasızca çamur atıldı. Görünen o ki, birileri farklı görüşün cezalandırılması taktiğinin Yunanistan’da da uygulanması vakti geldiğine karar verdi. Kıbrıs’ta, farklı görüş, eski Sovyetlerde olduğu gibi ’cezai suç’ teşkil edebilir. Ancak, Yunanistan’da iyi ki daha bu duruma gelmedik..."

Vişne ve turunç reçeli

Haziran ayının son günleriydi ve Atina’nın sahil semtlerinden Kavuri’de, kızım Marianna ile birlikte bir yaz gecesinin daha tadını çıkarırken, onun uzaktan gelen sesi kulağımı okşadı.

Müzik dinlemediğimiz, müzik seyrettiğimiz bu sinsi dönemlerde, Haris Aleksiu’nun sesini tanımamak mümkün mü?

Sanatçının yeni çalışması "Vişne ve Turunç" ile tanışmam işte öyle bir ortamda oldu.

Adettir buralarda, misafire tatlı ikram edilir. Evde yapılan tatlılar da hazır olanlardan her zaman daha makbuldür. Yanında bir bardak buz gibi su ile vişne ya da turunç reçelinin Yunanistan’daki "tatlı borsası"nda hisseleri hep yüksektir.

"Hayalimde bir seyahat... Zaman benden ne aldıysa yine yakınımda... Bunlardan boş, anlamsız olanları toplayıp ateşe veriyorum" diyor Aleksiu.

Yıllar öncesi (35 yıl) Ege ve İzmir şarkıları ile sesini ilk duyurduğu zamanlardaki gibi bir Haris var karşımızda. "Tatlı dertler", "Sevmem Hastalık" ya da "Yine Geldim" şarkılarında, Anadolu kokusu buram buram. Klarnet, ud, kanun, darbuka, tef...

Birkaç ay önce, Yunanistan’da geçen yıl piyasaya çıkan "Antholoji"sinin tanıtımı için İstanbul’a gelen Haris Aleksiu, Vişne ve Turunç’ta da müzik seyretmek değil, müzik dinlemek isteyenler için 1 numara olduğunu bir kez daha teyit ediyor.
Yazının Devamını Oku