Yorgo Kırbaki

Umut ve barış şarkıları

1 Temmuz 2006
Ege’de yaz gergin başladı. İt dalaşları, Kardak kayalıkları civarında "mini" gerginlikler ve özellikle 23 Mayıs’ta Yunanlı pilot Kostas İliakis’in ölümüyle sonuçlanan Türk ve Yunan F-16’larının çarpışması... Ege’de sular duruluyor gibi son günlerde. Yazın geri kalan bölümünün sakin geçeceği sinyalleri geliyor. İşte böyle bir ortamda, Marmaris’in karşısındaki Rodos adasından "Umut ve Barış Şarkıları" yükseldi.

Şövalyeler adası Rodos’un eski kale surlarına yaslanan 1300 kişilik Melina Merkuri Açıkhava Tiyatrosu’nda, Eskişehir Anakent Belediyesi Senfoni Orkestrası Türk ve Yunanlı bestecilerin eserlerinden oluşan muhteşem bir konser verdi.

Eskişehir Senfoni Orkestrası’nın 55 kişilik kadrosu, şef Ender Sakpınar yönetiminde, Rodoslu müzisyenler ve solist İris Mavraki eşliğinde Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Mikis Teodorakis, Zülfü Livaneli ve Yiannis Markopulos gibi bestecilerin eserlerini icra etti.

Eskişehir Belediye Başkanı Prof. Yılmaz Büyükerşen ve Rodos Belediye Başkanı Yorgos Yanopulos’un yanyana izledikleri konserde, tiyatroyu tıka basa dolduran 1300 kişi, şarkılara eşlik etti, alkışlarıyla tempo tuttu.

Eskişehir Senfoni Orkestrası’nın konserinde Livaneli’nin, "Yiğidim aslanım", "Bilmem şu felegin" şarkılarını, Mikis Teodorakis’in "Fedra"sı ve "Savaş bittiği zaman"ıyla Yiannis Markopulos’un, Nazım Hikmet’in şiiri üzerine yazdığı "Şeyh Bedrettin Destanı" izledi.

Gerek konserin gerçekleşmesi gerekse bu kadar ilgi görmesinde şef Sakpınar ve solist Mavriki’nin yanısıra, TC Rodos Başkonsolosu Ahmet Arda’nın büyük katkısı oldu.

Solist İris Mavraki’nin sözleri hálá kulağımızda: "Sahnede hepimiz aynı dili konuştuk. Müzik dilini. Muhteşem bir geceydi." Şef Ender Sakpınar ise Eskişehir Senfoni Orkestrası’nın "Umut ve Barış Şarkıları"nın Avrupa yolcusu olacağının müjdesini verdi. Rodos belediye başkanı, bu konserlerin Avrupa başkentlerinde de tekrarlanmasına çalışacağı sözünü vermiş.

Ne güzel...

Sifnos Adası’nda düğün

Güneş gün boyu cömertçe ısıttığı Sifnos Adası’nı terk etmeye hazırlanıyordu. Ertesi güne kadar, Ege’nin ortasında bir yerde bulunan, Mikonos’un ve Santorini’nin komşusu Sifnos Adası serin bir yaz gecesi daha yaşayacaktı.

Beyaz, bembeyaz evlerin sakinleri ve dünyanın dört bir yanından gelmiş az sayıdaki turist, kimi dağın tepesindeki yerleşim merkezi Apollonia’nın daracık sokaklarında, yanyana dizilmiş dükkanları geziyor, kimi de limanda yani Kamares’teki kafelerde soğuk bir şeyler içip serinliyordu.

Bizim rotamız farklıydı. MÖ 3000’den beri ikamet edilen, 1537’de Osmanlı topraklarına giren, 1770’te Rus, 1941’de de İtalyan istilasına uğramış bu güzelim adanın bir ucuna gidiyorduk.

Hrisopigi’ye. Yani Altınsu’ya...

MANASTIRDA ADA TÜRKÜSÜ

Yılan gibi süzülen yolda yoğun bir trafik vardı. Üstelik otomobilleriyle bizimle aynı istikamete gidenler son derece şık giyinmişlerdi. Anlamakta gecikmedik, düğüne gidiyordu Sifnos sakinleri.

Hrisopigi’ye vardığımızda karşımıza kayalıkların üzeride kurulmuş, her dalganın ona değmeden edemediği, bir tek pencereleri mavi bembeyaz bir manastır çıktı. Hıncahınç doluydu.

Birden kulağımıza eski bir ada türküsü geldi. "Bugün düğün oluyor, aşağıdaki sahilde." Gözlerimiz bu sese yöneldi.

Şişme bir bot sakin suları yarıp yaklaşıyordu. İçinde bir gelin, babası ve akordeonla ve mandolinle bu eski Yunan türküsünü söyleyen küçük orkestra.

Bot, manastırın eteğindeki küçük iskeleye yaklaşırken, orada bekleyen damadı ve yakınlarını gördük.

Gelinin elini tutup karaya çıkardı damat, sonra da babasının elini öptü. "Teslim" almıştı artık sevdiğini.

El ele dik basamakları çıkmaya başladılar. Davetlilelerden alkış kopuyordu.

O GÜNÜN HATIRINA

Düğün ayini alışılmışın aksine manastırın kilisesinde yapılmadı. Papaz, manastırın avlusunda, hafif esen rüzgarın eşliğinde takdis etti sevgilileri. Davetliler pirinç attılar, sevgililerin evliliği verimli olsun diye.

Hrisopigi’den ayrılırken, birkaç metre ötedeki sahilde, tek salaş balıkçı tavernasında düğün sonrası başlayacak eğlencenin hazırlıkları yapılıyordu.

Belli ki gelinin de, damadın da mali durumu iyiydi. Pekálá lüks bir otelde, havuz başında, tanınmış bir sanatçının sahne alacağı bir ortamda evlenebilirlerdi.

Bize göre çok daha güzel bir düğün yaptılar. Öylesine güzel ki, günün birinde işler kötü bile gitse o günün hatırına bir kere daha düşünecek kadar.
Yazının Devamını Oku

Yunanlı Yani, İstanbullu Yani

24 Haziran 2006
Aile dostu olan Bulgar asıllı Neva "Yani, trene bindiğinde sakın pencereden bakma. Sakın ağlama" demişti. Tren uzaklaşırken Sirkeci garından, o pencereden baktı İstanbul’una. O ana kadar güçlüydü ama birden gözyaşlarına boğuldu. Takvimler 11 Eylül 1973’ü gösteriyordu ve Yani Boziki, 18 yaşında onca anısını ve Yahudi sevgilisini orada, İstanbul’da bırakarak, o dönem son seferlerini gerçekleştiren Orient Ekspres treni ile Fransa’ya gidiyordu.

Kimya mühendisi, tüccar ve şair Yani Boziki, 1954 yılında Beyoğlu’ndan iki adım ötede Hamalbaşı’nda doğdu. Babası, dedesi gibi et ve tavuk tüccarıydı. Dedesinin tam 13 dükkanı vardı.

Annesi de, babası da İstanbulluydu ama Yunan vatandaşlarıydı. Kendisi gibi, kız kardeşi gibi Yunan vatandaşıydılar. 1960’ların ilk yarısında Yunan vatandaşları Türkiye’den sınır dışı ediliyordu. Halası, amcası ve onca akrabası da gidenler arasındaydı.

O günleri "bindokuzyüzaltmışdört" adlı şiirinde şöyle anlatıyor:

"Gündüzün göçüp gitmişler

Yunan’a

Sırtlarında ümitsiz türkülerle

Parça parça dağılmışlar dört

yana

Silinmez ağlamaklı o gözlerle

Uçmuş kuşlar, efgan etmiş

gitmişler,

İstanbul gözlerinde görünmez

olmuş.

YANİ der ki yazık kötü etmişler,

Bunca şöhret bunca hasret yok

olmuş."

Ancak Yani, kızkardeşi, annesi ve babası nasıl olmuşsa İstanbul’da kalmışlar. Babası "Kimse beni buradan koparamaz. Burası benim memleketim" demiş.

Boziki ailesi önce Bolu’da bir köyde gizlenmiş uzunca bir süre. Sonra İstanbul’a evlerine dönmüşler; baba da işinin başına.

Apartmandaki Türk komşuları ve babanın Türk arkadaşları sahip çıkmışlar aileye. Karakoldaki polisler "nedense" hiç bulamamış onları. Doğrusu bulmak istememiş...

1967’de birkaç ay arayla önce babasını sonra da annesini kaybeden Yani, kızkardeşi ile birlikte, o dönemde Yunan vatandaşlığından çıkıp Türk vatandaşlığına geçen teyzesinin yanına gitti. Osmanbey’de Abide-i Hürriyet Caddesi’ne.

"Yazık oldu Artin Bey’e

uzanıp yatmış

sessiz sedasız

yeşil gecede.

Tuhaftır hikayesi,

anlatamam sizlere.

Kaldırımda serilmiş

ay ışığına karşı.

Öyle ölürdü Artin Garibyan,

her akşam dokuz sularında,

Abidei Hürriyet caddesinde."

Artık İstanbul’da yaşamak zordu. Yunan vatandaşı olduğu için 4. şubeden altı ayda bir oturma izni alıyordu. Fransız Saint Michel Lisesi’ne gidiyordu. İlk şiirlerini de yazmaya başlamıştı.

Delikanlılığa ilk adımlarını attığında, Yahudi bir güzele kaptırır gönlünü:

"Yıllar ki bir şiirle bekledim seni.

Sende kalbimi biriktirdim

ve yıldızlar uçurdum

bakışlarının kıyısız açıklarına.

Bağladım Temmuz’u

ayçiçek göğüslerine,

geceye sayısız yıldızlar

dolsun diye

ve bir olduk

İstanbul’un saf

ve tenha sessizliğinde."

Tahtakale’de kahve işleten dayısının 4. şubedeki "torpili" başka yere atanınca izin alması güçleşir. Okul birincisi olarak Fransa’da burs kazanmıştır ama Türk vatandaşı olmadığından, bu hakkından yararlanamaz. Okul müdürü "teselli mükáfatı" olarak ona Fransa’da bir okul ve iş ayarlar.

İstanbul’u terk zamanı gelmişti...

"Bu şehir

İstanbul şehridir,

hep ah çeken

dertli bir çiçek.

Bu şehir,

Bu benim şehrim

Bin kök sevdasıdır

Keder yüklü bir gerçek."

1979 yılında Besançon Üniversitesi’nden mezun olur. Kimya mühendisidir artık. Önce Fransa’da, sonra da Yunanistan’da çalışır. Sonra tekrar Fransa, sonra Mısır, sonra Ortadoğu... Bir keresinde iş için İskenderun’a gider. Vizesi bittiğinde sınır dışı edilir.

Sonra, Yunanistan’a dönerek kendi işini kurar. İzmir’den şifalı otlar, baharat ithal eder. İstanbul’a seyahatler eksik olmaz; ihtiyar teyzeye ziyaretler. Atina’daki Türk Başkonsolosluğu’ndan beş günlük vize alır almaz koşar İstanbul’una. Tam bir ay kalır. Dedik ya; karakoldaki tanıdık polisler, komşular, dostlar sağolsun.

Türkiye, Yunan vatandaşlarına vizeyi kaldırınca, işi kolaylaştı tabii. Bu arada Yahudi sevgilisi evlenmişti. O da zamanla Moralı bir kadın seçmiş kendisine eş diye. Bir de kızı olmuş, bugün 15 yaşında.

Dört-beş yıl önce Türkçe şiir kitabı yazmaya koyuldu. Adına "Bir Boğaz Vakti" dedi. Kitabını kendi parasıyla Atina’da yayınladı. Türkiye’deki dostlarına da göndermeyi unutmadı.

"Çevre yanım hesapsız gençlik

Gidiyorum gurbet yolunda,

Onsekiz yaşım hırslı çelik

Sirkeci garında, garında.

Arzusun çektiğim İstanbul

Ben gezerim tiren hattında,

Cüzdanım boş, yoktur para, pul

Sirkeci garında, garında.

YANİ sallar hoşça mendili

Sıralanmış dostlar yanında,

Onun garip halin görmeli

Sirkeci garında, garında"

ATİNA BÜROSU

Sorumun cevabını şiirle aldım


Atina Bürosu’nun bu haftaki konuğu hayat hikayesini okuduğunuz, Yani Boziki. İstanbullu Yani...

Türkçe şiir kitabı yazmak fikri nasıl oluştu?

- Çocukken şiirler yazardım. Edebiyat öğretmenim rahmetli Sabri Altınel "Yani, sen şair olacaksın" demişti. Zaten kitabımı da ona ithaf ettim.

Şiir tekniğini nasıl öğrendiniz?

- Türk şairlere hayranım. Şiirlerimi aruz vezni ile yazdım. Heceler hep sayılmış.

Eşiniz Türkçe bilmiyor, kızınız da öyle. Şiirlerinizi, İstanbul’unuzu anlatabildiniz mi onlara?

- Eşime anlatmak zor oldu. Yunanistan’da bazı önyargılar var. Türkiye için, Türkler için. Ancak geçen yıl İzmir’e gittiğimizde, durumun anlatılanlardan farklı olduğunu tespit etti. Bana, "Türkleri Arap gibi, Afrikalı gibi anlatırlardı bana. Oysa çok ama çok nazik insanlar" dedi. Sanırım Türkiye’de de Yunanlılar hakkında anlatılanlar pek farklı değil. 18 yaşımda İstanbul’dan ayrılırken, işçi olarak Fransa’ya giden bir Türk ile seyahat etmiştim. Trenden inmeden önce bana "Abi biz Yunanlıları tek dişli canavar bilirdik. Sen tek dişli değilsin" demişti. Kızım ise anlattıklarımın da etkisiyle olacak, Türkiye’ye ve Türklere sıcak bakıyor.

İstanbul’a dönmeyi düşünüyor musunuz?

- Neden olmasın? Şu kızım hele bir büyüsün. Tabii eşimin de Türkçe bilmemesi sorun. Ama neden olmasın?

Türk-Yunan ilişkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

- Bu iki halkın neden anlaşamadığını bir türlü anlayamıyorum. En iyisi mısralarımla cevap vereyim:

YANİ’den bir nasıhat

Savaşı yana bırak,

Barıştır mukadderat

Ne hilaftır ne ırak...
Yazının Devamını Oku

Küçük Aleks’in hikayesi

17 Haziran 2006
Yunanistan’ın orta yerinde bir taşra şehridir Veria. Nesi güzel, nesi ünlü diye sorarsanız cevap veremem. Ancak, buralarda herkes bugünlerde bu şehri konuşuyor. Şehrin meydanına yakın bir sokak, sabah akşam insanların buluşma yeri olmuş. Herkes orada. Sokağın bir yerinde sürekli çalışan bir kepçe makinesini izliyor. Herkes bundan böyle Veria’yı küçük Aleks’in öyküsü ile hatırlayacak.

Aleks Meshesvili 11 yaşındaydı ve ilkokula gidiyordu. Farklıydı sınıf arkadaşlarından. Hem iyi bir öğrenci, hem de iyi /images/100/0x0/55ea51cef018fbb8f8782412bir sporcuydu. Piyano çalıyordu ve güzel sanatların bütün dallarına eğimi vardı.

Daha bebek iken annesi Natela Siani ile Gürcistan’dan gelmişti bu şehre. Babası, annesini terk etmiş, o da tanıştığı bir Yunanlıya aşık olup Aleks ile birlikte Yunanistan’ın yolunu almıştı. İyi, sakin bir çocuktu.

Geçen şubat ayında, akşam vakti basketbol oynamak sonra da seramik kursuna gitmek için evden ayrıldı. Bir daha da dönmedi. Anne Natela çılgına döndü. Aramadık sormadık yer bırakmadı. Nafile, bulamadı evladını. Yılmadı yine de; Atina’da bazı sivil toplum kuruluşlarıyla temas kurdu, yardım istedi. Yunanistan’ın dört bir yerinde Aleks’in o masum tertemiz yüzünü gösteren ve üzerinde "kayıp" yazan afişler yapıştırıldı.

Günler, haftalar, aylar geçti. Hiç haber yoktu.

Ta ki sivil topum kuruluşlarından birisine yapılan anonim telefon ihbarına kadar: "Aleks’i okuldan beş sınıf arkadaşı öldürdü. "

BU NASIL BİR SOĞUKKANLILIK?

Veria şehrinde Aleks ile aynı okula, aynı sınıfa giden beş çocuk daha vardı. Üçü Yunanlı, biri Romen, biri Arnavut. Kimi dağılmış, kimi sefalet içindeki ailelerin çocukları. Sınıf arkadaşlarını haraca keserler, içtikleri sigaraların izmaritlerini kız öğrencilerin saçlarında söndürürlerdi. Sarkıntılık ederler, küfür ederlerdi. Karşı koyan çıktı mı da acımasızca döverlerdi. Okul sonrası da devam ederdi bu halleri. Terk edilmiş eski bir evi "karargah" yapmışlardı. Görgü tanıklarına göre orada "çok kötü şeyler" oluyormuş.

Polis, ihbar üzerine harekete geçti, çocukların ifadeleri alındı. Aleks ile tenha bir yolda karşılaşmışlar, nedensiz küfür edip vurmaya başlamışlar. O da kaçmaya çalışırken ya attıkları taşın başına isabet etmesi ya da takılan çelme ile başını yere vurması sonucu oracıkta vermiş son nefesini.

Beş çocuk, 11-13 yaşlarında beş çocuk, Aleks’in cansız bedenini alıp nasıl oluyorsa kimsenin dikkatini çekmeden "karargahlarına" götürüp yakın bir yere gömmüşler.

Çocukların ifadeleri şok yarattı. Bu yaşta beş çocuk aylarca böyle bir sırrı nasıl korudu? Annesine babasına durumu anlatan çıkmadı mı? Yoksa cinayetin gizli tutulmasında büyüklerin de mi payı vardı?

GÜN GEÇTİ, İFADELER DEĞİŞTİ

Belediyenin kepçe makinesi geldi. Bütün şehir, sanki cambazhane çadır kurmuş gibi toplandı kepçenin etrafına. Bir köşede de anne Natale, makinenin her dalışında toprağa, bir şey çıkarmasın diye Tanrı’ya dua ediyordu gözyaşları içinde.

Bir gün geçti, iki gün geçti, beş gün geçti. Aleks’i öldürdüklerini söyleyen çocuklar ifadelerini değiştirdi. Kimi "öldürmedik", kimi "öldürdük orada bıraktık ", kimi de "polisten korktum yalan söyledim" dedi.

Çarşamba gününe kadar Aleks hálá bulunamamıştı. Yeni iddialar da ortaya atılmıştı. Cinayeti çocukların değil, büyüklerin işlediği gibi...

Yunanistan bugünlerde kaybedilen bazı değerleri tartışıyor. Bir an önce büyüyüp erkek ve kadın olmak isteyen çocukları, anne babaların umursamazlığını, öğretmenlerin ilgisizliğini konuşuyor.

Yunanistan bugünlerde masumiyetini arıyor.

Dora’yı şaşırtan anket

Hürriyet Gazetesi’nin pazartesi günkü manşetinde, sevgili Uğur Ergan’ın imzasıyla yayınlanan haberi okudunuz. Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani’nin Abdullah Gül ile görüşmesinde konuştuğu anketten bahsediyorum. Türklerin Yunanlıları sevdikleri gösteren ve Bakoyani’yi bile şaşırtan anketten.

Yunanistan’da henüz yayınlanmamış o anketi bulduk. Bazı araştırmaları daha önce de Türkiye’de sadece Hürriyet’te yayınlanan Yunan Kapa Research şirketinin 7-8 Haziran’da İstanbul’da telefonla 601 evi arayarak yaptığı anketin sonuçları şöyle:

Yunanistan hakkında ne düşünüyorsunuz?

Olumlu: yüzde 71.2, muhtemelen olumlu: yüzde 15.1, Olumsuz: yüzde 9.5, muhtemelen olumsuz: yüzde 2.9

Türkiye’nin AB üyesi olasını istiyor musunuz?

Evet: yüzde 83.3 Hayır: yüzde 12.4

Kişisel arzunuz bir yana, Türkiye AB üyesi olabilecek mi?

Evet-muhtemelen evet: yüzde 61.7, Hayır-muhtemelen hayır: yüzde 37.5

Yunan hükümetlerinin Türkiye politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dostça: yüzde 50.9, düşmanca: yüzde 5.8

Son zamanlarda Türk-Yunan ilişkileri nasıl?

İyileşti: yüzde 78, Kötüye gitti: yüzde 17.3.

BİR DE KARŞI KIYIYA BAKALIM

Şimdi de Ege’nin bu yakasına bakalım. VPRC şirketinin 11 Haziran’da yayınlanan anket sonuçlarına:

Bir yıl öncesine göre Türk-Yunan ilişkileri ne durumda?

Kötüye gitti: yüzde 48, Aynı kaldı: yüzde 42, İyileşti: yüzde 6

Türkiye’nin AB üyeliğine nasıl bakıyorsunuz

Muhtemelen karşıyım: yüzde 60, muhtemelen destekliyorum: yüzde 30.

Kıbrıs (Rum kesimi kastediliyor) Türkiye’nin AB üyeliğini veto ederse Yunanistan ne yapmalı?

Kıbrıs ile aynı çizgide olmalı: yüzde 63, Kıbrıs ile aynı çizgide olmamalı: yüzde 22

Gelecekte Türk-Yunan savaşı çıkar mı?

İmkansız: yüzde 72, mümkün: yüzde 24.

Yorum sizin...

Tatlı anılar...

Onu ilk gördüğümde kısa pantolon giyerdim. Radyoda Orhan Boran ve Yuki programı ile liselerarası bilgi yarışması olurdu. Plakların maçı programında da Adamo ile Cliff Richard çekişmesinde taraf olurduk.

O zamanlar annem ve iki ablamla birlikte kadınlar hamamına giderdim. Gün gelip hamamcı kadınlar anneme "Madam, oldu olacak babasını da getir" deyip ambargo koymalarından sonra da ziyaretlerim eksilmedi.

Ortaokulda, lisede bazen bir başıma, bazen arkadaşlarla uğrardım. Hep mutlu ederdi, hep ısıtırdı beni. Hep tatlı şeylere yataklık ederdi.

Yaşı başını çoktan almıştı, ama minare yıkılmış mihrabı dimdik. Makyajı ile örterdi "kırışıklıklarını" ve "selülitlerini." Her zaman temizdi, bakımlı.

Sonra, sonra Atina’ya göçtüm. Uzak kaldık uzunca bir süre. Tadını hiç unutmadım. Özellikle güzel bir akşam yemeği sonrası hep aradım onu. Neredeyse 10 yıl sürdü ayrılığımız. Döndüm günün birinde İstanbul’a ve ne zaman geldiysem bu şehre, onu ziyarette hiç kusur etmedim.

Ölümsüz sanıyordum onu, meğer değilmiş. Ama en azından son nefesini vermeden son bir defa olsun görebildim diye avutuyorum kendimi.

SADAKAT NEDİR Kİ

Yorgundu ve ilk kez bakımsızdı. İlk kez yaşını gösteriyordu.

"Bir daha tadayım" dedim... Sakın reddetme...

Kırmadı, ihanet etmedi...

Tam güzelliklerini bilmem kaçıncı kez tadarken, gözüm bir noktaya takıldı. Karşıda genç, alımlı, cıvıl cıvıl bir dilber gülümsedi, göz kırptı: "Bırak onu. İşi timşi artık. Bana gel!"

Bir ona baktım bir de etrafıma... İnsanız, sadakat ne kadar uyar ki bize?

Pek bir şey hissettirmeden ona, karşımda duran dilbere "Bir sonraki gelişimde mutlaka sendeyim" deyiverdim.

Beyoğlu’ndaki tarihi Saray Muhallebicisi geçen pazar gecesi kapandı. Bir masada ben, bir masada üç turist, bir masada sahibi Kadir Topbaş ve arkadaşları vardı.

Saray Muhallebicisi şimdi yine Beyoğlu’nda, eskinin tam karşısında.

Gazetecilerin buluşması

İstanbul’da haftasonu yapılan Türk ve Yunanlı gazetecilerin 4. buluşması hayli ilginçti. Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani’nin İstanbul ziyareti nedeniyle sadece bir bölümüne katılabildiğim toplantılarda, bana göre artılar ve eksiler şunlardı:

1. Türk ve Yunan değil, sadece Yunan medyası tartışma konusu oldu. Yaklaşık 1,5 aydır buralarda yaşadığımız suni "Türkiye krizi"nde bazı Yunan televizyon ve gazetelerinin politikalarını, bazı Yunanlı meslektaşlarımız bile eleştirdi. Sözünü ettiğim "suni kriz" Ege’deki uçak kazasından çok önce başlamıştı.

2. Bakoyani’ye refakat eden Yunanlı gazeteciler, eğer toplantıya gelip neden, neredeyse her gün Türkiye hakkında olumsuz yazdıklarını anlatsalar, bizler dinlesek, cevap versek, sorular sorsak, sanırım Türk-Yunan ilişkilerine büyük hizmette bulunulacaktı.

3. Yunan medyasının yöneticileri, yani yayın yönetmenleri, haber müdürleri, tek tek davet edilmelerine rağmen toplantılarımıza gelmediler. Buna karşı, Türk medyasının yöneticileri Atina’da yapılan bir önceki toplantıda da, şimdi İstanbul’da da hazır bulundular. Sanırım, yapılması gereken bir kez daha gelmediler diye küsmek değil. Bir sonraki konferansa katılmalarını sağlamak için ne yapılmalı onu düşünmek gerek.

4. Oluşturulması kararlaştırılan çalışma grubunda Pavlos Tsimas ve Nikos Megrelis gibi önemli gazetecilerin yer alacak olmaları sevindirici. Bazı şeyler değişebilir.

ERTELEME...

Geçen hafta, Türkçe şiir kitabı yazan Yani Boziki’nin öyküsünü yazacağımızı anons etmiştik. 1964’te Türkiye’yi terk etmeleri gerekmesine rağmen, Yunan uyruklu Boziki ailesinin Türk komşuları tarafından yıllarca nasıl saklandığını anlatacaktık. Gündem elvermedi. İnşallah haftaya. Yine de şairin mısralarından bir alıntı yapalım.

"Arardım seni,

Alev ırmağının derinliklerinde,

Arardım seni, uzaklarda,

Herşeyin içinde.

Arardım seni, unutulmuş

Öylesine sade,

İki mısra içinde."
Yazının Devamını Oku

Hem vatanına hem insana yeminli

10 Haziran 2006
Hürriyet Atina bürosunun konuğu bir milletvekili. Ana muhalefet partisi Pasok’tan. Aynı zamanda bir doktor ve Atina Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi. Milletvekili olarak vatanına, doktor olarak da insanlara hizmet etmeye yeminli biri. Türk-Yunan ilişkilerine bu iki yemini birleştirerek farklı bir pencereden bakıyor. İki ülke arasında sağlık alanında yapılacak sağlam bir işbirliğinin, hem ilişkilerin gelişmesine hem de insanlara yardımcı olacağı görüşünde. "Sağlık diplomasisi"ni savunuyor. Nasıl ekonomi, turizm ve kültür alanlarında işbirliği yapılıyorsa, Ege’nin iki yakasında sağlık alanında da işbirliğinin fevkalade sonuçlar vereceğine inanıyor. Gerekli hukuki zemini oluşturan sağlık işbirliği anlaşmasının zaten var olduğunu ve hemen harekete geçilmesi gerektiğini söylüyor.

Lakonia bölgesi milletvekili Dr. Leonidas Grigorakos yaklaşık bir ay önce konuğumuz olmuştu. Atina’daki "Türkiye gündemi" çok yoğun olunca beklemeyi tercih ettik. Bugün İstanbul’da Abdullah Gül-Dora Bakoyani görüşmesi var. Umudumuz, Türk-Yunan ilişkilerine nihayet ivme kazandırılması. Ege’de yeniden bahar havası esmesi.

Dr. Grigorakos ile sohbet başlıyor...

SAĞLIKTA İŞBİRLİĞİ ŞART

Nedir bu sağlık diplomasisi?

- Öncelikle insan sağlığından daha önemli bir şey yoktur. İnsan hayatı Tanrı’nın hediyesidir. Doktorların görevi de bu hediyeyi korumaya çalışmaktır. Sözgelimi salgın hastalıklara bir bakalım. Hemen hepsi Güneydoğu Asya’dan geliyor. Türkiye ve Yunanistan bu hastalıklara karşı "geçilmez bir kale" oluşturabilir. İki ülke herhangi bir salgın hastalık baş gösterdiğinde birlikte hareket edebilirler. İşbirliği şart. Bunun olabilmesi için de iki ülke bilim adamlarının yakınlaşması gerek. Hatta sembolik olarak yılda bir günün "Türk-Yunan sağlık günü" ilan edilmesini öneriyorum.

Sağlık diplomasisi salgın hastalıklarla mücadele dışında ne yararlar sağlayabilir?

- Türkiye’de de Yunanistan’da da önemli ve ciddi sağlık birimleri var. Çok iyi doktorlar var. Bilim sınır tanımaz. Bir Yunanlı doktor Türkiye’de, bir Türk doktor da Yunanistan’da çalışabilmeli. Engeller ortadan kalkmalı. Bilim adamlarına bütün kapılar ardına kadar açılmalı.

Bu işbirliği adalarla Türkiye’nin Ege kıyıları arasında ne gibi sonuçlar verebilir?

- Mükemmel sonuçlar alabiliriz. Stajyer doktor iken bütün adaları ziyaret ettim. Helikopterle Atina’dan ta Meis Adası’na giderek bir hastayı alıp Atina’ya getirdiğim oldu. Oysa hasta, çok daha kısa bir süre içinde Türkiye’ye sevk edilebilirdi. Hasta ya da yaralı her yerde en iyi muameleyi görmeli. Rodos Adası’nda çok iyi bir sağlık birimi var. Allah korusun karşı tarafta bir trafik kazası sonucu yaralanmış bir insan, eğer zaman açısından daha kısa süre alacaksa, elbette Rodos’a getirilebilmeli.

Sağlık bakanı olursanız bu politikayı uygulayacak mısınız?

- Kesinlikle. Türkiye ile sağlık alanında bilgilerimizi tecrübelerimizi paylaşmalıyız. Bir başka açıdan da bakalım meseleye. Türkiye de Yunanistan da turizmden büyük gelir sağlıyor. Bir turistin sağlık açısından kendini güvenli bir ortamda hissetmesi ne kadar önemli biliyor musunuz?

Hürriyet Atina bürosunun konuğu bir milletvekili. Ana muhalefet partisi Pasok’tan. Aynı zamanda bir doktor ve Atina Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi. Milletvekili olarak vatanına, doktor olarak da insanlara hizmet etmeye yeminli biri.

Türk-Yunan ilişkilerine bu iki yemini birleştirerek farklı bir pencereden bakıyor. İki ülke arasında sağlık alanında yapılacak sağlam bir işbirliğinin, hem ilişkilerin gelişmesine hem de insanlara yardımcı olacağı görüşünde. "Sağlık diplomasisi"ni savunuyor. Nasıl ekonomi, turizm ve kültür alanlarında işbirliği yapılıyorsa, Ege’nin iki yakasında sağlık alanında da işbirliğinin fevkalade sonuçlar vereceğine inanıyor. Gerekli hukuki zemini oluşturan sağlık işbirliği anlaşmasının zaten var olduğunu ve hemen harekete geçilmesi gerektiğini söylüyor.

Lakonia bölgesi milletvekili Dr. Leonidas Grigorakos yaklaşık bir ay önce konuğumuz olmuştu. Atina’daki "Türkiye gündemi" çok yoğun olunca beklemeyi tercih ettik. Bugün İstanbul’da Abdullah Gül-Dora Bakoyani görüşmesi var. Umudumuz, Türk-Yunan ilişkilerine nihayet ivme kazandırılması. Ege’de yeniden bahar havası esmesi.

Dr. Grigorakos ile sohbet başlıyor...

ANONS...

"Bu şehir,

İstanbul şehridir,

Nazlıdır,

sığmazdır bağrımda.

Bu şehir,

Bu benim şehrim,

rivayettir,

Marmara’nın en irin dalgalarında"

Veya

"Dokuzyüzyetmişüçte ayrıldım

akşam vakti gençlik çağında

Fırat gibi coştum ağladım

Sirkeci garında, garında

*

Kimi üzgün kimi bahtiyar

Yatar durur ana bağrında

Kimi evli barklı bahtiyar

Sirkeci garında, garında

*

Kimi gelir gider sallana

Binbir derdi vardır başında

Kimi Fireng’e kimi Alman’a

Sirkeci garında, garında"

Suyun Öte Yanından haftaya, yukarıda mısralarını aktardığımız İstanbul’da doğmuş Yunan uyruklu kimya mühendisi, tüccar ve şair Yani Boziki’nin inanılmaz öyküsünü anlatacak...

KISA... KISA...

* KÖŞEBAŞI ATİNA’DA: Tike’den sonra Türkiye’nin ünlü bir kebapçısı daha Atina’da şube açacak. Tarsusi kebabı, Toros salatası ve künefesiyle ünlü Köşebaşı, şehrin güney banliyösündeki sahil semti Glifada’da Yunanlılara kebabı ve Türk mutfağını tattıracak. Köşebaşı, bu yaz 11. şubesini Bodrum’da, 12. şubesini de Atina’da açmaya hazırlanıyor.

* POLİTİKACI ZENGİN OLUR: Yunanistan’da milletvekilleri "nerden buldun yasası" çerçevesinde her yıl parlamentoya mal beyanında bulunuyorlar. Daha önce başbakan Kostas Karamanlis’in ve ana muhalefet lideri Yorgo Papandreu’nun serveti hakkında yazmıştık. Sıra Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani’de. Dora Hanım’ın bankalardaki nakit parası 1,26 milyon euro. Finansbank’ı satın alan Ethniki (NBG) dahil çeşitli bankalarında hisseleri bulunuyor. Atina’da her biri 200 metrekare iki dairesi, Girit’te, Karpenisi’de ve Fransa’da (75 dönümün yüzde 12’si) arazileri var. 2005 yılı için 976 bin euro gelir göstermiş. Bunun 900 bin euro’luk bölümü Nea Eritrea semtindeki 540 metrekarelik evinin satışından. Dora Hanım, "Yunanistan’da politikacılar zengin olur" kuralını teyit ediyor.
Yazının Devamını Oku

Baklavada son noktayı koyuyoruz

3 Haziran 2006
Geçen salı günü Atina’nın kuzey banliyösünde armatörlerin ve bu diyarın en zengin işadamlarının villalarının sıralandığı sosyete semti Kifisia’da bulunan Melas alışveriş merkezinde, bir süredir Türkiye-Yunanistan-Kıbrıs üçgeninde "Baklava kimin?" tartışmalarına fiilen son noktanın konmasına bizzat şahit olduk. Varsın birileri istedikleri kadar baklavanın Rum tatlısı olduğunu iddia etsin, varsın birileri AB ülkelerinden lezzetlerinin yer aldığı bir kitapta baklavayı Rum tatlısı imiş gibi göstersin, varsın birileri bunu "haysiyet" davası yapsın...

Yunanistan’da, Karaköy Güllüoğlu baklavacısının ürünlerini satan dördüncü dükkanın açılışı yapıldı. Karaköy Güllüoğlu, Yunanistan’a ayda 1.5 ton baklava ihraç ediyor. Her şey bu kadar basit!

Açılış için Atina’ya gelen Nadir Güllü ile konuşuyoruz. "Baklava AB’de Rum tatlısı olarak tescil edilmedi" diye başlıyor söze ve "Bir lezzet en güzel nerede yapılıyorsa, o isimle ün yapar" diye ekliyor.

Baklavanın ordinaryüsü, bu güzelim tatlının Osmanlı döneminde Ortadoğu’dan Türkiye’ye geldiğini anlatıyor. Dedesinin dedesi Güllü Çelebi Şam’da, Halep’te tattığı baklavayı Gaziantep’e getirmiş.

"Felsefi" bir soru sormadan edemiyoruz.

- Baklava nedir?

- İnsanı baştan çıkaran bir tatlı.

- Baştan çıkmak için ne kadar yemeli?

- Üç dilim

Karaköy Güllüoğlu’nun ürünlerini satan dört dükkanın sahibi, dostumuz Aris Prodromidis’e soruyoruz:

- Bu işe nasıl başladın?

- Kadıköylüyüm. Çocukluğumdan beri baklava yemek için Karaköy’e Güllüoğlu’na giderdik. Atina’ya gidip gelmeye başladığımda, uçaklarda İstanbul’dan dönen yolcuların çoğunun kilolarca baklava taşıdıklarını görünce karar verdim.

Zevkler ve renkler tartışılmaz ama bize göre Türkiye’de bırakın birinci kaliteyi, herhangi bir tatlıcıdan bile sıradan baklavayı tadan biri, ne Yunan ne de Rum baklavasına itibar gösterir. Ancak, Yunanistan’da ya da Kıbrıs Rum Kesimi’nde baklava adıyla tatlı yapılmasında ve hatta beğenilmesinde de bir sakınca görmüyoruz.

Not: Buralarda Seyidoğlu baklavası da satılıyor. Ayrıca, Kıbrıslı Rumlar bir süre önce Guinness Rekorlar Kitabı’na girmek için dünyanın en büyük lokumunu yapadursun, Atina şehir merkezinde kuruyemişçilerin raflarında Hacı Bekir lokumu var...

Gerilim, kriz ve bir şiir

Buralarda "gerilimler" ve "krizler" yine hafta başından damgasını vurdu. Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur misali, pazar günü gazetelerde yayınlanan üç ayrı kamuoyu araştırması, Yunanistan’da bir aydan beri yaratılmak istenen suni gerginliğin, zaten tarihten kaynaklanan önyargıları olan kamuoyunu da etkilediğini ortaya koyuyordu.

Pazartesi sabahı bazı radyoların, televizyonların ve gazetelerin "Türkiye, Rus yapısı S-300 füzelerinin Girit Adası’nda konuşlanmasından çok rahatsız. Bu füzelerin nasıl çalıştığını öğrenmek için istihbarat toplamaya çalışıyor" haberleriyle uyandık. Akşam saatlerinde de gümbür gümbür "Girit’te Türk casusları yakalandı" haberleri anons edildi. Komplo teorileri diz boyu. "Girit’te askeri üslerin fotoğraflarını çekerken yakalandılar" iddiaları önce beş Türk, sonra üç Türk, sonra da bir Türk içindi. En sonunda "yakalanan bir Türk’ün, iddiaları güçlendiren delil bulunmadığından, savcılık tarafından serbest bırakıldığını" öğrendik. Haber bültenlerini bu konu üzerinde kuran televizyonlar çuvallayınca "turist mi, casus mu?" diyerek durumu idare etmeye çalıştılar.

EN GÜZELİNİ ŞAİR SÖYLEMİŞ

Salı günü öğle saatlerinde bu defa sıra Kardak’ta idi. Kardak "gerilimi" de öğleye kadar sürdü. Salı akşamı parlamento dış politika komisyonunda Ege’deki kaza için oturum vardı. Bitmedi... Yunanistan Ethniki Bankası’nın müdürü de Finansbank’ı niye satın aldıklarının hesabını verdi parlamentoda.

Çarşamba günü "Suyun Öte Yanından"ı yazarken, acaba "bugün ne çıkacak?" diye düşünüyorduk.

Elbette güzelim sahilleri, diyarları, yıldızlı geceleri, libidonun tavan vurduğu eğlenceleri anlatmak isterdik. Elbette şuraya gidin, buraya gidin diye önerilerde bulunmak... Ancak, gözümüz televizyonlarda, kulağımız radyolarda iken bunu nasıl yapalım?..

Pek duyan çıkmayacak ama, bazı Yunanlı meslektaşlarımız şöyle aynaya bir bakabilseler...

Neyse, biz ümitliyiz. Bu günler geçecek.

Yazıyı, İstanbul’dan, Bilfen Koleji’nden gelen öğrencilerin, kendilerine "Sizin, bizim yaşadığımız sorunları, acıları yaşamamanız için gayret ediyoruz" diyen Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani’ye önce Yunanca sonra da Türkçe okudukları, Özdemir İnce’nin mısraları ile bitirelim:

Bir kuş uçuyordu, Sisam’la Kuşadası arasında

Anlayamadım bir türlü Türk müydü Yunan mı,

Bir başka yerden mi, hangi milletten?

Ey kuş, dedim, kimlerden olursun, hangi ülkeden?

Ben bir martıyım, dedi, yaşım evrenin yaşında,

Ülkemi sorarsan, yeryüzü, gökyüzü ve deniz,

Sınırlarımı sorarsan:

Topraktır, su ve hava.
Yazının Devamını Oku

Ege’deki kazadan sonra

27 Mayıs 2006
Türk-Yunan ilişkilerinin bu dönem limoni olduğunu daha geçen hafta yazmıştık. Birkaç gün sonra işin içine bir de Ege’deki kaza eklenince, hem yoğun iş temposu ve stresten biraz olun uzaklaşmak hem de "Suyun Öte Yanından"ı daha rahat bir ortamda yazmak için dizüstü bilgisayarımı kaptığım gibi kendimi Atina’nın sahil semti Varkiza’ya attım.

Öğle sonrasıydı vakitlerden, güneş deseniz ta tepede. Kafelerden birinde gölgelik bir yer bulup oturdum ve buz gibi frappe’mi (soğuk nescafe) ısmarlayıp ne yazacağım diye düşünmeye koyuldum. Cep telefonum çaldı. İstanbul’dan aranıyordum, doğal olarak Türkçe konuştum. Telefonu kapattığımda birkaç masa ötede oturan ikisi erkek, ikisi kadın dört yaşlıdan biri yanıma yaklaştı.

"Merhaba ben Stavro. İstanbulluyum, 1964’te Atina’ya geldim. Bir daha da İstanbul’a gidemedim. Türkçe konuştuğunuzu duydum da..."

ONDAN ÖĞRENECEKMİŞİM

Kendimi tanıttım. Şaşırdı biraz. Masasına davet etti. Bastonu sayesinde yürüyebilen hemşerimi elbette kıramazdım. Beni eşine ve dostlarına tanıttı. Bir iki dakika geçmedi ki, adını hatırlayamadığım grubun diğer yaşlı erkeği "Ya çok yazık. Dün Ege’deki kaza çok kötüydü" deyip sohbet açmaya çalıştı.

Yüzümdeki mimikler, dediğini onaylarcasınaydı. Kahvem geldi. Bir iki yudum içtim. Adam yine konuşmaya başladı: "Türkler kasten yaptı." Cevap fırsatı vermeden devam etti: "Bak ben sana anlatayım nasıl oldu..."

Uzun uzun anlattı kendi "senaryosunu." Ona göre, her şey önceden planlanmıştı. Türk pilot, uçakların çarpışacağını ve kurtulacağını önceden biliyordu...

Hoppala diyeceksiniz. Ben demedim. Çünkü karşımda duran emekli, bir gün önce ve o gün öğlende belli başlı özel Yunan televizyonlarını izlemişti muhtemelen. Başka ne diyebilirdi?

GÖREVLERİ BUYMUŞ

Her biri, "alem buysa kral benim" tarzı sunucular ve canlı bağlantılarla savunma ya da dışişleri bakanlıklarından "bildiren" muhabirler. Ardından, nasıl oluyorsa her şeyi bilen, bültene çıkmadan az önce "bir kaynağımla konuştum" diye söze başlayan yorumcular. Sonra da emekli askerler, savunma uzmanları...

Ne kadar saçma sapan şey duyduğumu anlatamam. Mantıklı, aklıselim sahibi birkaç ses duydum ama onlar da yaklaşık 40 dakikanın ayrıldığı bir saatlik bültenlerde kaynayıp gitti.

Ne istiyorlardı Allah aşkına? Kriz veya çatışma söz konusu olmadığına göre Karamanlis hükümetini sıkıştırmak mı?

Amaçlarının ve görevlerinin "olayla ilgili her şeyin gün ışığına çıkması" olduğunu söylediler bazıları. Eh onca yıl bu işin içindeyiz. Kim nedir, ne der, neden der, az çok biliriz Yunanlı meslektaşlarımızı.

DENİZE DÜŞEN SİLAHA SARILIR MI?

İşte bu yüzden şaşırmadım güleryüzlü ihtiyarın sözlerine. En iyisi yatıştırmaktı. Ona çalıştım. Sohbeti ekonomik ilişkilere, turizme çektim. Hemşerim Stavro ile aynı liseden mezun olmuşuz. 1954’te bitirmiş Beyoğlu’ndaki Zografyon Lisesi’ni. Kadıköylü.

Akşam bültenlerine birkaç dakika kala izin istedim. Başka bir masaya oturup küçük televizyonumu açtım. Kazanın ertesi günü, yani çarşamba günü özel kanalların başlıca konusu Türk pilot İbrahim Özdemir idi.

"Tabancasını çekti", "Düşman toprağında olduğu için tabanca taşıyordu", "Tabancasını çekince biz niye bir şey yapmadık?", "Niye Türkler gelip aldılar", "Niye biz götürmedik", "Türkler arama ve kurtarma çalışmalarında Ege’ye ortak oluyorlar"

Bu gibi sorulara cevaplar aranırken ne iddialar ortaya atıldı, ne komplo teorileri yapıldı yine, anlatamam.

Sözgelimi bir Türk özel televizyonunda yayınlanan ve 2003 yılından kalma sözüm ona "it dalaşı"nın radar görüntüleri ve duyulan sesler "belge" diye anons edildi. Emekli bir pilotun "Ya bunlar televizyonlar için, öyle it dalaşı olmaz" demesine pek aldıran çıkmadı.

AİLELERİN DRAMI

Bilemiyorum, zap yaparken kaçırmış olabilirim. Ancak, dışişleri bakanı Dora Bakoyani’nin aynı gün devlet radyosu Net’e verdiği demeçte, gazetecinin "Türk pilot tabancasını çekti mi?" sorusuna verdiği cevabı televizyonlarda duymadım. Bakoyani şöyle dedi: "Bilmiyorum. Böyle bir bilgi bana ulaşmadı. Denize düşen bir adamın daha sonra nasıl tepki gösterdiğini de bilmiyorum."

Hava kararmıştı. Atina kendisine yakışanı, geceyi yaşamaya hazırlanıyordu. Sıcak bir mayıs gecesinde bu şehirde yeni bir hayat başlayacaktı.

Türk pilot İbrahim Özdemir ile Yunanlı pilot Kostas İliakis acaba çarpışmadan bir saniye önce birbirlerinin gözlerine bakabildiler mi diye düşündüm. Binlerce metre yükseklikte, saniyede 500 metre mesafe kat eden uçakların içinde belki de birbirlerini hiç görmeden çarpıştılar.

Pilot İbrahim şanslıydı, Kostas değil. İki küçük çocuk babasıydı Kostas. Ailesi şimdi kendi dramını yaşıyor.

Ege’de yıllardır Türk ve Yunan savaş uçakları tehlikeli pozisyonlarda karşı karşıya geliyorlar. Her yıl 100’den fazla "it dalaşı" yaşanıyor. Kimi göreve giderken, kimi dönerken, kimi manevralar sırasında iki taraftan da genç insanlar son nefeslerini verdiler Ege’nin semalarında, denizinde.

Hava sahalarının genişliği, ülkelerin egemenlik hakları, milli çıkarları, tezleri görüşleri elbet çok önemli. Ya insan hayatı?

Varkiza sahilindeki kafede garson tuhaf bakıyordu. Herhalde "Bir kahve söyledi. Masayı babasının malı sayıyor" dercesine.

Tek bir satır bile yazmadan kalktım.

Dönüş yolunda bir şarkının nakaratı dolandı dilime. 1970’lerden, Stavros Kuyumcis’in bir bestesi.

"Sen Türk, ben Rum/ Sen halk ben de halk/ Ben İsa, sen Allah/ Ama ikimiz de (acının karşısında kastedilerek) vah da vah"

Kısa... Kısa

Favoriler arasında gösteriliyordu. Yarışma öncesi birinci, olmadı ikinci, olmadı üçüncü çıkacağına emin görünüyordu. Yunanistan’da popun yıllarca tartışılmaz bir numarası Kıbrıslı Rum Anna Vissi, Eurovision’da ancak 9. olabildi. Star "Ben çok eğlendim. Beni sevenlere teşekkür ederim" tarzı sözlerle bozulduğunu belli etmemeye çalıştı.

Yazmakta geç bile kaldık. Olimpiakos burada 10 yılda 9. şampiyonluğu elde etti. Kırmızı beyazlılar, lig işini haftalar öncesinden bitirmişlerdi. Böyle giderse 40 yılda 39 defa şampiyon olabilirler. Taraftarı olduğum, İstanbullu Rumların kurdukları AEK’nın durumu düşünülürse, ligi ikinci olarak bitirmesi büyük başarı. Ne kendi sahamız var ne de paralı başkanımız. Futbolcuların çoğunu ise taraftardan başka pek tanıyan yok. AEK ole, ole ole ole...

Ve Fenerbahçe’m. Bizim gönlümüzde takımımız her zaman şampiyon! Üstelik, puanlar sayılırken bana göre yanlış yapıldı. Fener, ole, ole, ole, ole!
Yazının Devamını Oku

İşte böyle bir ortam!

20 Mayıs 2006
Türk-Yunan ilişkilerinde hava son günlerde adeta limoni. Türkiye ve Türk dendi mi, daima maydanoz olan bazı aşırı milliyetçi politikacılar, papazlar, gazeteciler ve "uzmanlar" bugünlerde özel televizyonların ekranlarından hiç eksik olmuyorlar.

Ana muhalefetteki Pasok lideri Yorgos Papandreu’nun önümüzdeki ekim ayında yapılacak yerel seçimlerde Drama-Kavala, İskeçe bölgesine vali adayı olarak önerdiği ve Batı Trakya’daki Türklerin bir kesiminde tepkiyle karşılanan İskeçeli Gülbeyaz Karahasan için buralarda kopan kıyamete, aslında her yıl bu dönemde tekrarlanan, bu defa ise muhtemelen ekim ayındaki yerel seçimler nedeniyle dozajın daha yüksek tutulduğu Pontuslu Rum sözde "soykırım" iddiaları da eklendi. Bunlar yetmiyormuş gibi, Alman araştırma gemisinin Ege’de yarattığı "gizli gerginlik" de geldi. Bazı Yunanlı yetkililerin açıklamaları ise bana göre bu suni ortamın değişmesine pek yardımcı olmadı.

Özel televizyonların nedenini anlaması güç olan bu yayınların aksine, devlet televizyonunun (ET ve NET) ve belli başlı bazı gazetelerin, Yunanistan’dan Türkiye’ye bakış açısı "elverdiği kadar" daha ciddi olduklarını söylemeliyim.

İşte böyle bir ortamda, 12 Mayıs gecesi Pire Limanı’nın yanı başındaki Neo Faliron semtinde Barış ve Dostluk Spor Salonu’nda Anadolu Ateşi’nin gösterisini izledim. Anadolu Ateşi tam takım horon teperken o eşsiz anları salondaki yaklaşık beş bin kişi alkışlıyordu. Oryantal dansında da seyirci mest olmuştu. İşte böyle bir ortamda, pazartesi akşamı Mega TV’de Yabancı Damat’ı izledim.

İşte böyle bir ortamda, Salı günü öğle saatlerinde Atina’nın eğlence merkezi Psirri yakınlarında, 19. yüzyıldan kalma iki katlı muhteşem bir evde "Çağdaş Seramik Müzesi"nde, Mustafa Tunçalp’in yaklaşık üç haftadır devam eden Kuşların Göçü isimli sergisini gezdim. Hani biraz daha iyi tanıtımı yapılsaydı diye düşündüm. Sanatçı Tunçalp’in sergisi önümüzdeki aylarda Girit ve Sifnos adalarını da ziyaret edecek. Aynı evin üst katında da 17-20. yüzyıllarda Çanakkale’de yapılmış seramik eserler sergileniyordu.

İşte öyle bir ortamda, 16 Mayıs günü Türk Büyükelçiliği’nde Sibel Tüzün ve Eurovision şarkı yarışması için Türkiye’den gelen dostlara verilen davete katıldım. Sordum, "Onca gün Atina’dayız. Nereye gitsek tanıyorlar. Hemen Süperstar diyorlar" cevabı aldım.

İşte böyle bir ortamda, THY’ye sordum. Geçen hafta da, bu hafta da Atina-İstanbul seferleri doluydu.

İşte böyle bir ortamda Yunanlı nişanlısı ile evlenip Atina’ya göçetmeyi düşünen, "iş bulabilir miyim" diye soran okurlardan mailler geldi.

İşte böyle bir ortamda, kim bilir Türkiye’de de Yunanistan için yapıcı benzer ne etkinlikler oldu.

Ege’nin iki yakasında yaklaşık yedi yıldır yaşanan yakınlaşmada, hiçbir şey kolay kazanılmadı. Bu yazının kaleme alındığı 18 Mayıs Perşembe sabahına kadar gözlediğim ve hiç de beğenmediğim işte böyle bir ortam bir an önce bitmeli. İnşallah gündem elverir de haftaya Türkiye ile Yunanistan arasında uygulanacak "sağlık diplomasisi"nin iki ülkeye de fevkalade yarar sağlayacağını söyleyen Yunanlı milletvekili doktor ile yaptığım keyifli sohbeti anlatırım.

Haber atlatmanın dayanılmaz cazibesi

Gazeteci, ilk adımlarında sözgelimi eğer bir Türk-Yunan zirvesini izleyecekse, günler öncesi paniğe kapılır. Görüşmenin yapılacağı yere dizleri titreyerek gider. İçinde hep bir şeyi eksik yapmanın, ertesi gün atlatıldığını görmenin korkusu içindedir. Çoğu zaman nedensiz koşuşturup durur. Hani bir meslektaşının birileriyle sohbet ettiğini görse, hani bir meslektaşının ortadan kaybolduğunu fark etse içine kurtlar düşerdi. Meslektaşlarını "göz hapsine" alırdı adeta. O gün işinin kazasız belasız ve biran önce bitmesi, ertesi gün de kimsenin onun atlatmaması için dua ederdi.

Gazeteci meslek hayatında bir, onbir, yüzonbir kere atlatılır. Sonra tecrübe edinir deyin; zamanla çevresi genişler, telefon rehberindeki isimler çoğalır deyin; hatta hayatın ta kendisi deyin; kendi işine, kendi bilgilerine, kendi yazdıklarına ağırlık vermeye başlar.

Onun da meslektaşlarını bir kere, onbir kere, yüzonbir kere atlattığı olur. Atlatılmanın korkusu ile atlatmanın dayanılmaz cazibesi birlikte yaşamaya başlar o zaman...

Selanik’teki Erdoğan-Karamanlis görüşmesi devam ederken, haberciliğini takdir ettiğim dünya tatlısı genç bir meslektaşım yanıma gelerek kulağıma eğildi... "Yorgo Abi, Utku ortalıktan kayboldu" dedi.

Bir anda yıllar öncesine döndüm. Gözlerim, bilmem neden, Utku’yu aradı; Milliyet muhabiri Utku Cakırözer’i. Ankara’dan gelmişti ve birilerinden o anda bir şeyler öğrenip bizi atlatıyor olabilirdi.

Birkaç saniye sonra gülmeye başladım. İşime baktım...

Vakit gece yarısına yaklaşıyordu. Zirve çoktan bitmişti. Selanik’in eğlence merkezlerinden Athonos Meydanı’na çıkan sokaklardaki onlarca tavernanın birinde canım deniz ürünleri buzlu Uzo’ma refakat ederken, yanımda oturan Utku ile ne güzel sohbetler yaptık. Ama gelin görün ki arada bir içimden bir ses yine de "acaba mı?" diyordu. Kim bilir, belki benzer bir ses Utku’ya da aynı şeyi söylüyordu.

Bu meslek insanın ruhunu ve beynini hep genç tutuyor...
Yazının Devamını Oku

Çabuk unutulacak zirve

13 Mayıs 2006
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Atatürk’ün Selanik’teki evine ziyareti sırasında yaşananlar nedeniyle ikinci plana düşen Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis ile görüşmesi, iki ülke siyasi ilişkilerinin ihtiyacı olduğu ivmeyi kazandıramadı. Yunan tarafı bir gün önce sadece 15 dakika süreceğini açıklayarak önemini küçümsemeye çalıştığı görüşmenin 50 dakika sürmesiyle umutlanır gibi olduk ama iki başbakanın çıkıp birlikte açıklama yapmadıklarını görünce yeni bir şey çıkmadığını anladık.

Karamanlis, ev sahibi olduğu Güneydoğu Avrupa Zirvesi’nden sonra düzenlediği basın toplantısında bu görüşme /images/100/0x0/55eb2195f018fbb8f8ad33d1hakkında bir soru üzerine konuştu. Erdoğan ise Atatürk’ün evinden çıkarken bahçede bekleyen gazetecilerin sorularını yanıtladı.

Karamanlis, "İki başbakanın buluşmasından illa da somut sonuç çıkacak diye bir şey yok" dedi. Tamam ama, iki başbakan 10 ay sonra buluşuyor ve siyasi ilişkilerin "duraklama" dönemi yaşamasına yol açan, askıda bir sürü konu var.

Resmi ve gayri resmi söylenenlerden anlaşılan, samimi bir ortamda tüm konuların görüşmede gündeme geldiği. Batı Trakya, yılan hikayesine dönen ve yine silbaştan olan Atina’da cami açılması, Patrikhane, Heybeliada Ruhban Okulu. Bunun yanı sıra Kıbrıs ve bununla bağlantılı olarak Türkiye-AB ilişkilerinde Atina ve Rum Yönetimi’nin kritik ekim ayındaki değerlendirmede ne yapacakları...

Ve tabii ki Karamanlis’in Ankara ziyareti... Türkiye’nin liman ve havaalanlarını Rum gemilerine ve uçaklarına açması için Rum Yönetimi’nin tehditlerle çıtayı yüksek tuttuğu, Atina’nın da Rum Yönetimi’nin dümen suyunda gittiği ve Yunan basınının, "Türkiye’den bir şey almadan Ankara’ya gitmemeli" yaygarası kopardığı bir sırada Karamanlis bir kez daha Ankara ziyareti için tarih veremedi. Erdoğan’a "Beni tanırsın sözümü tutarım. Ankara’ya geleceğim ama bu ziyaret çok iyi hazırlanmalı" dedi.

Durum böyle olunca, iki başbakan Yunan NBG bankasının Finansbank’ı satın alımı ile ivme kazanan ekonomik ilişkileri ön plana çıkardılar.

Selanik’teki görüşme bize göre çabuk unutulacak.

Bir yabancının gözünden bu diyar

Hürriyet Atina bürosunun konuğu bir yazar. İlk ve tek kitabında yabancı gözüyle bu diyarı ve insanlarını anlatıyor. Yunanlıların aile yapısını, sosyal yaşamını, geleneklerini, göreneklerini, hani derler ya, huyunu-suyunu...

Yazar, Yunanlı dostları ile yaptığı sohbetlerden yola çıkarak genellikle, bir yabancının anlayamadıklarını, anlamaya çalıştıklarını ve anladıklarını kaleme aldığı kitabında, Yunanlıların Türklere bakışına da hayli geniş bir yer ayırdı. Dost /images/100/0x0/55eb2195f018fbb8f8ad33d3sohbetlerinde duyduklarından, Yunanlıların 1453’de İstanbul’un fethine, Osmanlı İmparatorluğu dönemine ya da "Küçük Asya Felaketi" dedikleri 1920’lerdeki Kurtuluş Savaşı’na nasıl baktıklarını hayli güzel bir dille yansıtmaya çalıştı.

Babası Rus, annesi İngiliz Sofka Zinovieff Londra’da doğdu. Cambridge Üniversitesi’nde antropoloji eğitimi aldı. Rusya’da ve İtalya’da yaşadı. Kocası Vasilis Papadimitriu, ana muhalefet partisi Pasok’un lideri Yorgos Papandreu’nun danışmanı ve yakın çalışma arkadaşı.

Zinovieff’in İngilizce yazdığı "Eurydice Street / Evridiki Sokağı" (Atina’da bir sokak ismi), Aşkım Sekmen tarafından "Atina’da Bir Kadın" adıyla Türkçe’ye çevrildi. Yazar, 17 Mayıs’ta yapılacak tanıtım için önümüzdeki günlerde İstanbul’da olacak.

Sohbete başlamanın zamanı...

YUNANLININ TÜRK’E BAKIŞI KARMAŞIK

Yunanlının Türk’e bakış açısı nasıl sizce?

- Hayli karmaşık. Derin kökleri var diyebilirim. Konuştuğum insanlar genellikle "Biz Türkleri severiz. Hepimiz insanız" diyorlar. Ancak biraz meselenin üzerine gidip derine indiğimde gariplikler, çelişkiler gördüm. Türk unsuru, Yunanlının günlük hayatında derin bir iz bırakmış. Buna sevgi de diyemiyorum nefret de. Karmaşık bir şey.

Sevginin karşıtı nefret mi, sevmemek mi?

- Türklerden nefret etmiyorlar. Sözgelimi yemekler, müzik gibi, Türklerden pek çok şey Yunanlıların günlük yaşamının parçası. Nefretse bu duygu, o zaman Yunanlılar kendilerinden de nefret ediyor demektir.

TÜRKİYE KİTABI YAZABİLİRİM

Yunanlıların, Arnavutlara, Bulgarlara ve diğer komşularına bakış açısı Türkler ile aynı mı?

- Hayır çok farklı. Yunanlılara ırkçı demekte tereddüt ediyorum. Irkçı olmak istemediklerine inanıyorum. Kendileri de buna inanmıyorlar. Zaten yıllar önce onlar da çalışmak ve daha iyi bir yaşam için başka ülkelere göç ediyorlardı. Şimdi birdenbire zenginleşip ülkeye yabancı göçmenler yığılınca sorun çıktı. Irkçılık örneklerine rastlıyorum ve bu beni rahatsız ediyor. Ancak bir şok söz konusu. Bu şok atlatıldığında ırkçılık belirtilerinin de aşılacağına inanıyorum.

Yunanlıların aile yaşamını nasıl buluyorsunuz?

- Ben ayrılmış bir ailenin çocuğuyum. Yunanlıların güçlü bağlara dayanan aile yaşamını elbette sevdim. Ancak, zamanla her şeyin toz pembe olmadığını da anladım. Madalyonun öteki yüzünde, bu sıkı bağların arkasında, özgür olmak isteyen kişiyi engelleyen baskıyı da gördüm.

Ya kilise hakkındaki görünüşüz?

- Her ibadet şekline, her ibadet yerine derin saygım var. Kiliseye de öyle. Ancak, bazen din adamlarının siyasetten bahsetmelerine, kendilerini ilgilendirmemesi gereken konulardan söz etmelerine hiç katılmıyorum.

Türkiye’yi ziyaret ettiniz mi?

- Evet üç defa İstanbul’a gittim. İnanılmaz bir şey ama insanı mıknatıs gibi çeken bir şehir. Çok güzel ve capcanlı. Şimdi tekrar ziyaret edecek olmanın heyecanını yaşıyorum. Eğer mümkün olsaydı Türkiye için de bir kitap yazmak isterdim.
Yazının Devamını Oku