Yorgo Kırbaki

Şampiyonlar Ligi finalini böyle yaşadım

26 Mayıs 2007
Şampiyonlar Ligi finali için Liverpool-Milan maçından bir gün önce, Atina bir tek Yunanistan’ın başkenti olduğunu hatırlatmıyordu. Şehrin sosyete semti Kolonaki’de öğle vakti bir teftişe çıktığımda, İtalyan ve İngiliz taraftarlardan bazıları hem ziyaret hem ticaret düşüncesiyle beraberlerinde getirdikleri kaşkol, şapka ve bayrakları Yunanlılara pazarlamaya çalışıyordu.

Kolonaki’nin göbeğinde belki de Atina’nın en lezzetli tavuk çevirmesini yapan ve sadece sokakta birkaç masası bulunan salaş lokantadan gelen koku bilmemkaçıncı kez burnuma "merhaba" deyişinde. Bilmemkaçıncı kez afiyetle yiyenlere baktım.

Ön masaların birinde tanıdık bir sima. Hakan Şükür... Karşı sandalyede de Tümer Metin. Hakan son derece takdir /images/100/0x0/55eaa41ef018fbb8f88d45b2ettiğim, Tümer ise hem takdir ettiğim hem de koyu bir Fenerbahçeli olarak bu yaşımda utanmadan sarılıp öpmek istediğim bir futbolcu.

Selamlaştık. Kahve için Hürriyet ofisine davet ettim. Vakitleri olmadığını biraz alışveriş yapıp otele döneceklerini söylediler. Ne fotoğraf çektim ne de bir soru sordum. Niye bozayım ki Atina keyiflerini? Kolonaki meydanında bir iki tur attım belki Fatih Terim’i de görürüm diye ama ı ıhh.

Birkaç saat sonra maç için İstanbul’dan gelen dört yeni arkadaşla buluştum. Onlara Atina’yı gezdirirken, aralarında biri, Hasan, gülmekten kırdı geçirdi hepimizi. "Yorgo Ağabey bu bina kaç para?", "Ya bu adam bizim Hüseyin abi gibi" deyişi, Afrika ülkesinden gelmiş bir otoparkçıya "adamım benim" deyişi...

Sevgili okuyucularım, günlük yaşam mücadelesi içinde belki de farkedemiyorsunuz. Gurbette geçen onca yıldan sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki, Türk insanının inanılmaz bir dinanizmi, inanılmaz bir mizah gücü var. Eşsiz.

Salı akşamı geç vakit arkadaşları otele bırakıp geri dönerken, Atina İngiliz işgali atında idi. Alitalia şirketindeki grev nedeniyle maç bileti olan pek çok İtalyan taraftar gelemedi buralara. O zaman da meydanlar İngilizlere kaldı.

Caddeler çöp yığını. Binlerce bira kutusu. Alkollü İngilizler, ayakta duracak halleri yok, şarkılar söyleyip eğleniyorlardı. Aralarından bazıları İtalyan sempatizanı olduklarını bildikleri Yunanlıları kızdırmakta kusur etmediler: "İstanbul is wonderfull".

Eh ne de olsa iki yıl önce İstanbul’daki şampiyonlar ligi finalinde Milan’ın başına gelenler unutulacak gibi değil.

Günlerden çarşamba. Gece vakit hayli geç. Milan kupayı kaldırmış. İngiliz taraftar üzgün. Bendeniz İstanbul’dan gelen arkadaşlarla tıka basa dolu Romeo adlı müzikholde göbek atıyorum. Hasan, sanki 40 yıllık sakini Atina’nın. Maşallah Yunan danslarını da bir çırpıda söktü.

Perşembe sabahı saat 04.00. Eğlence devam ediyor. Yanıbaşımızdaki masaya tanıdık birileri gelip oturdu. Star TV’nin spor müdürü Serhat Ulueren ile selamlaştık. Tesadüfe bakın masada Hakar Şükür de var. Onunla da selamlaştık. Fotoğraf çekilmesini istemediğini ima etti. Tartışmasız kabul. Niye adamın Atina keyfini bozayım? Zaten biz arkadaşlarla göbek atıyoruz. Birkaç dakika sonra yerinden kalkıp karşı sandalyeye oturdu Hakan Şükür. İki üç dakika sonra da ceketini alıp gitti. Niye acaba? Yorgundu diyeceğim iyi niyetimle, ama Romeo’ya gelip 5 dakikada giden ilk ve herhalde son müşteri o olsa gerek.

Sabahın artık 07.00’si. Yollarda İngiliz taraftar kalmadı. Atina’yı iki gün önce ziyaret eden yağmur gitmek bilmiyor. CD’de "Cennet" çalıyor.

İşte bir Şampiyonlar Ligi finalini böyle yaşadım. Liverpool’un kazanmasını isterdim. Olmadı.

Karamanlis Türkiye yolcusu

Kaç yıl oldu, bu diyarda, bu meslekte bazı şeyleri hálá anlamak zor. Başbakan Kostas Karamanlis’in programında, resmen açıklanmamakla birlikte, önümüzdeki dönemde Türkiye’ye iki ziyaret görünüyor. İlki Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) zirvesi (25-26 Haziran), ikincisi de Yunanistan’dan geçip İtalya’ya kadar uzanması planlanan doğalgaz boru hattı için yapılacak bir temel atma töreni (muhtemelen 14 Temmuz).

Yunan medyası, Karamanlis’in bence Türkiye’de başbakan kim olursa olsun gerçekleştirmesi gayet normal sayılabilecek bu iki Türkiye ziyareti için şu değerlendirmeyi yaptı: "Kostas seçim öncesi Tayyip’e yardım eli uzatıyor".

Hoppala...

Avustralya’da bulunan Karamanlis, SBS televizyonuna verdiği demeçte de "Türkiye’deki mücadele siyasi. Bu mücadele siyasetçiler arasında mı verilecek yoksa sözgelimi askerler gibi başka faktörler de durumu etkileyecek mi, göreceğiz" demiş. Eh bu sözler de Karamanlis’in uzattığı yardım elinin bir parçası imiş.

Yunan medyası bununla kalmayıp "Karamanlis, Erdoğan’ı destekliyor. Erdoğan’ı desteklemek önemli bir dış politika hamlesidir. Yunan hükümetinin dış politikasının doğru bilgilere, doğru değerlendirmelere dayandığını ümit ediyoruz" şeklinde yorumlar da yaptı.

Karamanlis daha muhalefette iken Ankara’ya giderek AKP’nin 1. olağan kongresine katılmıştı. Tayyip Erdoğan’ın kızı Esra’nın düğünde de nikah şahitliği yapmıştı. Ayrıca Erdoğan çiftini Atina’dan 35 kilometre mesafedeki Rafina kasabasında bulunan evinde ağırlamıştı.

Yani Karamanlis ile Erdoğan arasındaki kişisel dostluk gayet iyi..

Gayet iyi de... İş siyasete geldiğinde durum ne? Karamanlis, siyaset söz konusu olduğunda hep çok temkinli davrandı. Kıbrıs konusunda Rum Yönetimi lideri Tasos Papadopulos’un dümen suyunda gitti. Söz vermesine rağmen, yaklaşık üç yıldır Yunan başbakanı olarak resmi Ankara ziyaretini sürekli erteledi.

Bilemiyorum yazanlar da kendileri inanıyorlar mı şu "yardım eline"? Üstelik Türkiye’nin gündemine baktığımızda, bir Yunan politikacının, bir Yunan başbakanın, herhangi bir partiye uzatacağı "yardım eli" seçimlerde acaba kaç oy getirir?
Yazının Devamını Oku

Kırmızı telefonla gelen pizza siparişi

19 Mayıs 2007
Diplomaside "kırmızı telefon" nedir? Bir devletin veya iki ya da daha çok devletin, en yüksek makamları arasında tehlikeli durumlar belirdiğinde, bunları bertaraf etmek amacıyla kurulan bir iletişim sistemidir. Adı öyledir öylesine, ama öyle rengi kırmızı filan değildir.

En ünlü "kırmızı telefon", şüphesiz bir zamanlar insanlık hali olur ya biri yanlışlıkla bir düğmeye basar da mazallah nükleer savaş patlar korkusuyla ABD ile eski SSCB arasında tesis edilenidir.

"Kırmızı telefon" Ege’nin iki yakasında da son yıllarda sık sık gündeme geldi. Dışişleri ve savunma bakanlıkları, genelkurmay başkanlıkları arasında "kırmızı telefon" hattı kuruldu. Bunun defalarca da faydası görüldü.

Sevgili okurlarım, size bugün bir başka "kırmızı telefon"dan bahsedeceğim. Atina ile Lefkoşa arasında olanından. Hattın bir ucunda Yunanistan başbakanı, öteki ucunda Kıbrıs Rum Yönetimi lideri var.

Bu "telefonun" özelliği, her zaman önemli bir "milli mesele" için çalmaması. Başka birileri de arıyor bu telefonu, hem de bir iki defa değil yıllarca.

Yaklaşık 9 yıl öncesine dönelim. Takvimler 24 Aralık 1998’i gösteriyor. Noel arifesi, ama Kıbrıs Rum Yönetimi milli konseyi tarihi bir karar için toplanmış. Atina-Ankara-Lefkoşa üçgeninde büyük bir gerginlik yaşanıyor. Nedeni de Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Rusya’dan satın aldığı uzun menzilli S-300 füzeleri. Dönemin Rum Yönetimi lideri Glafkos Klerides, üzgün mü üzgün. Füzelerin Kıbrıs yerine Girit Adası’na konuşlandırılmaları için dönemin Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis’in baskılarına boyun eğmiş ne de olsa. S-300’leri kendi sipariş etmişti. Şimdi geri adım atmak zorunda. Rum Milli Konsey topantısında "Beyler, ben hiçbir zaman Yunan hükümeti ile çekişmem. Hiçbir zaman böyle bir kararı Yunan hükümeti ile karşı karşıya gelmemek için aldığımı da söylemem. Füzeler Kıbrıs’a gelmeyecek" der Klerides.

Bugün Rum Yönetimi’nin lideri olan Tasos Papadopulos, o zamanlar DİKO partisinin parlamento sözcüsüydü ve söz isteyerek S-300’lerin Kıbrıs’a getirilmemesine tamamıyla karşı olduğunu vurguladı.

Klerides’in burukluğunu anlayan ve yardımcı olmak isteyen eski Rum Yönetimi liderlerinden Yorgos Vasiliu, toplantıda bir öneri ortaya attı: "Tamam Glafkos. Ancak füzelerle ilgili kararımızı iletmek için Atina’ya gitme. Kırmızı telefon ile ara Simitis’i."

Klerides gülümsedi hafif. "Ya bu telefon pek çalışmıyor. Bazen çaldığında dükkan olup olmadığını soruyorlar. Sipariş vermek istiyorlar" dedi.

Rumlar için çok kritik bir gündü. Kimse Klerides’in bu dediğini pek önemsemedi.

Atina-Lefkoşa arasındaki "kırmızı telefon’un sırrını tam 5 yıl sonra Papadopulos çözdü. Yunan gazetelerinden birisine verdiği demeçte baklayı çıkarıverdi ağzından: "Bazen çalıyor. Pizza siparişi yapıyorlar."

Düşünsenize, Atina-Lefkoşa arasında "kırmızı telefon" çalıyor. Papadopulos heyecanla ahizeyi kaldırıyor ve karşısında bir ses: "Aile boyu bir pizza. Çift peynirli, mantarlı olsun. Üç pizza alırsam biri bedava mı? Makarna çeşitleriniz ne?"

Paloma’nın öyküsü

Dünya çapında ünlü tekneler arasında, armatör Aristotelis Onasis’in bar sandalyeleri balina penisi derisinden yapılma"Christina"sı ve armatör Yiannis Latsis’in Bush ailesinden tutun da İngiltere kraliyet ailesine kadar birçok ünlüyü ağırlayan "Alexander"inden sonra artık armatör Vasilis Gulandris"in "Paloma"sı da var.

Uzun bir dönem Yunanistan’ın üç büyüklerinden olan Olimpiakos’un başkanı Gulandris, bu tekneyi 1965 yılında satın almıştı. 1974 yılında Kıbrıs olaylarından sonra, Yunanistan’daki Albaylar Cuntası’nın iktidardan düşmesi ile ülkenin yönetimini ele almak için Paris’ten Atina’ya gelen Konstantinos Karamanlis (bugünkü Yunan başbakanının amcası), canı sıkıldığında bu tekneyle kısa Ege turlarına çıkardı. Pire limanından hareket, son liman Mikonos Adası. Gulandris’in Mikonos’ta dillere destan bir villası var.

"Christina" veya "Alexander" gibi büyük ve şatafatlı olmasa da, "Paloma" da döneminde pek çok Yunan ve yabancı şahsiyete ev sahipliği yaptı.

1990’lı yıllarda kaderine terk edildi tekne. Pire’deki Zea limanında çürümeye başladı. Gulandris ailesi satışa çıkardı ama yıllarca alıcı bulunamadı. Ta ki 2004 yılında Fransız işadamı Vincant Bollore çıkıp, 3.5 milyon dolar verinceye kadar.

İşte, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı söylemleri ile tanıdığımız ve söylemlerinin seçim öncesi sözler olarak kalmasını temenni ettiğimiz, Fransa’nın yeni cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin ülkesinde ağır eleştirilere uğramasına neden olan, seçimlerden hemen sonraki kısa Akdeniz tatilinde günlerini geçirdiği "Paloma"nın öyküsü böyle.

Başka manita bulacağım

Ömrünü bazen mavi, bazen yeşil, bazen konuşan, bazen suskun ama her zaman bir çift göze adamakla, sevmekle geçirdiğinden putperest sayılabilecek biri olarak Atina’dan bildiriyorum: Yaz geldi.

Yaz da bu diyarda iki renktir. Gök mavisi ve beyaz..

Yaz beyaz bu diyarda yani.

Daha mayıs ortalarındayız, ancak güneş orada tepede ve acımasızca sıcaklığını bahşediyor. Güneşten başka, her geçen gün daha kalabalıklaşan sahillerden başka, o güzelim can eriklerden, daha minnacık şeftalilerden başka, insanlar evet insanlar tavırlarıyla, kıyafetleri ile bangır bangır bağırıyor sanki: Yaz geldi.

Küresel müresel ısınma imiş, istediği kadar soğuk geçmesin o "karakış"tan sonra insanların yüzlerinde beliren tebessüm, gözlerdeki ışık yazın habercisi.

O çirkin kalın kazakların, paltoların, yünlü pantolonların yerini alan ve incecik tanrısal bedenleri saran minnacık bez parçaları "yaz geldi" diyor.

Atina’da hava sıcaklığı 35 dereceye kadar dayandı. Şehrin güney banliyösünde dalgaların bitişiğinde sabahlara kadar eğlence felsefeli mekanlar açıldı. Eşyanın doğasına aykırı olmayan yaz şarkıları bile çıktı. Bugünlerde sükse şarkı, Girit türkülerini hatırlatıyor. Ud ve "lyra" dedikleri Girit kemençesi ağırlıklı cıvıl cıvıl bir şey. Adı da "Tha vro alli gomena". Yani "Başka manita bulacağım". Adam kararını vermiş, unutması gerekiyor sevgilisini. Beyazları giyiyor, cebini para ile doldurup arabasına biniyor. Bir bara giriyor, birkaç dubleden sonra sevdiğine çok benzeyen bir kadın, kulağına eğilip "üzülme ya" diyor. O da gaza gelip sevdiğine sesleniyor. "Gidiyorum senden başka manita bulacağım."

Anlayacağınız bu diyarda artık uzun, sıcak ve günahkar geceler nöbette.

Tütmesin mi gözümde Ege’nin o eşsiz gökyüzünü ve denizini birleştiren canım adalar? Midilli, Siros, Simi, Sifnos ve daha niceleri.

Tertemiz, mis gibi sabun kokan bir pansiyon odasının penceresini açıp masmavi su ile buluşma zamanı.

Yaz geldi. Bu diyarda sevmek sevilmek zamanı.
Yazının Devamını Oku

Sarkozy hakkında

16 Mayıs 2007
Fransa’da seçimlerin galibi Nicolas Sarkozy malum Türkiye’nin AB üyeliğine karşı. Sarkozy, önümüzdeki 5 yıl için Fransa’nın cumhurbaşkanı olacak. Eğer geçen pazarki başarısını 5 yıl sonra yine tekrarlayabilirse en fazla 10 yıl kalabilecek koltuğunda. Oysa Türkiye’nin AB üyeliği, pek çok açıdan Sarkozy’nin cumhurbaşkanlığından hem daha önemli hem de daha uzun bir süreç bence.

Kendini “Birleşik Avrupa vizyonuna adamış” bir nefer olarak gösteren Sarkozy, Avrupa Anayasası’nın Fransa ve Hollanda tarafından reddedilmesi üzerine AB’da açılan derin yarayı kapatmaya öncelik vereceğini söylüyor.

AB’daki yaranın kapanması Avrupa ülkeleri arasında çok yakın işbirliği gerektirir. Sarkozy de bu işe Türkiye konusunda AB’da bir kriz yaratarak başlayamaz bence.

Fransa seçimlerinde “Türkiye’ye hayır” diyerek aşırı sağın, muhafazakar katoliklerin ve Ermenilerin oylarını alan Sarkozy’nin şimdi Fransa cumhurbaşkanı olarak, aynı çizgiyi sürdürmesi halinde Türkiye’nin AB rotasına inanmış ve Türkiye’ye büyük yatırımlar yapmış Fransızları ve diğer Avrupalıları nasıl ikna edeceğini de merak ediyorum doğrusu.

Ayrıca Sarkozy kadar ABD unsuruna önem ve saygı gösteren başka bir Fransa cumhurbaşkanı da pek hatırlamıyorum. ABD’nin “Türkiye AB üyesi olmaladır” politikası hepimizce malum. ABD’nin bazen ters tepse bile bu istikamette zaman zaman Brüksel’e yaptığı baskılar ortada.

Dolayısıyla, Fransa’nın yeni cumhurbaşkanının seçim öncesi “Türkiye’ye hayır” tavrını bundan sonrasında değiştireceğine ümit var bence.

Şimdi “yahu sen Atina’da yaşıyorsun. Karamanlis’i anlat bize. Ne karışıyorsun Sarkozy’ye” derseniz, haklısınız da, Yunanistan’da ve Kıbrıs Rum kesiminde Türkiye’yi neden AB’da istemediğine bakmaksızın sırf söylemleri için Sarkozy’yi alkışlayanlar az değil de ondan.

Yunan hükümeti “Yükümlülüklerini harfiyen yerine getiren her aday ülkenin AB’da yeri vardır” diyerek Sarkozy’den hayli mesafeli bir tavır sergiledi sergilemesine de, ileride Kıbrıs veya Ege konuları AB gündemine geleceğinde çok güçlü bir “müttefik” kazanıldığı düşüncesi ve memnuniyetiyle hem Atina’da hem de  Lefkoşa’da ellerini ovuşturanlar var. Kıbrıs Rum Yönetimi dışişleri bakanı Yorgos Lilikas’ın “Paris’te çok iyi örgütlenmiş olduğu” haberleri dolaşıyor buralarda.

Atina’da bugünlerde Sarkozy’yi alkışlayanlara ilginç bir cevabı “milli politika” sözkonusu olduğunda cesur görüşlerini her fırsatta tekrarlayan deneyimli yazar Rihardos Someritis verdi bence.

Yazının Devamını Oku

Seçimler hakkında

12 Mayıs 2007
Türkiye’de seçimler 22 Temmuz’da. Şu işe bakın ki, Yunanistan’da da erken seçim gündemde. Başbakan Kostas Karamanlis, tarih vermeden "seçimler zamanında yapılacak" diyor ama, yaz sonu ya da sonbaharda sandık başına gidileceği söylentileri sürekli artıyor buralarda.

Ege’nin bir yakasında seçim, Ege’nin öteki yakasında seçim söylentileri. E zaten onca benzerliğimiz var. Seçimler niye istisna teşkil etsin?

Pek öyle değil.

Çünkü neden seçim, diye sorarsanız, hani bazı yerlerinde horoz ötse karşıdan duyulacak kadar yakın Ege’nin iki kıyısında ne kadar iki farklı dünyanın var olduğunu göreceksiniz.

Yunanistan’da erken seçim gündemde ve iki aydır konuşulan tek konu, birkaç milyon euro’luk "devlet tahvilleri skandalı". Bazı devlet kurumlarının yönetimlerinde olan birileri, emekli sandıklarındaki paralarla devlet tahvili alırken, direkt devlet bankalarına başvurmak yerine araya komisyoncular koymuşlar. İşte bir cümlede toparladığımız bu skandal iki hafta önce Çalışma ve Sosyal Yardım Bakanı’nı koltuğundan etti.

Muhalefet "emekli sandıklarından çıkan paraları geri getirin" diye bağırıyor, erken seçim istiyor. Gazeteler seçimlerin kapıda olduğu iddiasında. Hükümet, emekli sandıklarındaki paraların doğru tercihler sayesinde yumurtladığını söyleyerek böbürleniyor ancak, işin içine komisyoncuların girdiğini de kabul ediyor.

Türkiye’nin gündemi malum. Dolayısıyla Yunanistan’daki bu skandalın Türk medyasına yansımasını beklemek hayal olur, lüks olur.

Buna karşın, Türkiye’de yaşananlar bütün dünya medyasının ilgisini çekti ve çekmeye devam ediyor. Diyeceksiniz ki Ege varken, Kıbrıs varken, haklı-haksız onca önyargı varken, Yunan medyasının Türkiye ile daha çok ilgilenmesi bir bakıma doğal.

Doğal da sevgili okurlarım, çok ama çok abartıyorlar.

Geçen Pazar sabahı, bu diyarda 6 büyük gazeteyi alıp ofise geldim. Baktım birinin manşetinde Türkiye, diğerinin yine Türkiye.. Başlıklar heyecanlı; "Ankara bilmecesi", "Türkiye-Yunanistan ve endişeler", "Her şeye hazır bir İslamcı", "Atina dikkatle izliyor", "Erdoğan kazanırsa ne olur?", "Siyaset-süngü karşı karşıya", "Türkiye’ye AB’den kırmızı kart", "Büyük bahisin çekilişi 80 gün içinde yapılacak", "Atina’nın Türkiye için B planı yok".

Ya içeriğe ne desem? O ne senaryolar, o ne analizler... Yunan Dışişleri ve Savunma bakanlıkları endişeli imiş... Türkiye Ege’de kriz yaratarak, gerginlik yaratarak dikkatleri başka yöne çekmeye teşebbüs edebilirmiş...

Nereden buluyorlar, nasıl uyduruyorlar.

Meğer "Türkiye uzmanı" kaç gazeteci, kaç yazar varmış bu diyarda.

Üşenmedim saydım. Belki inanmayacaksınız ama 6 gazetede Türkiye ile ilgili en az 30 haber ve yazı vardı. Eğer diğer Yunan gazetelerini de eklersek pazar günü Türkiye konulu haber veya yazı sayısı 60’tan fazlaydı.

Yunanistan’da erken seçim ortamını oluşturan tahvil skandalı ile ilgili haber ve yazılar ise Türkiye hakkında yazılanlardan çok daha fazla değildi.

Sonra haber sitelerinde bir dolaştım. O da ne? Sitelerin birinde (www.e-go.gr) anket yapılıyor. Hayır Yunanistan için değil, Türkiye için. "Türkiye’deki kriz nasıl bitecek" diye soruluyor. Pazar günü öğlene kadar 1800 defa tıklanmıştı. Sonuçlar "Erdoğan kazanacak" (yüzde 43), "Erdoğan kaybedecek" (yüzde 21), "darbe olacak" (yüzde 36).

İnsanlar gazeteleri okuyor, televizyonları izliyor. Sonra aralarından bu anketi görenler de tıklıyor işte.

Diyeceğim, komşusunu iyi tanımıyor Yunanistan.

Kısa kısa...

Yunanistan’da 2006 yılında 811 bin kutu viagra ve benzeri haplardan satılmış. 2005’e kıyasla 60 bin kutu fazla. Hatırlıyorum da, 1999 yılında viagra daha piyasaya sürülmeden eczanelerde uzun kuyruklar oluşmuş sipariş listeleri hazırlanmıştı. İlk parti "mal" da raflara konmadan satılmıştı.

"Bulgari" markasını takdime gerek yok sanırım. Değerli takı ve aksesuvar alanındaki bu büyük markanın kurucusunun, Yanya şehri yakınlarındaki Cumerka köyünde gümüş imalatı ile uğraşan Sotiris Vulgaris olduğunu biliyor muydunuz? Sotiris, 19. yüzyılın sonlarına doğru İtalya’ya taşınmış ve 1884’te Roma’da ilk dükkanını açmış. Sonrasında oğulları Kostas ile Yorgo işi babalarından devralmışlar.

İstanbul’a son gelişimde gazetelere şöyle bir göz attığımda, tiyatro ilanlarının çok az oluşu dikkatimi çekti. Atina’ya dönüşümde meraktan kaç tiyatro salonu var diye bir baktım. Sıkı durun küçük büyük 120 sahne tiyatroseverlere hitap ediyor. Bunlardan 21 tanesinde de klasik eserler sahneleniyor.

Yunan ligi bu hafta bitiyor. Olimpiakos yine şampiyon. Türkiye’de de yatırımları bulunan Sokratis Kokalis’in sahibi ve başkanı olduğu kırmızı-beyazlılar, son 11 yılda 10 kez şampiyonluk ipini göğüslediler. Yarınki son maçlarını saymazsak, 29 maçta 68 puan topladılar. Kadrosunda eski FB’li Erol Bulut’u da bulunduran Olimpiakos’un başkanı Kokalis, yazılanlara bakılırsa yine FB’li Tuncay’a kancayı takmış.

İstanbullu Rumların takımı AEK, ligi ikinci bitiriyor. Eğer bütçesini ve altyapısını düşünürsek bu bir mucize. Küme düşen takımlardan İonikos ise koskoca bir yılda sadece 4 puan alarak rekor kırdı.
Yazının Devamını Oku

Bir klasiğin öyküsü

5 Mayıs 2007
Spiros, Pire limanı yakınlarında cüzi bir parayla ilk imalathanesini açtığında, ölmeden önce babasının kendisiyle paylaştığı sırrı hep aklında tutuyordu: "Her yeni üretimde fıçılara mutlaka bir önceki üretimden az bir miktar ekleyeceksin." Formül de aile sırrı: Sultaniye’den başka, Yunanistan’a has Savatiano ve siyah Korint üzümleri, Sisam ve Limnos adalarında üretilen tatlı beyaz şarapla (muscat) evlendirilir, aroma cümbüşü binbir otun birleşimi bu nikaha şahit olur. Hep birlikte yıllarca meşe fıçıları içinde yaşarlar.

Takvimler 1888’i gösteriyordu ve Spiros imalathanesinde üç yıl süren hazırlıklardan sonra nihayet fıçıları, o yaklaşık 120 yıldır değişmeyen tat ile doldurmaya başladı. Hem ürün iyi idi, hem de Allah "yürü ya kulum" dedi. İşi büyüttü. İki kardeşini İlias ile Aleksandros’u ortak yaptı. Ünü ve satışlar kısa sürede Yunanistan’ı aştı. Ta Odessa’da, ta İstanbul’da duyulmaya başlandı. Baktı ki ihracatla başa çıkamıyor, İstanbul’da da bir imalathane açtı. Mısır’dan Romanya’ya, Rusya’ya kadar mal satıyordu. ABD’ye ilk ihracatı yaptığında, tam 36 bin kasa sattı Atlantik ötesine. Aile şirketi, ABD’deki içki yasağından pek etkilenmedi. Yeni pazarlar buldu kendine: İran, Avustralya, Hindistan.

Spiros 1909’da öldü. Birkaç sene sonra da kardeşi Aleksandros. Dul eşleri Despina ile Angeliki geçtiler işin başına. Sonra da çocukları...

2. Dünya Savaşı’na dayandı şirket. Alman işgaline rağmen bacasından hep duman tüttü. Mis gibi kokan duman.

1968’de Pire’deki imalathaneyi kapattılar. Atina’nın kuzey banliyösünde koskoca bir fabrika vardı artık. Koskoca bir isimdi artık onlar. Tam 110 ülkeye ihracat yapıyorlardı ve yıllık satışları 500 bin kasayı geçmişti.

Liberal ekonomiler, globalizasyon derken 100. kuruluş yılını kutlarken şirket yabancılara satıldı. Önce Hollandalılar aldı, son sahibi ise Fransızlar. Remy Cointreau grubu.

Tadı, büyüsü hálá aynı. Yıllık üretimi her biri 9 litrelik tam 900 bin kasa. 2005 yılında satışları 36 milyon Euro düzeyinde oldu.

Hani Yunanistan’ı ziyaret ettiğinizde dostlarınızın sipariş ettiği, ya da Yunanistan’a gelen bir dostunuzdan getirmesini istediğiniz "Metaxa" brandy’sinin öyküsü işte böyle.

Üç, beş ve yedi yıldızlısı var. Bir de fıçılarda 20 yıl bekletilen "Prive Resevre"si. Bence, klasikten şaşmayın ve şişenin etiketindeki yıldız sayısı beş olsun. Ağzı dar, göbeği geniş kanyak bardağını ısıtıp, bir Türk kahvesi ya da espresso ile birlikte içmeyeceksiniz Metaxa’yı, portakal suyu ve buzla çırpıp serin serin tadın. Tabii bardağın ağzına biraz da toz şeker..

Spiros, Pire limanı yakınlarında cüzi bir parayla ilk imalathanesini açtığında, ölmeden önce babasının kendisiyle paylaştığı sırrı hep aklında tutuyordu: "Her yeni üretimde fıçılara mutlaka bir önceki üretimden az bir miktar ekleyeceksin."

Formül de aile sırrı: Sultaniye’den başka, Yunanistan’a has Savatiano ve siyah Korint üzümleri, Sisam ve Limnos adalarında üretilen tatlı beyaz şarapla (muscat) evlendirilir, aroma cümbüşü binbir otun birleşimi bu nikaha şahit olur. Hep birlikte yıllarca meşe fıçıları içinde yaşarlar.

Takvimler 1888’i gösteriyordu ve Spiros imalathanesinde üç yıl süren hazırlıklardan sonra nihayet fıçıları, o yaklaşık 120 yıldır değişmeyen tat ile doldurmaya başladı. Hem ürün iyi idi, hem de Allah "yürü ya kulum" dedi. İşi büyüttü. İki kardeşini İlias ile Aleksandros’u ortak yaptı. Ünü ve satışlar kısa sürede Yunanistan’ı aştı. Ta Odessa’da, ta İstanbul’da duyulmaya başlandı. Baktı ki ihracatla başa çıkamıyor, İstanbul’da da bir imalathane açtı. Mısır’dan Romanya’ya, Rusya’ya kadar mal satıyordu. ABD’ye ilk ihracatı yaptığında, tam 36 bin kasa sattı Atlantik ötesine. Aile şirketi, ABD’deki içki yasağından pek etkilenmedi. Yeni pazarlar buldu kendine: İran, Avustralya, Hindistan.

Spiros 1909’da öldü. Birkaç sene sonra da kardeşi Aleksandros. Dul eşleri Despina ile Angeliki geçtiler işin başına. Sonra da çocukları...

2. Dünya Savaşı’na dayandı şirket. Alman işgaline rağmen bacasından hep duman tüttü. Mis gibi kokan duman.

1968’de Pire’deki imalathaneyi kapattılar. Atina’nın kuzey banliyösünde koskoca bir fabrika vardı artık. Koskoca bir isimdi artık onlar. Tam 110 ülkeye ihracat yapıyorlardı ve yıllık satışları 500 bin kasayı geçmişti.

Liberal ekonomiler, globalizasyon derken 100. kuruluş yılını kutlarken şirket yabancılara satıldı. Önce Hollandalılar aldı, son sahibi ise Fransızlar. Remy Cointreau grubu.

Tadı, büyüsü hálá aynı. Yıllık üretimi her biri 9 litrelik tam 900 bin kasa. 2005 yılında satışları 36 milyon Euro düzeyinde oldu.

Hani Yunanistan’ı ziyaret ettiğinizde dostlarınızın sipariş ettiği, ya da Yunanistan’a gelen bir dostunuzdan getirmesini istediğiniz "Metaxa" brandy’sinin öyküsü işte böyle.

Üç, beş ve yedi yıldızlısı var. Bir de fıçılarda 20 yıl bekletilen "Prive Resevre"si. Bence, klasikten şaşmayın ve şişenin etiketindeki yıldız sayısı beş olsun. Ağzı dar, göbeği geniş kanyak bardağını ısıtıp, bir Türk kahvesi ya da espresso ile birlikte içmeyeceksiniz Metaxa’yı, portakal suyu ve buzla çırpıp serin serin tadın. Tabii bardağın ağzına biraz da toz şeker..

Atina’da anlamlı buluşma

Arayıp bulması güç oldu, epey vaktini aldı ama başardı. Türkiye’nin Atina Başkonsolosu Beyza Üntuna, İstanbul’daki ünlü Fransız Notre Dame de Sion (NDS) lisesinin tam 33 mezununu tespit etti. 1954 mezunu Eleonora Kairi’yi de, 1984 mezunu Magdalini Gün’ü de. Atina’da yaşayan NDS’nin emekli sekreteri ile emekli İngilizce öğretmeni ile birlikte etti 35, bir de kendisi 36.

Türkiye’den de NDS mezunları derneği başkanı Lale Murtezaoğlu’nun başkanlığında 16 mezun otobüse binip geze geze Atina’ya geldi.

Yunanistan’da ve Türkiye’de yaşayan NDS’lilerin Atina’da buluşması son derece anlamlıydı. Bunu, konuşmacıların söylediklerinden de, bazıları birbirini hiç tanımayan onca kadının birkaç dakika içinde kaynaşmalarından da anlamak mümkündü. Öğretmenler, öğrenciler, okul yıllarını konuştular. Geçmişi yadettiler. Hasret giderdiler.

Bu güzel davete, NDS’nin kardeş okulu Saint Joseph Lisesi mezunlarından, Türkiye’nin Atina Büyükelçisi Tahsin Burcuoğlu da eşi ile birlikte katıldı.

Türkiye’nin şu köklü okullarındaki "geleneklere" ve "dayanışmaya" hayran kalmamak elde mi?

Selanik’teki börekçi

"Proksenio" (konsolosluk) dediniz mi Selanik’te, kimsenin aklına ABD veya herhangi bir Avrupa ülkesinin konsolosluğu gelmez. Adres sorduğunuzda ya da taksiye bindiğinizde "proksenio" dediniz mi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Selanik Başkonsolosluğu’nu kastettiğiniz varsayılır.

Bahçesinde Atatürk’ün doğduğu evin de bulunduğu Türkiye’nin Selanik Başkonsolosluğu’nun karşısında, küçük bir börekçi dükkanı var.

İçine üç kişi sığmaz, dışarıda ise iki sandalye ile bir masası var. Selanik’in ünlü poğaçasından başka, tost ve kahve satıyor.

Sahibini tanımıyorum, ancak adam "adresin" önemini düşünerek, dükkanına "proksenio" yani "konsolosluk" adını verdi.

Bu "marka"yı da plastik bardaklarına ve kağıt peçetelerine bile bastırdı. Fotoğraf bu "tespitin" kanıtıdır.
Yazının Devamını Oku

İstanbul’daki Rum basını

28 Nisan 2007
Osmanlı döneminde, İstanbul’da ilk Rumca gazetenin bizzat devlet tarafından yayınlandığını kaçımız biliyoruz? "Takvimi Veka-i" yani Osmanlı döneminin "resmi gazete"si, ilk kez 1839 yılında Rumca basıldı. Aynı gazete Fransızca ve Ermenice de hazırlanıyordu.

1870-1873 yılları arasında Osmanlıca, Rumca ve Fransızca yayınlanan mizah dergisi "Diyojen", karikatürleri ile büyük olay yaratmıştı. Sahibi Kapadokyalı Teodor Kasapis idi. Toplam 183 sayısı çıkan dergi, beş defa kapatıldı. Bu süre içinde "Diyojen"de Namık Kemal’in yazıları da yer aldı. Osmanlı’nın o dönemlerde basın hürriyeti istikametinde çıkardığı kanunda, söz konusu derginin payı da bulunuyor.

"Ciddiyet" adlı gazetenin sahibi, 1908 yılında "Sevgili Türk kardeşlerimize takdim-Rum kardeşleriniz" adlı kitabın yazarı Burdurlu Yorgos Efiminiadis idi. Osmanlıca ve Rumca yayınlanan bu gazetenin ömrü tek bir sayı oldu. Yayın tarihi 21 Mart 1909.

Osmanlıca, Rumca, Fransızca ve Ermenice yayınlanan "Hokkabaz"ın 1908 yılında topu topu üç sayısı çıktı.

Selanikli Ali Münim Münir’in 1911-1912 yılları arasında Bab-ı Ali Yokuşu’nda, 38 numaralı evde hazırladığı ve Reşadiye Matbaası’nda bastığı "Köylü"nün ömrü 55 sayı oldu. Mizah her şeyden esastı. Karikatüristler Mehmet Baha, Halit Naci, L.Avakyan, Periklis Kalaisakis’ti.

"Karamanlıca" gazeteler de vardı bir zamanlar. Yani Yunan harfleri ile yazılmış, okunuşu Türkçe gazeteler. "Aggelioforos" (Havadisçi) tam 40 yıl (1872-1912) yayınlandı. Sahibi, garip gelebilir ama bir Amerikalıydı. Adı Joseph K. Green.

Bütün bunlar ve daha niceleri, geçen hafta İstanbul’da tanıtılan "İstanbul’daki Rum Basını" adlı kitapta anlatılıyor.

Kurtuluşlu yani Tatavlalı araştırmacı Strati Tarinas’ın Türkiye’de, Yunanistan’da ve İtalya’da yaklaşık 7 yıl süren çalışmalarının ürünü 283 sayfalık kitapta geçen 175 yılda, bu şehirde yayınlanan tam 147 Rum gazetesi tanıtılıyor.

"İstanbul’daki Rum Basını"nı yayınlamayı da İstanbul’da kalan iki Rum gazetesinden birisi olan "İho"nun (Akis) sahibi değerli meslektaşım ve sevgili dostum Andrea Rombopulos üstlendi. Andrea 6 ayını bu dört dörtlük işe adadı.

Türkçe’ye çevrilmesinin çok yararlı olacağına inandığım kitabın fotoğraflarına bakarken, dikkatimi çeken bir iki "haberi" aktarmak isterim:

"Türk şarkısı Yunan başkentinde... Yunanlılar Safiye Ayla’ya hayran kaldı" (Ta Nea 29 Mart 1953).

"Türkiye’de her işte farklı din ve ırkı olan işçiler çalışıyor. Bütün dünyada olduğu gibi patronlar işçilerin çıkarlarına zarar vermek için bu din ve ırk farklılığından yararlanıyorlar. Sözgelimi Rumlara ve Ermenilere, Yahudi ve Türklerle ilişkileri olmamasını, Türklere de gavurlarla alışveriş yapmamalarını söylüyorlar. Türkiye’nin işçileri, Türkler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler el ele verin. Patronların dediklerine kulak asmayın" (Galata’da, Kasaplar Sokak 6 numaralı binada yayınlanan aylık "Ergatis" (İşçi) Gazetesi-25 Temmuz 1910)

Petro’yu mutlaka dinleyin

Onu küçükken tanırdım. Babası Panço ve Allah gırtlak vermiş annesi Rula’nın sahne aldığı Arnavutköy Neşe gazinosunda çıkıp zeybekiko oynardı.

Büyüdü, koskoca delikanlı oldu. Geçenlerde ilk CD’sini verdiğinde, yazıp yazmayacağım hakkında doğrusu biraz tereddütlü idim. İstanbul’da bir Rum şarkıcı daha diye düşündüm. Taverna müziği, hani üç beş Yunanca şarkıyı Türkçe okuyup şansını deneyen biri sandım Petro’yu. Dinledikten sonra doğrusu biraz utandım.

Çok iyi bir çalışma. Şarkılarında Mehmet Teoman’ın, Sezen Aksu’nun, Cenk Taşkan’ın imzası var. CD’deki ilk şarkı "Diş Fırçası"ndan tutun da son şarkı "Delinin Felsefesi"ne kadar bir solukta dinleniyor. Tabii Sezen Aksu’lu "Dört Günlük Bir Şey"in yeri apayrı. Bir zamanlar Nükhet Duru’nun söylediği "Beni Benimle Bırak"ı bir de Petro’dan dinlemenizi tavsiye ederim.

Petro; pop’u, rock’ı ve Akdeniz nağmelerini başarılı bir formül ile birleştirmiş. Sanatçı bir ailenin çocuğu, anne ve babasından çok farklı bir tarzda ve hayli iddialı müzik dünyasına merhaba dedi.

Bir dönemin sembolü

Fotoğraflarını pek çok gazete ve dergide görmüştüm. Henüz 15 yaşındaydı. Örgülü uzun saçları vardı. Arkadaşları ile /images/100/0x0/55ea5d5ef018fbb8f87b274dbirlikte okulu kırıp küçük büyük her gösteride hep en ön saflarda yer alırdı. Avazı çıktığı kadar "Barış engellenemez" ve "Evet" diye bağırır, eliyle zafer işaretini gösterirdi.

İlk aşkını da o gösteriler sırasında tanımıştı. Birlikte slogan atıyorlardı. Akşamları da yakılan ateşin etrafında barış, umut, kardeşlik şarkıları söylüyorlardı.

2003 yılında KKTC’de yapılan gösterilerin sembolü haline gelmişti adeta Selin Desam. Şimdi, 24 Nisan 2004’te Kıbrıs’ta çözüm için yapılan referandumda Rumlar’ın yüzde 75 oranında "hayır" demesinden üç yıl sonra, içinde bir burukluk, bir düş kırıklığı ile hatırlıyor o günleri.

"O büyü kayboldu. O zaman hepimiz çözüme, hedefe ulaşacağımıza inanmıştık. Artık durumlar farklı" diyor Selin, Rum Politis Gazetesi’ne verdiği demeçte.

Şimdi Kuzey Kıbrıs’ta üniversite öğrencisi. Yaşı 19. Artık bir daha gösteri yapılsa aynı inançla katılıp katılmayacağını bilmiyor.

Güney Kıbrıs’a geçtiğinde alışveriş yapmayı seviyor. Üç dört yıl öncesinde tanıdığı Rum dostları ile de karşılaşıp sohbet ettiği oluyor.

Üç yıl önce 24 Nisan’da, Kıbrıs için büyük bir fırsat kaçtı. Öyle kolay kolay bir daha ele geçmeyecek bir fırsat. Rum Kesimi’ndeki "hayır"ın başmimarı Tasos Papadopulos halinden memnun mu memnun. Çözüm için maskelerin düşmesine rağmen, Kıbrıslı Rumlar’ın 30 küsur yıldan beri uyguladığı taktiği yeniden devreye koydu. En olur olmaz konuda "Uzlaşmayı, çözümü Türk tarafı istemiyor" diyebilecek rahatlığı buluyor kendisinde.

Papadopulos gibiler Selin gibileri hiçbir zaman anlamayacak.
Yazının Devamını Oku

Bir otobüs, iki dünya

21 Nisan 2007
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın da katıldığı Balkan ülkeleri genelkurmay başkanları toplantısı için Selanik’teyiz. Günlerden salı. Yunan gazetelerine bakıyorum. "Türk uçaklarının Ege’deki ihlalleri" iddialı haberler birinci sayfalardan anonslu duyurulmuş. Hatta bir ikisinde "haber" manşet. İçeriğine bakıyoruz haberlerin. Hiçbir şey yok. Ne resmi bir açıklama, ne bir kanıt belgesi. Neymiş? Türk savaş uçakları bir buçuk aydan beri uçuş taktiğini değiştirmiş. Neymiş, "tahrik" artık daha büyükmüş. Kim söylemiş? "Kaynaklar".

Her şey bir yana, şu gazetelerin yayın yönetmenleri, bu haberleri yazan muhabirlere "bir buçuk ay ne yaptınız? Büyükanıt’ın gelmesini mi bekliyordunuz" diye sormaz mı?

Düşünüyorum da, Türkiye’den Atina’ya yeni gelmiş veya bu diyarın huyunu suyunu bilmeyen öğrenemeyen bir meslektaşımız olsa ve gazetelere bakıp havayı koklamaya çalışsa ne olacak?

"Türkiye" Yunan medyası için yıllardır çok iyi malzemedir. Hükümet ve muhalefet için de, milliyetçilik için de iyi bir malzeme.

Salı akşamı, Yunan genelkurmay başkanı amiral Panayotis Hinofotis’in verdiği akşam yemeğindeyiz. Sahil semti Krini’de Hamostrata balık tavernasında. Biz köşede uzun bir masadayız. Genelkurmay başkanları ile eşleri oturmuş. Büyükanıt ile Hinofotis yan yana. Memnuniyetleri yüzlerinden okunuyor.

Mönüde deniz ne bahşettiyse o. Ana yemek Ege’den taze balık, canım fagri.

Tavernanın sahibi, genelkurmay başkanlarına birer şişe şarap hediye ediyor.

Genelkurmay başkanları, askerler, yetklililer, gazeteciler hep birlikteyiz.

Gece yarısına yakın, yemekten ayrılırken tavernanın sahibi bir tek Büyükanıt’tan ziyaretçi defterine bir şeyler yazmasını rica ediyor: "Her şey mükkemeldi. Teşekkür ederim. İyi geceler."

Bizlere dönüp çok güzel bir gece geçirdiğini söylüyor.

Otele dönmek için otobüse biniyoruz. Ön sıralarda Türkiye’den gelen, arkalarda ise Yunanlı meslektaşlarım oturuyor. Ortalarda bir yerde bir koltuğa oturduğumdan hem ön hem arka taraftan gelen seslere kulak kabartıyorum.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanı adaylığını ne zaman açıklayacak? Kim olacak? Kendisi mi? Tepkiler ne olacak?

Bunlar konuşuluyordu ön sıralarda. Arkalardan gelen sesler ise bambaşka idi.

"Türklerin ve Amerikalıların istediği bu zaten, Ege’yi ikiye bölmek", "Ege’de uçuşlar, tacizler"...

Bir otobüs işte. Kaç metre ki, iki ayrı dünya sığsın.

Hani bazı yerlerde horoz ötse karşı taraftan duyulacağı bu iki ülke, bazen birbirine ne kadar da uzak.

Batık geminin malları

Eğer "seni seviyorum" kelimesini, ister fısıldayarak ister bağırarak, defalarca söylemek istiyorsanız aşkınıza, kendiliğinden elverişli ortamı yaratan diyarlardan birisi olan Sandorini adasının limanında, turistik dev "Sea Diamond" gemisinin yüzlerce kişinin gözleri önünde batmasından bu yana iki hafta geçti ama tartışmalar bitmedi.

İçinde bin iki yüzden fazla turist ve dört yüze yakın mürettebatın bulunduğu gemi, bir kayalığa çarpıp önce su almaya ve eğim göstermeye başladı. Yolcular ve mürettebat gemiden uzaklaştırıldı (İki Fransız turist kurtarılamadı). "Sea Diamond" daha sonra çekici ile limandan uzaklaştırıldı ve 200 metre açıkta battı.

Kazanın nedenleri hakkında ilginç iddialar var. Kimilerine göre, bazı kadın turistler resim çekmek için kaptandan kıyıya daha çok yanaşmasını istemişler. O da kadınları kırmamış.

Kimilerine göre, kasten batırılmış. İşin arkasında geminin 2.8 milyar dolara sigortalı olması varmış.

Kimilerine göre de kayalığa çarptıktan sonra kaptan, geminin sahibi firma ve Deniz Ticaret Bakanlığı Harekat Dairesi arasındaki iletişim eksikliği sebep olmuş bu sonuca.

Ne tuhaftır ki, kimse geminin sığdan battığı derinliğe götürülmesi emrini kimin verdiğini bilmiyor. Taraflar "biz emir vermedik" diyorlar.

"Sea Diamond", şimdi 120 metre derinlikte yatıyor. İçinde milyonlarca dolar para ve bir o kadar ziynet eşyası ile birlikte. Sahil muhafaza geminin battığı yerde kuş uçurtmuyor.

Yunan hükümeti, kurtarma çalışmalarının dört dörtlük olduğunu söylüyor. Gemideki turistler ise daha büyük paniğe kapılan mürettebatın bir bölümünün, kendi canını kurtarmaktan başka bir şey düşünmediğini.

Ege’de o gün şiddetli rüzgar esse, gece vakti olsa büyük bir facia yaşanabilirdi. Allah korudu.

Sirtaki harekatı

Bu diyarın tanınmış sanatçılarından Keti Garbi ile Andipas’ın sahne aldığı Asteria müzikholü 30 Mart Cuma günü de tıka basa doluydu. Yazılanlara, söylenenlere bakılırsa, müzikholün etrafında güvenlik önlemleri diğer günlerden farklıydı. Bahçedeki ağaçların arkasında tuhaf gölgeler gördüklerini, etrafta şüpheli bakışlardan rahatsız olduklarını söyleyenler var.

Yine yazılanlara bakılırsa, ön masalar o gece çok "özel" imiş ve özel müşterilerin sayısı en az 313 imiş. Mönü jambonlu peynirli krep, madera soslu biftek, pilav, salata ve dondurmadan ibaret. İçki dahil değil, isteyen parasını ödüyor.

Gece ilerleyip nameler alkolün de tesiriyle bir başka güzel gelince, bu "özel" masalardaki "özel" müşteriler sahneye fırladı. Zeybekiko, sirtaki, çiftetellideki performanslarını sergilediler. Bir "özel" masadan diğer "özel" masaya çiçek atma da hiç eksik olmadı.

Sıra piyongo çekilişine geldi. Bilgisayardan erkek gömleğine kadar ikramiyeli piyango bileti sudan ucuz. Sadece 1 Euro. Her bir hediyenin sponsoru da var tabii. Bir ara güzel şarkıcı Garbi ile "özel" masaların en "özel"inde oturan ceketli kravatlı biri arasında şu diyalog geçmiş:

"Sayın.., sen ki işin icabı tüm sırları biliyorsun. Söylesene Andipas beni seviyor mu?

- Evet seviyor...

Vardır adamın bir bildiği.

Sabaha kadar sürmüş eğlence vesessalllam.

Yunanistan İstihbarat Teşkilatı (EYP) çalışanlarının gecesi, "Tavernada Mission Impossible" benzetmesiyle yayınlandı gazetelerde. "Ajanların felekten bir gece çalmaları"ndan bahsedildi. Fotoğraflarda ise tabii pistte hünerlerini sergileyenlerin yüzlerinin gizlenmesine itina gösterildi.
Yazının Devamını Oku

36 yıl tartışılan maç

14 Nisan 2007
Bir futbol maçı ne kadar konuşulur, ne kadar tartışılır? Bir hafta, üç ay, bir yıl, iki yıl? İnanmak güç gelebilir ama Yunanistan’ın üç büyüklerinden Panatinaikos’un eski Yugoslavya’nın Kızılyıldız takımı ile Atina’da oynadığı maç, tam 36 yıl sonra bile hálá gündemde. Takvimler 1971 yılını gösterdiğinde, albaylar cuntası iktidarının dördüncü yılını dolduruyordu.

Hem siyasetçilerin kendi aralarında, hem de o dönem çocuk yaştaki kral Konstantin ve annesi Frideriki ile sonu gelmeyen entrikalarının-kavgalarının yarattığı kaostan yararlanan albaylar, "komünizm tehlikesi" masalını da ekleyerek 20 Nisan 1967’de tanklarla iktidarı ele geçirdi. Albaylar cuntasının lügatinde en çok kullanılan kelime "yasak"tı.

Konuşmak yasak, yazmak yasak, gösteri yasak, hak demek, hürriyet demek yasaktı. Yasakları delen ya Yunanistan’ın Yassıada’sı Yiaros adasını ya da Atina şehir merkezinde yıllar sonra müzeye dönüştürülen polisin işkence odalarını barındıran nezarethanelerini ziyaret ediyordu.

DİKKATİ BAŞKA YÖNE ÇEKECEKTİ

"Kararımızı verdik ve emrediyoruz" sloganlı cunta lideri Yorgos Papadopulos, "özgürlük", "demokrasi" feryatlarının giderek çoğalması, üstelik Yunanistan’ın uluslararası alanda "karizmasının" iyiden iyiye çizilmesi yüzünden bir çıkış yolu arıyordu. Ülkenin içinde hem dikkatleri başka yöne çekecek, hem de dünyaya Yunanistan’ın siyasi yasaklar ülkesi olması dışında da özellikleri bulunduğunu gösterecek bir çıkış yolu...

1971’de, "Lordlar takımı" Panatinaikos’un iyi bir takımı vardı. Dünya futbolunun büyük isimlerinden Macar Ferenc Puskas’ın yönetiminde Yunan ligini kasıp kavurduğu yetmediği gibi, bugünkü Şampiyonlar Ligi olan Avrupa Şampiyonlar Kupası’nda sırasıyla Lüksemburglu Jeunesse Esch, Çekoslovak Slovan Bratislava ve İngiliz Everton takımlarını eleyip yarı finale yükselmişti.

Domazos, Andoniadis, Konstantinu, Elefterakibs, Kamaras gibi Yunan futbolunun efnasevi isimleri vardı yeşil-beyazlıların kadrosunda ve rakibi Kızılyıldız’dı.

Belgrad’da 14 Nisan 1971’de oynanan ilk maçı Kızılyıldız 4-1 kazandı.

İşte, iki hafta sonra 28 Nisan’da Atina’da oynanan ve Panatinakios’un 3-0 galibiyeti ile sonuçlanan maç, Yunanistan’da üzerinden 36 yıl geçmesine rağmen gündemde.

Çünkü Yunan takımının bu "mucizeyi" nasıl yarattığı konusunda şaibeler çok. Kanıtlanmamış bir sürü şike iddiası var. Kimisine göre, ünlü armatör Aristotelis Onasis’in o dönemde yeni merakı futbol imiş. Kimilerine göre, Onasis karışmamış ama Kızılyıldız oyuncuları Atina’da sahaya çıktıklarında kendilerine verilen çiçek buketlerinde sıfırları bol çekler bulmuş.

Panatinaikos’un o dönemdeki yetkilileri de futbolcuları da yıllarca iddiaların, dedikoduların asılsız olduğunu, Wembley stadında Hollanda’nın Ajax takımına karşı final maçına bileklerinin hakkı ile çıktıklarını savundular.

1998 yılında, tam 25 yıl yattığı Atina’daki Koridalos cezaevinde ölen cunta lideri Papadopulos’un eşi Despina, bir televizyon programında tarihi bir "itiraf"ta bulundu:

BÜYÜKELÇİ MAÇI SATTIK DEDİ

Despina Papadopulos şunları söyledi:

"Panatinaikos taraftarı değilim, ama o maçta tribünlerde bağırıp çağırıyordum. Yanıbaşımda bizim iktidarın bakanlarından Stelyos Patakos oturuyordu. ’Ne merak ediyorsun. Maçı satın aldık, kazanacağız’ dedi. Az ötede ise Yugoslavya’nın büyükelçisi oturduğu için yavaş konuşmasını, söylediklerinin duyulabileceğini söyledim. Patakos, büyükelçinin tek kelime Yunanca bilmediğini söyleyerek güldü. Yugoslav büyükelçi oturduğu yerden kalktı, yanıma geldi ve kulağıma ’Merak etmeyin bayan Papadopulos, maçı satın aldınız ve kazanacaksınız’ dedi.

"İtiraf" bomba gibi patladı Atina’da.

Peşpeşe yalanlamalar geldi. "Bu kadın ne dediğini bilmiyor", "Despina kocasının Yunan halkına çektirdiği acıları unuttu da bir tek bu mu kaldı aklında?" tarzı eleştiriler de...

28 Nisan 1971 gecesi Yunanlılar, cunta munta unutup 3-0’lık galibiyetin sarhoşluğu içinde sokaklara döküldüler. Sabaha kadar eğlendiler. Bu "zafer" Papadopulos’a kısa da olsa bir nefes aldırdı. Sonra yine aynı.

Panatinaikos finalde Ajax’a 2-0 yenildi ve Avrupa ikincisi oldu. Yunanistan’da albaylar cuntasının iktidarı 1974 Kıbrıs olaylarından hemen sonra bitti.

Kibariye bu akşam Atina’da

Kibariye’nin Atina’dan 70 kilometre mesafedeki Halkida kasabasında 9 Nisan’da verdiği konsere gitmedim. Öğrendiğim kadarıyla sanatçının saz arkadaşlarına vize alınması gerektiğini unutmuş birileri. Bu yaşta playback hiç çekemem. Kibariye bu akşam da Atina’da sahne alacak. Bu satırlar kaleme alındığında saz arkadaşlarına vize sağlanacağı ve Atina konserinde Kibariye’ye eşlik edecekleri söyleniyordu. "Ah İstanbul"u dinleyeyim de sesinden, istemem başka bir şey. Hatta iki defa söylese daha mutlu olurum:

"Uzanıp Kanlıca’nın orta yerinde bir taşa

Gözümün yaşını yüzdürdüm Hisar’a doğru

Yapacak hiçbir şey yok gitmek istedi gitti

Hem anlıyorum hem çok acı tek taraflı bitti"
Yazının Devamını Oku