Yorgo Kırbaki

Atina’dan adalara kalkan gemiler

21 Temmuz 2007
Pire Limanı, şatafatlı günlerini yaşıyor bugünlerde. Gemiler biri diğerinin ardından o canım adalara hareket ediyor. <br><br>Limanda kavga dövüş eksik olmuyor. - Sen sıramı aldın.

- Hey polis, adam uyanıklık yapıp sıra kapıyor

- Arabanı terk etmeseydin. Bak biz içinde bekledik. Şimdi sen bekle...

Ve kaçınılmaz olarak:

- Sen benim kim olduğumu biliyor musun?

Gemiler deseniz tıka basa dolu. Güvertelerde, salonlarda oturacak yer bulmak için saatler önce yer kapmak gerek. Sizlerin aşina olduğunuz manzaralar aslında. Bir koltukta çanta, diğerinde çocuğun oyuncağı, üçüncüsünde başka bir şey.

- Alsanıza şu çantayı oturacağız.

- Beyim dışarda, o gelecek.

- Olur mu öyle şey?

- Ya hasta kadınım ne istiyorsun.

Vatandaş eziyet çekerken, armatörler sevinçli tabii. Dört kişilik bir ailenin otomobili ile Atina’dan Girit adasına gidip dönmek için tam 624, Rodos adası için de 583 Euro ödediği düşünülürse nasıl sevinçli olmasınlar?

Gemiler adaların limanlarına yaklaştıklarında bu defa otel ve pansiyon sahiplerini bir sevinç kaplıyor.

Düşünsenize, aynı ailenin Girit ya da Rodos’ta bir pansiyon odasında kalması, gecede en az 100 Euro. Beş gece kalacaklarsa etti 500.

Şimdi ne yiyecekler, ne içecekler, nasıl eğlenecekler, arabanın benziniydi, şuydu buydu varın siz hesaplayın.

Biz yine de bilet ve pansiyon parasında kalalım. Yani 1.124 Euro.

Eğer aynı aile arabasını evinde bırakıp. Uçakla Madrid’e gitse, dört yıldızlı otelde beş yerine dört gece kalsa, bütün turlara katılsa 1.160 Euro ödeyecekti. Ya da otobüsle İstanbul’a gitmeye karar verseler, tam 6 gün kişi başı 225 Euro’dan başlayan fiyatlarla tatil yapacaklardı.

Bunları ben değil, bu diyarın en yüksek tirajlı gazetesi Ta Nea hesapladı.

Ancaaak...

Madalyonun öteki yüzü de var. Elbette ister Siklad, ister İyon, ister Ege olsun, o güzelim adalarda, o güzelim sularda tatilin zevki bambaşka.

Unutamadığım seçim gecesi

Yarın seçim. Erkenden televizyonun başına geçip tahminleri, sonuçları, ilk açıklamaları, "ertesi gün" ile ilgili değerlendirmeleri büyük merakla izleyeceğim.

Yıllar önce, 10 Nisan 1990 tarihinde Atina’da yaşadığım ve hiçbir zaman unutamayacağım o "korku filmlerini" hatırlatan gerilimli seçim gecesinin benzerini, yarın hiç de yaşamayacağımız kanısındayım.

Efendim, bugün iktidardaki Yeni Demokrasi partisini lideri, o zaman Kostas Miçotakis idi. Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani’nin babası yani. Karşısında da sosyalist Pasok’un kurucusu, siyaseti kadar aşkları ile de ünlü Andreas Papandreu. Bugün ana muhalefet partisi konumundaki Pasok’un lideri Yorgos Papandreu’nun babası yani.

Takvimler 1989’u gösterirken, Miçotakis ile Papandreu arasında ilk boy ölçüşmesi yaşandı. İki partinin oy tabanı yüzde 40 olduğundan sonucu kararsızların oyları belirleyecekti. Miçotakis bu ilk seçimlerden 140 civarında milletvekili çıkardığından (meclisteki toplam sandalye sayısı 300) komünist partisi (KKE) ile koalisyon hükümeti kurdu. Başbakanlığa eski deniz kuvvetleri subayı Yianis Canetakis’in getirildiği bu ömrü çok kısa koalisyonun tek misyonu, o zamanlar Yunanistan’ı sarsan bir banka hortumlama skandalı (Koskotas skandalı) için Papandreu’yu Yüce Divan’a sevk etmekti.

Birkaç ay sonra ikinci kez sandık başına gitti Yunanlılar. Bu defa da tablo pek değişmedi. Hükümet olmadığından memur maaşları bile ödenemiyordu. Ünlü ekonomist Ksenofon Zolotas başbakanlığında, tüm partilerin katılımı ile birkaç aylığına yine hükümet kuruldu. Sadece ekonomik acil işlere bakıldı.

Takvimler 1990 Nisan’ını gösterdiğinde üçüncü kez sandıklar kuruldu.

10 Nisan Pazar gecesiydi. Miçotakis’in lideri olduğu Yeni Demokrasi partisi taraftarları gece boyunca bir sokağa fırladılar, bir evlerine döndüler. Naralar bir yükseldi, sonra sesizlik, sonra yine naralar.

Televizyonlarda "151 milletvekili" yazısı çıktığında sokağa dökülüyorlar, az sonra ekranlarda "150 milletvekili" diye yazdığında sessizliğe bürünüyorlardı.

O tek sandalye bir gitti bir geldi. Ta sabaha kadar.

Anadolu Ajansı’na o gece rahmetli hocam Ahmet Uran Baran ve NTV’nin Ankara Temsilcisi Murat Akgün ile birlikte kaç haber geçtik hatırlamıyorum.

Gün ağarıyordu. Dördüncü kez seçim konuşuluyordu kulislerde. Miçotakis’e 150 sandalye kalmıştı. Tek bir milletvekili yüzünden başbakan olamayacaktı.

"Haber", gelişmeleri izlediğimiz Zappion binasındaki seçim merkezine ulaştığında yeniden telefonlara sarıldık.

Miçotakis’in partisinden kopanların kurduğu Demoktratik Yenilik adlı küçük bir parti, bir milletvekili seçtirmişti.

Miçotakis o milletvekili ile kısa bir görüşme yaptı ve ardından gülümseyerek seçim merkezine geldi.

İlk soruyu soran gazeteci "Sayın başbakan" diye başladı söze.

Yarınki seçimlerin memleketimize hayırlı olmasını dilerim.
Yazının Devamını Oku

Ziraat Bankası Yunanistan’da Atina ve Gümülcine’de şube açıyor

14 Temmuz 2007
Hürriyet, 9 Nisan 2006’da Yunanistan’ın en saygın gazetelerinden To Vima ile eşzamanlı olarak bir kamuoyu araştırmasının sonuçlarını yayınlamıştı. Yunan Etniki Bankası (NBG), Finansbank hisselerini satın aldığında, Kapa Research kamuoyu araştırma şirketinin İstanbul ve Atina’da gerçekleştirdiği araştırmanın sonuçları çarpıcıydı. Banka olsun, şirket olsun, medya kuruluşu olsun Yunanlıların yaklaşık yüzde 70’i "Biz Türklerden satın alalım onlar bizden almasın" diyordu.

Bu araştırmanın üzerinden neredeyse 1.5 yıl geçti. Türk şirketleri Yunanistan’da banka satın almadı ya da büyük bir yatırım yapmadı. Ancak, Yunan Merkez Bankası’nın geçtiğimiz günlerde Ziraat Bankası’nın Atina ve Gümülcine’de şube açması için "yeşil ışık" yakması bir o kadar önemlidir.

Yaptığımız sohbette Yunan Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Panayotis Thomopulos, Yunanistan’da ilk Türk bankası olarak faaliyet gösterecek Ziraat Bankası’nın iki şube açması için iznin verildiğini, hukuki bazı küçük formalitelerin de tamamlanmasıyla anlaşmanın imzalanacağını söyledi.

"İzin ile ilgili iki komisyondan da olumlu sonuç çıktı. Bir iki küçük formalite kaldı. Hukuki konular. Uzmanlarımız bunlar üzerinde çalışıyor. Kısa sürede her şey tamamlanmış olacak" dedi, Thomopulos.

Türkiye’deki bir bankanın Yunanistan’da şube açmasını iki ülke ilişkileri açısından fevkalade önemli bulduğunu da vurguladı ve "Eğer daha çok Türk bankası ülkemizde şube açarsa bundan mutlu olacağım" diye ekledi.

Türklerin yoğun yaşadığı Gümülcine’de bir Türk bankasının şube açacak olması ne gibi duyguları beraberinde getiriyor sorusunu da, azınlığın Yunan parlamentosundaki tek temsilcisi, iktidar partisi Yeni Demokrasi’nin milletvekili İlhan Ahmet’e sorduk:

"Fevkalade bir gelişme. Tarıma yönelik bir bankanın Batı Trakya’da çalışması hem bölgedeki yatırımlara hem de işadamlarına yeni ufuklar açacak. Ayrıca Türk-Yunan dostluğuna da katkısı olacağını zannediyorum" dedi.

Buna karşı, anamuhalefet partisi Pasok’un 33 miletvekili 31 Mayıs 2007 tarihinde parlamentoya verdikleri soru önergesinde "Ziraat Bankası Trakya’daki Müslüman çiftçileri ekonomik ve dolayısıyla siyasi denetim altına alabilmek amacıyla şube açmak istiyor" yaygarası ile Türk bankasının Gümülcine’de faaliyet göstermesine izin verilmemesini istediler.

Kıssadan hisse.

Yunan Merkez Bankası’nın kararının arkasında iktidardaki Karamanlis hükümetinin siyasi iradesi yatıyor.

TEKNELERİYLE EGE’DE DOLAŞANLARA DUYURULUR MARATHİ DİYE BİR YER

Ne bankası var ne müzesi. Ne hediyelik eşya satan dükkanları, ne bakkalı, kasabı. Ulaşımı ise sadece küçük teknelerle sağlanıyor. Konumuz, Ege’de bir kaya parçası, küçücük bir adacık Marathi.

Yüzölçümü sadece 355 dönüm. Aziz Yahya’nın (Saint John) "Apokalipsi"sini yazdığı Patmos adasına bağlı.

Nüfusu sadece 3 kişi. Dimitri, Mihal ve Popi Kavuras kardeşler. Dedeleri de, babaları da Marathi’de doğmuş. Bir zamanlar 60 kişi bile yaşıyormuş burada. Kütüklerde kayıtlı değil ama 2 köpek ve 200 keçi de bu minnacık kara parçasının sakinleri.

Elektriği henüz yok. Direkleri dikmişler ama kablolar çekilmemiş. Jeneratörler çalışıyor. Suyu da yok tabii. Tankerle ulaşıyor su.

İkisi erkek, biri kadın üç kardeş gençlik yılarında diyar diyar dolaşmışlar. Her biri kendi kaderinin peşinde koşmuş. Aradıklarını bulamamış olsalar gerek, babaevine dönmüşler.

Elele verip 10 odalı bir pansiyon inşa etmişler, hemen yanıbaşında spesiyalitesi taşfırında patates ya da makarna ile pişirilen keçi etinin olduğu salaş mı salaş bir taverna.

Ekim sonu dediniz mi Marathi’yi terk eden ve nisan ortalarında geri dönen Emelianu ailesi de pansiyon ve taverna işletiyor Marathi’de.

Dede Pendelis Emilianu kasada, karısı mutfakta duruyor, çocuklar garsonluk ve oda temizliği yapıyor. 6 yaşındaki torun Odissea da ayak altında dolaşıyor işte.

Küçük bir taverna daha var oralarda ama onun hakkında pek bir şey öğrenemedim.

Topu topu bir sahil işte. İnce kum ve masmavi buz gibi sular...

Kafa dinlemek isteyenlere ya da tekneleri ile Ege’yi dolaşanlara duyurulur.

Rumlar seçim havasına girdi

Kıbrıs Rum Kesimi’nde şubat ayında yapılacak seçimler, öncekilerden hayli farklı olacak. Çünkü, belki de ilk kez muhtemelen üç aday üç aşağı beş yukarı eşit şansla seçim yarışına katılacak.

"Kıbrıs Cumhuriyeti"nin kurulduğu 1960 yılından beri, sadece bir dönem hariç kimi desteklediyse "başkan" seçtiren komünist AKEL partisi ilk kez kendi aday belirledi. AKEL’in genel sekreteri ve Rum Temsilciler Meclisi (parlamento) Başkanı Dimitris Hristofyas, Rum kesimindeki bu en güçlü partinin adayı.

AKEL olsun Hristofyas olsun 2004 yılında adada yapılan referanduma kadar Kıbrıs Türkleri için bir "umut ışığı" idi. Binbir dereden su getirip referandumda "hayır"ı destekleyince "düş kırıklığı"na dönüştüler.

İkinci büyük siyasi parti konumundaki merkez sağcı Demokratik Alarm (DİSİ) Eski Dışişleri Bakanı Yianakis Kasulidis ile seçim yarışında. Kasulidis, bence Kıbrıs’ta çözüm için kaybedilen bir fırsat olan eski lider Glafkos Klerides’in adamı. Dışişleri bakanı iken birkaç yıl önce İstanbul’da, Boğaz’da başbaşa rakı içerken "Kızımın Kıbrıs sorunu ile yaşamasını istemiyorum" demişti. Kasulidis’in seçim yarışında nefesi sonuna kadar dayanır mı? İşte onu bilemem.

Ve "mister no" yani Rum Yönetimi lideri Tasos Papadopulos. Henüz adaylığını resmen ilan etmedi ama "ben de varım" diyeceğine pek kimsenin kuşkusu yok. Papadopulos, AKEL’in desteğiyle seçilmişti. Şimdi o destek yok. Bir süre öncesine kadar kendisini lider olduğu Demokrat Parti (DİKO) ve sosyalist EDEK partisi tarafından destekleniyor. Tasos’un güvendiği AKEL içinde sempatizanlarının olması.

Rum Kesimi’nde seçimlere daha çok var. Meydanlar çok ama çok kızışacak gibi.
Yazının Devamını Oku

Ege’nin balığı

7 Temmuz 2007
Selanik Aristotelion Üniversitesi’nden bir grup bilimadamı tarafından hazırlanan ve sonuçları ilk kez, İstanbul’da geçtiğimiz aylarda gerçekleştirilen Uluslararası Akdeniz Bilimsel Araştırma Komisyonu 38. Kongresi’nde açıklanan araştırmanın özü şu: Ege’de balık bitti bitiyor.. Araştırmacılar 1994 yılından bu yana Ege’de balıkçıların ağlarına takılan balıkların giderek azaldığı sonucuna vardılar. Azalma kılıç gibi "lüks" balıktan tutun da hamsi, sardalya, istavrit gibi "ucuz" balığa kadar geçerli bu masmavi denizde.

Araştırmanın ilginç bir yönü de yakalanan balıkların ağırlığı ile ilgili. Ege denizi insanlara çipurayı, fagriyi, sargosu, sinariti hala bahşediyor bahşetmesine de giderek daha küçük balıklar takılıyor ağlara, oltalara.

Palamut, torik gibi balıklara ise Ege hasret. Giderek uğramaz oldular bu denize.

Selanik Üniversitesi’nin araştırmasına göre, bu kötü gidişatın başlıca nedeni aşırı ve kontrolsüz avlanma. 1950-1994 döneminde Ege’deki balık bolluğu son 13 yıldır dikey düşüşe geçti. Fotoğraf da sanırım bilimsel araştırmanın somut kanıtı. Eski bir terazi, bir tasında azıcık bir ağırlık diğerinde olması gerekenden küçük onca balık.

Cem ile Yorgos

Birkaç yıl öncesiydi. Bonn’da işine yakın kiralık ev arıyordu Cem. Oturduğu evi bir an önce boşaltması gerekiyordu, ama ne yaptıysa nafile. Kara kara düşünürken imdadına Yunanlı arkadaşı Yorgos yetişti:

- Cem, kızkardeşimin oturduğu evde boş bir oda var. İstersen bir süre orada idare et.

- Ne diyorsun Yorgos? Sen şark adetlerini bilmez misin?

- Bilirim dostum. Ama sana güveniyorum.

Bu teklif karşısında şaşıran Cem hani "delikanlılık" gereği şaka yollu takılır Yorgos’a: "Tamam. Ancak kızkardeşinin namusu bundan sonra benden sorulur. Eve erkek giremeyecek"...

Kahkahalarla güldü iki dost.

Kader işte, ağlarını nerede nasıl öreceğini kimse bilemez. Dostlukları hep süren Cem ile Yorgos’un yolları, yıllar sonra bu kez Belçika’da kesişti.

Yaklaşık bir yıldır Belçika’da aynı evi paylaşıyorlar.

Evin bütün masraflarını bölüşüyorlar, işleri de öyle. Doğrusunu isterseniz Yorgos ev işlerinde daha marifetli. Arada bir yemek bile pişiriyor.

Haftanın dört günü Belçika’da, üç günü de Almanya’da geçiyor iki dostun.

Pazartesi günü telefonla aradığımda Kıbrıs’ta buldum Cem’i ve "Bir Yunanlı ile aynı evi paylaşmak nasıl?" diye sordum:

"İnsanları milletlerine göre ayırmam. Eşim Arjantinli. Yorgos da eski dostum. Aşırı milliyetçiler, şövenler dünyanın bütün ülkelerinde var".

İstanbullu Rumları konu alan "Bir Tutam Baharat" filmini ilk kez arkadaşı Yorgos ile izlemiş ve ağlamışlar. "Annem anlatırdı 6-7 Eylül 1955’de olanları. Bir daha böyle şeyler yaşanmamalı" dedi.

Avrupa Parlamentosu üyeleri, Alman vatandaşları Cem Özdemir ile Yorgos Hacimarkakis’den bahsediyorum. İkisi de gurbetçi ailelerin çocukları, ikisi de Almanya’da büyüdü. İkisi de her fırsatta Türk-Yunan dostluğu için çalışıyor. Yorgos, haziran ayında Antalya’da ve Rodos’ta gerçekleştirilen bir festivalde, "Umarım Cem birgün Almanya`nın Cumhurbaşkanı olur, belki ben de başbakan olarak ona yardım ederim" diyebilecek kadar seviyor dostunu.

Suyun iki yakasında ilişkilerin çok kötü olduğu dönemde bile Avrupa’daki Türkler ile Yunanlıların çok iyi dost olduklarını bilirdim. Bunun nedenlerini sanırım en iyi Bülent Ecevit, 1947 yılında Londra’da yazdığı şiirde anlatıyordu:

Sıla derdine düşünce anlarsın

Yunanlıyla kardeş olduğunu

bir Rum şarkısı duyunca gör

gurbet elde İstanbul çocuğunu...

O Boğaz’dan sözeder

sen rakıyı hatırlarsın

Yunanlıyla kardeş olduğunu

sıla derdine düşünce anlarsın.

Aşırı milliyetçilerin çekişmesi

Tarih beli olmamakla birlikte erken seçim havasının estiği bu diyarda, kamuoyu araştırmaları halen dört siyasi partinin (merkez sağcı Yeni demokrasi, sosyalist Pasok, solcu Sinaspismos ve Komünist Partisi) temsil edildiği Yunan parlamentosuna beşinci partinin de girmesinin kuvvetle ihtimal olduğunu gösteriyor.

Araştırmalar aşırı sağcı LAOS partisinin bugün seçim yapılsa yüzde 3 barajını rahatça aşacağında birleşiyor.

LAOS’un lideri, Yunanistan’ın Le Pen’i ve halen Avrupa parlamenteri Yorgos Karancaferis. Adam daha 16 yaşında iken vücut geliştirmede Avrupa üçüncüsü seçildi. 1970’lerin başında ABD’de televizyonculuğu öğrendi. Dönüşünde küçük de olsa medya patronu oldu. 1990’lı yılların başlarında da bugün iktidardaki Yeni Demokrasi partisinden miletvekili seçilerek siyasete adım attı. Birkaç yıl sonra ise partiden kovuldu.

LAOS partisini kurduktan sonra, geceleri İstanbul’un rüyasına girdiğini, bugünkü sınırlarından daha geniş bir Yunanistan hayal ettiğini, gücü olsa Kıbrıs’da yarın ’enosis’ yapacağını söyleyen, Yahudiler başta olmak üzere Yunan olmayanlara karşı duygularını hiçbir zaman gizlemeyen Karancaferis, iki büyük partiden (Yeni Demokrasi ve Pasok) bir hayır gelmeyeceğine inanıp "tepki oyu" kullanmaya eğilim gösteren seçmenlere sempatik geliyor.

Buna karşı bir korkusu var. O da kendisi kadar aşırı milliyetçi eski Pasok’lu bakanlardan Stelyos Papathemelis’in de bir parti kurup seçimlere katılacak olması. Karancaferis ile Papathemelis bugünlerde hem kim daha milliyetçi yarışındalar hem de birbirini suçlama furyasında.
Yazının Devamını Oku

Cavalli’ci Natasa, Prada’cı Ada

30 Haziran 2007
Takvimler 1988 yılını gösteriyordu. Bugünün başbakanı Kostas Karamanlis, o zamanlar 42 yaşında, eğlenceyi pek seven, yüzde 100 bohem, bekar bir milletvekili adayı idi. Selanik gecelerini çok iyi bilirdi. Merkez sağcı seçmenleri ile görüştüğü ofisin bütün işlerini gelini yürütürdü. Ancak, ağabeyi Yorgos Karamanlis karısını alıp birkaç günlüğüne Mikonos adasında tatile gidince, işler aksamasın diye ofise bir yardımcı alındı. Uzun boylu, sarışın, hüzün ifadesi yoğun mavi gözleriyle dikkat çeken bir kız: Natasa Pazaiti. Ailesi sol görüşlü, ablası kuaför.

Natasa, 1989 seçimlerine birkaç ay kala "patronu" Kostas Karamanlis’in milletvekili seçilmesi için çalışırken annesini kaybeder. Kostas işte o günlerde ofisinde çalışan genç kıza ilk kez dikkat eder. Bir süre sonra aralarında duygusal bağların tohumları atılır. Karamanlis ailesi ilk başta bu ilişkiyi onaylamaz. Ancak Kostas sevdiğini yanına alıp Karamanlis soyunun "vatanı" sayılan Serez’e götürüp "rest" çekince işler değişir.

Başbakan Kostas Karamanlis’in eşi Natasa, Selanik Üniversitesi Pedagoji Fakültesi’nden 1999 yılında mezun oldu. Tıp fakültesine girdi. 2002 yılında buradan da diplomasını aldı. Halen Atina’nın Laiko devlet hastanesinde operatör doktor stajı görüyor. İş çıkışı hemen ikiz çocuklarının yanına koşuyor. Akşamları ve haftasonları kocasının yanından hiç ayrılmıyor. "First lady" olarak ne gerekiyorsa fazlasıyla yapıyor. Yunan halkı seviyor Natasa’yı. Fiziği, talihsiz Diana’yı biraz da anımsatıyor diye ad bile taktılar ona: "Lady Natasa".

"Sofistike elegan" bir giyim tarzını benimseyen Natasa Karamanlis’in favori markası Cavalli.

Takvimler 1985 yılını gösteriyordu. Bugünün ana muhalefet partisi Pasok’un lideri Yorgos Papandreu ilk eşinden yeni ayrılmıştı. Patras şehrinde bir seçim konuşması yapacaktı. Teknik üniversiteyi bitirdikten sonra Kanada’da uçak mühendisliği ihtisasını tamamlayan Ada Papapanu adındaki genç kadın bu konuşmayı dinlemeye pek istekli değildi. Yorgos’un babası Andreas Papandreu’nun kurduğu sosyalist Pasok partisinin eski üyesiydi. Ancak, partinin çizgisine ters düştüğünden ihraç edilmişti. Arkadaşlarının ısrarı üzerine hem konuşmayı dinlemeye gitti hem de daha sonraki yemek davetine. Kaderin cilvesi mi ne, Yorgos ile Ada yemekte aynı masada yan yana oturdular. Aşk tanrısı işte o anda fırlattı oklarını. Bir yıl sonra ilişki resmiyet kazandı.

Bu diyarın ikinci "first lady"si Ada Papandreu "minimal şık" giyim tarzını benimsiyor. Favori markası Prada.

Dora Bakoyani İstanbul’da hangi lokantayı tavsiye etti?

Çırağan Sarayı’ndayız. Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) zirvesi sırasında Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin ile Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis arasındaki görüşmenin bitmesini bekliyoruz. Boğaz’ın eşsiz manzarası zamanın daha çabuk geçmesine yardımcı oluyor.

Zirve sırasında koşuşturmaktan pek göremediğim Yunan hükümetinin sözcüsü, bakan Teodoros Rusopulos bir koltukta oturmuş, o da manzaranın tadını çıkarıyor.

Yılllardır tanırım kendisini. Politikaya girmeden önce gazeteciydi. Çok iyi bir gazeteci. Diyar diyar dolaşan, haberi, röportajı kovalayan, Türkiye’de bile ödüllendirilen bir gazeteci. Rusopulos ile özellikle 1990-1993 döneminde birçok yerde karşılaştık, haberin o dayanılmaz cazibesini her birimiz ayrı pencereden görsek bile birlikte yaşadık.

"Karamanlis dün akşam nerede yemek yedi?" diye sormadan edemiyorum. Yüzünde memnuniyetini gösteren bir ifadeyle cebinden bir kart çıkarıyor: "Günaydın." Etiler’de. Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani orayı tavsiye etmiş.

Lezzetleri nasıl bulduğunu sorduğumda, hiç tereddüt etmedi: "Muhteşem."

Fırsatı olursa "Günaydın"ın İstanbul’da Kozyatağı’ndaki şubesine de gitmesini tavsiye ediyorum. Eski "Nezih"e.

Aramıza Pavlos Çimas katılıyor. Çimas bence Yunanistan’ın bugün en büyük gazetecilerinden birisi. Türkiye’yi "olmasını istediği gibi" değil de "olduğu gibi" görebilen bence az sayıdaki gazetecilerden birisi.

O da bir Kapadokya ziyaretini anlattı. Sonrasındaki bütün olumsuz sonuçlarına rağmen Kayseri’deki pastırmanın lezzetini.

Konu konuyu açtı. Teodoros Rusopulos, gazeteci iken tanıştığı Süleyman Demirel ile anılarını anlattı Bartholomeos, Fener Patriği seçildiği gün biraz da tesadüf ilk demeci nasıl kendisinin aldığını.

Çırağan Sarayı’nda Putin-Karamanlis görüşmesi bitti. İki liderin açıklamaları için kapılar açıldı. Bizler de işimizin başına döndük.

İstanbul izlenimleri

- İstanbul’da yaz sıcağı malum. Aynı şekilde taksilerin yeni olduğu da. Maşallah hepsi klimalı. Ancak taksicilerden şikayetim var. Birileri, aşırı sıcaklarda klimanın kapalı, buna karşı radyonun sonuna kadar açık tutulmasında bir yanlışlık olduğunu hatırlatmalı. Üç dört defa taksiye binip "daha çok mazot yakar", "hava çok sıcak değil ki", "klima zararlı" ve "arabanın motoru yoruluyor" tarzı profesyonelliğe hiç uymayan "gerekçeler" dinledikten sonra otomobil kiralamaya karar verdim. Benim bildiğim sıcak havada klima açık olur. Müşteri de rahatsızlık duymasın diye radyonun sesi kısık.

- Atina ile kıyaslandığında vallahi serin. İstanbul’da gece yarısı Boğaz’ın Avrupa yakasından geçerken canım ıhlamur kokusunu fark ettiniz mi? Ortaköy’den Sarıyer’e kadar en az iki defa burnumu fethetti.

- Güneş tepedeyken özellikle deniz kenarındaki parklarda piknik yapan şehir sakinlerini anlamak güç. Mutlaka vardır bir bildikleri..
Yazının Devamını Oku

Bir numara iki numara

23 Haziran 2007
"Şimdi beni iyi dinleyin. Sen bir numarasın, sen de iki. Kimin numarasını söylersem kalkıp ötekine tokat atacak. İki numara...

Öyle vurulmaz, bak böyle vurulur. Hadi yine baştan. Bir numara... Ha iyi vuruyorsun devam et. Beş tokat daha. İki numara..."Yer, Atina şehir merkezi Omonia meydanının hemen bitişiğinde bulunan karakol. Takvimler 24 Haziran 2006’yı gösteriyor. Bir cep telefonunun kaydettiği görüntülerde, kapkaç suçuyla yakalanan iki Arnavut göçmen bir saat süreyle birbirini dövüyor. "Vur emrini" verenler, "senaryoyu" yazanlar, yönetmenler, kameramanlar polis. Biri kimin kime tokat atacağı emrini verip, itaat etmeyeni sopayla yola getiriyor. Bir diğerinin kahkahaları duyuluyor. Bir üçüncüsü de yaşananları ölümsüzleştiriyor. İnsan onurunu ayaklar altına alan görüntüler, önce polislerin cep telefonlarında dolaştı, yaklaşık bir yıl sonra da 14 Haziran 2007’de takdime gerek yok www.youtube.com’un diline düştü. Eh sonrası malum. Kıyamet koptu buralarda. Başbakan Kostas Karamanlis başta olmak üzere siyasetçiler karakolda işkence görüntülerini kınayıp, işkenceci polislerin Yunan emniyet teşkilatını temsil etmediğini açıkladılar. İşkenceci polisler kızağa çekildi, karakolun komiseri başka bir yere tayin edildi ve tabii soruşturma başlatıldı.Karakolda birbirlerini dövmek zorunda kalan, arada bir de kendi kendilerine hakaret etmeye mecbur bırakılan ve halen hapiste bulunan kapkaççılardan birisi işkencenin bir saatten fazla sürdüğünü söyledi. Diğeri tahliye edilmiş, aranıyor. İşkenceci polislerden biri de ifadesinde "Gırgır, eğlence olsun diye yaptım" demiş. 1981 yılından beri AB üyesi Yunanistan’da karakollarda işkence manzaraları ilk değil. Üstelik iddialara bakılırsa, polisler arasında cep telefonlarında dolaşan çeşit çeşit işkence görüntüleri varmış.Ah bre Zorba

Atina’da araştırmacı-yazar Filippos Filippu’nun "Zorba’nın Ölümü" adlı piyasaya yeni sürülen kitabında bir "efsane" çürütüldü.

Filippu, Kazancakis’in kitabındaki "Aleksis Zorba"nın öncelikle yazarın 1910’larda tesadüfen tanıştığı çok sıradan biri, Yorgos Zorba’dan başkası olmadığını kanıtlıyor.

Zor nefes alabiliyordu. Bedeni ne zamandır beynini pek takip edemiyordu zaten. Yorgundu, ihtiyar. Yürümekte bile zorlanıyordu. Nasıl sevişsin? Eskiden tanıdığı ve arada bir gördüğü sevgilisinin yatağında uyuyuverdi.

Oysa "efsane" onu, kadınları parmağında oynatan, yataktaki performansı ile kadınlar arasında hayranlık dolu tebessümlere yol açan bir kahraman olarak istiyordu. Oysa "efsane" onu dünya tatlısı bir bohem olarak istiyordu. Gülerken ağlayan, ağlarken gülen, hani ölümün soğuk yüzü karşısında bile sirtaki oynayıp acısına meydan okuyan bir Akdenizli.

Yazının Devamını Oku

Milli marş eşliğinde mastürbasyon!

16 Haziran 2007
Baba Kostas Stefanis, psikolog ve eski sağlık bakanı. Kızı Eva ise yönetmen. Baba, uzun süre gündemden uzaktı. Ne sesi duyuluyordu ne de sedası. Birkaç hafta önce düzenlediği basın toplantısıyla gündemin üst sıralarına oturdu:

"Önce küçük bir kalp krizi. Sonra öksürük, nefes zorluğu. Bayanlar, baylar iki yıldır akciğer kanseriyim. Herşey için de sigara suçlu. İnsanlığın bir numaralı düşmanı sigaradır."

Son dönemlerde yaşadığı dramı, verdiği yaşam mücadelesini gülümseyerek anlattı gazetecilere Kostas Stefanis.

Siyasetçilerde pek alışmadığımız bu tarz itiraflardan birkaç gün sonra Yunanistan kısa metrajlı "müstehcen" sayılan bir video filmi ile sarsıldı.

Atina’da açılan modern sanat sergisinde geniş ekranlı bir televizyonda sürekli aynı film gösteriliyordu: Yunan milli marşı eşliğinde mastürbasyon yapan bir kadın. Filmin yönetmeni eski sağlık bakanının kızı Eva.

Kıyamet koptu. Savcılık emri ile polis sergiye baskın yapıp video kasete el koydu. Serginin organizatörü gözaltına alındı. Eva Stefani o sırada Almanya’da olduğundan yakalanmaktan kurtuldu.

Filmindeki sahneleri "Siyah bir ekranda bir anahtar deliğinin içinde bir kadın eli cinsel organının üzerinde dolaşıyor. Dokunmuyor. Belirsiz bir sahne aslında. Sözgelimi bir yarayı ovuyor da olabilir. Çalan milli marş ise net duyulmuyor.

Albaylar Cuntası (1967-174) döneminden kalma kayıt" diye anlatıyor Eva.

Sanata sansür getirilir mi? Bu polisin işi mi? Sanatçı fikirlerini serbestçe hangi noktaya kadar izah edebilir? Milli sembollere saygısızlığın cezası ne olmalı? gibi sorular tartışıldı uzun uzun. Bence, sanatın da sınırları vardır ancak bunları polis belirlememeli. Sanatçının kendisi ne güne duruyor?

Eva’nın iki erkek kardeşi var, ikisi de doktor. Kocası ise kendisi gibi yönetmen. Almanya’da yaşıyor. Çektiği kısa metrajlı filmlerde kadın bedenini işliyor tema olarak genellikle. Polisin el koyduğu son eserine "pornografik" denmesine müthiş kızıyor.

Küçük siyasi hesaplarla kendisini kullanıp babasına saldıranlara da ateş püskürüyor. "Hayatımda tek bir şey için babamın adını kullandım. O da babamla iftihar ettiğimi söylemek istediğimde" diyor, Eva.

Baba Kostas, Eva için kopan gürültüden elbette rahatsız. Kızının "ahlaki" değerlerinin uluorta sınanmasına hangi baba üzülmez? Ancak buna karşı hangi baba da kızının kendisi ile ilgili böyle konuşmasından mutlu olmaz?

İKİ KOMŞUYA SORDULAR MİLLETİNİZE NE YAKIŞMAZ?

Türkiye’de Bilgi Üniversitesi adına ’İnfacto Research Workshop", Yunanistan’da da Siyasi Araştırma ve İletişim Merkezi adına (KPEE) "Kapa Research" kamuouyu araştırmalar şirketlerinin gerçekleştirdiği anketin ilginç sonuçlarını sizlerle paylaşmak isterim.

Yunanlılar ülkeleri için en büyük tehlike olarak Türkiye’yi (yüzde 77.1) görüyor. Türkler ise Yunanistan’ı önemsenmeyecek bir oranda (yüzde 9.5) tehlike sayıyor. Türkler için "büyük tehlike" ABD (yüzde 35.6) ve Kuzey Irak’ta olası bir Kürt devleti (yüzde 25.8) kurulması.

Atatürk (yüzde 85.6) ve Mehmet Akif Ersoy (yüzde 56.4) araştırmaya katılan Türklerin "Ülkenizin milli duygularını hangi şahsiyet temsil ediyor" sorusuna cevap oluşturdu. Yunanlılar ise bu derecede hiç kimseyi "temsilcisi" saymıyor. Yunan mili marşının yazarı Dionosis Solomos yüzde 18, Osmanlıya karşı bağımsızlık mücadelesi kahramanlarından Teodoros Kolokotronis yüzde 16 ve eski başbakanlardan Elefterios Venizelos yüzde 14.5 oranında Yunanlı için "mili duyguların’ temsilcisi.

Araştırmanın sonuçlarına bakılırsa, iki halk da pek ’akraba sevdalısı" değil. Aksi halde Türklerin yüzde 71.3’ünün "Türk’ün Türkten başka dostu yoktur", Yunanlıların da yüzde 54.5’inin "Yunanlılar kardeşi olmayan bir millettir" görüşüne katılır mıydı?

TARTIŞILIR AMA...

"Milletinize ne yakışmaz" sorusuna verilen cevaplar da ilginç:

Türkler: Dinsiz olmak (yüz 45.1), Hristiyan veya Musevi olmak (yüzde 38.1), eşcinsel olmak (yüzde 23.1), komünist olmak (yüzde 20.8), fanatik İslamcı olmak (yüzde 19.4), fanatik milliyetçi olmak (yüzde 8.1)

Yunanlılar:

Demokrat olmamak (yüzde 47), fanatik milliyetçi olmak (yüzde 29.4), Müslüman ya da Musevi olmak (yüzde 20.9), dinsiz olmak (yüzde 16.4) Türklere veya Arnavutlara sempati duymak (yüzde 13.8), eşcinsel olmak (yüzde 6.2).

Türkler, Fatih Terim, Sertab Erener ve Yaşar Kemal’in Yunanlılar da eski kültür bakanı ve sinema sanatçısı Melina Merkuri’nin, Nobel ödüllü şairlerin ve Yunanlı olimpiyat şampiyonlarının ülkelerinin dünya çapında duyulmasına katkıları olduğu görüşünde.

Türklerin yüzde 63.1’i bugün referandum yapılsa oyunu AB üyeliğinden yana kullanacağını, ancak aynı zamanda yüzde 50’sinin AB’nin Türkiye’yi bölmeye çalıştığına inandığını ortaya koyan kamuoyu araştırmasında ilginç bir sonuç da, Yunanlıların yüzde 17.7’sinin İstanbul, Karadeniz, Ege Bölgesi ve Kıbrıs’ın da dahil olduğu "kaybedilmiş vatan topraklarının" askeri yollarla (savaşla) geri alınması görüşüne inandığını göstermesi.

Kamouyu araştırmaları iyice hayatımıza girdi. Ne var ki her şey o kadar masum değil. Bir araştırmayı değerlendirebilmek için sözgelimi soruları iyice incelemek gerekir. Diyelim ki o kişi için "sempatik mi?" sorusuna verilecek cevaplar, aynı kişi için "antipatik mi?" sorusuna verilecek cevaplardan çok farklı olabilir. Bu noktada, araştırmanın neden yapıldığını bilmek önemli. .

"Evet" ya da "hayır"lı cevapların da tuzakları var. Sözgelimi bir kişiye sempati duyabilir insan ama aynı zamanda başka bir kişiye de. Sonuç, gerçeği yansıtmayabilir. Bunun yanısıra kamuoyu araştırmasının nasıl ve hangi şartlarda yapıldığı da önem taşıyor.

Vesellam bu araştırmaların sonuçları her zaman tartışılır.

O halde kamuoyu araştırmasına körü körüne inanmayın, ama kamuouyu araştırmasız da kalmayın..
Yazının Devamını Oku

O ’kötü’ kadınlar

9 Haziran 2007
-Merhaba! <br><br>-Merhaba. <br><br>-Ne içersin? <br><br>-Garson biliyor... Bir zamanlar İstanbul’da, Beyoğlu’nun arka sokaklarında gün ağarırken gölge gibi dolaşan "kötü" kadınlar vardı. Şişman, göbekli, kalın bacaklı. Boyadan yüz hatları seçilemeyen kadınlar. Neonları sönmek üzere olan "pavyon" ya da "saz"lardan çıkarken attıkları sarhoş kahkahaları ya da kavgaları bozardı Beyoğlu’nun sessizliğini.

Bildiğim, duyduğum ve zannettiğim o "kötü kadınlar"ın yuva yıktıkları, kendilerine aşık ettirdiği erkekleri maddi manevi bitirdikleri, tükettikleri idi. Ha bir de "kötü yola" düşmeden önce her birinin hazin bir hikayesi olduğu.

Beynimdeki fotoğrafta, siyah-beyaz Türk filmlerinin de payı bulunuyor elbet. "Ağa düşen" Türkan Şoray ya da "ağa düşüren" Neriman Köksal, Suzan Avcı.

Zamanlar değişti, melodiler de öyle. "Pavyon", "saz" ad değiştirdi. "Gece kulübü" veya "bar" oldu. Konsomasyona "kadeh dostluğu, konsomatrise "barwoman" dendi.

Değişim, şüphesiz konsomatrisin dış görünümünü de etkiledi. Artık zayıf, blucinli ve az biraz makyajlı. Siyasetten spora kadar az çok bilgili. Ayrıca, Türkiye de Yunanistan da son yıllarda "ithal" konsomatrislerle tanıştı.

Peki erkekler bu tip mekanlarda ne arar? Günümüzde konsomatrisin "kimliği" nedir?

Atina Üniversitesi’nde araştırmacı Liopi Abaci, akademik yaşantısının ilk adımında bu sorulara cevap bulmaya çalıştı. Süslendi püslendi ve bir arkadaşı ile gittiği beşinci sınıf bir barda patronla sohbeti koyulaştırıp, ertesi gün işbaşı yaptı.

Tam iki yıl boyunca Yunanistan’ın dört bir yanını dolaşıp bu tip mekanlardaki müşterilerin ve konsomatrislerin profilini inceledi.

İşte Abaci’nin araştırmasının sonuçlarından bazı alıntılar:

"Her dönemin kendine özgü cinsel kültürü vardır. Cinsel yaşamda ne yapacağımızı, nasıl elde edeceğimizi ve nasıl kaybedeceğimizi önemli ölçüde o dönemin koşulları etkiler. Sözünü ettiğim bu kültürün aynası da paranın başrolü oynadığı cinsel ilişkilerdir.

Konsomatrisin işi müşteri ile birlikte içmektir. İyi bir konsomatris bar piyasasında tanınan, kendi müşterisi olandır. Birkaçı hariç, tanıdığım kadınların öyle dramatik bir hayat hikayesi yoktu. Kolay ve çok para kazanmak bu tercihlerinde en büyük etken. Dolayısıyla, saptıkları yoldan kolay geri dönmüyorlar.

Bu kadınlar kendilerine büyük saygı duyuyorlar. Özgüvenleri hayli fazla. Buna karşı erkeklere saygıları çok sınırlı.

Konsomasyon artık evlilik için tehlike değil. Müşterilerin önemli bir bölümü evli ve bunu gizlemiyorlar. Eşlerinden ayrılmak istemediklerini, ancak cinsel arzuları da olmadığını söylüyorlar.

Kendini geliştirmiş, sosyal ve ekonomik durumları iyi olan erkekler, ev hayatı ile para karşılığı cinsel arzularını tatmin etmekteki ’dengeyi’ iyi kurmuş durumdalar. Buna karşı, eğitim düzeyi düşük ve ekonomik özgürlüğü bulunmayan erkekler, konsomatrislerle duygusal ilişkiye de girmek istiyorlar."

Araştırmacı Bayan Abaci’nin tespitlerinden öte, klasik müzik eğitimi görmüş ancak ekmek parası için 1980’li yıllarda pavyonlarda org çalan Thanasis Aleksandris, bir zamanlar satış rekorları kıran "Geriye Bir Tek Gece Kalıyor" adlı kitabında, konsomatrisin tanımı hakkında bakın ne diyordu:

"İyi bir konsomatris, çalıştığı ülkenin coğrafyasını da bilir. Ürün vakti geldi mi Atina’da, Selanik’te kalmaz. Tütün satıldığında Trakya’ya, pamuk satıldığında Thesalya ovasına, karpuz zamanı da Amaliada’da iş bulur kendine."

Başta da söyledik zamanların değiştiğini. Bu diyarda artık yerli konsomatrisler genellikle aynı zamanda "sanatçı"dır. Beşinci sınıf "assolistlerin" sahne aldığı mekanlarda önce vokal yaparlar, sonra da sahneden inip müşterilerin "dertlerini" dinlerler.

Çoğu eski Doğu Bloku ülkelerinden gelen "ithal" konsomatrisler ise ya Yunanistan’da mantar gibi türeyen "striptiz"lerde ya da üç beş masalı küçük "bar"larda çalışır.

Hortumcu rektör hapiste

"Suyun Öte Yanından"da, 25 Eylül 2005 tarihinde "Hiç üniversite hortumlanır mı?" başlıklı bir yazı yayımlanmıştı.

Özetle, yarınki politikacıların, diplomatların yetiştiği Atina’daki "Pandion Üniversitesi"nde (Ankara’daki Siyasal Bilimler’in benzeri) 7-8 milyon Euro’nun nasıl hortumlandığı anlatılıyordu.

Eğitim Bakanlığı tarafından 1992-98 döneminde bu üniversiteye tahsis edilen ödenek, altyapı çalışmaları ya da araştırmalara harcanacağına, bazı üst düzey yöneticiler tarafından hortumlanmıştı.

Kimi Ferrari marka araba, kimi evine ipek halılar almıştı kendine. Fomül belli: Gizli banka hesapları, naylon faturalar, sahte belgeler.

Söz konusu skandalın ortaya çıkması da ilginçti. Kostas Simitis başbakan iken Pandion Üniversitesi’nden öğretim üyesi olarak aldığı maaşı üniversitede yeni bir kütüphane kurulması için bağışlamıştı. Adamın günün birinde ’Ne oluyor benim bağışlar’ diyeceği tutmuş; ’Hangi bağışlar başbakanım?’ cevabını alınca da işin üzerine gidilmesini emretmişti.

Sonrasında soruşturma, sonrasında mahkeme.

Atina Ağır Ceza Mahkemesi’nde yaklaşık bir buçuk yıl süren dava çarşamba günü sonuçlandı. Eski rektör Emilios Metaksopulos 25 yıl, yine eski rektör Dimitris Konstas 14 yıl, eski dekan Panayotis Yetimis de 16 yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Üniversitenin eski muhabese müdürüne verilen ceza ise müebbet hapis oldu.

Tam 18 kişinin yargılandığı davada sadece 4 kişi beraat etti. Aralarında eski rektör Metaksopulos dahil beş kişi cezaevine gönderildi.

Bu arada kırmızı Ferrari’ye de el kondu.

Bence, bu cezalar iyi örnek teşkil edecek.

Schröder’in itirafları

Almanya’nın eski başbakanı Gerhard Schröder, Yunancaya da çevrilen kitabının tanıtımı için geldiği Atina’da, Kıbrıs konusundan tutun da saçlarını neden boyamadığına kadar pek çok şey söyledi.

Schröder için "Annan Planı" Kıbrıs için kaybedilen büyük bir fırsattı. Ayrıca kendisinin, Tony Blair’in ve Jacques Chirac’ın, Türkiye’nin Rum yolcu uçaklarına ve gemilerine havaalanlarını ve limanlarını açması halinde, KKTC’ye izolasyonların eşzamanda kalkacağı yolunda birkaç yıl önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a söz verdiklerini de söyledi eski Almanya başbakanı. Vesselam Kıbrıs ile ilgili sözleri Atina’yı da, Kıbrıs Rum Yönetimi’ni de hiç ama hiç memnun etmedi.

Gelelim saçlarını boyayıp boyamamasına. Almanya’da "saçını boyuyor" diye yazan dergiler aleyhinde açtığı davayı kazanan Schröder, bu konuda bakın neler dedi:

"Eğer eşim saçımı sarıya, siyaha boyamamı isteseydi bunu yapardım. Eşim böyle bir şey istemedi. Bir yerlerde şakaklarına ak düşmüş erkeklerin kadınlarda daha fazla beğeni topladığını okumuştum. Dolayısıyla eğer saçlarıma beyazlar düşseydi, boyamamam için neden yoktu. Biliyor musunuz, her zaman kadınların beni beğenmesini isterdim."
Yazının Devamını Oku

Gel tezkere gel

2 Haziran 2007
"Omnia vincit amor" der bir Latin sözü. Yani "aşk her şeyden üstündür". Beynime işlemiş bir başka söz ise efsanevi Doors’ların yüreği Jim Morrison’a aittir: "Aşk cevaptır." Fotoğrafta gördüğünüz Sibel-Leonidas Kukos çifti, Latin sözünü de, baba Jim’in sözünü de gümbür gümbür doğruluyor.

Sibel Çabuk (24) Samsunlu. Annesi terzi, babası şoför. 2002 yılında okumak için gittiği Londra’da Yunanlı Leonidas Kukos (27) ile tanıştı. O da öğrenciydi. Newcastle üniversitesinde gemi inşaat mühendisliği bölümünde okuyordu.
/images/100/0x0/55eac468f018fbb8f8956751
Gönül bu, ne önyargı dinler ne de Ege’deki sorunlardan anlar. Sevmişler birbirlerini, beraberliğe karar kılmışlar. Okul bitince de 2006 baharında Atina’ya gelmişler.

Mutluluklarını yaşarken Leonidas’ın askerliği gelip çattı. 8 Kasım 2006’da teslim olacaktı. Sibel’i öyle bırakmak istemedi. Kararını verdi ve askere gitmeden bir gün önce yani 7 Kasım 2006’da Vula belediyesinde kıydı nikahı sevgilisine.

O günden beri Türk kızı, asker yolu gözlüyor. Deniz kuvvetlerinde asker Yunan kocası için "gel tezkere gel" diyor içinden her gün.

Askerliğin ilk üç ayında hiç görüşmediler. Leonidas’ın tayini Atina yakınlarındaki bir deniz üssüne çıkınca artık haftada birkaç gün buluşabiliyorlar. Sibel, çok sevdiğini söylediği kaynanası ile birlikte kocasını bekliyor sabırla.

Ama bir derdi var. O kadar aceleye gelmiş ki nikah işi, söyleyememiş Samsun’daki anne babasına. "Leonidas’ı fotoğrafta gördüler. Onunla birlikte Atina’ya geldiğimi de biliyorlar. Ama nikahı söyleyemedim" diyor. Askerlik bitince alacak kocasını, doğru Samsun’a gidecek. Düğünü orada yapacak.

Sibel bugüne kadar Yunan ordusunda asker yolu gözleyen ilk Türk kızı. İş de arıyor Atina’da. Ne de olsa bu dönem geçinmek kolay değil.

Neyi sevip neyi sevmediğini soruyoruz bu diyarda. "Belki sadece Yunanistan için geçerli değil ama" diye başlayıp, sarışın ve mavi gözlü olduğundan kendisini turist sayıp laf atan Yunan gençlerinden şikayetçi biraz. Bir de yolda müşteri seçimi yapan taksicilerden.

Sayılı günler çabuk geçer. Dileriz ailesi de anlayış’la, hoşgörüyle karşılar Sibel’i. İnşallah Samsun’daki düğünü de bu sütunlarda yazarız.

Bunun ötesinde, öyle elini taşın altına koyan aşklar gördükçe bize kıskanmak düşer.

Anadolu’dan esintiler

Hikmet Çetinkaya resim atölyesinin, Atina President otelindeki sergisinin açılışına giderken, doğrusu göz zevkimi bu kadar okşayacak tablolarla karşılaşacağımı beklemiyordum,.

Amatör 32 ressamın "Anadolu’dan Esintiler" adlı sergisindeki tabloların hepsi birbirinden güzeldi. Bu tespitimde İstanbul hayranlığımın da etkisi var şüphesiz.

Yaklaşık 120 öğrencisi var atölyenin. Çoğu işi gücü olan insanlar. Hatta aralarında sırf ders almak için sözgelimi İstanbul’dan her hafta Ankara’ya giden sanatçılarla tanıştım.

Hiçbirine haksızlık etmek istemem, ama bazı isimleri not aldım aktarıyorum. Neslihan Eroğlu, Nusret Dökmeci, Sema Koç, Atiye Arıkan, Ayşen Ergin.

Atölyenin kurucusu Hikmet Çetinkaya "Sanat evrenseldir. Paletteki renk, müzikteki nota. Folklordaki figür. Hüznüyle, coşkusuyla, dostluk ve paylaşımı ile bütün insanların anlatabildiği ve anlayabildiği ortak dildir sanat... Kendine özgün bir lisandır" diyor.

Atölyenin ressamları üç kez Paris’te sergi açmışlar. Atina’dan sonra da sıra Moskova’da.

Kendi imkanları ile gelmişler Yunan başkentine sanatçılar. Kimseden yardım filan yok.

Onca paralar harcandı, onca emek bu sergi için. Ancak, Atina’daki sanat çevrelerinin bu etkinliklerden pek de haberdar olduğunu söyleyemem. Bu işleri ayarlayanlar bence daha profesyonel çalışmalı. Neden derseniz, vallahi açılışta biz bize idik. Sonra ne oldu bilmem, ama açılışta pek resimle ilgilenen Yunanlı görmedim.

Marjia’nın kalbi Selanik’te

"Thema" gazetesinin yalancısıyım. 52. Eurovision şarkı yarışmasını "Molitva" şarkısı ile kazanan Sırp Marija Serifoviç, Selanik’teki bir Yunanlı bayanla büyük bir aşk yaşıyormuş.

Serifoviç’in Selanik’e ilk gelişi 2003 yılına rastlıyor. Arkadaşı ve menajeri Neta Saviç ile Sasa Mirkoviç’in daveti üzerine bir gelmiş pir gelmiş.

Selanik’te kafelerin, gece kulüplerinin, tavernaların müdavimi olmuş kısa sürede. O kadar ki, sahil yakınındaki Aristotelion meydanında bulunan "Bigaroon" kafesinde yarışma gecesi garsonlar, sipariş alırken müşterilere cep telefonları ile Marija’ya oy vermelerini rica ediyorlardı.

Demeçlerinde "Ailem bilmesi gerekeni biliyor. Bunun ötesinde kimseye hesap verecek değilim" diyen Sırp Marija’nın Yunanlı partneri ile aşkını bilenler "Onlar bir elmanın iki yarısı gibi" yorumları yapıyorlar.

Bu arada "Molitva"nın (Dua) "lezbiyen aşkı" için yazıldıği iddia edildi. Yanlış. Söz yazarı Sasa Miloseviç, bu şarkının "bir erkek tarafından bir kadın için kaleme döküldüğünü" söyledi.

Peki Sasa kimin için yazdı? Yine bir Yunanlı kadın için. Kalbini çalan Rena için.
Yazının Devamını Oku