15 Eylül 2007
Erkenden televizyonlarının başındaydı milyonlarca Yunanlı. Hemen hemen bütün özel ve devlet kanalları aynı programı gösteriyordu. Bir yanda 6 siyasi partinin lideri, diğer yanda 6 gazeteci. Sorular da 6 konu ile ilgili. Herşey önceden ayarlanmıştı. Gazetecinin politikacıyı sıkıştırma şansı yoktu.
Manzara hep aynıydı. Gazeteci soruyor, bir veya diğer partinin lideri soru ile ilgisiz propagandasını yapıyor, süre dolduğunda da gazeteci "Ama cevap vermediniz" diyerek "ek soru" hakkını kullanıyordu. Siyasi lider yine bildiğini okuyordu.
Esprisi olmayan, sıkıcı ve öyle ahım şahım bir haberin çıkmadığı ikibuçuk saatlik "liderler zirvesi"nde merkez sağcı Yeni Demokrasi Partisini lideri Karamanlis, üçbuçuk yıl başbakan ya, "Aman bir kaza golü yemeyeyim" çabası içindeydi. Sosyalist Pasok’un lideri Papandreu’ya ise üç buçuk yıl muhalefet yaramış galiba, daha bir lider olmuş izlenimi verdi. Hatta bir ara "İyi bir orta gelse de kafayı çaksam" diye yeltendiği de oldu. Ama gazetecilerin "Şu işi, bu işi yapmak için parayı nereden bulacaksınız" gibi soruları karşısında keyfi kaçtı.
Komünist partisi (KKE) genel sekreteri Aleka Papariga ile sol partilerin koalisyonundan oluşan SYRİZA’nın başkanı Alekos Alavanos çok daha rahattılar. İlk kez oy kullanacak genç seçmenleri fethetmesini bildiler. Geriye kalan iki aşırı milliyetçi partinin liderleri Yorgos Karancaferis (LAOS) ile Stelyos Papathemelis (Demokratik Yeniden Doğuş) ise birbirlerine sataştılar. Hakkını teslim etmek gerek Yunanistan’ın Le Pen’i Karancaferis tam medyatik. Ne de olsa kendi televizyon kanalı var ve uzun yıllar gazetecilik yaptı.
"Liderler zirvesi"ne gelirken "tatsız çorbada çeşni olsun diye" beraberinde limon getirdi. "Başbakan olmak için ne lazım" sorusuna ise Karamanlis bir dizi "vasıf" sıralarken, Karancaferis Yunanistan’ı 50 yıldır iki ailenin yönettiğini söyleyerek "Başbakan olmak için tek bir şey gerek. Soyadının ya Papandreu ya da Karamanlis olması" dedi.
Yetersizdi, sönüktü, azdı televizyonlardaki "liderler zirvesi". Ancak artık "gelenek" haline geliyor. Bu da son derece olumlu bir şey.
Şimdi 22 Temmuz seçimleri öncesi Türkiye’de neden böyle bir zirve yapılmadı? Cevabı haddim değil.
Selanikli oyunu güzele verir
Atina’da, Mora yarımadasındaki Patra, Kalamata şehirlerinde milletvekili adayları yangınlar yüzünden kül olan yeşilin üç beş katını vaadettiler. Pire limanında az ötedeki varoş ilçeleri Elefsina’da, Keratsini’de işsizliğe çare bulacaklarını söylediler parlamentodaki koltukların namzetleri. Nüfusun büyük bölümünü çiftçilerin oluşturduğu Tesalya bölgesinde Larisa, Lamia şehirlerinde AB’den daha çok para, daha ucuz gübre sözü verdiler. Adalarda, Girit’te Rodos’da çiftçiye, turizmciye bol keseden attılar.
İnanmıyorum.. Çünkü, beton yığını Atina’da yıllardır yanan yeşilde mantar gibi villalar üredi. Çünkü, her hükümet nedense yüzde 11 civarında devraldığı işsizliği yüzde 7-8’lere indirmekle övündü ama işsizlik hep yüzde 11. Çünkü, parasının 26 yıldır müsrifçe harcandığını gören AB muslukları yavaş yavaş kapatmaya başladı. Çünkü, seçimlerden sonra gübre de pahalılaşacak önümüz kış ve turizmci adasında sinek avlayacak.
Şehir şehir saydım ama Selanik’de ne olur bilemem. Çünkü Selanik özellik arzediyor. Burada verilen vaatler tartışılır. Çünkü, iki büyük parti yani Yeni Demokrasi ve Pasok’un kurmayları, Selanik’de seçmenlerde vaatlerden başka güzele, çok güzele de oy verdikleri sonucuna vardılar. Aksi taktirde, bunca güzel adayın Selanik’de işi neydi?
Sözgelimi sinema sanatçısı Meri Akrivopulu. Broşüründe "Bir ay süreyle Küba’da şeker pancarı topladığını" belirtmiş. Eh sosyalist Pasok partisi adayı ne de olsa...
Buraya kadar tamam da Akrivopulu birkaç ay önce bir dergiye verdiği demeçte Küba’da yalnız sosyalizmi öğrenmediğini ifşa etti. Tabii dolaylı olarak. Güzel aday "Küba seks yaptığım en egzotik yerdi" dedi.
Asla aynı iç çamaşırı giymemesi, evine girer girmez ilk iş olarak dört bir yandaki mumları yakması Akrivopulu’nun diğer özellikleri.
Karar seçmenin...
Pasok’un Selanik’deki diğer kozu Eva Kaili daha hanım hanımcık. Dedikodulara bakılırsa Akrivopulu ile karşılaşmamaya hep özen gösteriyormuş bu dönemde. Sloganı "Hep birlikte imkánsızı gerçekleştirelim".
Yeni Demokrasi Partisi cephesine gelince; 2004 seçimlerinde girdiği parlamentonun kulislerinde "En güzel sarışın milletvekili" ilan edilen Elena Rapti ve bietanol yakıtlı otomobili ile Selanik sahilinde tur atan kimyager Liana Yuta oy istiyorlar.
Karar yine seçmenin.
MOTOSİKLETİN ZEVKİ
Motosikletin gazı bir başkadır. Otomobile kıyasla çok daha yumuşak, çok daha tatlıdır. Sürücü, hayli zamandır kullanmadığı motosikletteki gazın cazibesini keşfettiğinde az ilerdeki virajda bekleyen mıcırdan habersizdi.
Viraja geldiğinde çok hafif gaz kesti ama çok geçti. Motosiklet bir o yana bir bu yana sallandı. Frene basmak o anda sürücünün paniği sadece. Arka tekerlek bağımsızlığını çoktan ilan etmişti. Atıverdi sürücüyü birkaç metre öteye.
Yaşını başını almış sürücü kendini bir anda havada buldu. Yere düşmesi saniye aldı ama ona saatler gibi geldi. Yolda otomobiller durdu insanlar koşuşuverdi yanına. Nasıl bir duyguysa hemen ayağa kalktı. O anda acı hissetmiyordu. Sol ayağı asfaltta sürünmüş kanlar içind, "bir şeyim yok" diye düşündü. "Vah vah" diyenlere, "Nasıl oldu" diyenlere öylece bakıyordu. Oradan uzaklaşmak kaçmak istedi. Motosikleti yerden kaldırdı ve dönüş yolculuğuna başladı.
Sürücü motosikletten indiğinde evine gitti yarasını temizledi. O anda sol omuzunda ağrı hissetti. Giderek ağırlaşan bir ağrı. Birkaç saat sonra elini kaldırmasına bile izin vermeyen bir ağrı. Taksiye bindi hastaneye gitti. Röntgeni çekildi. Zedelenme varmış omuzunda. Sallamasın diye bağladılar kolunu. Bir hafta hiç hareket etmemesini söyledi doktorlar.
Daha 5 gün oldu bir kolum bağlı, ayağımdaki yaralar kabuk tutmak üzere. Otomobil kapıda beklerken, neden motosiklet, diye sordum kendime. Trafikte sağladığı kolaylığı bahane gösterdim önce. Ama sonra "Özgürlük duygusu" ve "Bu yaşıma rağmen hálá... " gibi cevaplar buldum.
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2007
Alışılmadık kuyruklar vardı bankaların önünde. Devlet, yangınzedelere uğradıkları felaket karşısında bir damla merhem misali 3’er bin Euro veriyordu. Bu ödenek, Yunanistan’ın güneyinde, Mora Yarımadası’nda, beş günlük yangın cehenneminde varını yoğunu kaybedene ilk ihtiyaçlarını karşılayabilsin diye kararlaştırıldı.
16 Eylül seçimleri öncesi "yangın burada, devlet nerede?" sorusuna cevap veremediği için paçaları tutuşan Başbakan Kostas Karamanlis, hiç değilse yangın bitti devlet burada diyebilmek için "Yardım hemen ödensin. Vatandaşa zorluk çıkarılmasın" talimatı verdi.
Devlet yardımı için başvuru beyannamesi, kimlik ve ikamet yerinin yangın bölgelerinde olduğuna ilişkin bir belge yeterliydi. Şimdi eğer vatandaşın kimliği yandıysa, ya da kaybettiyse no problem, başvuru beyannamesi yeter. Vatandaş ikamet yerini kanıtlayan belgeyi alamayacak durumdaysa yine no problem, başvuru beyannamesi yeter. Maksat eziyet çekmesin, küstüğü devletle barışsın vatandaş.
İşte o andan itibaren Atina’dan, Selanik’ten ve ülkenin dört bir yanından. "Devlet malı deniz, yemeyen Marslı" misali "fırsatçılar" üşüşüverdi Mora’ya.
Bankalara gittiler, paşa paşa beyannameyi doldurup paracıkları aldılar. Eh 3 bin Euro iyi de, buraya kadar gelmişken biraz ilerideki bankaya da gidip kuyrukta beklemek ve bir beyanname daha doldurup 3 bin Euro daha almak da o kadar zahmetli değil ki! İki bankaya giden, üç bankaya da beş bankaya da gider.
Polisin açıklamasına bakılırsa, sadece şüphe üzerine gözaltına alınanlar 100’ün üstünde. Kargaşadan faydalanıp paracıkları topladıkları gibi arazi olanların sayısı tam olarak belirlenecek, ama zaman ister tabii.
Yakalananlardan biri "Yangınlarla hepimiz üzüldük. Manevi tazminat veriyorlar sandım", bir diğeri "Evi yanan vatandaş artık evi olmadığı için para alıyor. Benim de evim yok" dedi.
İlginç "teoriler" doğrusu.
İki gün süreyle kim ne aldı meçhul vesselam.
Bir de daha az kanunsuzlar vardı. Bankalarda beklemek ya da beyanname doldurmaktan hoşlanmayanlar için "iş" takipçileri.
Para dağıtarak "buradayım" demeye çalışan devlet, durumu iki gün sonra anladı ve bankalara polis yerleştirdi. Ayrıca, banka memurlarına da "şüpheli" saydıkları başvurulara ödeme yapmamaları yetkisi verdi.
Bu defa da gerçekten 3 bin Euro’yu analarının ak sütü gibi hak eden vatandaşlar, façaları bozuk sayıldığı ya da beyannamede fazla imla hatası yaptıkları için bankalardan eli boş döndüler.
Yangın trajedisi sonrası böylesi komedi sahneleri de yaşandı buralarda.
İnsanlık nerede
Avrupa kıtasında gezdiğim uzak diyarlarda nehirlere, dağlara, köprülere, binalara, yollara, meydanlara hayran kaldım da ne yalan söyleyeyim insanlara pek ısınamadım. Huylarını sularını takdir ettiğim bile oldu ama sevemedim işte.
Avrupa’nın güneyi, Balkanlar, Anadolu tarihte onca kanlı olaya tanık da olsa, halklar arasında onca sorun, onca önyargı da olsa bence en önemli özelliklerini asırlardır kaybetmedi: İnsanlığı.
Yunanistan’da yangınlar 65 can aldı ve ülke 2. Dünya Savaşı’ndan sonra en büyük felaketini yaşadı.
Alevler Mora Yarımadası’nı ve Eğriboz Adası’nı hakimiyeti altına alınca, Yunanistan AB’den uçak ve helikopter yardımı istedi. Yardım talebi Atlantik ötesine de duyuruldu. Komşu ne güne duruyor, Türkiye, Sırbistan talep gelmesini beklemeden yardıma koştular.
Çeşitli ülkelerden yaklaşık 40 kadar yangın söndürme uçağı ve helikopteri geldi. Hepsi de o lanet ateşin söndürülmesinde önemli rol oynadılar.
Başka bir ülke öylesi bir felaket yaşasa eminim, Yunanistan da tereddütsüz yardım gönderecekti.
Buraya kadar iyi hoş da, bazı ülkelerin bu insani göreve karşılık istemelerine ne demeli?
Duyduğum kadarıyla Norveç "hizmetinin" karşılığında para istemiş. İngiltere ile Kanada da para isteyebilirler mi diye zemin yoklamışlar. Hatta Türkiye’nin bile bu konudaki niyetini sormuşlar. Aldıkları cevap: Bunu hiç duymamış olalım.
Bence tüyler ürperten bir durum. İnsanları cayır cayır yanan bir ülkeye yardım elini uzatacaksın ve sonra da "faturayı" göndereceksin...
İnsanlık nerede?
İyi ki sevgili okurlarım bizler bu bölgede yaşıyoruz.
Her şey muğlak ve belirsiz
Böylesini hiç yaşamamıştım. Hiç bu kadar renksiz, zevksiz ve sonucu belirsiz seçim öncesi dönem hatırlamıyorum. Yıllardır hep kimin kazanacağı az çok belliydi önceden. Üstelik, seçimleri kazanan tek başına iktidar olacak diye bir şey yok bu defa.
Yunanistan’da seçimlere 1 hafta kaldı ve en sessiz, en muğlak seçim öncesi dönemi yaşıyoruz. Tahmin yürütebilmek çok riskli.
Başbakan Kostas Karamanlis’in lideri olduğu merkez sağcı Yeni Demokrasi (ND) partisi büyük yangınlar öncesi anketlerde, Yorgos Papandreu’nun lideri olduğu "sosyalist" Pasok partisinden yüzde 3-4 oranında önde gidiyordu. Karamanlis üçbuçuk yıllık iktidarı döneminde, tüm anketlerde bu farkı korumuştu. Yangınlardan sonraki anketler, halkın devletin acizliği karşısındaki öfkesi nedeniyle, farkın yüzde 0.7-1.5 arasına düştüğünu gösterdi. Kararsız seçmenlerin oranı yüzde 15-17 civarında.
Tahmin riski sadece iki büyük parti arasındaki farkın kapanmasından kaynaklanmıyor. Küçük partiler anketlerde çok güçlenmiş görünüyor. Komünist Partisi (KKE) ve Sol Koalisyon Partisi’nden başka (SİRİZA) aşırı milliyetçi LAOS partisinin de parlamentoya girme şansı büyük. Dolayısıyla 5 partili bir parlamento, tek partili iktidar ihtimalini zayıflatıyor. Tek başına iktidar için bir partinin elverişli bir dağılımla yüzde 42’nin üzerinde oy alması ve ikinci parti ile arasında en az yüzde 1 fark bulunması gerekiyor. Hadi diyelim bir parti bu kadar oyu topladı, beş partili bir parlamentoda rahat bir çoğunluğa sahip olması hemen hemen imkansız. "Ertesi gün" için yapılan tahminlerde birbirinden farklı tam 7 senaryo dolaşıyor.
Görüşüm, Karamanlis’in yine de Papandreu’dan biraz daha şanslı olduğudur.
Türkiye’de 22 Temmuz’da yapılan seçimlerde bence sandıklarda aranan cevap, AKP’nin ne kadar oy toplayacağıydı. Suyun bu tarafında 16 Eylül akşamı açılacak sandıklarda her türlü sürprizin çıkması mümkün.
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2007
Bir yerde, geçen cumaya kadar yemyeşil Mora Yarımadası’nın, alevlerden tehdit gören bir köyünün sakini cep telefonu ile bir televizyona yaşadıkları dramı anlatıyordu. Sonra programın konuklarına geldi sıra. Siyasetçiler birbirlerini suçladı. İtfaiye teşkilatının, sivil savunmanın, partici çıkarlar uğruna dağılmanın eşiğine getirildiğini, ormanların korunması için hiçbir şey yapılmadığını söylediler.
Ama köylünün cep telefonu açık unutulmuştu. Can havli ile adamcağız kükredi:
"Yahu siz ne diyorsunuz? Biz burada cayır cayır yanıyoruz. Siz neyin peşindesiniz? İtfaiye nerede, yangın söndürme uçağı nerede?"
Spiker "Lütfen bağırmayın" demeye kalktı. Duymadığı kalmadı.
Bir yerde, alevler arasında sıkışmış bir köyün 20 kadar sakini meydanda toplanmışlardı. Evleri yanıyordu. Köylerini terk etmeyi reddediyorlardı. "Burası bizim evimiz nereye gidelim?" diyorlardı. Birden bir itfaiye aracı göründü. İçinde iki itfaiyeci. Biri araçtaki hortumu çıkardı ve ilk eve doğru ilerledi. Herkes üstüne üşüştü. Kimi kolundan çekiyordu kimi bacağından, önce kendi evindeki ateşi söndürsün düşüncesiyle. Ya komşunun evi? O anda kim düşünür?
Bir yerde, "Annem evde yandı" diye kahroluyordu genç bir kadın. Bir yerde, "Oğlum itfaiyeci idi gençliğine doyamadan gitti" diye feryat ediyordu çaresiz anne. İhtiyarlardan başka, gençler de çocuklar da vardı alevlerde can veren.
Bir yerde, bu diyardaki medeniyetin sembolleri bile (Olimpiyat oyunları meşalesinin yakıldığı Olimpia kasabası) alevler arasında kaldı. Binlerce yıllık heykeller dumandan karardı.
Her yerde acı, her yerde gözyaşı, her yerde öfke vardı. Herkesin dilinde aynı kelimeler: "Devlet nerede?"
Bilemiyorum, belki bu felaket çok daha organize bir devlete bile diz çöktürürdü ama yangınzedelere yardım, müdahale gereken vakitte, gereken yerde yoktu. İtfaiye nereye koşacağını bilemedi, sivil savunmanı planları çekmecelerde kaldı, helikopterler, uçaklar geç uçtu. Devlet sanki ancak üçüncü günden sonra varlığını hissettirdi.
Yunanistan’ı 1999’da deprem felaketi vurmuştu ama büyük zarar iki, bilemediniz üç binadaydı. Bu defa neredeyse 1.5 milyon dönüm arazi yandı. En az 64 can, onlarca köy, binlerce ev, on binlerce hayvan.
Bir yerde evi kül olmuş 75’lik bir dede başını avuçlarının içine almış "Yaşayıp da ne yapayım?" diyordu. Kolay mı o yaşta her şeye sıfırdan başlamak?
Mora’da alevler kendi bildiği yolda ilerlerken, Atina’da birileri "yabancı gizli servislerin parmağı" gibi komplo teorileri üretmeye çalıştı. "asimetrik tehditler" teorisi gündeme geldi. "UCK" hatta "Türk ajan" gibi senaryoların hiçbir şansı olmadı. Çünkü medya da, halk da yaşananlara, ekranlarda gördüklerine inandı.
Yanı başınızda, suyun öte yanında, Yunanistan büyük bir dram yaşıyor.
Lumidis... Kurukahveci Mehmet Efendi der gibi
Türk kahvesi-Yunan kahvesi polemiği değil maksat. Türkiye’de Kurukahveci Mehmet Efendi’nin Yunanistan’daki "karşılığı" Lumidis’ten bahsedeceğim.
1910’lu yıllarda üç kardeş Lumidis’ler, Pire’de ilk dükkanı açarlar. Allah yürü ya kulum deyince şubeler peş peşe gelir. 1970’li yılların başlarında ikinci nesil işi ihracata varacak kadar büyütür. Papağan resimli küçük paketler, süpermarket raflarında yer alır. 1989’da marka Nestle’ye satılır.
Lumidis kahvesinin "kalbi" Atina şehir merkezindeki Panepistimiu Caddesi’nde atar. 1919’da açılan bu dükkan, daha içine girmeden fetheder insanı. Çeşit çeşit kahveler, lokumlar, reçeller. Renk cümbüşü adeta.
Taze çekilmiş kahve isteyenler biraz kuyrukta beklemek zorunda. Beklemenin ödülü o taze kahvenin aroması. Ya güzelim minnacık kahve bardaklarına, fincanlarına ne demeli? Filtre kahve meraklıları için çeşit bolluğu fındıklısından başlıyor da aklınıza ne gelirse...
Meğer şimdi yerinde yeller esen bir de "Cafe Lumidis" varmış Atina’da. 2. Dünya Savaşı’ndan önce, 1938’de açılmış. Şehrin merkezinde, bir zamanların en ünlü kitabevi "Estia"nın yanıbaşında. Yaklaşık 35 yıllık ömründe de müdavimleri hep sanatçılar, yazarlar, politikacılarmış. Manos Hacıdakis, Mikis Teodorakis, Yorgos Seferis, Odisseas Elitis gibi bu ülkenin yakın kültürüne damgasını vurmuş simalar, Cafe Loumidis’in çekme katında buluşur, kahve ve konyak eşliğinde eşsiz sohbetler ederlermiş. Hatta tiyatro için, sinema için bir gecede koskoca senaryolar yazılırmış bu mekanda.
1967’de albaylar cuntasının iktidara gelmesiyle müşterisi değişmeye başladı. Yazarı, sanatçısı, politikacısı kayboldu. "Estia" kitabevi başka yere taşındı ve bir süre sonra "Cafe Lumidis"in kapısına "Yıkım dolayısıyla kapalıyız" levhası asıldı.
Lumidis sadece bir kahve markası değil. Çok daha öte...
Giydiğim tanga, oyum Lianga
Ege’nin bu yakasında da karşı yakasında da seçimlerde aday listeleri doktorların, mühendislerin, avukatların tekelindedir. Tiyatrocusu, şarkıcısı, sporcusu, televizyoncusu ya da bir şekilde siyaset dışındaki "icraatı" ile gündeme geleni bu listelerin tuzu biberidir.
16 Eylül’de Yunanistan’da yapılacak seçimler için de bu reçete bozulmadı.
Önce Başbakan Kostas Karamanlis’in lideri olduğu Yeni Demokrasi Partisi’nden başlayalım. "Sen fakirsen ben fasfakirim" veya "Sen öksüzsen ben hem öksüz hem yetimim" tipi reality programları ile ün yapan, ancak son programı Yunan RTÜK’ü tarafından durdurulan Natasa Ragiu ve bu diyarda rock müziğinin en eski isimlerinden Kostas Turnas listede.
Yorgos Papandreu’nun lideri olduğu Pasok’ta, benim gibi insanoğlu Ay’a ayak basmadan doğanların hatırlayacağı bir isim: Vicky Leandros. 1972 yılında Lüksemburg adına yarışan ve "Apres Toi" şarkısı ile Eurovision’u kazanan Leandros, yerel yönetimden sonra şimdi de parlamento için yelken açtı. Ünlü bir haber spikeri Yorgos Liangas da Pasok’un kozlarından. Adam için slogan da hazır: "Giydiğim Tanga... Oyum Lianga."
Aşırı millliyetçi ve dinci LAOS partisi nereden bulmuşsa, Anastasia Çunis’i aday listesine dahil etti. Anastasia, bu diyarın bir zamanlar first lady’si, başbakan eşi olan Dimitra Liani Papandreu’yu, bir kitabevinde onlarca kişinin ve kameranın gözü önünde tokatlamıştı. Son albümü "Erkekler" olan şarkıcı Efi Sarri de LAOS partisinin listesinde.
Efi’ye yorum yok. Takdir seçmenlerin.
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2007
Kimi adaların yeşiline, kimi çorağına gitmişti. Kimi karayolunu tercih etmiş Peloponez’de (Mora) ya da Halkidiki’de (kuzey Yunanistan) çıkarıyordu yazın tadını. Koskoca bir ülke, adeta Sertap Erener’in şarkısına uygun yaşıyordu: Ni la bombe atomique.. Un amour platonique.. Umudum yarınlarda, tatildeyim... Bir elimde ayna var, şair beni kıskanır. Yanmışım sereserpe, sahildeyim. Ooo...
Sonra bu ülkenin başbakanı Kostas Karamanlis çıkıp, 16 Eylül’de erken seçim ilan etti. Bu ülkenin yakın tarihine adını yazdırmış başbakanlardan Andreas Papandreu yaz mevsiminde erken seçim söylentileri dolaştığında, "Halkın tatili ile oyun oynanmaz" derdi. Karamanlis erken seçim ilanı ile Andreas Papandreu’nun bu sözünü de çürüttü, ama kimbilir ne "beddualar" aldı. Azbuz değil, tam 250 bin devlet memuru, İçişleri Bakanlığı’nın talimatı üzerine, yaz tatillerini yarıda keserek geri döndüler. Masmavi sulara, o suların dibinde yüzen canım lezzetlere, libidonun tavana vurduğu barlardaki eğlencelere doyamadan apartopar valizlerini alıp işbaşı yaptılar.
Atina havaalanında, Pire limanında, büyük şehirlerin karayolu girişlerinde asık mı asık yüzler dikkat çekiyor. Kolay mı şezlongtan kalkıp, devlet dairesinin cansız odasında zevksiz renksiz sandalyesine oturmak?
Seçim sonrasına kadar da çok ciddi bir gerekçesi olmayan devlet memuruna izin yok. Yani üç beş gün kalıp yine kaçmak mümkün değil. Erken seçim nedeniyle yüzleri asık olan sadece devlet memurları değil ki. Onca tatil beldesindeki otel ve pansiyon sahipleri de dertli tabii. Hadi bulabilirsen bul şimdi müşteriyi.
Erken seçim, Yunanistan’da televizyonların sezonu erken açmasına da sebep oldu. Haber bültenlerinin spikerleri, yorumcuları görev başında. "Şu haber sunucusu 20 Ağustos’tan itibaren bizim kanalda" şeklindeki anonslar havada kaldı. Çünkü Karamanlis erken seçim ilan edince "şu haber sunucusu" ile bültenler o kanalda 16 Ağustos’da yayına başladı mecburen.
Başkent Atina’nın bomboş sokakları biri iki gün içinde doluverdi. Yine otopark sorunu, yine trafik cezası kesen polisler.
Yunanlılar seçim öncesi dönemi pek severler. Seçim mitingleri fiesta ortamında geçer. Siyaset içerikli sohbetler, tartışmalar doruğa çıkar. Tavernalarda şarabın, uzonun eşliğinde "memleket meseleleri" çözülür.
Buralarda şenlendi ortalık...
Kadınların oyu, babaların boykotu
Yunanistan’ın nüfusu 11 milyondan az. Bu rakama 2001 yılında sayılan yabancıların bir bölümü de dahil. Seçmen sayısı ise 9.824.223. Bu sayı 0-18 yaş grubundaki genç nüfusun ne kadar az olduğuna kanıt. Zaten yılarca söylenir buralarda "ihtiyarlar ülkesiyiz" diye.
16 Eylül’de yapılacak erken seçimlerde ilk kez oy kullanacakların sayısı 490 bin. Sadece genç seçmen değil, Yunan vatandaşlığına geçmiş binlerce Arnavut, Rus v.s de dahil buna.
Seçimlere üç hafta kala ilk kamuoyu araştırmaları Başbakan Kostas Karamanlis’in lideri olduğu Yeni Demokrasi Partisi’nin, Yorgos Papandreu’nun lideri olduğu Pasok’un sadece 1-5 puan önünde gittiğini gösterdi. Seçmenlerden 4.746.516’sı erkek, 5.077.707’si kadın. Dolayısıyla bir bakış açısından Yunanistan’da yeni iktidarı kadınların belirleyeceğini söylemek abartı olmaz.
Seçimleri iple çekenlerin başında avukatlar geliyor. Çünkü sandıklara "gözcülük" edip bir günde 100-1500 Euro arasında para kazanacaklar. Alacakları para miktarı, başında nöbet tutacakları sandığın evlerine olan mesafesine bağlı.
Seçimleri boykot etmeye hazırlananlar var. Kimler mi? Yüzlerce üyesi bulunan "Erkeklik ve Babalık Şerefi Derneği". Boşanmış ancak çocukları ile ilgili "eşitsizlikten" şikayetçi babaların kurduğu bu dernek, Yunan mahkemelerinin boşanma davalarında yüzde 99.6 oranında çocukları annnelere vermelerine isyan ediyor.
Erato’nun marifetleri
Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Dışişleri Bakanı Erato Kozaku Markulli için "konulara hakim bir diplomat" diye duymuştum. Washington dahil çeşitli başkentlerde Rum Yönetimi’nin büyükelçisi olarak görev yaptıktan sonra, merkeze yani Lefkoşa’ya dönerek "Türkiye ve AB" dairesinin başına getirilmişti. Rum lider Tasos Papadopulos, dışişleri bakanlığına atadığında Markulli’nin ilk açıklaması Annan Planı ile ilgiliydi: "Bu diyarın atlattığı en büyük tehlikelerden birisiydi. Kıbrıs Cumhuriyeti dağılabilirdi" dedi. Yani Erato bu sözleri ile Tasos’un çizgisinde olduğunu gösterdi.
Meğer durum farklıymış. Atina’da yazılanlarla söylenenlere bakılırsa Erato "Neneka" imiş. "Ne" Rumca "evet" demek. Yani Markulli 2004 yılındaki referandum öncesi Annan Planı için "evet’çilerden" imiş. Hatta referandumdan sonra kocası ile birlikte Kıbrıs’tan ayrılıp ABD’ye yerleşmeyi bile düşünmüş. Dolayısıyla, Annan planı ile ilgili sözleri Papadopulos’a şükran borcunu ödemek gibi algılanabilir.
Sakın aklınız başka yere gitmesin. Markulli Kıbrıs’ta Rum tezlerinin hararetli bir savunucusu. Türkiye’ye bakış açısı da gayet olumsuz. Üstelik büyükelçi iken Rum propagandasını yapmak için "ilginç" yönetmelere başvuruyordu.
Danimarka’ya büyükelçi atandığında, Kraliçe 2. Margareth’in sarayda düzenlediği bir törene, geleneksel Karpaz kadını kıyafetiyle katılarak ilgi çekmeye çalışmıştı. Çektiği ilgiyi de fırsat sayıp Danimarka kraliçesine Kıbrıs sorunu hakkında "bilgi" verirken tabii Türkiye’yi kötülemişti.
Markulli, Karpazlı kadın kıyafetiyle Beyaz Saray’a bile girdi. Ha bir de Washington’da büyükelçi iken Noel ve yılbaşı için kutlama kartı yerine yine Karpazlı kadın kıyafetiyle ve yanında Rum büyükelçiliği personelinin de bulunduğu fotoğrafı gönderirmiş.
Rum Dışişleri Bakanı şov yapmayı seviyor olmalı.
Aşkın yorumcusu
Bu diyarda "aşkın yorumcusu" dendi mi, 1970’li yıllardan beri akla gelen ilk isim Yiannis Parios’dur. Ege’nin Paros adasında doğan, liseyi bitirdikten sonra tıp okumak için Atina’ya giden, ancak bu dişi şehrin cazibesine kapılıp okumak yerine bir otel resepsiyonunda çalışan Parios, otelin daimi müşterisi olan bir orkestra şefi sayesinde müzik dünyasına ilk adımını attı. Başarılarının ardı arkası kesilmedi. Neredeyse 30 yıldır zirvede. Doğduğu adaya sevgisi nedeniyle de Varthakuris olan soyadını Parios olarak değiştirdi. Mikrofonda aşkı yorumlamaktan başka, o, Yunanistan’da tanınmış birçok sanatçının seslendirdiği birçok sevilen şarkının yaratıcısı.
Birkaç ay önce Atina’nın incisi sayılan "Megaro Musikis"de, bizim deyişimizle kültür sarayında 100 kişilik bir orkestra eşliğinde, muhteşem bir konser verdi. Konser "Bir sesin resitali" adıyla geçtiğimiz günlerde CD olarak piyasaya çıktı. Tek kelime ile muhteşem. Nasıl derler, mest oldum. Eğer CD çıkmadıysa Türkiye’de bu işle uğraşanlar mutlaka araştırsın.
Parios iki CD’de birbirinden güzel 31 eski şarkıyı söylüyor. Simera (bugün), Kokino garifalo (kırmızı gül), Simadi (iz) ve daha niceleri.
Yunan müziğini sevenlere müjde diyorum işte.
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2007
Düğün davetiyesi ulaştığında çok duygulandım. Küçücük bir kızdı tanıdığımda. O zamanlar Güneş gazetesi sonra da Anadolu Ajansı’nın Atina Temsilcisi babası, rahmetli hocam Ahmet Uran Baran’a gelirdi tatillerde. Babasının daha önce videoya kayıt ettiği çizgi filmlerini seyrederdik. Biraz büyüdüğünde, genç kızlığa adım attığında "ağabey" görevini bile üstlendiğimiz oldu. Biraz dolaşmaya çıktığında çaktırmadan peşine bile takıldığımız da. Emir babadandı, hocamdandı.
Dolu dolu, cin gibi bir kızdı Zeyno.
Kaybedince Ahmet Bey’i, doğal olarak onunla da temasımız koptu. Amerika’ya gitti. Yılllar sonra birkaç gün içinde evleneceği sevdiği ile Atina’ya geldi. Uzun uzun sohbet ettik. Bildiğim, çok sevdiğim Ahmet Baran’ı anlattım damada. O gerçek İstanbul beyefendisini anlattım.
Bir ara Kıbrıs Rum Kesimi’nde gazeteci-yazar bozuntusu birinin babasıyla ilgili attığı palavralar ve çamur yüzünden canı sıkkındı. Gazeteci-yazar bozuntusu Kıbrıslı Rum’u kaç defa gördüysem, palavralarını yüzüne vurmayayım diye hep kaçtı sanki yanımdan. Yazdıkları ile görüşleri ile Türkiye’de sık gündeme gelen Zeyno Baran, şimdi koskoca bir kadın ve evleniyor. Ahmet Bey mutlaka cenetten bakıp gülümsüyordur biricik kızına.
Zeyno Baran’a ve Matthew Bryza’ya (ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı) mutluluklar dilerim.
Hürriyet’in "tahrik"i"Hayır... Türkler bizi beslemiyorlar" diyordu bazıları kameraların karşısında. Bazıları için "Suç Türkler’de değil, Yunan hükümetinde". Belediye başkanı ise "Türkler’in iştahının kabardığını" söylüyordu.
Televizyonlardaki haber bültenlerinde ve önde gelen bazı gazetelerde yine Türkiye ile ilgili yaygara kopartılıyordu geçen hafta.
Neymiş? Hürriyet gazetesi "tahrik edici" yayın yapmış. Gazetelere bakılırsa Hürriyet’te yayınlanan "tahrikçi" bir yazı üzerine Yunan hükümeti kaynakları, "Bu yazı bir gezinin izlenimleri mi, yoksa Türkiye’nin talepler listesine bir yenisinin eklenmesi amacıyla ortam hazırlamak çabası mı, bunu anlamak için beklemek gerektiğini" söylemişler.
Aynı belediye başkanının açıklamaları gazete sütunlarından da eksik olmadı: "Buranın halkı Türkçe bilmiyor. Adamız için Türkiye’de bir tanıtım kampanyası yapacaktım. Bu yazı (Hürriyet’teki) üzerine vazgeçtim".
Efendim, Yabancı Damat dizisinden de tanıdığımız Simi adasına giden Mehmet Y. Yılmaz, espri dolu ve hatta bazen "ti"ye alan bir uslupla izlenimlerini köşesinde anlattı. Ancak bu yazı Yunan medyasında adeta "hilkat garibesi"ne dönüştürüldü.
Yılmaz ne yazdı ve Yunan gazetelerine nasıl "yansıdı" bir bakalım:
Yılmaz: Simi’de işgal var (ünlem işareti).
Bu tatilde geleneksel "Simi Adası" turumuzu da yaptık. Bir kez daha gördük ki, ada aslında Yunanistan’a bağlı olmakla birlikte sinsi bir işgal altında!
GARİP BİR YAZI!Şu anda Simi’de (eski Sömbeki) yaşayan insanların anadillerine bakacak olursak ezici çoğunluk Türkçe konuşuyor. Az sayıda Yunanca ve tek tük İngilizce konuşana da rastlanıyor. Cumartesi günü gazetede okuduğum bir haber Simi halkının, Yunan merkezi hükümetine isyan ettiğini anlatıyordu. Ada’nın ana kara ile bağlantısını sağlayan gemi seferlerine yapılan sübvansiyonun kaldırılmasının fiili tek sonucu olmuş: Ada, Türkiye’ye bağlanmış durumda".
Elefteros Tipos gazetesi (hükümet yanlısı): Türklerden Yunan karşıtı tahrik.
Simi, anadili Türkçe olan bir ada gibi gösterildi. Hürriyet gazetesinin 6 Ağustos tarihli sayısında garip bir yazı yayınlandı. Yazıda, Simi sakinlerinin anadillerinin Türkçe olduğu, ada ile kıtasal Yunanistan arasındaki ulaşım bağlantısı için yaptığı sübvasyonu kaldırdığı için Yunan hükümetine karşı isyan ettikleri ve adanın hem Türk turistlerle dolup taştığından hem de tüm ihtiyaçlarını karşıladığından ekonomik açıdan Türkiye bağlanmış olduğu ileri sürüldü
"
Etnos gazetesi (muhalefet yanlısı): Türkler Yunan deniz ticaret bakanına teşekkür ediyorlar.
Türk basını ve özelikle Hürriyet gazetesinin Yunanlı bakana bir tek teşekkür etmediği kaldı. Tanınmış yazar Mehmet Yılmaz "Yunan adası Simi’yi işgal" başlıklı tahrikçi yazısında, Atina hükümetinin tavrı nedeniyle adanın Türkiye’ye bağlandığını savundu. Tatillerinde Simi’nin mutad ziyaretçisi olan Türk gazeteci, adanın "sinsi bir işgal altında olduğu" tespitinde bulunuyor, Simi sakinlerinin büyük bir çoğunluğunun Türkçe konuştuğunu ileri sürüyor ve "tabii Yunanca ve İngilizce konuşanlar da var’ diyor.
Yılmaz: Adanın lokantacı esnafının çoğunluğu, Manos’un lokantası ağzına kadar Türk ile dolarken, neden kendisinin sinek avladığını bir türlü anlayamıyor.
Etnos: "Adadaki lokantacıların çoğu, bu sineği ezmek (Simi’deki Türk etkinliğini) isteyen bazı sakinleri anlayamıyor.
Pes ve özelikle şu "sinek avlama"nın yorumuna binbir defa pes.
Birileri anlamadan bilmeden yanlış tercüme etti. Gazeteler, televizyonlar da saçma sapan bir milliyetçilik yaklaşımı ile değerlendirmelerini yaptı. Sonuç ortada.
Dayanamadım Elefteros Tipos gazetesindeki "haberi" yazan meslektaşı aradım:
OKUMADAN TEPKİ GÖSTERDİ"Bu haberi yazarken yazıya iyi baktın mı?
"İngilizce tercümesi kötüydü. Burada Türkçe bilen birine çevirttim"..
"Yazının esprisini, dalga geçtiğini hiç anlamadın mı?"
"Bir ara şüphelendim ama..."
Yine dayanamadım Simi Belediye Başkanı Lefteris Papakalodukas’ı aradım:
"Başkan ayıp ya."
"Neredesin? Televizyoncular geldi buraya ortalık karıştı."
"Başkan neler demişsin sen?"
"Ne dedim?"
"Yahu başkan, açıklamalar yapmana sebep yazıyı okudun mu? Anladın mı?"
"Yoo..."
"Simi’de işgal var" (Ünlem işareti) yazısını okurken epey gülmüştüm. Yunanistan’daki tepkiyi görünce önce kahkaha attım sonra kara kara düşündüm.
(Not: Yılmaz’ın, Atina’da kopan yaygara ile ilgili "Yunan milliyetçisi dangalak olunca" başlıklı yazısı hakkında Yunan medyasında tek kelime duymadım, görmedim.)
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2007
İnsanlarda bir garip telaş. Herkeste bir an önce kafasındaki adrese ulaşma furyası. Sanki 10 dakika gecikseler dünya başlarına yıkılacak. Trafik kaosa dönüşür. Trafik lambalarında araçlar için yeşil ışık yanması ile ilk korna sesinin duyulması en kısa zaman birimi haline gelir. Atina’da da Selanik’te de diğer şehirlerde de her salı, her perşembe ve her cuma, saat 13.30 dediniz mi aynı manzara tekrarlanır.
Ta saat 17.30’a kadar sürecek siesta vakti...
Siesta kelimesinin kökeni eski Roma’ya dayanır. Güneşin doğuşundan sonra altıncı saat anlamında "sexta ora"dan gelir.
Öğle yemeği alışkanlıkları pek bulunmayan Yunanlılar siesta için evlerine döndüklerinde önce ayaküstü bir şeyler atıştırırlar. Sonra hiç vakit kaybetmeden doğru yatağa, doğru kanepeye. Aile sorunlarının tartışılacağı, karı-koca dırdırının yapılacağı vakit değildir.
Uyuma zamanı, dinlenme zamanıdır. Bazen bir, bazen iki saat, bazen daha da fazla sürer şekerleme. Her şey bir gün öncesinde kişinin saat kaçta uyuduğuna bağlı.
Derin bir sessizlik çöker Atina’ya, Selanik’e. En ufak ses bile kuru gürültü sayılır. Televizyonu ya da müziği fazla açmak kimsenin haddine değildir.
Saatler 17.00’yi gösterdi mi yeniden canlanır ortalık. Sabah vakti ile aynı yüzler doldurur sokakları. Mahmur gözler, ikide bir esnemek için açılan ağızlar.
Sabah vakti gibi plastik bardaklarda kahvelerini içenler şimdi iş başına dönmek için acele ederler. Dükkanların kepenkleri kalkar ta saat 21.00’e kadar.
Pazartesi, çarşamba ve cumartesi kendiliğinden siesta. Yani saat 15.00’te paydos.
Devlet daireleri, bankalar ise en geç saat 14.00’te kapatır kapılarını bir gün sonrasına kadar. Bir tek süpermarketler 08.00-21.00 saatleri arasında açıktır.
Vesselam, Yunanlıların asla vazgeçemeyecekleri alışkanlıklarından birisidir siesta.
Rum dernekleri, Türk dernekleri
Yunanistan’daki İstanbullu Rum derneklerini sevmem ve icraatlarını tasvip etmem. Özellikle 1980’li ve 1990’lı yıllarda bazı siyasetçilerin, bazı aşırı milliyetçi çevrelerin maşasıydı bu dernekler. Birileri gerekli gördüklerinde onları kolayca kullandılar. Asılsız, yalan dolan bildirilerine defalarca şahit oldum.
Yunanistan’daki İstanbullu (Bozcaada ve Gökçeada da dahil) Rum derneklerinin o dönemlerde iki ülke ilişkilerine olumlu bir katkıları dokunduğunu hatırlamıyorum. Bırakın iki ülke ilişkilerini, İstanbul’daki Rumlara zerre kadar faydaları olmadı.
Sözgelimi bu derneklerden birisinin başkanı Acemoğlu soyadlı biriydi. Adam o kadar kraldan çok kralcıydı ki, hani soyadını neden "Pilav-idis" olarak değiştirmediğine şaşardım.
Sonraları sesleri kesildi. Şimdilerde adları bile pek duyulmuyor. Duyduğum kadarıyla arada bir kendi aralarında "anma törenleri" düzenliyorlarmış. Yunanistan’daki Rum derneklerinin, İstanbul, Kapadokya turları filan daha cazip geliyor artık insanlara.
Demek istediğim, Yunanistan’da faaliyet gösteren İstanbullu Rum dernekleri hakkındaki görüşüm gayet olumsuz. "Sözlerine" ağırlık vermem, ciddi saymam.
Buna karşı, Türkiye’deki ve Avrupa’daki Batı Trakya Türk dernekleri hakkında öyle fazla bir bilgi sahibi değilim. Ancak geçen hafta, izleyebildiğim kadarıyla düşündürücü bazı gelişmeler yaşandığını da belirtmek isterim.
Merkezi Almanya’da bulunan "Avrupa Batı Trakya Türk Federasyonu"nun (ABTTF) bildirileri Hüriyet’teki mail adresime muntazaman ulaşır. Birara neden bilmiyorum (herhalde bir bildikleri vardır) bu bültenleri Yunanca göndermeye başladılar. Bildiriler Türkçe gönderildiğinde okuyordum. Yunanca da bildiğim için okumaya devam ettim. Son zamanlarda yine Türkçe gelmeye başladı bildiriler.
ABTTF’nin 27 Temmuz’da bir "ihbar"ı vardı ve şöyle diyordu: "Rodos’ta Osmanlı döneminden kalma tarihi Muradiye Camii’nin Avrupa Birliği fonları ile restore edilerek kiliseye dönüştürülmeye çalışıldığı ortaya çıktı. Rodos Adası’nın Rodini bölgesinde bulunan Türk mezarlarının da yer aldığı caminin tahrip edilerek kiliseye dönüştürülme çalışmalarının başladığı bildirildi. Muradiye Camii’nin ’Kıbrıs Evi’ adıyla kilise olarak hizmet vermesi amacıyla kiliseye dönüştürülmeye başlandığı haberi alındı".
Hemen TC’nin Rodos Başkonsolosluğu’nu aradım.
Cevap: "Yok öyle bir şey".
Dolayısıyla bu "ihbarın" daha fazla üzerine gitmedim.
Yaklaşık bir hafta sonra ’ihbar’ bazı Türk gazetelerinde (5 Ağustos) yer aldı. ABTTF’nin başkanı Sayın Halit Habiboğlu’nun açıklamaları da eklenerek.
İki gün sonra ise (7 Ağustos) Radikal Gazetesi’nde Anadolu Ajansı’nın bir haberi yayınlandı. TC’nin Rodos Başkonsolosu Ahmet Arda, Anadolu Ajansı’na şunları söylemiş:
"Bu haberler tümüyle yalandır, provokasyondur. Böyle bir şey yoktur.
O haberde yer alan Rodini semtinde cami yoktur. Ayrıca haberde bu bölgedeki iki yolun kesiştiği noktadan bahsediliyor. O köşede de cami yoktur.
Oradaki cami dedikleri yapı, Mısırlı eski Maliye Bakanı Ali Hilmi Paşa’nın 20. yüzyıl başında sadece kendisinin namaz kılması için yaptırdığı camidir. Bu yapının minaresi hiçbir zaman olmamıştır. Orası zaten yıllardır yıkıntı halindeydi, restore edildi ve Kıbrıs Rodos Kadın Ressamlar Derneği’ne tahsis edildi. Üzerindeki yazıtlar restore edildi, bugün sapasağlam durmaktadır."
Nammos’ta bir cumartesi
Günlerden cumartesi. Daha bir yıl önce "bir daha gelmeyeceğim" diye kendime söz verdiğim günah adası Mikonos’un Psaru plajında, bilmem ne marka gözlüklerimi takıp, bilmem ne marka ve bilmem kaç dereceli güneş yağını sürüp bedenime, bilmem ne marka şortumun bilmem kaç dakika içinde kurumasını bekleyerek etrafı izliyorum.
Mahkeme kararı ile yasaklanmış yasaklanmasına ama iki adımda deniz mesafesindeki şezlonglar, sezon başından yine rezerve maşallah. Bu yıl, denize sıfır her şezlonga 4 bin Euro değer biçilmiş.
Yakınımda iki genç kadın şakalaşıyor. Terliklerini karıştırmışlar. Madem konu ben değilim söyleyeyim, Gucci ile Louis Vuitton bu yıl birbirine çok benzeyen plaj terlikleri pazarladılar. Bu kadarı da fazla yani. Protesto ediyorum. İnsan hangi terlik kimin karıştırıyor işte.
Psaru plajında kaç çocuk varsa o kadar Filipinli çocuk bakıcısı vardı. Anaları babaları eğlenip ancak sabaha karşı uyuyabildiklerinden dadıları ile gelmişler şeytancıklar.
Aman bir şey kaçırmayayım diye bir o yana bir bu yana bakıp durdum. Hatta denize girdiğimde bile gözlerim enginleri değil plajdaki cicileri takip etti. Dolayısıyla, bilmem kaç metre derinlikte bile bişeycik olmayan, bilmem ne marka saatime (ama satmıyorum) baktığımda vakit hayli ilerlemişti.
Plajın hemen arkasında dillere destan "Nammos"ta bir şeyler atıştırmak zamanı. Beyazın hakim olduğu bu mekan ağırladığı şahsiyetler, mutfağı ve garsonun getirdiği hesaptan başka farklı bir nedenle de taht kurdu Mikonos sevdalılarının gönlünde. İnşaat ruhsatında usulsüzlük ortaya çıkmış, tam 500 bin Euro para cezası kesilmiş "Nammos"un sahiplerine.
Ne olacak ki? Eğer 4 kişilik iyi bir öğle yemeğinin hesabı 2 bin Euro ise helal olsun 500 bin ceza. Neden önyargılı düşüneyim? Nammos’un sahipleri belki de parayla saadet olmadığını biliyorlardır. Belki, mekanlarını açarken felsefeleri yeni aşklara vesile olmaktı.. "Nammos"ta temelleri suşi ve mohito ile atılmış bir aşkın elbette farklı vizyonu vardır.
Ayrıca, bu mekanda o kadar çok tüketildiğine göre, şampanyanın sussuzluğu giderdiğine de inanasım geliyor.
Kaldığım otelde tanıştığım Selanikli yeni bir dostla akşam için randevulaştık. Barları teftiş ederken sabaha kadar kimleri gördük dersiniz? Geçen yıl Jean Paul Gaultier vardı kısmette, bu yıl Roberto Cavalli ile Giorgio Armani.
Her geçen yıl uslanıyorum. Her geçen yıldan ders alıyorum galiba. Çünkü Mikonos ziyaretim sadece bir gün sürdü bu kez. Pazar akşama doğru karşıki Naksos adasına gitmek için gemiye bindim.
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2007
Sayesinde ergenliğin binbir kötü yüzüyle tanıştığım kızım Marianna ile birlikte günübirlik kaçamağımızda, binbir hatırasını taşıdığım Atina’dan 2.5 saat mesafedeki Spetses adasında, güneş tepeye ha çıktı ha çıkacaktı. Ben frappe’mi, o da freddo’sunu (buzlu capuccino) içmek için kafenin birine oturduğumuzda, iki masa ötedeki orta yaşlı bir çiftin konuşmaları ve hareketleri, yaz mevsiminin insan ilişkilerinin tüm çıplaklığı ile ortaya çıkması açısından büyük tehlikeler gizlediğini kanıtlar gibiydi.
İki gün öncesi gittikleri bir plajı konuştuklarından tatil yaptıklarını anladım. Adam şişmanca, kel. Kadın kel değil. Kış boyunca birbirlerine "tatile çıktığımızda rahatlayacağız" sözü vermişler muhtemelen, ancak belli ki ikisinin de sinirleri yepyeni bir sınavdan geçiyor. Belki kış gibi barbarca, insafsız olmayacak bu sınav. Belki birkaç gün için başkalarını o kadar sert eleştirmeyecekler ama başkaları yine de kavga bahanesi olacak işte.
Kulak kabarttım, biri ne dese öteki tersini, farklısını söylüyor. Otomobilin servise neden götürülmediği için tartıştılar önce. Yahu Spetses’te otomobil motomobil yok ki! Fayton var sadece. Sonra otelin gürültüsü, denizin dalgası sebep oldu dırdıra.
Her biri kendi dünyasında. Etrafa bakıyorlar ve aralarla iki üç kelime çıkıyor ağızlarından. Bir ara kadının sevgilisi mi kocası mı bilmem bir bakışı ile irkildim. Sanki "Hani her şey farklı olacaktı?" der gibiydi.
Nasıl dalmışsam, Marianna "Bakma öyle" diye uyardı. Güldüm. Etraftakilerin duymayacağı şekilde fısıldadım: "Bir yerde okumuştum. Eğer kalbin çarpmadan bir şey yapıyorsan, o şey mutlaka senden intikamını alacak."
MP3’ünün kulaklığını çıkardığına, dinlediği şarkıyı yarıda kestiğine pek memnun görünmedi.
Frappe’den bir yudum, bir yudum daha. Tatilde dinlenmenin sırrı herhalde içimizdeki sevgiyi, heyecanı, hiçbir tatilin, hiçbir seyahatin ya da günlük yaşamdan hiçbir farklılığın değiştirmeyeceğine inanmak olmalı. Kendi zayıflıklarımızı, kendi sorunlarımızı hesaba katmadıkça, tatilde kaçınmak istediğimiz ne varsa ona toslamamız işten değil.
Diyeceğim, tatil "kaçış" olmamalı. Eğer "kaçış" olursa, iki insanın hani "bizim şarkımız" dedikleri melodiyi tatilde bir nota hatası yüzünden cenaze marşına dönüştürmeleri gecikmeyecek.
Cep telefonundan günün bilmemkaçıncı mesajını atan Marianna sert ve kesin konuştu:
Bütün gün burada mı kalacağız?
İki masa ötedeki kadın ile erkek suskundu.
Biz Spetses’in güzelliklerine doğru yürüdük baba kız.
Keçi tarama yer mi?
Bu diyarda, 1980’li yılarda muhafazakar bir kamu düzeni bakanı (Stelyos Papathemelis), eğlence yerlerini haftaiçi saat 02.00’de, haftasonu da saat 03.00’te kapatmaya kalkışınca koltuğundan olmuştu.
Binlerce Atinalı, arabaları ile parlamento binasının önünde toplanıp kimi radyosunu, kimi de -o zaman CD filan yoktu- kasetçalarını sonuna kadar açıp sabaha kadar dans ederek, şarkı söyleyerek tepkisini dile getirmişti.
Gece yarısından sonra tavernaların, barların garsonları, masaları ve sandalyeleri mekanlardan çıkarıp kah yolun üzerine kah sahile taşırlar, etraf tüpgazlı lambalar ile aydınlanırdı. Şarkıcılar, çalgıcılar mikrofonsuz icra ederlerdi sanatlarını.
Polis şaşkındı. Medya dalga geçiyordu hükümetle. Bakan, toplumun bu tepkisine dayanamadı. İstifa etti. Eğlence o gündür bugündür non-stop devam etti. Gün ağarıncaya kadar her gece.
Artık onca yıl oldu, tanıdığıma inandığım Yunan toplumunun sanırım en önemli meziyetlerinden birisi beğenmediği, istemediği, kabul etmediği ya da haksız saydığı bir şeye gösterdiği tepkidir.
Yukarıda bahsettiğim bakanın öyküsünü hatırlamamın nedeni de, şövalyeler adası Rodos’tan gelen bir haberdi.
Trafik polisinin biri, yolda çevirdiği bir taksiciye öğrenemediğim bir nedenle ceza kesti. Taksicinin ifadesine göre tartışma sırasında polis küfür etti. İşte o andan itibaren cep telefonları, telsizler çalıştı, kısa bir süre içinde tam 200 taksi Rodos’taki Onikiadalar emniyet müdürlüğü binası önünde toplanıverdi.
Mavi-beyaz renkli arabalarının el frenlerini çeken taksiciler tam 1 saat emniyet müdürlüğü binası önünde bekleyerek, arkadaşlarına küfür edilmesini protesto ettiler. Turizm sezonu ya, altüst oldu Rodos’un trafiği.
Emniyet müdürü ilk başlarda ilgisiz göründü. Ancak, taksicilerin "şuradan bir adım atmayız" tehdidi üzerine yelkenleri indirdi. Olayı araştıracağına, eğer gerçekten küfür ettiyse trafik polisini cezalandıracağına söz verdi.
Tatmin olmanın dayanılmaz cazibesiyle direksiyonlarının başına geçmişler taksiciler. Aralarından biri meslektaşına "Troi i katsika tarama?" demiş. Yani "Hiç keçi tarama yer mi?".
Yemez tabii.
Sükse şarkı: Burada Bekleyeceğim
Yazsam mı yazmasam mı? Hadi yazayım. Buralarda yazın sükse şarkısı buzuki-Latin-pop karışımı cıvıl cıvıl bir parça. Nereye gitseniz o çalıyor. Adı "Tha perimeno edo" yani "Burada Bekleyeceğim". Sözlerinde "Mucize yok bu yaz. Eğer varsa seni karşıma çıkarsın. Burada bekleyeceğim. Bir dalganın üzerinde. İstersen yaşarım ama senin için ölebilirim de" diyor. Bestecisi, bu diyarın son yıllarda belki de en kaliteli ismi Mihalis Haciyiannis. Şarkıyı seslendiren ise birkaç hafta önce Rumelihisarı konseri iptal edilen Yorgos Dalaras. Görüşümü söyleyeyim. Dalaras’ın sesi ve söylediği şarkılar dışındaki icraatını hiçbir zaman takdir etmedim. Çoğu kez oportünist saydım. Görüşleri, zamanın ihtiyaçlarına göre bir oraya bir buraya gitti geldi bence. Ama "Tha perimeno edo" çok güzel bir şarkı ve adamda da Allah vergisi bir gırtlak var işte.
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2007
Bu diyarda 40 derece sıcaklığa neredeyse "hava serin" diyeceğiz. Onca yıl böyle sıcak görmedim. Daha da önümüzde koskoca ağustos ve eylülün yarısı var. Hani neredeyse tek tesellim, Roma İmparatorluğu’nun en şatafatlı şehri iken Vezüv yanardağının patlamasıyla lavlar altında kalıp yok olan Pompei sakinlerinin, felaketten birkaç dakika önce "atın ölümü arpadan olsun" dercesine işlemedik günah bırakmadıklarına ilişkin söylentiler. Bunaltan sıcaklarda fantezi işte...
Hava kirliliği dorukta. Gaz odası gibi Atina. Bu şehre oksijen veren iki ormanın da (Parntiha ve İmittos) büyük bir bölümü yangınlarda kül oldu. İnsanlar pek bilmedikleri bir "fenomen" ile de tanıştılar. Elektrik kesintileri günlük hayatın parçası haline geldi.
Özelikle öğle saatlerinde sokakta dolaşana "vah vah zavallı adam" gözüyle bakılıyor.
Süpermarketlerde klima cihazlarının bulunduğu bölümde tabela hep aynı: "Ürünlerimiz tükenmiştir".
Hastaneler dolup taşıyor bugünlerde. Herhangi bir rahatsızlık hissedip gidenler klimanın serinliği ile gevşeyip oralarda kalıyorlar: Kimse evine yatağına dönmek istemiyor pek.
Sahiller deseniz dolup taşıyor günü her saati. Gölgelik yerleri kapmak için sabahın köründe uyanıyor insanlar. Hiç bize göre değil.
Sıcaklar bir mucize yaratsa da dertlerimi unutsam. "Neydi dertlerin" diye soranlara da "Unuttum" cevabı versem. O da olmuyor.
O halde güzel şeyler düşünmek zamanı. "Bir kürek bir kayık" misali, bir adaya atayım kendimi diyorum ama nafile.
Hatırlarsanız calypso kralımız Metin Ersoy’un söylediği bir şarkı vardı. "Ah o gemide ben de olsaydım". Vallahi külliyen yalan. Onlarca gemi kalkıyor her gün buradaki limandan ve hiçbirinde yer yok. Metin Ersoy en az 15 gün beklerdi limanda.
Sıcakta aşk meşk de düşünemiyor insan. Hiç elverişli değil ortam. Güneş ta tepedeyken sözgelimi tanışacağınız kimsenin "kalitesi" tartışılır. O saatte ne işi var yolda? Gece bir mekanda tanışsanız durum yine pek farklı değil. Atina’nın kaliteli mekanları çoktan kapandı. Kaliteli sanatçılar tatilde. Normal şartlarda onların şarkıları ile anlatacağı aşkı sizin sadece kafanızı sallayıp onaylayarak büyük bir dertten kurtulma şansınız yok. Bu sıcakta kan ter içinde nasıl anlatırsınız aşkı meşki!
Hadi diyelim mucize oldu da tanıştınız. Ne diyeceksiniz? "Pazartesi buluşalım". Televizyonlar bangır bangır bağırıyor "Cumaya kadar termometre delirecek" diye. Cahil demez mi size.
Atina çok ama çok sıcak.
Gerekli olmadıkça evden dışarı adım atmıyorum.
22 askerin öyküsü
Yer Atina’daki Kara Harp Okulu’nu tören salonu. Savunma Bakanı Evangelos Meimarakis, 1960’lı ve 70’li yılarda ölen ya da kayıplar listesine giren Yunan askerlerinin ailerine şükran madalyaları, diplomalar dağıtıyor.
Devletin, 1964’ten başlayarak, ta 20 Ağustos 1974’e kadar Kıbrıs’ta ölen ya da kayıplara karışan Yunan askerlerinin "bağımsızlığın mücahitleri" sayılıp kendilerine gereken saygının gösterilmesindeki gecikmeden dolayı ailelerden özür diliyor bakan.
İsimler okunuyor. Hayli uzun listede 22 Yunan askerinin ismi yok nedense.
Yer Lefkoşa’da bir mezarlık. Burada 15 Temmuz 1974’te Yunan Albaylar Cuntası’nın darbesine karşı koymak isterken ölen Rumların mezarları var. Her yıl aynı tarihte tören düzenlenir, dini ayin yapılır. Aynı mezarlığın bir köşesinde bulunan 22 mezara ise kimse uğramaz nedense.
Yeni Kıbrıs Rum Başpiskoposu Hrisostomos, geçenlerde ilk kez tören sonrası mezarlıktan ayrılmadan önce o "sakıncalı" mezarlara yaklaşıp kısa bir dua okuyunca büyük gürültü koptu.
Darbe sırasında ölen Rumların aileleri, başpiskoposa etmedik hakaret bırakmadılar. Hrisostomos da televizyona çıkıp "Bunların hepsi beyinsiz" dedi.
Atina’daki törende ismi okunmayan 22 Yunan askeri, Lefkoşa’daki mezarlıkta bulunan 22 mezarda yatanlardan başkaları değil.
Yunan cuntasının emirlerini yerine getirerek 15 Temmuz 1974’teki darbe sırasında Makarios’u öldürmek için başkanlık sarayına yapılan operasyonda hayatlarını kaybetmişlerdi.
Onların da anneleri, babaları, sevgilileri vardı. Ölüm haberleri ulaşınca kimbilir nasıl yıkıldı o insanlar.
Askerliklerini yapan bu 22 gencin, komutanlarının emrine uymaktan başka günahları neydi? Onlarla birlikte Kıbrıs’taki darbede yer alan onca Yunan askeri vakti gelip tezkerelerini aldıklarında güle oynaya dönmüşlerdi evlerine.
Ama "ötekiler" olarak kaldılar tarihte işte. Mezarları başında dua okumak bile suç.
Yanlış zamanda yanlış yerdeydiler...
Seçim gecesi
Pazar gecesi saat 20.00. Türkiye’deki seçim sonuçları belli olmuştu ve Yunan televizyonları ne diyor diye zap vaktiydi.
Hepsinde ilk haber Türkiye’deki seçimlerdi ve bu haber bülten sürelerinin yarısından fazlasını aldı. Canlı bağlantılar, açık oturumlar.
Kanallardan birinde Dışişleri Eski Bakanı Teodoros Pangalos’u gördüm. Abdulah Öcalan’ın 1998 yılında Yunanistan’a gelmesi, Kenya’ya kaçırılması ve sonunda yakalanmasını koltuğu ile ödeyen Pangalos, seçimleri izlemek üzere Türkiye’ye giden Avrupalı gözlemciler arasındaydı.
"İstanbul’da çok yer gezdik. Seçimler mükemelldi. Hiçbir anormallik yoktu. Bu arada, bizim Türklerden alacağımız bir medeniyet dersi var. Cumartesi gecesi yasaklarla birlikte bütün siyasi partiler bayraklarını ve afişlerini topladılar. Türkleri bunda örnek almalıyız’ diye konuştu eski dışişleri bakanı.
AKP ve Erdoğan’ı baştan destekleyen Karamanlis hükümetinin içişleri bakanı Prokopis Pavlopulos ise memnuniyetini "Türk halkı sefalete ve anormalliğe son dedi. Türkiye’de bundan böyle kim Erdoğan’a engel çıkarırsa, bu ülkenin geri adımlar atmasının sorumlusudur" diyerek dile getirdi.
Haber bültenlerinde dikatimi çeken MHP’nin TBMM’ye girmesinden duyulan rahatsızlıktı. Daha önce Atina’da görev yapan Gündüz Aktan ile Deniz Bölükbaşı’nın MHP milletvekili olarak Meclis’teki icraatları hakkında olumsuz tahminler yürütüldü.
Ege’de ne olur, Kıbrıs’ta ne olur, uzun uzadıya tartışıldı. Ancak bu tartışmalarda Yunanistan ne yapar, Kıbrıs Rum Yönetimi ne yapar, tek kelime duymadım.
Yazının Devamını Oku