Yorgo Kırbaki

Sekiz buçuk günlük bir aşk

7 Nisan 2007
Ergenlik çağını acımasızca yaşayan onbeş yaşındaki genç bir kızın verdiği sözlere bir baba ne kadar güvenebilir? Kızım Marianna’nın ısrarı ve verdiği sözler yüzünden sekizbuçuk gün için bir dişi, Ema girdi hayatıma. Kısa görünebilir beraberliğimiz, ama birbirimiz hakkında anlatacağımız çok şey var. Tabii her birimizin kendi dilinde.

Epey pahalıya patladı bana. "Başlık parası" derken, yatağı döşeği derken, güzel olsun diye tarağı, parfümü, şampuanı derken elim iyiden iyiye cebime gitti.

Hem ilk andan ısınmıştım Ema’ya, hem de kızım Marianna eve yeni bir "kadın" girmesinden şikayetçi değil, tam aksine mutluydu.

Ema sabahları hep benden erken kalkardı. Sessizce oturup uyanmamı, kahvaltı etmemizi beklerdi. Ben buzlu kahvemi içerken o tuhaf bir karışımı yerdi. Kahvaltısı asla yirmi dakikayı geçmezdi. Siluetine dikkat etmeliydi.

Temizlik, güzellik faslımız başlardı sonra. Her yerinin temiz olmasına gayret ederdim. Bir kapının camı ayırırdı günboyu birbirimizi. Bilgisayarımın başında çalışırken, beni izlemekle geçirirdi gününün büyük bir bölümünü.

"Sevmelerimiz" öğle vakti olurdu, üstelik uluorta. Severken birbirimizi, dokunurken birbirimize, sarmaş dolaş olurken, yoldan geçenler bakışları ile gülüşleri ile selamları ile yeni başlayan bu aşkı onaylıyorlardı.

Akşamüstü Marianna gelirdi. Hal hatır sorardı Ema’ya, eh onbeş dakika kadar da ilgilenirdi. Sonrası malum, zamane gençliği: Cep telefonu, mp3, Green Day topluluğu, bilgisayar, chat. Ema sessizce bakardı arada bir başını kaldırıp kendisine gülümseyen Marianna’ya.

Sabırla beklerdi akşam yemeğini. Sabırla beklerdi beni akşam sevmelerimiz için.

Tam yedinci gündü ki, Marianna ile ciddi ciddi Ema’nın geleceğini konuşmaya karar verdim.

"Ne zaman ilgileneceksin?" , "Verdiğin sözleri ne zaman tutacaksın?" , "Hani ikimiz de fedakarlık yapacaktık?"

Ne sorduysam cevap alamadım doğru dürüst.

Ertesi gün Ema ile ayrı dilden de olsa yine konuşmalarımız sevmelerimiz devam etti. Ancak ne var ki, kısa beraberliğin uzun bir aşka dönüşmemesine de karar vermiştim.

Ayrılmalıydık. İki kez sokağa çıkmıştık topu topu, o da doktora gitmek için. Hiç dolaşmamıştık elele ve ayrılmalıydık.

Dört aylık labrador köpeği Ema’yı ya satın aldığım mağazaya iade edecektim, ya da mutlu olacağına inandığım birine verecektim. Mağazanın vitrininde kağıtlar içinde oynarken, acıyı tekrar yaşayabileceği birinin dikkatini çeksin istemedim. Atina dışında büyük bahçeli bir evde, iki küçük çocuğu ve üç köpeği ile yaşayan tanıdık bir çifte hediye etmeyi yeğledim. Yatağını, tarağını, oyuncaklarını hatta biskuvilerini bile verdim. "İstediğin zaman gel gör’ dediler. Şimdilik pek zannetmiyorum.

Marianna’ya durumu anlattığımda yer gök inledi. O bağırdıkça, kendimi "senin derdin aşılarını yaptıktan sonra Ema’yı sokağa çıkarıp dolaştırmaktı. Sorumluluk başka bir şey" diye savundum. Köpeklerin huyu suyu ve bakımı için aldığımız kitaba, CD’ye göz bile atmadığını söyledim.

Vicdan azabı çekmedim desem yalan. Bakamayacağım bir köpeği neden aldım? Koskoca adam, bir anı bir anına uymayan genç bir kıza nasıl kanar? Kızıma sözümona "ders" vereceksem, Ema’nın günahı neydi? Niye daha fazla sabredemedim? Ama o zaman ayrılmamız ikimiz için de daha zor olmaz mıydı?

İçimden sesler "Ema, sekizbuçuk günlük bir beraberlikti bizimkisi. Emin ellerdesin. Affet ve unut beni" diyor.

Bu satırlar perşembe sabahı saat yedide yazıldı. Dışarı bakıyorum artık Ema yok. Sadece kapı camının üzerinde parmak izleri. Okulunun tatil olmasına rağmen Marianna da yok. Kırgın, küs bana. Bu genç kızla ne zaman anlaşabileceğim bilemiyorum.

İlk kez değil ki bir çuval inciri berbat ettiğim. Pazar günü Paskalya bayramı. Cumartesi gecesi kiliseye gidelim diye sarı renkli iki mum almıştım. Masanın üzerinde öylece duruyor.
Yazının Devamını Oku

Aynı statta iki maç

31 Mart 2007
"Her şeyi ince eleyip daha önceki Türk-Yunan karşılaşmalarının aksine küfür ve hakaret içeren panoların stada sokulmasını engelleyen ve maç boyunca fazla göze batmamaya itina gösteren Yunan güvenlik güçlerine teşekkürler. İstiklal Marşı çalarken aleyhte tezahürata başlayan azınlığı susturan ve yarınlar için ümit veren sessiz çoğunluğa teşekkürler.

Maç öncesi ve sonrasındaki davranışlarından dolayı Karaiskaki’deki ’sessiz çoğunluğa’ bir kez daha teşekkürler.

İmza: Onca yıl onca sıkıntı çektikten sonra birkaç yıldır nefes alan Türk-Yunan ilişkileri"

Radikal Gazetesi’nde 12 Eylül 2004 tarihinde yayınlanan "Suyun Öte Yanından"ın konusu, Dünya Kupası elemeleri için Atina’da oynanan Yunanistan-Türkiye maçı idi.

Şimdi ikibuçuk yıl sonra geçen cumartesi bu kez Avrupa Şampiyonası elemeleri için aynı statta oynanan maçtaki çirkinliklerden sonra, imzayı değiştirmiyor ancak "teşekkür" yerine "ayıp" diyorum.

Karaiskaki stadında meydana gelen çirkinliklerin arkasında yatan nedenler son derece düşündürücü. Her şeyi "bir avuç serseri"ye mal etmek, devekuşu misali kafayı kuma gömmekten başka bir şey değildir.

Önce hakem başlama düdüğünü çaldığında, Yunanistan’da gündemde ne vardı bir bakalım.

İlkokul 6. sınıfta okutulan tarih kitabı, günlerdir kamuoyunu meşgul ediyordu. Yaklaşık 4 yüzyıl süren Osmanlı İmparatorluğu döneminde Yunanlıların "çektikleri eziyetler" ile ilgili yazılanların, söylenenlerin hayli abartılı olduğunu ortaya koyan, 1821’de Osmanlı’ya karşı bağımsızlık mücadelesi dönemi ile ilgili yine bugüne kadar yazılanları, söylenenleri bir denli çürüten ve 1922’de "Küçük Asya Felaketi"ne (Kurtuluş Savaşı) şimdiye kadarkinden farklı boyutlar getiren yeni tarih kitabı için buralarda kıyamet koptu.

Din adamları, aşırı milliyetçi politikacılar, aşırı milliyetçi öğretmenler, yazarlar tarih kitabı hakkında etmedik lanet bırakmadılar.

Maç günü de, 24 Mart’ta, Atina’da Osmanlı’ya karşı mücadelenin başlangıcını simgeleyen 25 Mart Milli Bayramı nedeniyle öğrencilerin geçit töreni sırasında bir grup faşist, eğitim bakanının gözleri önünde bu kitapları ateşe verip yaktı.

"Demokrasinin beşiği" Atina’da, 22 yıldır AB üyesi Yunanistan’ın başkentinde Ortaçağ manzaraları...

Buralarda geçen cumartesi esen hava; "Türklere 4-5 gol atacağız. Bayraklarımızı alıp sokaklara döküleceğiz ve sabaha kadar eğleneceğiz" idi.

Şimdi "golleri Türkiye atınca burukluk öfkeye dönüştü ve olanlar oldu" mazereti inandırıcı değil. Çünkü çirkinlikler daha futbolcular sahaya çıkarken hatta çıkmadan başladı.

Aynı şekilde, erken saatlerde stadyuma girip Nazi selamı ile Yunan milli marşını söyleyen, Türkler aleyhinde sloganlar atan, çirkin, rezil panolar açan faşistler de tek suçlu sayılamaz. İstiklal Marşı çalınırken ıslıklayanlar 50-100 kişi değildi. Yunan televizyonundan izlediğim kadarıyla 33 bin kişilik stadın tümü neredeyse aynı şeyi yaptı. Maç boyunca "eylemciler" de 50-100 kişi değildi.

İkibuçuk yıl önceki maçta ıslıkları susturan "sessiz çoğunluk" bu kez yoktu. İkibuçuk yıl önce maç boyunca hemen hiçbir taşkınlığa fırsat vermeyen o insanlar nerede idi?

Aynı şehirde, aynı statta, aynı takımlar arasında oynanan iki futbol maçında, seyircinin tepkisi göz önüne alınırsa, bu süre içinde Türk-Yunan yaklaşımının önemli kayıpları var.

Acaba insanların yüreklerinde, Yunanistan devleti kurulduğunda "temeltaşı" olan "kötü Türk" imajı hálá devam ediyor mu düşüncesiyle ürktüm.

Doğrusunu isterseniz, ertesi gün bu şehirde biraz "pişmanlık" havası koklamadım desem de yalan olur. Bu "pişmanlık" geçici mi, onu bilemem. Sözgelimi, ciddi bir şirketin kamuoyu araştırması, İstiklal Marşı çalınırken ıslıkları "kabul edilmez" sayanları yüzde 63, "doğru bulmayanlar"ı yüzde 27.5, "gerekçesi var" diyenleri de yüzde 8.8 olarak gösterdi. Aynı araştırmaya göre, maçın 4-1’lik skorunu "sadece bir yenilgi" görenlerin oranı yüzde 74. "Milli bir utanç" bulanların oranı yüzde 10.1, "Türkiye’ye karşı kaybetmeyi rencide edici" sayanlar da yüzde 15.3.

Ve Yunan medyası da oturup özeleştirisini yapsın. Karaiskaki’de yaşananları bir gün sonra kınama yarışına girmek yerine, maç öncesi ne yazmış ne söylemiş bir baksın.

’Hayat bir oyun’ mu

Türk televizyonlarında yayınlanan "Bizim acımız sizden büyük. Kocanız çalışıp ekmeğinizi getiriyor. Halinize şükredin" tarzı programlar burada da var. Aynı şekilde "Anlat bize anılarını Sacide. Müziğe kaç yaşında başladın" sorulu programlar da eksik değil. "Bugün ne pişirelim?" sorusuna cevap vermek için üç tencere, beş tas, iki kase yemek, stüdyolardaki mutfaklarda burada da her gün çöpe atılıyor.

Özel televizyonlar bu tip programların sunucularına istedikleri parayı verebilirler. Program ve sunucusu izleniyorsa, seviliyorsa, reklam getiriyorsa bana göre aldıkları helal olsun. Peki devlet televizyonlarında bu yapımların maliyeti ne?

TRT hakkında bilgim yok ve haddim değil. Buna karşı ödediğim her elektrik faturasında payı bulunan ERT (Yunan Radyo Televizyon Kurumu) söz konusu olunca eh bir şeyler söylemek hakkım. Hatta benim gibi düşünen daha birçok insan olmalı ki, savcılık devlet televizyonunun NET kanalı hakkında soruşturma açtı.

NET, öğle kuşağında her gün iki saat süreyle yayınladığı "Hayat Bir Oyundur" programına 180 bölüm için tam 2.5 milyon Euro ödedi.

Sözleşme ortaya çıkınca büyük gürültü koptu. "Ödediğim paralar nerelere gidiyor" diye...

Programın sunucusu Anna Druza. Ekranda tanınan bir isim. Maaşının 20 bin Euro olduğunu, 2 milyon Euro’dan fazlasının ise 50 kişilik ekibe ve diğer yapım masraflarına gittiğini söyledi.

Ancak Druza, yapımcı firmaya kendisinin de ortak olduğu ortaya çıkınca pek bir şey diyemedi tabii.

Üstelik yapımcı-sunucunun bir bakanla akrabalığı olduğu dedikoduları da aldı yürüdü.

Savcılık şimdi ortalama izlenme payı özel televizyonların çok gerisinde olan NET’in, bu kadar büyük rakamlı bir sözleşmeyi neden imzaladığını araştırıyor.
Yazının Devamını Oku

Bitir artık hakem

26 Mart 2007
YUNANLILAR, Türkiye maçı nedeniyle dün gece dışarı çıkmayıp ekranlarının başından ayrılmadılar. Türkiye sayesinde paket yemek servisi yapan dükkanların satışı yüzde 30 arttı. Tavernalar ise müşteri çekebilmek için dev ekranlı televizyonlar kiraladılar. Saat 20.00’den sonra caddeleri boşalan Atina, ölü bir şehirden farksızdı.

Maçı izlemek için Karaiskaki Stadı’na giden Yunanlı taraftarlar "3 atacağız, 4 atacağız" dediler. Ancak, 4-1’lik hezimetle başları eğik ayrıldılar.

Maçı Mega televizyonundan izleyen milyonlarca Yunanlı, dakika dakika spiker ve yorumcuların şu değerlendirmelerini dinlediler.

Aptallık dünya çapında bir şey!

- Türklerin istiklal marşı çalarken ıslıklar durmadı. Aptallık dünya çapında bir şey olduğundan, Türklerin marşı çalarken sahaya havai fişek de atıldı. Kötü bir manzaraydı.

Dakika 5: Mükemmel başladık. Volkan’ın golde yapabileceği tek şey savunmadaki arkadaşlarına bağırmasıydı.

Dakika 6: Sıkı güvenlik önlemleri alındı dedik ama havai fişekler stada bol miktarda girmiş.

Dakika 21: Kyrgiakos bugünkü futbolu ile Türkiye’deki fiyatını yükseltiyor. Yunanlı futbolcu ile Beşiktaş ilgileniyor.

Bu insanlar maça niye geliyor?

Dakika 27: Türk savunması bize bir gol hediye etti.. Şimdi de biz onlara. Tuncay, Yunan savunmasını ekarte edip golü attı.

Dakika 41: Seyirci sustu.. Yunan takımının oyunu tribünleri ateşlemiyor. Ancak, daha önce yapılan saçmalıkları düşünürsek, tribünler sussun daha iyi.

Türklerin kafası daha temiz

Dakika 49: Yunan kalesinin arkasında olaylar çıktı.. Yunanistan en az bir maç ceza yiyecek. Cezayı hak ettik. Bu insanlar niye maça geliyor?

Dakika 55: Olabilecek en kötü gelişme. Türkler 2. golü attı. Zaten oyunun gidişatı Türklerin gol atmasının an meselesi olduğunu gösteriyordu. Kaleci Nikopolidis’in hatası büyük. Dakika 60: Tuncay sahanın en iyisi.

Yenilgi başka rezillik başka

Dakika 65: İki takım arasında düşüncede büyük fark var. Türklerin hem sahada, hem saha kenarında kafaları daha temiz.

Dakika 70: Olacak şey değil. Türkler 3. golü attı. Olabilecek en kötü gelişme. Kaleci Nikopolidis futbol hayatının en kötü maçlarından birini oynuyor.

Dakika 81: Yenilgi başka, rezillik başka. 4. golü yedik.

Dakika 83: Tribünlerde olanlarla tek maç ceza ile kurtulmamız zor.

Dakika 88: Hakem maçı bitirsin artık. Bu kabus bitsin.

Dakika 91: Bugün ne Yunan takımı, ne de seyircisi galibiyeti hak etti.

Dakika 93: Hakem çektiğimiz bu çileye son verdi. Maçı bitirdi.

Dakika 94: Türk takımı alkışlanıyor. Futbol tarihimizin karanlık bir sayfasında tek ak çizgi.
Yazının Devamını Oku

Aya Sava’da hayat dersi

24 Mart 2007
Bir süredir sabahları Aya Sava Hastanesi’ne gidiyorum ihtiyar babamla. Atina Emniyet Müdürlüğü’nün hemen bitişiğindeki bu hastanenin diğer adı "Kansere Karşı Mücadele". Hastanelerden oldum olası kaçınırım. Bir de hiçbir zaman unutmayacağım acı tecrübelerime, doktorlara bakış açımı eklerseniz, eh bu ilkbahar sabahları halimi anlamak güç değil.

Saat 08.45’te ışın tedavisi bölümünde randevumuz var. Fazla sürmüyor işimiz, 10 bilemediniz 15 dakika. Seansların bitiminde, babamı takip eden profesöre muayeneye gidiyoruz. Burada işimiz uzun. Sıramız gelinceye kadar bazen 2, bazen 3 saat geçiyor.

Aya Sava Hastanesi’ne ilk gidişlerim tam bir dramdı. Ne var ki zamanla bilmediğim bir dünya keşfettim orada. Farklı insanlar tanıdım. Bu körolası hastalığa karşı başları dimdik mücadelelerini verenleri.

Işın tedavisi bölümünde ihtiyar bir adam ve karısı "sabah keyfi" gibi. Birlikte geliyorlar. Boş iki sandalye varsa ne ala, yok tek bir sandalye boş ise "sen otur" kavgasına başlıyorlar:

- Ben ilkokulu bitirdim. Kız hiç okumadı. Hep dırdır eder ama iyi kızdır aslında.

- Ah bilseniz ne tuhaf adam... Çekilmiyor çekilmiyor.

Derdimizi unutup bir an gülüyoruz hepimiz. İhtiyar adam okşamak için elini karısının omzuna yaklaştırıyor. Nafile: "Çek elini burdan."

Dayanamıyorum. Kışkırtıyorum ihtiyarları:

"Zamane kadınları olsa, yanında bir gün oturmazdı. Dua et karına."

Sıramız geldiğinde babamın soyunmasına yardım ediyorum. Önce gözlükleri, kazağı, gömleği, fanilası. Üzeri çizgilerle işaretlenmiş, yorgun bedenine bakamıyorum. Doktorlarla futbol ya da bilgisayar muhabbetine giriyorum.

SIRLAR 40 YILLIK DOST GİBİ PAYLAŞILIYOR

Muayene için profesörü beklerken dikkat ediyorum da kimse kimseye pek "geçmiş olsun" demiyor. Dilekler "iyi yaşam", "sağlığın bozulmaması" ve "iyi mutlu günler" için. Dikkat ediyorum da, yan yana sandalyelerde oturanlar birbirlerini ilk defa bile görseler 40 yıllık dost gibi paylaşıyorlar sırlarını.

İki genç kadını dinliyorum:

- Hayata bakışım değişti. Hiçbir şeye eskisi gibi önem vermiyorum.

- Yazın denize giriyordum. Vücudumdaki işaretlere aldırmadan. Plajda, sırtımdaki artı işaretlerini dövme sananlar vardı.

- Kanser ile yaşamayı öğrendim. Birazdan sıram gelecek. Ne diyeceğini biliyorum doktorun. Ne yapayım, bu da geçecek.

Aynı kadının sırası geliyor birazdan. Birkaç dakika kalıyor içerde. Çıkarken orada tanıştığı öteki kadının sormasına fırsat vermeden "Dediğim gibi, maalesef yeni seanslar yapmam lazım."

Selamlaşıyorlar. Genç kadın hızla uzaklaşıyor.

Biraz sonra aynı sandalyeye peruklu genç bir kadın oturuyor. Biraz telaşlı. Yanındaki hemen sakinleştiriyor.

- "İki küçük çocuğum var..."

Az ötede bir delikanlı cep telefonundan konuşuyor: "Tamam sinemaya gidelim." Teyzesi ile gelmiş. Teyze, hastanenin koridorlarını çok aşındırmış olmalı ki, hemen herkesi tanıyor, şakalaşıyor.

"Yine mi başladı, yine mi çıktı" diye soranlara, gülerek "Hayır yeğenimi getirdim. Bizim aile bu hastalığı emekliye sevkedecek" cevabını veriyor.

Kaç insanın öyküsünü dinledim, kaç insanın muayene odasına girerken gözlerinde umudu okudum, kaç insanın o odadan çıkarken korkusunu, kaç insanın mücadelesinden vazgeçmemekteki kararlılığını gözledim.

Aya Sava Hastanesi’nde telaş yok, bağırıp çağıranlar yok. Sinirli, saygısız personel yok. Sabırsız hastalar yok. Hatta sıra çalan bile yok. Sanki zaman donuyor burada. Herkes her şeyin bilincinde. Hiç hırs görmedim, hiç paradan puldan konuşulduğunu duymadım koridorlarda.

HAYATI ARTIK DAHA BİR BAŞKA SEVİYORUM

Hastane dönüşü her defasında artık güneşi, havayı bir başka seviyorum. Derin nefesler alıyorum. Her defasında koşmak geliyor içimden. Bir an önce ofise dönüp gazete okumak, haber yazmak için can atıyorum. Daha bir sürü şey yapmak istiyorum.

En küçük şeylerde bile mutluluk zerreleri arıyorum. Düşünsenize daha geçen çarşamba günü Aya Sava Hastanesi dönüşünde bir elektrik direğine yapıştırılmış küçük bir afiş bile mutlu etti beni.

Atina’dan 80 kilometre ötede Halkida’da, Rio adlı bir mekanda 9 Nisan’da Kibariye’nin konseri varmış.

Giderim, giderim elbet...

İstanbul kokusu

Biz İstanbullu Rumlar, aramızda Türkçe konuşurken İstanbul’a İstanbul, Rumca konuşurken de "Poli" yani şehir deriz. Yunanlılar malum "Konstantinupoli"...

"Konstantinupoli" adının fanatik Yunan milliyetçileri için ne anlam taşıdığı malum. "Konstantinupoli"nin ne zaman "masum" ne zaman "sinsi" olduğunu bilecek kadar büyüdüm. Yani sokaktaki adamın istisnalar hariç "Konstantinupoli" derken, Türkiye’de sokaktaki adamın "Thesaloniki"ye Selanik ya da "Komotini"ye Gümülcine demesi gibi olduğunun farkındayım.

Şimdi bu konuyu neden açtım? Muhteşem bir CD dinledim. Anlatmak istiyorum, ama kapağında yazılanlar yanlış anlaşılırsa, o zaman bu çalışmaya yazık olacak, ondan korkuyorum.

Üç CD’den oluşan çalışmanın Yunanca adı "Aroma tis Polis" yani biz Rumlar’ın, anadilimizi konuşurken İstanbul’a verdiğimiz ad.

Hemen altında İngilizce "Constantinople’s Aroma", onun altında da Türkçe "Konstantinupoli’den 39 Şarkı". Kapağın resminde bir posta damgası var. Burada "İstanbul" diye yazıyor.

Bu çalışmanın misyonu önemli. Hani sürekli iki halk arasındaki benzerliklerden bahsederken "müzik" ilk sıralarda yer alır ya, bunun yüzde 100 doğru olduğunu çatır çatır kanıtlıyor her şarkı.

Şinanay Yavrum’dan Kadifeden Kesesi’ne, Ömer Faruk Tekbilek’den Grup Gündoğarken’e, Glikeria’dan Agathonas İokovidis’e kadar, kimi Türkçe kimi Yunanca kimi de Türkçe-Yunanca şarkıların. Barbaros Erköse’den Şehnaz Longa, akordeon üstadı Kulaksidis’den kasap havası... Ne ararsanız var dünden bugünden.

İki CD’ye sığdırılmış notalar. Üçüncüsünde ise İstanbul manzaraları. Göze de hitap etmeyi düşünmüşler.

Ve bir parça da tarçın.

İstanbul koksun diye.

İstanbul kokusu...

Bu kokuyu hissedenler, daha da ötesi hissedip kendinden geçenler şanslı.
Yazının Devamını Oku

Yaratıcılık dişidir

17 Mart 2007
Etnos gazetesi, 8 Mart’ta tam iki sayfasını Dünya Kadınlar Günü’ne ayırdı. Kadınların sorunlarını, bugününü, yarınını, toplumdaki yerini sayfalarında ayrı ayrı işleyeceğine, adı bu diyarda giderek daha fazla duyulan bir kadın yazarla enine boyuna konuşmayı tercih etti. Bakın neler diyor söyleşisinde yazar:

"Kadın olmaktan memnunum. Bu dünya hakkında bir iki şey bilen her insanın, yaratıcılığın dişi olduğunu bilmesi gerekir".

"Cinslere roller daha biz doğarken dağıtılıyor. Erkekler mavi, kızlar pembe. Dünyaya geldiğimiz günden beri bize iyi ve namuslu kızlar, kocalarına layık eşler olmamız öğretiliyor. Aslında erkekler için de sınırlamalar var. ’Erkekçe’ davranmaları için onlara da büyük baskılar yapılıyor. Benim ideal dünyamda, kadınlar içlerindeki erkek ile erkekler de içlerindeki dişi ile buluşabilmeli".

"Kariyer mi aile mi? Bu gerçek bir ikilem. Roman yazmak içe dönük ve yalnızlık isteyen bir misyon. Öncelik yazmakta, kitapta olmalı. Annelik ise vermek hep vermek. Aldıklarının çok fazlasını vermek. İçimdeki yazar ile anneyi barıştırmak pek kolay değil."

"Annem hem anne hem de baba rolünü üstlenmişti. Erkek hakimiyetindeki bir toplumda varolmak güçtü. Annem benim hayatımı kolaylaştırmak için büyük mücadele verdi. Çocukluğumda onun bağımsız olmasının hep bedelini ödediğini gördüm."

"Bir yazar kaleminde hem kadın hem erkek olmalı. Erkek ve dişi içimde yan yana yaşıyor. Toplumun ’normal’ sayması için günlük yaşamımda bu zenginliği boğmak zorunda kalıyorum."

"Kadınlar erkeklerden daha çokyönlü. Hayatlarında birçok kimliği birden öğrenmek zorundalar. Erkekler ise keşke daha az istikrarlı, daha az mantıklı, daha az dengeli olsalardı. O zaman belki daha kolay ağlayabilirlerdi. Ağlayabilmek iyi bir şey. Erkekler, kadınlardan ağlamayı öğrenmeli".

Yazar söyleşisinde, siyasi içerikli sorulara da net cevaplar veriyor:

"Avrupa eğer Türkiye’yi kendinden uzaklaştırırsa bundan bir tek batıya nefret duyguları besleyenler yararlanacak. Eğer şeffaf, demokratik, eşitliğin ve eşit vatandaşlığın savunucusu bir Türkiye vizyonumuz varsa, Türkiye’nin AB üyesi olması çok önemli. Üyelik sadece Türkiye’ye değil, uzun vadede AB’nin de yararına olacak. Türkiye’nin AB üyeliğini var gücümle destekliyorum".

Etnos gazetesinin Dünya Kadınlar Günü nedeniyle ayırdığı sayfaların konuğu yazar Elif Şafak idi.

BİLETLER TÜKENDİ

- Önümüzdeki cumartesi, Atina’yı Pire’ye bağlayan Neo Faliron semtindeki Karaiskaki Stadı’nda oynanacak Yunanistan-Türkiye futbol maçı için satışa çıkarılan ilk parti 18 bin bilet 4 saat içinde tükendi. Gişelerin önünde uzun kuyruklar oluştu. Bilet almak için kimlik göstermek şart. Bu arada, Alman teknik direktör Otto Rehagel, Yunanlı tam 10 gurbetçi futbolcuyu milli takıma çağırdı. Türkiye maçı hazırlıkları pazartesi günü başlayacak.

KENAN, SARBEL’DENÖNCE

- Kenan Doğulu’nun "Shake It Up Şekerim"i ile Yunanistan’ı temsil edecek Sarbel’in "Yassu Maria"sı ne kadar benziyor birbirine? Benziyor, niye benzemesin? Bunun neresi kötü? Hani müziklerimiz aynıydı ve bu ortak kültür paylaşımıydı? Kaldı ki Eurovision şarkı yarışmasında birbirine benzemeyen kaç şarkı var? Burada yetkililerin derdi başka. Yunan şarkısı yarışmada 10. sırada yer alacak. Kenan Doğulu ise muhtemelen Sarbel’den ya bir ya iki ya üç sıra önce sahne alacak. Dolayısıyla üst üste iki benzer şarkıda akıllarda ilkinin, yani "Shake It Up Şekerim"in kalmasından endişe ediyorlar.

Anarşistlere teslim olan şehir
/images/100/0x0/55ea9050f018fbb8f8883116
Manzara bu ülkenin tarihi için hazindi, saygısızdı. Atina’nın merkezinde, parlamento binasının önünde mitolojiden bu yana savaşlarda şehit düşmüşlerin anısına dikilmiş meçhul asker anıtı, birkaç yüz çapulcunun insafına kalmıştı. Onlar tarih, sembol, saygı demeden saldırdılar. Daire içindeki A harfini, yani "ideolojilerinin" sembolünü çizdiler boyalarla anıtın üzerine. Birileri bununla da yetinmedi. Yunan bağımsızlık savaşının sembolü sayılan efsun askerlerinin bulunduğu kulübeyi ateşe verdi. O beyaz etekli, beyaz çoraplı, beresi püsküllü efsun askerleri, ilk kez nöbeti bırakmak, kaçmak zorunda kaldılar.

Yunanlılar için demokrasinin anıtı sayılan Sintagma (Anayasa) meydanı alevler içindeydi. Yüzleri kukuletalar ile örtülü 500 kadar anarşiste teslim olmuştu başkent. Yunan bayraklarını yaktılar. Polis, gazlarla müdahale etti. Taş, sopa, molotof ve daha ne getirmişlerse beraberlerinde karşılık verdiler. Toz duman kapladı her yeri. Nefes almak imkansızdı.

Olaylarda yaklaşık 50 kişi gözaltına alındı. Ertesi gün suçüstü mahkemesine çıkarıldıklarında, anne babaları "nezarethanelerde evlatlarımıza kötü muamele yapıldı", avukatlar da "gençlerin demokratik hakları çiğnendi" diye bağırdılar. Yine kargaşa. Bu kez Atina adliye sarayı savaş meydanına döndü.

Buralarda üniversiteler haftalardır kapalı. Öğrenciler de sokaklara döküldü. Özel üniversitelerin açılmasına imkan tanıyan, üniversite dokunulmazlığına bazı şartlarda son veren, rektör seçimini değiştiren ve artık "ebedi öğrenciliğe" nokta koyan yeni eğitim yasasını protesto ediyorlar.

Hemen her gün binlerce öğrenci yürüyor. En arkadaki gruplarda yer alan anarşistler de hemen her gün yeni olaylara sebep oluyorlar. Hemen her gün kaç işyeri, kaç otomobil ateşe veriliyor artık sayan yok.

Meçhul asker anıtına saldırı ile efsun askerinin kulübesinin yakılması, yıllardır hırsız-polis kovalamacasına dönüşen anarşist-polis kavgasında bardağı taşıran son damla oldu. Taraflar restleşti. Polis görevini yerine getirebilmek için daha fazla yetki ve teçhizat istedi. Anarşistlerden de "yakmaya devam edeceğiz" mesajı geldi.

Halkın büyük bir bölümü, eğitim sisteminin değişmesi için hükümete destek. Ana muhalefetin tepkisi ise sırf muhalefet için. Sol eğilimli küçük partiler, siyasi açıdan bu işten en kazançlı çıkanlar. Kamuoyu araştırmaları, göstericilere destek çıkan, anarşistlere hoşgörülü yaklaşan bu partilerin, genç seçmenlerin sempatisini kazandığını ortaya koydu.

Selanik’te de gösteriler, olaylar eksik olmuyor. Vesselam zor günler yaşıyor Yunanistan.
Yazının Devamını Oku

Yassu Maria!

10 Mart 2007
Yarışan üç şarkı vardı, üçü de birbirinden alışıldık. Bunlardan biri kazandı. İki erkek ve bir kadın yarışıyordu; kalçasını en fazla sallayan erkek kazandı. 12 Mayıs’ta Finlandiya’da yapılacak Eurovision şarkı yarışmasında Yunanistan’ı "Yassu Maria" yani "Selam Maria" şarkısı ile Sarbel temsil edecek.

Önce şarkıdan biraz bahsedelim. Pop, arabesk, buzuki, çiftetelli... ne ararsanız var. Hatta Ricky Martin’i andırsın diye Latin nameleri de eklenmiş. 2004 yılında Yunanistan’a üçüncülük kazandıran Sakis Ruvas’ın "Shake It"ini 2005 yılında birinciliği getiren Elena Paparizu’nun "My Number One"nı bile anımsatan notalar var.

Diğer ülkelerin şarkılarını dinlemedik ama, beste ve güfte esas alınırsa Yassu Maria kesin son beşe kalır. Ancak biliyorsunuz, Eurovision şarkı yarışmasının kriterleri farklı. Bunun en iyi örneğini de geçen yıl yarışmayı kazanan Finlandiyalı Lordi grubu ile gördük. Dolayısıyla, yarışma gecesi Yassu Maria ilk beşte de yer alabilir. Her şey 11-18 yaş grubunun göndereceği SMS’lere bağlı!

BÜLENT ERSOY’DAN KALIR ÇAĞLAYAN’DAN GEÇER

Yassu Maria hem halk hem de jüri oylamasında birinci seçildi. Halk oylamasında gönderilen mesajların yüzde 60’dan fazlası ergenlik çağına yeni girmiş gençlerdendi.

Gelelim sanatçıya. 1981 yılında İngiltere’de doğan Mihal Sarbel’in babası Kıbrıslı Rum, annesi ise Lübnanlı. İngiltere’de bazı operalarda rol almış. Yunanistan’a ilk kez 18 yaşında gelip yedi ay Girit adasında çeşitli mekanlarda sahneye çıkmış. Sonra tekrar İngiltere’ye dönmüş. 2004 yılında da Yunanistan’a yerleşmiş. Bugüne kadar iki CD çalışması olmuş.

Sarbel’in tarzı da, Yassu Maria şarkısında olduğu gibi "harman". Yani hem "salla" hem "offf" hem de "That’s The Way I Like It"... Ne isterseniz var.

Şimdi sesi nasıl derseniz; hani Bülent Ersoy’un karşısına çıksa, "Baştan sona detonesin evladım" yorumu kaçınılmaz olur. Buna karşın, Armağan Çağlayan’ın vereceği puan 10 olurdu.

Yassu Maria’ya şans veren yok pek buralarda. Etini kemiğini müziğe bürümeyi çok iyi beceren Sarbel’e de eleştiri yağıyor. Genç şarkıcının sesinden çok, yarışma gecesi giydiği gümüş bluz konuşuluyor. Değeri, kimine göre 5 bin, kimine göre 15 bin euro imiş!

Gündem yoğun...

Buralarda mart ayının son günleri epey yoğun geçecek.

Önce Yunanistan ve Türkiye milli futbol takımları 24 Mart’ta, 2008 Avrupa Şampiyonası grup eleme maçı için Atina’yı Pire’ye bağlayan Neo Faliron semtindeki Karaiskasi statında karşı karşıya gelecek.

Eğer iki ülkenin bu şampiyona için birkaç yıl önce birlikte yaptıkları ortak başvuruya, özellikle de Yunan tarafından gereken ilgi ve önem gösterilseydi, bugün Ege’nin iki yakasının ev sahibi olmaları işten bile değildi. Türkiye-Yunanistan maçlarının oynanmasına neden kalmazdı o zaman.

Neyse, biz 24 Mart öncesi son tüyoları aktaralım...

Yunan milli takımının Alman teknik direktörü Otto Rehagel, hangi oyuncuları avdet edeceğine henüz karar vermedi. Bugünlerde harıl harıl Türkiye’nin Moldova, Malta, Macaristan ve Gürcistan ile oynadığı maçların kasetlerini izliyor.

Yunan Futbol Federasyonu’nun internette satışa çıkardığı biletlerden üç bin tanesinin 24 saat içinde satıldığını düşünürsek, maç günü Karaiskaki Stadı’nın dolu olacağı anlaşılıyor. Bilet fiyatları 20, 35 ve 50 euro arasında değişiyor.

BABA ZULA 15 MART’TA ATİNA’DA

Maçtan dört gün sonra, yani 28 Mart’ta -henüz resmen açıklanmadı ama- Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün son aylarda defalarca gündeme gelen Atina ziyaretini nihayet gerçekleştirmesini bekliyoruz.

Bana göre bu ziyaretin gerçekleşmesi zor.

Atina’da, Kıbrıs’ın gölgesinden bir türlü çıkamayan Türk-Yunan ilişkileri için esen hava, mutad, yani limoni. Dileğimiz, ziyaret gününe kadar bu havanın yumuşaması. Ha bu arada, Vladimir Putin’in de önümüzdeki günlerde Atina’ya gelmesi gündemde.

Futbol sahalarından diplomasi kulislerine kadar dolaşacaksak eğer, biraz moral depolamak gerek. En iyisi de 15 Mart’a kadar Atina’da sahne alacak Baba Zula’dan başlamak.

Başladık mı da arkası gelir... Çünkü melek olmak değil niyetimiz, olamayız da. Olmak istesek bile bu dişi şehir izin vermez ki.
Yazının Devamını Oku

Türk sanatçının başarısı

3 Mart 2007
Atina’nın en nezih caz kulübü Half Note’tan geçti yolumuz yine geçenlerde. Tıka basa dolu mekanda, klasik tangonun en icracılarından Juan Carlos Caceres’i dinledik. Yanında da solist viyolonsel Sedef Erçetin’i. Ahşap ile taşın bir arada var olduğu ve kırmızı ışıkların atmosferi büyüleyici kıldığı Half Note’de Yunanlı müzikseverlerin bir Türk sanatçıyı nasıl hayranlıkla dinlediklerine tanık olduk.

Sedef Erçetin, Arjantin müziğindeki Afrika unsurlarını vurgulayan ve arada bir caz ile buluşturduğu tangoya daha bir kozmopolit kişilik veren usta Caceres kadar etkiledi dinleyenleri.

Konserin bitiminde davetimizi kabul edip masamıza geliyor sanatçı...

Yaşamının büyük bölümünü Paris’te geçiren Erçetin’in 15 yıldır sürekli olarak Atina’ya geldiğini ve hatta Yunan başkentine yerleşmeyi bile düşündüğünü öğreniyoruz. Atina’da pek çok dostu var. Bir hafta sahne aldığı Half Note’ta konserlerini izlemeye gelenlerden büyük sevgi gösterileri ile karşılaştığını belirten Erçetin, "Çok iyi bir seyirci kitlesi geliyor. Üstelik bana farklı, hatta imtiyazlı davranıyorlar" diyor.

1999 yılında Yunanlı sanatçı Maria Papapetru ile birlikte "Abdi İpekçi Ödülü" kazanan Sedef Erçetin, piyanoya altı yaşında başlamış, birkaç yıl sonra da viyolonsele. Kariyeri, dünyanın dört bir yanında başarılı konserlerle dolu.

Piyanosunun başında sihirli parmakları ve insanı mest eden içli sesi ile usta Caceres ise konserin sonunda sanatçıları takdim ederken, "İstanbul’dan Sedef Erçetin" demesine kimsenin "Konstantinupoli" narası atıp itiraz ettiğini duymadım. Bu "tartışma" da artık bitmeli zaten. Herkes büyük bir memnuniyetle alkışladı Türk sanatçıyı.

AZMİN GÜCÜ

Yaşı 61’e dayanmış, altı çocuk, sekiz torun sahibi Eleni Apostolidu, daha 12’sinde iken "Ne işi var okula gitmeye? Evde beş kardeşi var, onlara baksın" diyen despot babaya karşı çıkamadı. Önlüğünü, kitaplarını bırakıp çamaşırla, bulaşıkla tanıştı. Daha varmadan 18’ine de kocaya vardı. Hep, "Ben okuyamadım, onlar okusun" düşüncesiyle büyüttü beş çocuğunu.

Yaklaşık 20 yıl önce sırtındaki ağrılar sebebiyle gittiği doktorlardan ciddi bir hastalığı olduğunu, kanser olduğunu öğrenince beyninden vuruldu. Kendi deyişiyle, "kötü haberi aldığı gün hayata bakış açısı da değişti".

Küsmedi yaşama; ailesinden, çocuklarından uzaklaşmadı. Tam yedi yıl hastalığına karşı mücadele verdi ve sonunda kazandı. Mücadelesinden galip çıktığında yaşı 49’a varmıştı ve ailesini karşısına alıp kararını açıkladı: Hayalimi gerçekleştirmek istiyorum. Okula gideceğim...

Ve sonrası: Bir gece okulunun kapısını çalar, kaydını yaptırır. Her akşam elinde kitapları ile yedi yıl süreyle aşındırır kapısını okulun.

Lise bittiğinde üniversite giriş sınavlarına katılır. Selanik Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazanır. Kocasına ve artık büyümüş çocuklarına yeni kararını ilan eder: Sizden bir süre ayrı kalacağım. Atina’dan Selanik’e taşınıyorum.

Eleni Apostolidu geçen yıl kasım ayında üniversite diplomasını aldı ve Atina’ya döndü.

"Sevdiğin bir şeyi yaptığında hiç angarya gibi görmüyorsun. Ben bu mücadeleyi verip kazanacağım diyebilmek cesaret işi" diyor.

Bize şapka çıkarmak düşer...

Askerlik pahalı iş

Askerlik yaşı gelmiş her gencin vatana hizmet için ailesine "allahaısmarladık" demesi, gözyaşlarının hep bol olduğu manzaralardır. Onca zahmetle büyüttüğü oğlunu askere yolcu etmek her anne için zordur.

Elefterotipia gazetesinin bir süre önce yaptığı bir araştırmanın sonuçlarına bakılırsa, anne kadar gözü yaşlı babanın üzüntüsü biraz daha farklı. Oğlu bir yıl askere gidecek ve bu iş ona dört ila altıbin euro’ya patlayacak diye de üzülüyor baba.

Araştırma, Yunan askerlerinin anne babalarının gönderdiği harçlığın büyük bir bölümünü kışlalarının yakınında bulunan tavernalarda ve kafelerde harcadıklarını gösterdi. Hani bir tost, bir meşrubat, bir kahve derken günde sekiz-on euro kaçınılmaz masraf. İzin günlerinde şehre inip gezmenin faturası da 20 euro’dan aşağı olmuyor.

TELEFON FATURASI ÜÇ KATINA ÇIKIYOR

İzin zamanı geldiğinde otobüs, uçak ya da gemi bileti, kışlada bitmek bilmeyen gecelerde uzaktaki aile ve sevgili ile yapılan telefon görüşmeleri de askerliğin maliyetini yükseltiyor. Askerlik döneminde Yunanlı gençlerin cep telefonu faturaları, askere gitmeden öncekilerin üç katı imiş.

Asker, babasına dört-altıbin euro’ya mal oluyor. Peki ya devlete?

Savunma Bakanlığı’na göre, her askerin devlete maddi yükü tam 3 bin 700 euro.

İşte fatura:

Üniforma ve diğer teçhizat: 545 euro, maaş toplamı 118 euro, karavana 1800 euro, sağlık muayeneleri-ilaçlar 200 euro, diğer harcamalar bin euro.

Askerlik bu diyarda pahalı iş... Anlaşılan o ki sadece arkadaşlarını, ailesini, sevgilisini özleyen genç değil, anne-babası ve hatta devlet de aynı nakaratı söylüyor:

Gel tezkere, gel tezkere...
Yazının Devamını Oku

Sopalar dostluk için kalktı

24 Şubat 2007
Geçen haftasonu Belek’te idik ve golf sopalarının dokuzuncu kez Türk-Yunan dostluğu için kalkmasına şahit olduk. Türk ve Yunanlı yaklaşık 100 golfçünün katıldığı, Kempinski Hotel The Dome’nin sahalarında düzenlenen iki günlük "Dostluk Golf Turnuvası"nın tarihi hayli ilginç. Uzun yıllar Yunanistan’da, uzun yıllar da Türkiye’de yaşayan ve Turkmall ile Multi Turkmall şirketlerini kuran Alman işadamı Hans Otto Nagel, 1996 yılında iki ülkeyi savaşın eşiğine kadar getiren Kardak krizinden sonra Türk ve Yunanlı golfçüleri bir araya getirmek için kolları sıvıyor ve iki yıl süren çabaları sonucu 1998’de ilk turnuva düzenleniyor.

İlk turnuvaya 8 Yunanlı golfçü katılmıştı, bu kez 50 golfçü geldi. Epey yol katedilmiş yani.

BİRKAÇ TÜYO

Belek’teki turnuvada Koç Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç, Golf Federasyonu Başkanı Ahmet Ağaoğlu ve Kaya Çilingiroğlu’nun yanı sıra Türkiye’nin tanınmış isimlerinden Fehmi Zorlu, Dr. Halil Bahçeci, Serra Merzeci, Erol İslamoğlu, Ali Akkanat, Opet Yönetim Kurulu Başkanı Fikret Öztürk ve eski bakanlardan Fikret Ünlü’yü gördük. Yunan takımında ise armatör Vasilis Konstantopulos ve takım kaptanı Yorgos Vafiadis gibi tanınmış isimler vardı.

Pek kimseyi ilgilendirmedi ama takım karşılaşmaları 5-5 berabere bitmesine rağmen kupa, turnuvayı geçen yıl da kazandığı için, Türkiye’nin oldu. Bireysel karşılaşmalarda ise kupaları erkekler A kategorisinde Mustafa Koç, bayanlar A kategorisinde ise Rana Esen kazandılar.

Golf bilgilerimiz tartışılır olduğundan pek yorum yapamayacağız ama bu işi bilenlerden öğrendiğimiz bazı "tüyoları" aktaralım:

1) Yeni bir oyuncu ile eski bir oyuncuya eşit şans tanıdığından golf en demokratik spordur.

2) Sosyal çevrenizin genişlemesini istiyorsanız mutlaka golfe başlayın.

TÜRK KARPUZCUNUN JESTİ

Yunanlı golfçülerle konuşuyoruz. Nikos Gerostatopulos doktor ve 21 yıldır golf oynuyor. Dostluk turnuvasına dört kez katıldı. Turnuvaya, iki ülke arasındaki önyargıların aşılması için son derece yararlı bir organizasyon gözüyle bakıyor. "Ege için kavga etmek aptallık" diyen Gerostatopulos’un "Türkiye’deki en iyi anınız" sorumuza verdiği cevap hayli ilginç: "Birkaç yıl önce karayolu ile Ege sahillerini dolaşırken yolda bir karpuzcu gördüm. Tek bir karpuz almak için gittiğimde adam Yunanlı olduğumu öğrenince arabamın bagajını karpuz doldurdu ve para istemedi. Bunun unutamam."

Armatör Vasilis Konstantopulos ise Türkiye’deki golf düzeyinin Yunanistan’dan çok daha ileri olduğu görüşünde. Konstantopulos, "Türkiye’deki gibi golf sahalarımız yok. Buradaki turnuvanın seviyesinde bir organizasyon düzenleyemeyiz" diyor.

AB’NİN TÜRKİYE’YE İHTİYACI VAR

Turnuvanın organizatörü Hans Otto Nagel ile sohbet ediyoruz. Türk-Yunan dostluğuna gönülden inanan bir insan.

Uzun yıllar Yunanistan’da yaşadınız tek kelime ile Yunanistan’ı nasıl anlatırsınız?

- Hayat...

Türkiye’de uzun yıllardır yaşıyorsunuz, peki tek kelime ile Türkiye?

- Dostlar ve iş.

İki halk birbirine çok mu benziyor?

- Hayır, Türkler daha çok Almanlara benziyorlar. Yunanlıların daha özgür bir yapıları var.

Emekliliğinizde nerede yaşayacaksınız?

- Türkiye ve Yunanistan’da.

Bir Alman, Türk-Yunan ilişkilerini nasıl görüyor?

- Politikaları bir yana bırakalım. İlişkiler sürekli düzeliyor. İyi komşuluk tesis ediliyor.

Ya Türkiye-AB ilişkileri?

- Sanırım AB’nin Türkiye’ye olan ihtiyacı, Türkiye’nin AB’ye ihtiyacından daha fazla.

MUSTAFA KOÇ

Aynı kültürü paylaşıyoruz

Mustafa Koç ile otelin lobisinde buluşuyoruz. Koç Ailesi Yunanistan’da çok ünlü. Rahmi Koç, Türk-Yunan İş Konseyi’nin ilk başkanıydı. Golf hakkında konuşacaktık ama sohbete Türk-Yunan ilişkileri ile başladık. Hatta bu konulara o kadar daldık ki, Mustafa Koç esprili de olsa "konumuza dönelim" diye hatırlattı.

Türk-Yunan ilişkileri bugün ne durumda?

- Ekonomik açıdan, siyasi açıdan hatta sporda bile bulunmamız gereken yerden çok gerideyiz. İki halk arasında büyük benzerlikler ve pek çok ortak nokta var. Ege, iki tarafın da yararlanacağı bir deniz olmalı.

Rahmi Koç, ilişkilerin kötü olduğu dönemlerde "Ticaret 10 milyar dolara ulaşırsa anlaşmazlıklara farklı gözle bakılacak" diyordu. Bugün ticaret hacmi iki milyar doları aştı.

- Rahmi Bey haklı. Bu dediği de, uzağı nasıl önceden gördüğünü gösteriyor. Ekonomik ilişkiler geliştikçe, sözgelimi 6-12 mil meselesine farklı bakılacak.

Golf turnuvasının iki ülke yakınlaşmasına katkısı ne sizce?

- Okyanusta bir damla bile olsa önemli. Aynı Akdeniz kültürünü paylaşıyoruz. Spor da yakınlaşmaya önemli katkıda bulunabilir.

Yunanlı golfçüleri nasıl buldunuz?

- Sosyal golfçü dediğimiz oyuncu kategorisi olarak bizden iyiler. Daha çok uluslararası karşılaşmalarda yer alıyorlar. Ortalama handikapları bizden daha yüksek. Tabii yaşları da bizden büyük. Biz onların yaşında çok daha iyi golf oynuyor olacağız. Buna karşın, profesyonellik anlamında biz kat kat üstünüz. Altyapı olarak, genç golfçü yetiştirmek açısından da üstünüz.
Yazının Devamını Oku