8 Mart 2008
Müferra Şinik adını hiç duydunuz mu? Kendisi Kosova Parlamentosu’nda Türk milletvekilidir. Aynı zamanda da Türklerin yoğun yaşadığı Prizren şehrinde öğretmen. Kutsal saydığı mesleğini siyasete feda etmemiş. Parlamentodaki oturumlara katılması gerektiğinde Prizren’den otobüse biniyor ve yaklaşık iki saatlik yolculuktan sonra başkent Priştina’ya geliyor. Dönüş de yine otobüsle. Yani lojmanı, arabası, şoförü filan yok.
Priştina’dan çok daha güzel bulduğum Prizren’in "Şadırvan Meydanı"nda bir Anavutun işlettiği ve lahmacundan Tekirdağ köftesine kadar Türk kebap ve mezeleri bulunan Besimi Lokantası’nda oturup sohbet ettiğimiz Müferra Hanım’a, milletvekili maaşını soruyoruz: "Bilmiyorum. Daha maaş almadık" diyor. Oysa seçimler geçen kasım ayında yapıldı. Anlayın Kosova’nın fakirliğini.
Batı Trakya’daki Türk, ya da İstanbul’daki Rum azınlığı ile kıyaslarsak, daha fazla haklara sahip olan Kosova’daki Türkler’in sorunlarını sorduğumuzda, "Öncelikle eğitim sorunu" diyor. Tabii tüm Kosova için geçerli işsizlik sorununu da ekleyerek.
Priştina’da hemen hemen hiç rastlamadığımız türbanı, Türkçe’nin resmi dil sayıldığı Prizren’de çok seyrek de olsa görüyoruz. Müferra Hanım bu konuda; "Önümüzdeki günlerde bu konu bizde de gündeme gelecek. Başörtüsüne taraftarım, türbana karşıyım. Bu konunun siyasi araç olarak kullanılmasına karşıyım. İlkokullarda türbanlı öğrenci yok. Ama liselerde birkaç öğrenci var" diyor.
Vedalaşıyoruz. İkinci durağımız Derviş Ailesi. Gecekonduya benzeyen iki katlı bir ev. Girişte salon, mutfak bir arada. "Kosova sobası" hem ısıtıyor hem pişiriyor. Baba öğretmen, Türk ve Müslüman. Anne Arnavut ve Katolik. Üç kızları var: Ferda, Feray, Fulin. Sohbete daldığımzda, bir ara dikkatimiz sessizce dinliyormuş gibi yapan Feray’a kaydı. Meğer bilgisayarda chatleşiyormuş. Anne baba bundan hiç rahatsız değil. Sonra gitarını alıyor 15 yaşındaki genç kız ve Türkiye’de sevilen şarkıları sıralıyor. 11 yaşındaki Fulin gelince orgunun başına geçiyor, Feray bu kez flüt çalıyor. Bize küçük bir konser veriyorlar. Derviş Ailesi, bestelediği "Türkiyem" şarkısı ile uğurluyor evlerinden.
Prizren’de konuştuğumuz Türkler’in anavatandan bir istekleri de var. Türkiye’nin kendilerine çifte vatandaşlık hakkı tanıması.
Türkler’in şehir nüfusunun yüzde 85-90’ını oluşturan Arnavutlar’la ilişkileri son derece iyi. Hemşehrilerini seviyorlar. Ancak savaş yıllarında başka yerlerden gelip yerleşen Arnavutlar’a pek iyi gözle bakılmıyor. Prizrenliler kendilerini "kasabalı", diğer yerlerden gelenleri "köylü" diye tanımlıyor.
Priştina’ya döndüğümüzde tiyatro, spor ve edebiyat etkinlikleri olan Türk derneği Gerçek’e misafir oluyoruz. Çocuklar masa tenisi oynuyor. Büyükler sohbet ediyor. Hayat dolu bir yer. Son durağımız ise Kosova’nın başkentinde dört dörtlük binası ile Türk Ekonomi Bankası (TEB). Burada da güleryüzlü yetkililerden Kosova’da faizlerin yüzde 3.5, tüketici kredisinin de yüzde 8 civarında olduğunu öğreniyoruz.
Evlere şenlik Priştina havaalanında, Kosova günlerimi noktalayacak uçağı beklerken, bu ülkede en çok neyi sevdiğimi düşündüm.
Tertemiz, saf ve samimi insanları...
Tabii 20 yıl sonra ne olur bilemem.
Eftalya Hanım’a ödül
Anlamlı bir tören vardı geçen pazar günü Atina’da. "Lisistrati" adlı sivil toplum örgütü, Türk-Yunan ilişkilerine katkılarından dolayı bazı önemli şahsiyetleri ödüllendirdi.
İki ülkenin yakınlaşmasında politikacılardan ve işadamlarından çok daha fazlasını yapan "Yabancı Damat" dizisinin "Eftalya"sı Tülin Oral’a, bugünlerde gösterimde olan "Ulak", daha önce de "Babam ve Oğlum" ile biz İstanbullu Rumlar’ı anlatan "Bir Tutam Baharat" filmlerinin müziğini yazan Evanthia Rebuçika ve Ege’nin iki yakasında da dostluk köprüleri kurulması amaçlı konserlerin "müdavimi" ses sanatçısı İris Mavraki’ye teşekkür plaketleri verildi.
Yılların Devlet Tiyatrosu sanatçısı Tülin Oral ile sohbet ederken, bırakın Yunanistan’ı, Türkiye’de bile herkesin onu "Eftalya" olarak tanıdığını öğreniyoruz. Hatta İstanbul’da taksicinin biri Türk olduğuna inanmamış. Cep telefonu ile eşini arayıp "Eftalya Hanım Türkçe biliyor. Meğer Türkmüş. Al işte konuş kendisiyle" demiş.
Hayranı olduğumuzdan, Rebuçika ile sohbetimiz duygularımızı anlatmakla başlıyor. Son yıllardaki çalışmalarının hemen tümünün Türk filmlerine müzik olmasından son derece memnun. Gözleri, hareketleri ve özellikle mütevaziliği ile "Ben sanatçıyım işte" diyor adeta Rebuçika. "Müzik dünya dilidir. Sınır tanımaz. Gelecekte daha da iyi şeyler yapacağız" diyor.
İris Mavraki hakkında daha önce de yazmıştık. Eskişehir Büyükşehir Belediyesi, Senfoni Orkestrası eşliğinde Rodos Adası’nda muhteşem bir konser vermişti. 1973 yılından beri Türkiye’yi ziyaret ediyor. "Adeta Türk sayılırım" demesi de ondan.
Üç gerçek sanatçıyı da tebrik ediyoruz.
Secret Combination
Eurovision şarkı yarışması "ne senle yaşanır ne de sensiz" gibi bir şey. Kendini ciddiye almadığında komiktir. Aldığında ise "İşte size yeni bir Pavarotti-Careras-Domingo üçlüsü yarattık" der gibi havalara girdiğinden "Laz fıkrası" gibidir.
Belgrad’da mayıs ayında yapılacak 53. Eurovision şarkı yarışmasında Yunanistan’ı "bahtı açık" bir kız temsil edecek.
ABD’den birkaç yıl önce Yunanistan’a göç eden, pop star tarzı bir TV yarışmasında adını duyuran ve Yunancası, her cümleye "ooo my god" diye başlayacak kadar mükemmel Kalomira (iyi bahtlı) Saranti, "Secret Combination" adlı şarkıyı seslendirecek.
Kalomira’nın "sanat hayatı"ndaki en büyük süksesi, bugüne kadar doldurduğu dört CD’deki şarkıları arasında yer almıyor. Kendisinden en çok bahsedilmesine vesile olan olay, 2004 yazında, Atina’daki antik Herodion amfisinde yaşandı. Hani bir benzetme yapacaksak bu diyarın Özdemir Erdoğan’ı diyebileceğimiz Dionisis Savopulos’un konserinde, sanatçının aynı zamanda doğumgünü de olduğundan, sahneye getirilen dev pastanın içinden çıktı Kalomira.
Hareketleri oldukça sempatik genç kızın, Britney Spears ile de Jennifer Lopez ile de "bağları" var. Spears’in adını ilk duyurduğu yıllardaki gibi dansediyor ve Lopez gibi giyiniyor. Şarkıya gelince, cıvıl cıvıl işte. Jürinin yüzde 40, halkın da yüzde 60 katkısıyla belirlenen sonuçlara göre, "Secret Combination" yüzde 68 ile birinci oldu. Diğer iki aday şarkı, yüzde 16 ve yüzde 15 oy aldı.
Yunanistan’ı temsil edecek şarkıyı, şıkıdım şıkıdım tarzı olduğundan beğeneceğinizi umuyorum. Türkiye’nin yarışma gecesi Kalomira’ya puan vermesi de mümkün.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2008
Kıbrıs Rum Kesimi’ndeki seçimlerin ikinci turunu izlemek üzere Lefkoşa’ya gitmek için hazırladığım valizi, bugünlerde bağımsızlığının coşkusunu yaşayan, ancak ertesi günü için de birçok soru işareti taşıyan Kosova’da açtım. Başkent Priştina’da bakan, politikacı, gazeteci ve sanatçılarla görüştüm. Bir ülkenin kamuoyu diye taksicilerle yaptıkları sohbetleri aktaran meslektaşlarıma kızdığımdan, ben kazan Priştina kepçe, dört gün dolaştım. Pazarı, marketleri, restoranları, barları, kafeleri teftiş ettim. Evlere girdim, üniversiteye, derneklere. Sayısını hatırlamadığım Arnavutla, Türkle hatta Sırpla konuştum. İnsanın acısına, kanayan yarasına, korkusuna, endişesine ve yarını için olan belirsizliğine şahit oldum.
Priştina’da kiminle konuştuysam, Miloseviç yönetiminin zulmüyle ilgili anlatacağı acı bir hikaye var. 1997-1999 döneminde 10 bin ölü, 3 bin kayıp az değil. İnsanın babasını, kardeşini öldüreni bir kalemde unutması da mümkün değil. Bugün itibarıyla, birlikte yaşamak istemiyorlar. Sadece gelecekte "iyi komşu olabiliriz" diyorlar.
17 Şubat’taki bağımsızlık ilanı Kosovalı için öncelikle "Sırp yönetiminden kurtulmak" anlamı taşıyor.
Priştina’da "en uzun zaman birimi" bağımsızlık ilanından, ilk tanımalara kadar geçen ve aslında 24 saatten de kısa olan süre imiş. ABD, Almanya, İngiltere, Fransa gibi ülkelerin bu yeni doğuşu hemen tanımaları önemli tabii. Ancak, ertesi gün için de bir yerlere dayanmak, güvenmek gerek. Ülkenin temel altyapısı, ekonomisi ve sanayii hiç bulunmaması nedeniyle, Amerikalılar ve AB’ye "kurtarıcı"dan da öte gözle bakılıyor. Caddeler, meydanlar, evler Arnavutluk bayrakları ile donatılmış olsa da, nüfusun yaklaşık yüzde 90’ı Arnavut olsa da, yanıbaşındaki Arnavutluk için bir beklenti dile getirene rastlamadım. İnşallah hayırlarına olur ama eşine rastlamadığım bir ABD hayranlığı gözlemledim.
Türkleri, Türkiye’yi de çok seviyor Kosovalılar. "Kardeş", "Bizim gibi" diyorlar ama sohbet koyulaştığında, Arnavutların ve Türklerin farklı pencerelerden bakarak anlattıkları bazı tatsız durumlar da yaşanmış geçmişte. Her halükarda bugün o yaşananlar unutulmuş. Türkiye, Türkler ve uluslararası KFOR gücünde görev yapan Türk askerine sevgi, saygı, hayranlık çok büyük. Kosova’yı ilk tanıyan ülkeler arasında olan Türkiye, başkent Priştina’da "Eşgüdümcülük" ile temsil ediliyor ve bu makamın başında yetenekli genç diplomat Mustafa Sarnıç var. Yakında büyükelçilik açılacak.
Sayım en son 1981’de yapıldığından, nerede ne kadar insan yaşıyor ve bunların etnik kökeni ne, tam olarak bilen yok. Ülke nüfusu 2 milyonun üzerinde deniyor. Türkler 20-30 bin arasında. Çoğu Sırbistan sınırı yakınındaki Mitroviçe’de yaşayan 100 binin üzerinde de Kosovalı Sırp’tan bahsediliyor. Onları pek gören yok, doğrusunu isterseniz pek görmek isteyen de.
Kosova’nın belki de en büyük umudu çok ama çok genç nüfusa sahip olması. Gençler, yabancı yatırımlarla, reformlarla ülkelerinin ayakta durabileceğine inanıyorlar. Ne var ki güçlükler ve yoksulluk etkilemiş onları. Eğitimlerini tamamlayıp bir yerlere kaçmak isteyenlere rastladım.
Kosova yanıbaşımızda. Kimine göre ikinci bir Arnavut devleti, kimine göre ABD’nin bölgede yeni bir uydusu, kimine göre ayakları üzerinde durmayı başaracak bağımsız bir ülke.
Üçüncü görüşün hakim çıkmasını diliyorum.
SANATÇI OLMAK
Emekli maaşı diye bir şeyin olmadığı, çalışanların ortalama 200 Euro maaş aldığı, 1 kilo ekmeğin 1, bir kilo etin 4-5, bir litre benzinin 1 Euro olduğu, işsizliğin yüzde 70’lerin üstünde seyrettiği, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden 300-500 Euro’ya satın alınıp getirilen yüzbinlerce eski aracın dev bir otomobil mezarlığı oluşturduğu, doğa cinayeti işlenen Kosova’da sanat lüks. Sanatçı yıllarca Miloseviç yönetiminin zulmü altında ezildiği yetmiyormuş gibi fakirlikle de mücadele etmek zorunda. Kosova’nın en ünlü ressamlarından akademisyen Recep Feri ile sohbet ediyoruz:
Tito döneminde, Miloseviç döneminde Kosova’da sanat nasıldı?
-Tito döneminde, Belgrad sanat açısından Paris veya Roma gibiydi. Avrupa’da eğitim almış sanatçıların oluşturduğu bir ekol vardı. Ben de bu ekolle büyüdüm. Yugoslavya’da Avrupa kültürü yaşıyordu. Kosova’da da bu ekol geçerliydi. Miloseviç yönetiminde hasta bir milliyetçilik üstün çıktı. "Biz Sırplar üstünüz diğerleri 2. sınıf vatandaş" politikası uygulandı. Siyasetçilerin kararları sanatçıları da etkiledi. Pek çok entelektüel Belgrad’ı terk etti.
Peki ya şimdi?
-Bugün sanat yapmak çok zor. Bazen ailemi geçindirmek için pazarda sebze satmayı düşündüğüm bile oldu. Gün geldi, tablolarımı bir parça ekmek almak için sattım. İstanbul’da Vakko sergisinde tablom satılmıştı. Oradan aldığım para, burada satacağımın 20 hatta 30 katıydı.
Ya yarının Kosova’sında sanat?
-Çok umutluyum. Sanat açısından bugün Avrupa’nın bir asır gerisinde kaldık ama yeniden başlayacağız.
Bağımsızlık sonrası ilk tablonuzda hangi renkleri kullanacaksınız?
-Çok az kırmızı olacak. Kan dökümünü artık unutmamız lazım. Mavi olacak bol miktarda ve tertemiz saf bir beyaz.
PRİŞTİNA GECELERİ
Geceleri sakin Priştina, sessiz. Kosova’nın diğer şehirleri gibi günde 5-6 saat elektrik kesintisi yok ama yine de karanlık.
Başkentin "Nişantaşı"sı, girişinde Kosova’nın doğal lideri İbrahim Rugova’nın dev fotoğrafının olduğu Nana Tereza caddesinde yürüyorum. Bu kadar genç insanı, bu kadar güzel genç kadını birarada görebilmek şans.
Anadolu’da otobüs garlarındaki kasetçilere benzer bir dükkandan, davul-zurna-rock karışımı nağmeler yükseliyor. "Pavaresia" yani bağımsızlık adlı kaset revaçta. Dükkanın raflarında İbrahim Tatlıses ve Mahsun Kırmızıgül kasetleri. Türkçe ve Yunanca pop şarkılarının Arnavutça versiyonları da çok satıyor. Her şeye rağmen gece hayatı var şehirde. Tabii çok az insan çıkarabiliyor tadını.
En kaliteli restoranları Rönesans, Roni, Puro, De Rada, Gresa ve Karadağ’dan taze balık getirten Marco Polo. Favorim Rönesans. Şehir merkezinde bir ara sokakta. "Face control" (yüz kontrolü) ardından içeri girebiliyorsunuz. Mezeler, garson ne getirirse. Ana yemek için et ile balık arasında tercih yapıyorsunuz. Ev şarabı mükemmel. Piyano ve serenatlara benzeyen eski Arnavut şarkılarının eşliğinde kişi başına 15 Euro’ya güzel bir gece geçirebilirsiniz.
Sevgili dostum NTV muhabiri Burbuçe Ruşiti ve dünya tatlısı eşi Mustafa ile Rönesans’a gittiğimizde Kosova’nın "Yılmaz Erdoğan"ı Armond Marina ile tanışma fırsatı buldum. Kendisi İstanbul hayranı.
Kaça, Junck ve 21, şehrin en tanınmış barları. Aynı adlı bir TV-radyo istasyonunun bulunduğu binadaki "21"de Arnavutça rock müziği icra eden bir orkestra sahne alıyor. Biranın bardağı 1.5 Euro. Kapalı bir tiyatrosu, açık iki de sineması var Priştina’nın. Da Vinci’nin Şifresi hasılat rekoru kırmış.
Yemekleri Akdeniz damak zevkinden biraz uzak diyebilirim. Kaymaklı börek Fli, kremalı sığır eti pek seviliyor. Şarapları bu ülkenin şartlarını düşünürsek, çok kaliteli buldum. Cabernet ve Merlot üzümlerinden yapılan şaraplar tercih ediliyor. Pavarsia, Minea, Rizling ve Eko markalarını tattım, beğendim.
Priştina gecelerinde öğrendiğim bazı kelimeleri de aktarayım. Bakarsınız yolunuz geçer oralardan, söylemek gerekir:
Te dua: Seni seviyorum.
Dashuri: Aşk.
Kjo Dashuri mbaroi: Bu aşk bitti.
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2008
Su gibi akıp giden tarihin Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Tasos Papadopulos’u bekleyecek hali yoktu. Kıbrıs Rum Kesimi’ndeki başkanlık seçimlerine, yarınki ikinci turda merkez sağcı DİSİ partisinin adayı, Dışişleri Eski Bakanı Yiannakis Kasulidis ile komünist AKEL partisinin Genel Sekreteri ve adayı Dimitris Hristofyas’tan hangisinin kazanacağı değil, görev süresi şubat sonunda bitecek Tasos Papadopulos’un geçen pazarki ilk turda elenmesi damgasını vurdu. Kıbrıs’ın güneyinde yeni bir sayfa açılıyor, buna şüphe yok. Kıbrıs sorunu 2004 referandumu sonrasındaki ataletten çıkacak, bu sorun önümüzdeki aylardan itibaren Atina-Ankara-Lefkoşa hattındaki gündemde önemli bir yer tutacak, bunlara da şüphe yok. Adada unutulan çözüm umutları artık yeniden canlanacak.
Kıbrıs sorununun çözümü yolunda 30 yılda çıkan en önemli fırsat olan Annan Planı’nın, Rumlar tarafından reddedilmesinin önderi Papadopulos’un, ilk turda neden havlu attığını anlayabilmek için geçen dört yıl içinde nasıl bir politika izlediğine bakmak gerek.
Referandumda, Rumlar’ın yüzde 76’sının "hayır"ını cebine koyan Tasos, bu oranı "Eğer isteğimi almazsam Kıbrıs sorunu varsın 20 yıl çözülmesin" politikası için malzeme olarak kullandı. Aşırı miliyetçi yaklaşımlarla, içe dönük ve AB ile dünyada olup bitenlere kulak asmadan dört yıl "saltanat" sürdü.
Annan Planı’na Rumlar’ın "hayır" demelerinin önemli bir nedeni de ekonomikti. Papadopulos eğer bu plan doğrultusunda çözüm olursa, Rumlar’ın fakirleşeceğini, durup dururken Türkleri servetlerine ortak yapacaklarını söylüyordu. Rumlar, geçen pazar sandık başına gitmeden önce bilançoya baktılar. AB üyeliğinin de getirdiği zorluklar nedeniyle ceplerindeki paranın artmadığı gibi azaldığını gördüler.
Tasos ayrıca, referandum sonrası, zengin güneyin, fakir kuzeye diz çökerteceğine, Türk tarafına istediğini yaptıracağına güvendi. Rum seçmen sandık başına giderken Tasos’un bunu da başaramadığının bilincinde idi.
Seçim kampanyasında Papadopulos iyi bildiği korku havasını estirmeye çalışarak, Rumlar adeta seçimlerde değil de ikinci bir referandumda oy kullanacaklarmış gibi bir ortam oluşturdu. Gelecekte çıkabilecek herhangi yeni bir çözüm planına Rumlar’ın şimdiden "hayır" demelerine çalıştı.
Ancak Güney Kıbrıs’ın halkı umuda kapıyı kapatmadı bu kez.
Uluslararası alanda yitirilen itibar, Kosova’nın bağımsızlığının Kıbrıs için çaldığı tehlike çanları ve dünyanın artık Kıbrıs sorunundan bıkmış olması da, 1950’lerden beri her çözüm girişimine karşı çıktığı için "mister no" lakaplı Tasos’un yenilgisinde rol oynadı.
Bütün bunlar madalyonun bir yüzü.
Gelelim öteki yüzüne...
Ya sandık başına gidenlerden sadece 6.768’i başkası yerine Papadopulos’a oy verseydi ne olacaktı? Ya Kıbrıs’ta geçen pazar hava öyle soğuk olmasa ve "Tasos’çu" bilinen yaşı 75’in üzerindeki seçmenlerin önemli bir bölümü evde kalmak yerine sandık başına gitseydi ne diyecektik bugün? İlk turun büyük galibi ilan edilen Kasulidis’in, yarın başkanlık için boy ölçüşeceği Hristofyas’tan sadece 980 oy fazla aldığını biliyor musunuz?
Demek istediğim, Kıbrıs sorununun adanın yüzölçümü ve nüfusu ile kıyaslanmayacak kadar büyük olduğudur.
Her halükárda, Papadopulos’un kaybetmesine çok sevindim. O karanlık günahkar 1960 döneminin politikacıları sahneden çekildi.
Ancak, yine de umut çıtasını şimdiden öyle fazla yükseltmemekte yarar var.
Doktorun oğlu, kahvecinin oğlu
Tam 6 yıl öncesiydi. Şubat ayının güneşli bir günü. Boğaz’da Ortaköy’de rakımız, salatamız, mezemiz koyu bir sohbete dalmıştık.
Babasının Kıbrıs’tan, Lefkoşa’nın "Tahtakale Mahalesi"nden olduğunu anlatıyordu. Masaya oturmadan önce gezdiğimiz Boğaz’ı konuştuk sonra. Hayran kalmıştı. Türk mutfağına da öyle. "Bizde de benzerleri var ama bu kadar lezzetli değil" diyordu.
Sohbet Kıbrıs sorununa geldiğinde net bir bakışı vardı: "Kıbrıslı Rumlar kötü değildir. Kimseye düşmanlık beslemiyoruz. Türkiye’ye dostluk elimizi uzatmak istiyoruz. Kıbrıslı Türkler’in güvenlikleriyle ilgili endişelerinin yersiz olduğunu anlatmak istiyorum."
Sonra ailesinden de bahsetti: "Ben bugün Kıbrıs’ta rahat yaşıyorum. Güvenliğim ve maddi durumum yerinde. Ancak bir baba olarak kızımın gelecekte güvenlik içinde olacağını teminat altına alamıyorum. Bu yüzden Kıbrıs sorunu çözülmelidir. Kıbrıs’ta Türkler ve Rumlar’ın birlikte yönetecekleri bir devlet tüm bölgenin yararınadır."
Altı yıl önce "Kıbrıs Dışişleri Bakanı" sıfatıyla AB-İKÖ toplantısı için İstanbul’a gelen ve o şubat günü sohbet ettiğim Yianakis Kasulidis, yarın güney Kıbrıs’ta yapılacak ikinci tur seçimleri kazanırsa 5 yıllığına başkan olacak.
Kasulidis, Lefkoşa’nın köklü ailelerinden. Babası tanınmış bir jinekologdu. Aynı zamanda da azgın bir komünist düşmanı. Avukat olacaktı ama sonunda baba mesleğinde karar kıldı. İhtiyarlık üzerine ihtisas yaptı. Rum Kesimi’nin "bir bileni" Glafkos Klerides, 1993 seçimlerini kazanınca, Allah da Kasulidis’e "yürü ya kulum" dedi. Önce Hükümet Sözcülüğü, sonra Dışişleri Bakanlığı...
2003 yılında Klerides bu kez seçimleri kaybedince, adada kalmadı, Avrupa parlamenteri seçilip Strasburg’a gitti.
Tam 3 yıl 10 ay öncesiydi. Adada 2 Nisan 2004 referandumu arifesinde "evet " ile "hayır" arasında mekik dokumuş, sonunda "hayır"da karar kılmıştı. Bu tavrı ile de özellikle Kıbrıs Türkleri’ni düş kırıklığına uğratmıştı. Çünkü yıllardır "Kıbrıs’ta barış engellenemez" diyordu. Yarınki seçimlerin diğer adayı komünist AKEL’in Genel Sekreteri Dimitris Hristofyas ile o günlerde görüştüğümde, rahatsızlığını, kelimelerin ağzından ne kadar zor çıktığını hatırlıyorum.
Hristofyas, kahveci çocuğuydu. Babası AKEL partisinin çay ocağında çalışırdı. Üniversiteyi Moskova’da bitirdi. 1974’te Kıbrıs’a döndü. Partinin hiyerarşisindeki basamakları hızla tırmandı ve henüz 42 yaşında iken AKEL’in lideri oldu. Yarın sandıklardan onun adı çıkarsa Hristofyas 5 yıllığına başkan olacak.
Lanetlenmiş politikacı
Siyasette her zaman cesur, her zaman yenilikçiydi. Lafı hiçbir zaman gevelemedi ağzında. Ne ise onu çekinmeden söyledi. Avrupa parlamentosunda milletvekili iken de öyleydi, Yunan parlamentosunda da. Sağlık bakanı iken de, eğitim bakanı iken de doğru saydığını, doğru bildiğini yaptı. Siyasetin karanlık sapa yollarına hiç girmedi. Ama sonunda vasıflarının bedelini de ödedi.
Yunanistan’da ilkokul 6. sınıf öğrencilerine, uzun yıllar sonra ilk kez "kötü Türk" imajı hafifletilmiş, yumuşatılmış bir tarih kitabı hazırlattığı ve okuttuğu için kilise, medya ve aşırı milliyetçi çevreleri karşısına alan Eğitim Bakanı Marietta Yiannaku, izlediği çizginin faturasını geçen Eylül’deki seçimlerde hem milletvekili hem de bakan koltuğundan olmakla ödedi.
"Kolay yolu seçmedim. Başbakan’a, tamam tarih kitabını geri çekiyorum demek çok kolaydı. Aktif siyasetten gidiyorum ama vicdanım rahat. Bir eğitim bakanı olarak görevimi gerektiği şekilde yerine getirdiğime inanıyorum" diyordu.
Seçimlerden sonra "günahkar" tarih kitabı geri çekildi. Yerine eski tarih kitabı dağıtıldı öğrencilere. Gürültü dindi. Yiannaku unutuldu. Söylenenlere bakılırsa, Başbakan Karamanlis bir defa bile aramamış, hatırını sormamış.
Kızı ile, dostları ile vaktini geçiriyordu artık. Siyaset uğruna bıraktığı psikiyatri ile de yeniden ilgilenmeye başladı.
Geçen aralık ayının ortalarında kızını almak için okula giderken düşüp ayağını kırdı. Pek aldırmadı. "Herhalde hem sağcıların hem solcuların laneti var üzerimde" diyordu gülerek.
Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı. İyileşmek üzereydi. Bir gece dayanılmaz sancılarla uyandı. Ateşi de yükselmişti. Hastaneye götürüldü. Doktorların teşhisi: İlerlemiş kangren. Şeker hastasıydı ve kırdığı ayaktaki küçük yara mikrop almıştı. Derhal ameliyata alındı ve ayağı dizinden kesildi. Yerine robot ayak takıldı.
Yunan siyaset hayatında sözü ile, icraatı ile en takdir ettiğim insanlardan birisi olan Yiannaku, artık bir başka mücadele veriyor. İnşallah bu defa bedeli ağır olmaz.
Tarih kitabı için kıyametin koptuğu günlerde onu yerin dibine koyanların, şimdi "yanındayız" demelerine kızıyorum ama haksızım.
Çünkü siyaset oyununun doğasında var bunlar.
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2008
Takvimler 2007 Mart’ını gösterdiğinde, Atina’nın da içinde bulunduğu Attika bölgesinin Emniyet Müdürü Drosos Bugadis, saatler süren toplantıdan sonra teşkilatın birim şeflerine dönerek kararlı bir şekilde konuştu: "Beyler artık şu Stefanakos’u yakalayın. Bu iş için kaç polisi görevledireceksiniz bilmem ama yakalayın".
Birim şefleri arasında işbirliği yapıldı. Her birimden en iyi polisler seçildi. Tam 18 kişilik özel bir tim oluşturuldu. Yunan emniyet teşkilatı, son yılların en ünlü mafya babası Vasilis Stefanakos’un peşine düştü.
Stefanakos, bu diyarda adını ilk kez 2000 yılında duyurdu. "Aristokrat" lakaplı mafya babalarından Themis Papamalis’in adamıydı. Patronu, 2000 yılının Şubat ayında rakipleri tarafından öldürülünce, "intikam yemini" verip çetenin başına geçti.
Kısa sürede varoş semtlerinin bulunduğu Atina’nın batı yakasında söz sahibi oldu. Verdiği "intikam sözünü" de üçbuçuk ayda tuttu. Mafya babalarından Themis Kalopatraku’yu yol ortasında öldürdü, sahibi olduğu gece kulübünü de bombalayarak yerle bir etti.
Haraç yemekle başladığı işlerini kısa sürede büyüttü. Her türlü kaçakçılık işine girdi. Sigaradan akaryakıt kaçakçılığına kadar.
İlk darbeyi "manita"sından yedi. Üç yıldır birlikte olduğu sevgilisi 2002 Şubat’ında onu gammazladı. Güvendiği kadın, işlediği suçları tek tek anlattı polise. Aralarında polislerin ve liman teşkilatı memurlarının da bulunduğu büyük bir çete çökertildi.
Stefanakos yakalanamadı. Yeniden çetesini kurdu zamanla. 2005 Kasım’ında kardeşi saydığı sağ kolu Aristidis Lakiotis bir gece pusuya düşürülüp öldürülünce yeniden "intikam yemini" verdi. Kısa sürede Atina’nın yeraltı dünyasının tanınmış tam 11 isminin cesetlerinden onlarca mermi çıktı.
Takvimler 2006 Eylül’ünü gösterdiğinde de kiraladığı helikopteri ülkenin en büyük cezaevi olan Koridolas’un avlusuna indirtti. Mahpus yatan iki arkadaşını alıp gardiyanların şaşkın bakışları arasında gökyüzünde kayboldu.
Yunan polis teşkilatının itibarı sarsılmıştı. Stefanakos ne pahasına olursa olsun yakalanmalıydı. Özel timin takibi tam bir yıl sürdü. Gizlendiği ev tespit edildi ve sonunda kelepçeler takıldı bileklerine.
Emniyet müdürlüğünde sevinçten ağlayanlar vardı. Stefanakos ilk ifadesini verirken herkesi şaşırttı:
-Tahsilin?
-İsveç’te okudum. Siyasal bilimler mezunuyum.
Ünlü mafya babası demir parmaklıklar arkasında ilk gecesini geçirmeden polislerden bir ricada bulundu:
"Eğer mümkünse birkaç kitap istiyorum. Sizde varsa Bertolt Brecht’in kitaplarını"...
Hayat ne garip.
14 Şubat’ın ardından
Aşkın, koklama duygusuyla fark edilemeyen eşsiz aromaların karışımı olduğuna hep inanırdım. Onca müspet bilimin, kimyaya yenik düştükleri an olduğuna.
Yaşadığım bahar sayısı arttıkça, hatıratın da önemini sezdim. Bir önceki, üç önceki, beş önceki aşklar, sanki birleşip bir "sevgili modeli" oluşturuyor. O modele yakın adayın kaleyi fethetmesi daha kolay.
Saçlarım dökülüp, büyük beden gömleklerle birçok ayıbı örtmeye çalıştığımdan beri de aşkta doğru zamanlamanın taşıdığı önemi keşfettim.
Sözgelimi son sevgiliniz sizi kapının önüne koymuş, olmayacak hakaretler etmiş, tehditler savurmuş. Bazen unutmak, bazen onu aşmak, bazen de gerçekten hem unuttuğunuz hem aştığınız için yeni bir ilişkiye girmek üzeresiniz. Kalbinizde bir yer almaya çırpınan aday, son sevgilinizi hatırlatan bir söz söylüyor ya da bir şey yapıyor. Zamanı mıydı şimdi? Üstelik aşk temiz kafa da ister. İşleriniz iyi gitmiyorsa, günler siyah, geceler uzun geçiyorsa áşık olmak için zamanlama pek elverişli sayılmaz.
İşte bu tespitlerden sonra 14 Şubat Sevgililer Günü’nü de biraz farklı görmeye başladım. Fark ettiniz mi bu güzel günü sanki bir "evlilik yıldönümü" ya da "tanışma yıldönümü" gibi kutluyoruz. Yeni aşklarımıza bile sözgelimi 20 yıllık eşlerimizmiş gibi davranıyoruz sanki. Oysa 14 Şubat’ın bir özelliği de metazori (zoraki) olmaması. Ne önceden büyük planlara gerek var, ne de 15 Şubat ya da ne bileyim 20 Nisan’da pişman olmaya.
Sevgililer Günü’nde verilecek ya da alınacak hediyeden, mum ışığında yenecek yemekten daha önemli şeyler var. Sevgilinin kulağına "ayıp" şeyler fısıldamak gibi. Sözgelimi Fransızların bir sözünü: Enginar ve şarap kadınlara çok iyi gelir. Tabii erkekler yiyip içtiklerinde.
Düzeltme ve eleştiriler
Geçen hafta, Zoğrafyon Rum Lisesi’nin kuruluş tarihi 1863 demişiz, 1893 olarak düzeltiriz. O kadar övdük okulumuzu ama dikkatsizlikten 9 rakamı yerine 6 diye yazdık.
Fener Rum Lisesi öğretmenleri ile öğrencilerinden gelen maillerden, "muhallebi çocukları" ifademizden son derece rahatsız olduklarını tespit ettik.
Yazımızda, öğrencilik yıllarımızda iki okul arasındaki o tatlı, o eşsiz ve hiçbir zaman eksilmemesini dilediğimiz "rekabetten" bahsetmiştik. Bizler için "öteki" olan okulu nasıl gördüğümüzü anlatmıştık. İstanbul’daki Rum okullarının, Türk okullarından hiçbir farkı bulunmadığını ima etmeye çalışmıştık. Ve ilk kez ziyaret ettiğimiz Fener Rum Lisesi’ndeki duygularımızı yansıtmaya. Tekrar nasıl 30 yıl öncesine döndüğümüzü...
Öğrencilerden biri "Sen bize okullar arası kardeşliğin nasıl olması gerektiğini göstereceğin yerde, bizi birbimize düşürüyorsun. Zoğrafyonlu değil misin zaten böyle olursun, şaşırmadım."
E güzel kardeşim biz de bunu anlattık işte. E güzel kardeşim bizim zamanımızda bırak okullar arasında, aynı okulun bölümleri arasında bile o tatlı rekabet vardı. Biz ticaret bölümündekiler "tenekeci", fen bölümünde okuyan öğrenciler "hafız"dı.
Madem genç arkadaşlarımız kızdı, özür diliyoruz.
Kardeşlerimizden de birkaç ricamız olacak. Lütfen daha çok gazete okuyun ve şikayetlerinizi lütfen "televole" diliyle anlatmayın.
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2008
"Kırmızı mektep" diye bilinir İstanbul’da. Fener’de, patrikhanenin arka sokaklarında, tepede bir yerde. Dik mi dik bir yokuş, sonra da dik mi dik bilmem kaç basamak. Fener Rum Lisesi’nden bahsediyorum, Yunanca adıyla "Megali Tu Genus Sholi" yani "Soyun Büyük Okulu"ndan. İstanbul’daki yıllarımda Beyoğlu’ndaki Zoğrafyon Rum Lisesi’nde okuduğumdan, Fener Rum Lisesi’ne hiçbir zaman iyi gözle bakmadım. O zamanlar iki okul da karma değildi. Sadece erkek öğrenciler vardı. Fener Lisesi’ndeki öğrenciler, biz Zoğrafyonlular için "hafız" idiler, "muhallebi çoçukları" idiler. Olur ya yolları Taksim’e düşse, hele hele bizim "mıntıkamızdaki" Zappion ve Kentrikon liselerinden bir kızla flört mört etseler öfkemizden, şiddetimizden kurtulmaları nadirdi. Fener’de bir de "İoakimion Rum Kız Lisesi" vardı. Biz de oraya karışmazdık.
Hiç unutmam, Yeşilköy’de her yıl oynadığımız geleneksel futbol maçlarında kavga eksik olmazdı. Aslında bu iki erkek okulu arasında biraz da "sosyal sınıf farkı" mevcuttu. Üç beş kuruşu olan aile, çocuğunu Zoğrafyon’a gönderirdi.
Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis’in Türkiye ziyareti programında yer aldığı için Fener’deki okula ilk kez ta bu yaşımda gittim.
Gitmeden önce de göz attığım tarihi ile ne yalan söyleyeyim utandım. İstanbul’un fethinden sadece 1 yıl sonra yani 1454’te kurulmuş. Şimdiki binanın temeli 1880’de atılmış, 1882’de açılmış. Okul buram buram tarih kokuyor. Merasim salonundaki tavan, merdivenler, her yer "biz onca yıl buradayız" diyorlar adeta.
18. ve 19. yüzyıllarda "Yunan dilinin kaynağı" sayılan bu okulda, toplam öğrenci sayısı 55, öğretmen sayısı da 12.
Karamanlis için düzenlenen mütevazı merasimde, ilkokula giderken hatırladığım, o zamanlar soyadı Özkoç olan Dimitra ile karşılaştım.
Lisede okul çıkışı, akşam çalıştığım Tophane’deki köfteciye gitmeden önce, iki ilkokul öğrencisine ders verirdim. Dimitra da öğrencimdi. Çarpmayı, imlayı öğretebilmek için ne çektim bir ben bilirim. Oğlu şimdi 25 yaşında, kızı da Fener Rum Lisesi’nde öğrenci.
-Kızına oku diyor musun?
-Evet.
-Bakacağız, anne kız sınavdan geçeceksiniz.
Bir ara merasimde en iyiyi vermek için çırpınan öğrencilere baktım. İnanılması güç ama Zoğrafyon Lisesi’ndeki öğrencilerle kıyaslarsak hálá "muhallebi çocukları". Bazı şeyler nasıl da değişmiyor.
Merasimin en güzel esprisini, Zoğrafyon Lisesi Müdürü Yanis Demircioğlu yaptı. Oturmuş Başbakan Karamanlis’e, Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani’ye, Devlet Bakanı Teodoros Rusopulos’a ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Petros Dukas’a mezuniyet diplomaları hazırlamış. Karamanlis’i kürsüye davet ettiğinde, kulağına bir şeyler fısıldadı. O anda kimse bir şey anlamadı tabii. Ardından "Sayın Başbakan, diplomayı vereceğim ama bir sorum olacak. Zoğrafyon Lisesi ne zaman kuruldu?" deyince, Karamanlis heyecanlı öğrenci gibi "1863’ dedi. Sevgili Yanis "duyamadık bir daha" dediğinde de Karamanlis kararlı bir ses tonuyla "1863" diye bağırdı.
Dışişleri Bakanı Bakoyani’yi de bir soru bekliyordu: "Zoğrafyon Lisesi’ni kim kurdu?" Bakoyani bence en büyük silahı olan tebessümü ile "Tabii ki Hristaki Zoğrafos" cevabını verdi. Sevgili Yanis sağolsun, Yunan Dışişleri Bakanı’nın da kulağına eğilip fısıldamıştı önceden.
Fener Rum Lisesi’nin, Kırmızı Mektep’in, Soyun Büyük Okulu’nun dik yokuşunu inerken Haliç karşımda. Nasıl da kapılmışım okulun havasına, nasıl da yıllar öncesine dönmüşüm. O zamanların bir şarkısını mırıldanmaya başladım. Bazen Elmadağ’daki diskoteklerde, öğle vakti kız arkadaşlarımıza sıkı sıkı sarılarak, bazen de okulda şamata yaparken erkek erkeğe ama aradan tren geçebilecek mesafede dans edip söylediğimiz bir şarkı.
"Boğazında düğümlenen hıçkırık olayım... unutma beni... unutama beni..."
Bir skandalın akıbeti
İki yıl önce bu vakitler kıyamet kopuyordu buralarda. Ülkenin başbakanı, dışişleri, içişleri, savunma bakanları, genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları dahil en az 100 kişinin cep telefonlarının dinlendiğinin ortaya çıktığı "telekulak skandalı" patlamıştı.
Sözkonusu kişilerin cep telefonları her çaldığında ya da arama yaptıklarında, kime hizmet ettikleri meçhul bazı hazır kartlı cep telefonları "paralel telefon" gibi devreye giriyor ve konuşulanları bilgisayarların hard disklerine kaydediyorlardı.
Hükümet çıkıp skandalı bizzat ihbar etti. Hatta 10 ay süreyle gizli soruşturma yaptığını ancak bir sonuca ulaşamadığını itiraf etti.
Sonra suçlu arayışına başlandı. Medya, ilk şok yaşanırken ABD’yi, İsrail’i, Yunan "derin devleti"ni, istihbarat teşkilatını suçladı. Üstelik aynı günlerde, skandala adı karışan GSM operatörü firmanın bir üst düzey yetkilisinin, evinde kendini asarak intihar ettiği haberi ile iş iyice arapsaçına döndü.
Emekli telekulakçılar televizyonların müdavimleri oldular. Telefon görüşmelerinin nasıl dinlendiğini, tezgahın nasıl kurulduğunu anlatıyorlardı.
Vatandaş duyduklarından, okuduklarından sonra telefonla konuşmaktan korkar hale gelmişti. Tabii meselenin "ti" yönü de vardı. Hatırlıyorum da, bir radyo istasyonu her saat başı haber bültenine girmeden önce şu spotu yayınlıyordu: "GSM operatörü dinleme servisine hoşgeldiniz. Tek bir kişinin telefonunun dinlenmesini istiyorsanız 1’i, toplu dinleme istiyorsanız 2’yi, güvenli bir telefon görüşmesi yapmak istiyorsanız 3’ü tuşlayın... Biiippp (3 tuşlanıyor.) Üzgünüz, bu servisimiz devre dışıdır!"
Skandal adalete intikal ettirildi. Savcılar aylarca onlarca kişinin ifadesine başvurdu. Parlamentoda soruşturma komisyonu kuruldu. Sonrası sessizlik... Sonrası her şey unutuldu... Geçenlerde de gazetelerin iç sayfalarında bir haber:
"Telekulak skandalı dosyası, suçlular, hatta şüpheliler bile bulunamadığından Adalet Bakanlığı arşivine kaldırıldı."
Tarihin tozlu rafları bir kez daha hükümdar...
Devletlerde rastlanan bir gerçek aslında.
Suç bazen cezasız kalıyor.
Rumlar sandık başına gidiyor
Kıbrıslı Rumlar, 17 Şubat’ta sandık başına gidiyor. Rum Yönetimi’nin yeni liderini seçecekler. Seçilme şansı bulunan adaylar, bugünkü lider Tasos Papadopulos ve onu 2003 yılında iktidara getiren komünist AKEL Partisi’nin Genel Sekreteri Dimitris Hristofyas ile merkez sağcı DİSİ partisinin adayı, Dışişleri eski Bakanı Yianakis Kasulidis.
Sandıktan çok büyük bir sürpriz çıkmazsa, üç aday da yüzde 30-32 civarında oy alacak. Anketlerin tümü bu yönde. Seçimlerin birincisini, ikincisini ve üçüncüsünü çok az oy farkı belirleyecek. Dolayısıyla oy kullanmak için Atina, Selanik, Londra ve ABD’den Güney Kıbrıs’a gidecek Rumlar pek kıymete bindi.
Rum kesiminde gün geldi seçimleri sadece 1.800 oy fazla alan aday kazandı. Gün geldi liderliği kıl payı kaçıran aday "Bilsem birkaç uçak daha kiralardım" itirafında bulundu. Bu yüzden siyasi partiler bedava uçak biletleri dağıtıyorlar bu dönem.
Adaylardan hiçbiri yüzde 50 artı bire yaklaşmadığından, en çok oyu alan iki aday 24 Şubat’ta yeniden boy ölçüşecek.
Bugüne kadar seçim kampanyası sakin geçti. Son viraja girilirken adaylar Kıbrıs sorunu için politikalarını anlattılar. Burada da aralarında öyle büyük mesafeler yok gibi. Tabii konjonktür değişirse ne olur? O başka.
Kıbrıs konusunda 2003 yılından sonra yaşananları düşünüyorum da, üç aday için de aynı soruyu sormadan edemiyorum:
"Kıbrıslı Türk size niye güvensin?"
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2008
Biraz arşive baktım da, dört yıl içinde birkaç kez ertelenmesini "başka bahara kaldı" ifadesiyle bildirdiğim Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis’in, nihayet geçen hafta gerçekleşen tarihi Ankara ziyaretini izleyen biz gazetecilerin, azıcık çuvalladığını itiraf etmek zor da olsa gerçek. Bunun nedeni de, ilk günkü Erdoğan-Karamanlis görüşmesinde "perde arkası" için ne Türk ne de Yunan tarafının hiçbir şey sızdırmamasıydı.
Enformasyon açısından aralık ayında Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Atina ziyaretinden tamamen farklı bir taktik izlendi. Dolayısıyla, iki başbakanın resmi açıklamaları dışında elimizde başka bir malzeme yoktu.
Erdoğan ev sahibi olarak tek kelimeyle mükemmeldi. Yunanistan’da hálá kıyametin koptuğu "metres skandalı" yüzünden zaten kulağı Atina’da olan dostu Karamanlis’i zor durumda bırakabilecek tek bir kelime bile söylemedi. Örnek mi? Batı Trakya’daki Türklerden bahsederken "orada" ya da daha sonra İstanbul’da da olduğu gibi "soydaşlarımız" dedi.
Ankara’daki görüşmenin gecesi, akşam yemeğinden sonra Yunan hükümetinin üst düzey bir yetkilisi şunları söyledi:
1. Erdoğan’ın patrikhane hakkındaki (Patrikhane Ortodoks Hıristiyanların sorunudur) sözlerini not ettik. Böyle bir şey ilk kez söyleniyor.
2. Erdoğan’ın "casus belli" (TBMM’nin Yunanistan’ın karasularını genişletmesi halinde bunu savaş sebebi sayacağına ilişkin kararı ile ilgili) sözleri önemli.
3. Erdoğan’ın Kıbrıs için "Annan planı devre dışıdır" cümlesini de ilk kez duyduk.
4. Erdoğan’ın taktığı kravatın renkleri (mavi, beyaz, kırmızı) dikkatimizden kaçmadı.
Perşembe günkü "enformasyon sıkıntısı", iki başbakanın bir gün sonra İstanbul’da Feriye lokantasında eşleri ile birlikte yedikleri ve üç saat süren akşam yemeğinde az da olsa giderildi.
Erdoğan ile Karamanlis’in birbirlerine bazı sözler verdiklerini öğrendik. Bunların arasında, zaman baskısı altında olmadan, kamuoylarının tepkisini çekmeden karşılıklı jestler yapmaya, hatta gerekirse geri adımlar atmaya ilişkin mutabakata vardıkları da vardı.
Velhasıl, Karamanlis’in Ankara ziyaretinin perde arkasını, günler sonra Hüriyet’te Ertuğrul Özkök’ten okuduk. Yunan Dışişleri bakanlığı Sözcüsü Yorgo Kumuçakos, genel yayın yönetmenimizin "Anladığım kadarıyla, Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun açılması konusunda belli bir noktaya gelinmiş. Türk hükümeti okulun açılacağı yolunda Karamanlis’e söz vermiş. Bunun karşılığında da Karmanlis’ten, Yunanistan’daki Türklere dernek kurma hakkının verilmesi istenmiş" sözlerine "Gazetelerde, Türk gazetelerinde yayınlananlar için yorum yapmam. Benim işim resmi açıklamalar hakkında görüş belirtmektir" dedi.
İki başbakan ilişkilerde yeni bir sayfa açtıklarının işaretini vermişlerdi de Ankara’da, bunun içeriği hakkında belirsizlik vardı. Şimdi taşlar sanki daha bir yerine oturuyor.
İyimser olmamak için bir neden yok. Hatta önümüzdeki 10 ay içinde (bu süre tesadüf değil) bugünkünden bambaşka bir manzara ile karşılaşabiliriz.
Yunanlılar dini liderlerini kaybetti
Yunanistan, yakın tarihinin en medyatik, en tartışmalı, en renkli dini liderini kaybetti. Yunanistan kilisesinin lideri, Atina Başpiskoposu Hristodulos, kanser hastalığına yenildi.
1998 yılında başpiskopos seçildiğinden bu yana Türkiye ve Türklere karşı söyledikleri ile Türk medyasını da sık sık meşgul eden Hristodulos’un, Patrik Bartolomeos ile ilişkileri berbat ve ötesiydi. Bartolomeos bir ara patrikhanenin Yunanistan kilisesi ile ilişkisini bile kesti. Dini açıdan, bir dini lidere verilebilecek en ağır cezalardan biriydi bu.
AB emri ile yeni kimlik kartlarında din unsurunun yazılmaması gündeme geldiğinde, dönemin sosyalist Pasok hükümetine karşı açık savaş ilan etmekten ve protesto eylemi için 1 milyon insanı sokağa dökmekten çekinmedi Hristodulos.
Yunanistan laik bir ülke değil. Din ve devlet işleri iç içe. Başbakan, bakanlar din adamlarının huzurunda yemin verir. Milletvekileri de öyle. Mahkeme salonlarında Hazreti İsa’nın, Meryem Ana’nın tabloları vardır. Tanıdık bir din adamı, bir devlet dairesinde bir işin halledilmesi için iyi bir "torpil"dir. Kilise ülkenin en zengin müesseselerinden biridir. Hristodulos da siyasete sık sık karışarak bir anlamda "yetkilerini" kullanıyordu.
Hiçbir zaman kanım ısınmadı bu adama. Demagog, medya cambazı gözüyle baktım hep. Ancak, Sezar’ın hakkını James’e verecek değilim. Gençliği kiliseye yaklaştırmayı başardı. Genç insanları ikna etti. "İsterseniz blucin, isterseniz mini etek giyin. İsterseniz küpe bile takın ama kiliseye gelin" diyerek, okullara gidip öğrencilere güncel fıkralar anlatarak, öğrenci dergilerinde evlilik öncesi cinsel ilişki, hatta mastürbasyon ile ilgili sorulara cevap vererek, bir grup din adamının rock müziği icra eden bir orkestrası kurmalarını destekleyerek...
İhtiyarlara da yaklaştı. Aşevleri, huzurevleri açarak, maddi yardımda bulunarak...
Yunanlılar çoğunlukla başpiskoposlarını çok sevdiler, kendilerine çok yakın buldular. Onbinlerce insan son yolculuğundan önce Atina Metropol Kilisesi’nde kendisine veda etmek için soğuğa aldırmadan saatlerce kuyrukta bekledi.
Hristodulos sonrası, 7 Şubat’ta seçilecek yeni başpiskoposun işi hayli güç.
Beyoğlu’nda yürürken
Beyoğlu’nda yürüyorum akşam vakti. Binlerce insanın arasında, adımlarım ağır. Dünyanın belki de en güzel caddelerinden birisi nasıl olur da bu kadar zevksiz ışıklandırılır, şahit oluyorum. Buram buram tarih kokan, her birinin ayrı bir öyküsü olan onca binanın nasıl karanlığa, kirliliğe terk edildiğine şaşıyorum.
O yılbaşındaki sokak süslemeleri ve bir GSM operatörünün reklamı ile Beyoğlu’nu ışıklandırmak bu caddenin şanlı geçmişine ihanettir.
Beyoğlu’nda yürüyorum akşam vakti. Vitrinlere takılıyor gözlerim. Kaliteli ürüne, kaliteli dükkana rastlamak güç. Adım başı lokanta, adım başı kafe, adım başı bar. Dürüm, mantı, gözleme, canlı müzik diye yazmışlar.
Sahi, Beyoğlu’nun çoğu zevksiz mekanlarla tuhaf bir "eğlence merkezi"ne dönüştürülmesi sayesinde (hatta şu eğlencenin bir de tanımını yapalım) "kurtarılacağını" kim düşündü? Eğer 1960-1970’lerdeki gibi kalsaydı, neyi yitirecekti Pera? Birbirinden ünlü dükkanları, seçkin lokantaları, sinema ve tiyatroları, hatta ara sokaklardaki pavyonları ile...
Bir cadde, bir sokak, bir mahalle çehresini değiştirmek, hatta kalkındırmak için eğlence merkezine dönüştürülür. Atina’da bunun pekçok örneği var. Beyoğlu’nun buna ihtiyacı mı var? Eski hali ve kalitesiyle korunabilse, bir değil, beş değil, yüz eğlence merkezi vız gelir Beyoğlu’na. Üstelik Tarlabaşı bir adım ötede. Hadi orayı eğlence merkezi yapıp kurtarsanıza. Apayrı iki dünyayı yan yana getirsenize.
Beyoğlu’nda yürüyorum akşam vakti. Balık Pazarı’na götürüyor adımlarım. Ve yine şaşıyorum çünkü balıkçı bulmakta güçlük çekiyorum. Kalkan, çinakop, karides, istavrit balıkçı tezahlarında değil, lokantaların vitrin dolaplarında. Tam kilosu kaça diye soracağım, adamlar "içeri buyurun mezelerimiz taze, fiyatlarımız uygun" diyorlar.
Az ilerde "tarihi Nevizade meyhaneleri"... Herhalde yanlış hatırlıyorum. O sokakta iki, bilemediniz üç meyhane vardı. Hatta konsomatristler de çalışırdı. Annem o sokağa girmemize pek izin vermezdi nedense. Demek orada "tarihi Nevizade meyhaneleri" varmış.
Elbet zamanlar değişti, elbet melodiler de. Elbet globalleşme gerçeği ve daha yüzlerce elbet... Ancak şairin de dediği gibi "O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim ama, bu yürek o bu dilden anlamaz pek"...
Beyoğlu’nu sevin e mi...
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2008
Metres skandalı en çok satan gazetenin iki patronunu da birbirine düşürdü, Yunanlılar ikiye bölündü Themos ile Makis, Yunanistan’da tanınmış iki gazeteci arkadaş. Üç yıl önce günün birinde Anastas adlı yine gazeteci bir arkadaşlarıyla birlikte bir gazete kurmayı kararlaştırdılar. Yunanlıların günlük gazete okuma gibi bir alışkanlıkları olmadığını (geçen hafta toplam tiraj 310 bin) bildiklerinden de, pazar günleri yayınlanacak (tiraj tuhaf bir şekilde 1 milyon 300 binin üzerine çıkıyor) bir gazetede karar kılmışlar.
Themos Anastasiadis (yüzde 40 hisse) mizah gücü çok yüksek bir kalem. Esprili olduğu kadar sivri de. Ayrıca televizyonda "Ola" yani "Her şey" adlı, isminden de anlaşıldığı gibi her şeyle dalga geçen bir program yapıyor.
Makis Triantafilopulos (yüzde 40 hisse) ise karikatürist olarak başladı, televizyonda parladı. Ekranların Robin Hood’u oldu. Gizli kameralar, rüşvet skandalları... Rayting rekorları gecikmedi tabii.
Tasos Karamitsos (yüzde 20 hisse) da gazete yönetimini bilen tecrübeli bir isim.
Bankalardan krediler alındı ve Atina’nın Marusi semtinde tesisler kiralandı.
Gazeteye "Thema" adını verdiler. Yani "Konu" ve aynı zamanda da The-mos ile Ma-kis’in adlarını ilk heceleri.
Tanıtım için çekilen reklam filmi de ilginçti. Son derece lüks bir banyoda, Themos ile Makis köpükler içinde, bir ellerinde şampanya kadehleri diğerinde havana purosu...
Kolay okunması, çarpıcı haberleri, bol magazini, bol dedikodusu sayesinde daha ilk yayınlandığı pazardan itibaren dikkatleri çekti "Thema".
Tanınmış gazetecilerin transfer edilmesinin yanısıra, iki ortağın da televizyonlardaki programlarında muğlak bıraktıkları konulara gezetede açıklık getirmeleri ilgiyi arttırdı.
Tiraj yükseldikçe yükseldi ve 270 bin ile zirveye oturdu. En yakın rakiplerine 50 bin fark attı.
Her şey tıkır tıkır yürüyordu.
Ta ki iki kişinin intihara teşebbüs ettiği, eski kültür bakanlığı genel sekreteri Hristos Zahopulos ile yasak ilişki kurduğu Evi Çeku arasındaki "metres skandalı" patlayana kadar.
Bugüne kadar siyasi boyutları ortaya çıkmayan ancak çıkacağına da herkesin kesin gözüyle baktığı bu skandalın "kanıtı" Zahopulos ile Çeku’nun sevişmelerini gösteren bir DVD kasedi idi.
Çeku, bir süre önce bu gazeteye giderek Themos ile konuşmuştu. Makis bu görüşmeden habersizdi.
Themos önce kasedi izlemediğini, metres Evi’nin yayınlaması için teklifini de kabul etmediğini söyledi. Sonra kasedi izlediğini itiraf etti.
Skandal yeni yeni gün ışığına çıktığında, başbakan Kostas Karamanlis’in basın danışmanı Yanis Andrianos, savcıya giderek bu günahkar kasedi verdi.
İşte o zaman da kıyamet koptu. Başbakanın danışmanına bu kasedi kim vermişti? İddialar Themos üzerinde yoğunlaştı. O tabii reddetti. Başbakanın danışmanı, kasedi nerden bulduğunu soran savcıya "Ben gazeteciyim kaynağımı açıklamam" cevabını verdi. Gazeteci mi Adrianos? Başbakanın basın danışmanı gazeteci midir yoksa devlet adamı mı? Bu sorularla çalkalandı günlerce Atina.
Danışman gelişmelerin başbakan Karamanlis’i her geçen gün daha zor durumda bıraktığını görünce tekrar savcıya gitti ve kasedi aldığı kişinin adını söyledi. Peki kimdi? Bu hálá gizli tutuluyor.
Ancak o güne kadar sessiz kalan öteki ortak Makis televizyonlara çıkıp kasedi Themos’un verdiğini söyledi. Bu da yetmiyormuş gibi ortağı Themos’un bir Fransız bankasındaki hesabına yatan 5.5 milyon Euro’yu kimin yatırdığını açıklamasını istedi. Mali polis, Themos’un Fransız bankasındaki hesabına ulaşmıştı. Bu parayı kimin yatırdığı beli değildi. Zor durumda kalan Themos "üçüncü ortağımız Karamiços hisselerini satmak istiyordu. Kendi olanaklarım ve dostlarımdan aldığım borçla bu parayı biriktirdim. Gazeteyi kurtarmak için yaptım. Para benim param" dedi. Ancak Makis çıtayı yükseltip "Üzerinde bu kadar şüphe bulunan bir insanla birlikte çalışamam. Meselelerini haledinceye kadar Themos gazeteye uğramasın" çıkışı yaptı. Cevap tez geldi. Themos gazete çalışanlarını yanına alarak "Makis’i istemiyoruz. Gazete ile ilişkisi kesilmiştir" diye bir açıklama yaptırdı.
Garip ama gerçek, çalışanlar patronlarını kovuyorlardı. Makis için o andan sonra ipin ucu kaçtı. "Sefil", "rezil" suçlamalarıyla yüklendi ortağına. Demeçlerinde "Ben onun aleyhine konuşmam. Ben arkadaşımı arkadan vurmam" diyen Themos’un çevresi ise "Makis gazetede azınlık oluyordu bunu hazmedemedi" iddiasında.
Thema gazetesinin künyesinde 152 hafta sonra ilk kez Makis’in adı yoktu. Themos aleyhinde bunca şaibeye rağmen çıkarttı gazeteyi. Sayfalar dolusu da savunmasını yaptı. Her şeyin arkasında hükümetin ve gazetenin başarısından zarar gören diğer medya patronlarının gizlendiğini ileri sürdü. CD promosyonlu olanı 3, olmayanı 2 Euro’dan satılan gazete 290 bin sattı. Bayilerde tükenince pazartesi günü bu kez 1 Euro’ya satılan yeni gazete dağıtıldı.
Kovulan Makis’in hisseleri ne olacak derseniz? Yıllık cirosu 70 milyon Euro olan bir gazete sözkonusu. Yüzde 40 hissenin değeri bol sıfırlı olmalı.
Bugünlerde Yunanlıların yarısı Makis’çi yarısı Themos’çu. Kim haklı, kim haksız meçhul.
Birkaç hafta öncesine kadar içtikleri su bile ayrı gitmeyen iki arkadaş, iki kafadar da şimdi birbirine azılı düşman gibi.
49 yıl önceki Ankara ziyaretinin anılarıYunan başbakanı Kostas Karamanlis, tarihi Türkiye ziyaretini dün tamamladı. Karamanlis, tam 49 yıl sonra Ankara’ya gelen ilk Yunan başbakanı oldu. Kendisinden önce son olarak (7 mayıs 1959) amcası ve adaşı başbakan Konstantinos (Kostas kısaltılmış ad) Karamanlis Ankara’ya gelmişti. O günleri hatırlayan birilerini aradık. Karamanlis’in o Ankara ziyaretini izleyen ve halen hayatta olan bir Yunanlı diplomatı bulmakta epey güçlük çektiysek de sonunda o dönemde İstanbul’daki Yunan Başkonsolosluğu’nda muavin konsolos olan emekli büyükelçi Emanuil Megakonomu’yu bulduk:
Ziyaret sırasında ortam nasıldı? - Kıbrıs için imzalanan büyük anlaşmalardan sonra iki tarafta da bir rahatlık vardı. Büyük bir iş yapmışlardı ve dolayısıyla ilişkiler iyi durumdaydı. Dostane bir ortamda geçti ziyaret. Dönemin Yunan ve Türk medyasındaki yorumlar da olumluydu. Karamanlis’in tüm temaslarında Atatürk-Venizelos dönemindeki dostluk ruhu hakimdi. Karamanlis Ankara’dan çok memnun ayrılmıştı.
Görüşmelerde neler konuşulmuştu? - O zamanlar mesela kıta sahanlığı sorunu deseniz, kimse birşey anlamayacaktı. Çünkü öyle bir mesele yoktu aramızda. İstanbul’da da çok kalabalık bir Helen toplumu vardı. Karamanlis’i havaalanında Türk yetkililerden başka TBMM’deki iki Rum milletvekili (Hacopulos ve İoannidis) karşılamışlardı. Koşulan önemli konulardan birisi, Yunanlı balıkçıların avlanmak için Ege’de Türk karasularına girip yakalandıklarında 3 yıla kadar varan ağır hasip cezalarına çarptırılmaları idi. Hatırladığım kadarıyla bu soruna tam bir çözüm bulunamamıştı. Patrikhane’nin bazı meseleleri de ele alınmıştı.
49 yıl sonra bir Yunan başbakanının Ankara’yı ziyaret etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? - Devlet başkanları ya da başbakanların resmi ziyaretleri önemli ve olumlu bir olayı teyit etmek için gerçekleştirilir. 1959 yılındaki ziyaret de Kıbrıs için Zürih ve Londra antlaşmalarından hemen sonra yapıldı. Bugün öyle bir durum söz konusu değil. Dileğim bugünkü ziyaretten ilişkilerin zarar görmemesidir. Dileğim skorun 0-0 berabere olmasıdır.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2008
Un, tereyağı, şeker ve yumurta sarısından ibarettir. İsteyen kuruyemiş de katabilir, limon kakao, vanilya da. Gayet lezzetlidir. Şimdilerde bilmem ama çocukluğumda İstanbul’da seyyar satıcılar kafalarının üstündeki tepside cambazlara taş çıkaracak bir beceriyle taşırlardı.
Kurabiyeden bahsediyorum..
Yunanistan’da da pek sevilir kurabiye. Özellikle Noel ve yılbaşında çok tüketilir. Tadı ve şekli biraz değişik olsa da ismi aynıdır. Tek farkla çoğul da söylenir: Kurabiyedes..
Kurabiyenin bu diyarda bir de mecazi anlamı da var. Halk dilinde ve sık sık siyasetçiler arasında kullanılır. Dışı iyi görünen ama içi boş ve cesaretsiz olanlara "kurabiye" denir.
Nerden nereye diyeceksiniz, geçen eylül ayındaki seçimlerin mağlubu sol, yenilik arayışları içinde.
Anamuhalefet partisi sosyalist Pasok’ta Yorgo Papandreu liderliğini korudu ama rakibi Evangelos Venizelos pes etmedi. Yeni bir siyasi parti kuracağı ileri sürülüyor.
300 üyeli parlamentoda 14 milletvekili bulunan Sol Koalisyon Partisi de yakında yeni liderini seçecek. Partinin lideri Alekos Alavanos koltuğunda daha fazla kalmak istemediğini açıkladı. Liderliğe en yakın aday ise henüz 33 yaşındaki Alex Çipras. Komünist partisinin gençlik kollarında 14 yaşında başlamış siyasete, hayli de ilginç görüşleri var. Sözgelimi Yunan devletinin resmi tezi, Batı Trakya’daki azınlığın sadece "Müslüman" olduğu bir sırada Çipras "Batı Trakya’da Türk var mı?" sorusuna, "Eğer bu insanların kendi kimliklerini kendileri belirlemelerine izin verirsek, Türk var mı yok mu öğreneceğiz" cevabını verdi. Sıhhi nedenlerle ölülerin yakılmasından, ötanaziden, uyuşturucuda yumuşak ve sert ayrımı yapılmasından, eşcinsel evliliklerinden, resmi dairelerde ıstavroz (haç) ve ikonaların kaldırılmasından yana genç politikacı.
Rahat hareketlerinin yanı sıra renkli kişiliği ile de dikkatleri çeken Çipras geçenlerde eskiden üyesi olduğu komünist partisine işbirliği kapılarını aralayan önerilerde bulundu. Cevap, komünist partisinin 63 yaşındaki genel sekreteri Aleka Papariga’dan geldi: "Sol Koalisyon Partisi’nin programı kurabiye gibi. Dışında bol miktarda sol lezzetli pudra şekeri var ama içi hamur".
Sol Koalisyon Partisi espriye espri ile karşılık verdi: "Bayan Papariga bizi çok sevilen bir tatlıya benzettiği için kendisine teşekkür ederiz. Kurabiye özelikle gençlerin çok sevdiği bir tatlı. Malum gençliğin kolesterol sorunu da yok".
İLBER HOCA’YLA ATİNA’DA SOHBETNe zaman karşılaşsak dinlemeye doyamıyorum İlber Ortaylı’yı. En son geçen yıl bir panelde konuşmacı olark katıldığım Galatasaray Üniversitesi’nin kantininde canım boğazı seyrederek sohbet etmiştik, bu defa suyun bu
tarafında Atina’da buluştuk.
Hürriyet’in Atina bürosunda ağırlamaya çalıştık elimizden geldikçe bu ender insanı. Dağınık çalışma odamda bulduğum kitaplarını imzalattım önce. İstanbul’dan, Atina’dan, Osmanlı’dan, Bizans’tan açıldı sohbet sonra. Eh fırsatı kaçıracak değildim. Teybi çalıştırdım:
Kaçıncı Atina ziyaretiniz? -Saymıyorum. Her gidişimde bıktım diyorum. Her fırsatta geliyorum. Seviyorum burayı.
Müzeci sıfatınızla başlayalım. Yunanistan’da müzeleri nasıl buluyorsunuz? -Müzecilerin sayısı artmaya başladı. Yunanistan son 30 yılda müzecilikte aldı başını gidiyor. Özel müzelerde toplama bakımından da teşhir bakımından da harika şeyler yapılıyor. Bunda tabii bu ülkenin otoritesinin de payı var, gerekli ilişkilerin kurulmasının da. Kültür bakanlığı burada stratejik bir konumda. Bizde ise bütçenin binde 2’si tahsis ediliyor bakanlığa. Özel müzeler sponsor bulmakta da zorlanmıyorlar Yunanistan’da.
Ya Türkiye’de? Bizde müzecilik yapmak daha zor. Sponsorlar konusunda da hep hayal kırıklığına uğruyorum. Hep oyalıyorlar. Biliyorum devletin imkanları son derece sınırlı. Bunun yanı sıra kendini bu işe vakfeden gönüllü insanlar sayısı da çok az.
Gelelim Türk-Yunan ilişkilerine. Çözülür mü sorunlar? -Anlaşmamızın mümkün olmayacağı konular var. Mesela Kıbrıs. Rum tarafının çok aşırı tezleri var. Bu tezlere, taleplere karşı Türkiye’de cevap vermeye kalkacak hükümet ayakta duramaz, hayat şansı olmaz. Bir başka mesele Heybeliada Ruhban Okulu. Buna bir çözüm bulmak gerek. Türkiye’de tüm yüksek okulları YÖK kontrol eder. Ege sorunlarına gelince. Bunlar kapitalist işletmeci bir zihniyetle çözülür. Yani Ege’yi birlikte istismar edecek adamlar sorunları halleder.
Şimdi de sanata gelelim. Türkler ile Yunanlıların sanata bakışı nasıl?-Bence kabiliyetli milletler. Yani yenilemelere, çalışmalara bakarsak renkli, zevkli insanlar. Ama teferruatla çalışmayı sevmiyorlar. Bir Rus’un, bir İranlının bir İsraillinin derinlemesine tetkikli çalışması Türkler ile Yunanlılarda yok.
Tarih için konuşalım biraz da. Sizce Yunanlılar Osmanlı’ya nasıl bakıyor? -Çok kötü. Ama ya bizimkilere ne diyelim? Bizim Osmanlı’ya bakışımız nasıl? Ortalama Türk insanının Osmanlı tarih ve kültürü hakkında bilgisi yok ki. Bizim bilgi birikimimiz yok ve dolayısıyla dışa da aktaramıyoruz.
Sizce Avrupa’nın doğusu ile batısı arasındaki tarih ve kültür birikimi farklı mıdır? -Evet büyük fark var. Belki Balkanlar birçok konuda Batı Avrupa’dan daha adil bir düzendir ve daha az ıstıraplı bir tarih yaşamıştır. Ancak maalesef Batı Avrupa’da kültürel birikimin 10’da biri yoktur Balkanlar’da.
DODEKA KE ENAOn ikiyi bir geçe... Mutlu yıllar demek için aradım seni... Ne kadar özlüyorum, özellikle de bu gece yanında olmayı... Kapandı dediğim yara açılmış kanıyor... Deliler gibi seviyorum.
On ikiyi bir geçe, hálá neden diye soruyorum kendime. Şimdi kim çalıyor öptüğüm o dudakları?.. Keşke bu gece birlikte olsaydık. Keşke sıcak bedenine dokansaydım. Hissetseydim nefesini. On ikiyi bir geçe.
Buralar "Dodeka ke ena" yani on ikiyi bir geçe şarkısı ile inliyor. Ağır bir tempoda başlayan nakarat bölümünde hızlanan pop-arabesk-rock-buzuki karışımı şarkıyı genç sanatçılardan Nikos Makropulos söylüyor. Davudi bir ses, erkek sesi işte.
Atina gecelerinde bu yıl pek sükse Makropulos. Eğlence dendi mi "imparator" sayılan Yorgos Mazonakis ile birlikte bin beş yüz kişilik "Fever" müzikholünde sahneye çıkıyor.
Malum kış mevsimindeyiz. Geceler uzun. Atina’da hem uzun, hem sinsi, hem günahkar. Öyle olunca da eğlence yerlerinde alkol şişede durmuyor, bedenler iskemlelerde oturmuyor. Makropulos da "damardan" veren şarkılarıyla yasak bakışlara, libidonun tavan vurmasına çanak tutuyor.
Yazının Devamını Oku