Yorgo Kırbaki

Kaç yaşında olursa olsun bir erkeğin babasını kaybetmesi için hep erkendir

17 Kasım 2007
Koço, İstanbul’da İstinye’de doğdu. Babası Stelyo, hem muhtar hem meyhaneci. Annesi Vartanuş gündüz evinin, akşam da meyhanenin mutfağından çıkmaz. Bir yaş küçük kardeşi Niko ve işlere yardım etsin diye annesinin evlatlık edindiği Margarita ile birlikte büyüdü.

1930’lu yıllarda ilkokulu bitirince marangoz Süleyman ustanın yanına verdiler. Tahtanın kokusuyla ilk o zaman tanıştı. 1940’lı yıllarda varlık vergisi ile baba Stelyo maddi açıdan çöktü ve hastalandı, öldü.

2. Dünya Savaşı dönemine denk düştüğü için askerliği dört yıl sürdü Koço’nun. Sivas, Kayseri, Erzurum. Asker üniformasını düğmesi koptuğunda, marangoz ya, çivi ile iliklerdi.

1940’ların sonlarına doğru, üç çocuk sahibi olacağı Katerina ile evlendi.

Tahta ile ilişkisi eşsizdi. Ancak ağır mobilyaları, koltukları sevmedi hiç. Mesleğinde yenilikçiydi. Türkiye’de ilk hoparlör kutusunu imal etti. İlk amfilerin ambalaj sandıklarını. Bir zamanlar hangi camiye gitseniz, ezan sesi Koço’nun hoparlör kutusundan duyulurdu. Mekik tezgahlarını da ondan iyi yapan yoktu. İşlerini büyüttü. Karaköy’de genelevlerin onarım işleri, duvar saatleri kutuları.

Gece alemlerinin müdavimi idi. Rum, Yahudi, Ermeni, Türk arkadaşlarıyla birlikte pavyon kapatır, sazlarda kavga çıkarır, karakolda sabahlar, sonra da ceketi kravatı ile dükkanına gelip tahtaya şekil verdiği makinesinin başına geçerdi. Herhalde iki elinin başparmağının kesik olması bir önceki gecenin yorgunluğundandı.

Zaman gelir evine hiç uğramazdı. Uğradığında da rakı masasını tam teçhizat isterdi. Etrafında dans eden iki kızını izler, yazdığı şiirleri okuyan oğlunu dinler ve o zamanlar bir çocuk için servet sayılabilecek harçlıklar verirdi.

İstanbul’un en nezih mekanlarına gittiklerinde ailecek "onu alma bunu alma" diye dırdır eden karısı Katerina’ya hiç aldırmaz, oğluna dönüp "bak büyüdüğünde nereye gidersen asla hesabı kontrol etme. Edeceksen evinde otur" ya da "al şu parayı dansöze ver ama elin derine kadar gitsin ha" derdi.

Sohbeti acayip keyifliydi. Çok iyi bir yüzücü, esaslı bir balıkçı, kaliteli bir poker oyuncusuydu. Koyu bir Fenerbahçeli idi. Oğlu sokakta top oynadığında ceketini çıkarır, mahalleli ne der aldırmadan çocuk olurdu.

Çok çapkındı. Hayatına çok kadın girdi. Tanıştığı kadınları ev bark sahibi yaptı. Eh bunu da o zamanların şartlarına bağlamak gerek.

Koço, kızları büyüyüp evlendiklerinde hatta torun sahibi olduğunda bile alemlerden, çapkınlıklardan pek vazgeçmedi.

Ne var ki zamanlar gibi melodiler de değişince işleri bozuldu. Atina’ya göçtü. Küçük bir dükkan açtı. Geriye kalan 20 küsür yıllık ömrünü sakin yaşadı. Rakının yerini uzo aldı. Çoban salatanın yerini "greek" salatası.

O belki ne bilim adamı, ne siyasetçi ne de fikir adamıydı.

Sadece geçen pazar günü hastanede üç çocuğu da başucunda dururken 84 yaşında son nefesini veren sıradan ancak çok renkli bir insandı.

Babamdı..

Koço Kırbaki yakışıklıydı, şık giyinir, şık giydirirdi. Bu yüzden karanfiler içinde yattığı son yolcuğunda en sevdiğim kravatımı "hediye" ettim. Ertesi gün de ablamla tekrar mezarı başına gittiğimizde bir şişe uzo’yu sıkıştırdık toprağına.

Kaç yaşında olursa olsun bir erkeğin babasını kaybetmesi için hep erkendir.

MAFYA KÖYÜNDE YAŞAM

Girit’in Zoniona köyünden geçen hafta bahsetmiştik. Polisin 25 yıldır giremediği, geçim kaynağının uyuşturucu imalatı ve ticareti, hırsızlık, gasp gibi suçların olduğu, mafya kanunlarının geçerli olduğu köyden. Yunanistan hálá Zoniana "fenomeni" ile yatıp kalktığından bazı ilginç gelişmeleri aktaralım.

Polis bir haftadır köyde arama yapıyor. "Çöpleri arıtma tesisi" adı altında uyuşturucu imalathanesi, mezarlıkta gizlenmiş Kalaşnikof tüfekler, bir şehri yerle bir edebilecek kadar patlayıcı madde, çalıntı ATM cihazları, soygunlarda kullanılmış otomobiller ve tabii kilolarca uyuşturucu köyde bulunan "suç delillerinden" bazıları.

Evlere yapılan baskınlarda kimi sakinin 2, kimi sakinin 5 milyon euro’luk banka cüzdanlarına da rastlandı.

10-15 kişi tutuklandı 1500 kişilik köyde ama gariptir üç gün içinde Zoniana’nın 200 sakini ortadan toz oldu, kayıp.

Baskınlar başlamadan bir gün önce sakinlerden biri Porche marka arabasını satmış nedense. Çocukların ilkokuldan sonra pek mektebe filan gitmedikleri de anlaşıldı. "Baba mesleği" cazip geliyor mu ne?

Köyden geçen tanıkların ifadelerine göre "kendi kendine giden lüks cipler varmış". Zoniana’da çocuklar küçük yaştan araba kullanıyor da ondan. Dışardan görünmeyecek kadar küçük çocuklar. Bırakın köyde dolaşmayı, koskoca araçları alıp yakındaki Rethimnon şehrine bile iniyorlarmış. Rethimnon polisi son yıllarda tam 1400 defa yakalamış Zoniana’lı çocukları. Ve en ilgincini sona bıraktık. Köy civarındaki haşhaş tarlaları, Atina’daki resmi belgelere bakılırsa zengin "zeytinlik"ler. Tek bir zeytin ağacı yok belki ama Zoniana sakinleri "zeytinlik" alanları için AB’dan sübvasyon da alıyorlar.

Daha neler...

KISA..KISA 

Nihayet görüşecekler. Önce Türkiye’de sonra da Yunanistan’daki seçimler nedeniyle buluşmaları hep erteleniyordu. Recep Tayyip Erdoğan ile Kostas Karamanlis, yarın Türkiye ile Yunanistan arasındaki doğalgaz boru hattının açılış töreni için Meriç hududunda biraraya gelecekler. İki başbakan 3 Temmuz 2005 tarihinde aynı yerde bu büyük projenin temel atma törenine katılmışlardı. Hazar bölgesinden doğalgazı Avrupa’ya taşıyacak boru hattı tam 300 kilometre uzunluğunda. Bundan 10 yıl önce kim böyle bir eseri kim düşünebilirdi? Kavga, gürültü, gerginlik, kriz peşinde koşanları çok üzecek bir proje gerçekleştirildi. Hayırlı olsun. 

Yunan seçimlerinin mağlubu sosyalist Pasok’ta sular durulmuyor. Yaklaşık 850 bin kişinin oy kullandığı başkanlık seçimlerinde Yorgo Papandreu yeniden lider seçildi ama rakibi eski kültür bakanı Evangelos Venizelos da yüzde 35 civarında oy aldı. Yani parti içinde güçlü bir muhalefet sözkonusu. Papandreu "hata ettim, değiştim" gibi sözler etti ancak, 1981-2004 döneminde 20 yıl iktidarda kalan Pasok’un yerinde bugün itibariyle yeller esiyor.
Yazının Devamını Oku

Polisin giremediği Zoniana

10 Kasım 2007
Mitoloji, tanrıların patronu Zeus’un Girit adasındaki Psiloriti dağlarında doğduğunu söyler. Anne Rea, tahtına göz dikerler korkusuyla oğullarını öldüren kocası Kronos’un vahşi içgüdülerinden korumak için burada bir mağarada gizlemiş Zeus’u. 1981 yılından beri AB üyesi Yunanistan’ın Psiloriti dağlarında belki tanrılar değil ama hálá birileri gizleniyor.

Köyün adı Zoniana. Yüksekliği 630 metre. Nüfusu 1500 civarında. AB’nin nüfusu en hızlı artan köyü ilan edilmiş. Her ailenin 4-5 çocuğu var. Sakinlerin yüzde 40’ı aynı soyadını (Pasaris) taşıyor. Tek yabancı var. Arnavut bir damat. Coğrafi açıdan, Girit’in Kandiye ile Rethimnon şehirleri arasındaki bir yerde.

Gayet modern bu iki şehirden 60 kilometre mesafedeki Zoniana, medeniyet açısından onbinlerce kilometre uzakta.

Bir zamanlar keçi besleyerek geçiniyormuş sakinleri. Keçinin eti sütü yetmeyince başka "işlere" girmişler.

Önce komşu köylerdeki tavukları, keçileri çalmışlar, sonra traktör, cip. Ama komşunun suyu ne ki? Zamanla haşhaş, hintkeneviri ekmişler. Aralarından bazıları şehre inip "malı" satmış. Bazıları ise işi büyüterek kokain ticaretine bile girmiş. Yani gelir hırsızlık, soygunculuk, gasp, uyuşturucu üretimi ve ticaretinden.

Zoniana, AB’de nüfus artışından başka bir rekoru daha elinde bulunduruyor. AB’de nüfusa göre en fazla silahın bulunduğu yer. Girit’te gelenektir her ailenin bir silahı vardır. Zoniana’da her sakinin.

Silahlar da hiç öyle duvarlarda asılı değil. Sözgelimi, 1997’de bir komisere bombalı saldırı ve Rethimhon valisine açılan yaylım ateşi, 2000’de bir başka komiserin rehin alınması ya da 2006’da polis konvoyunun pusuya düşürülmesi Zoniana’lıların işi.

Köy, geçtiğimiz günlerde yine gündeme geldi. 14 cip içinde tam 43 polis baskın için girerken, sağdan soldan makineli tüfeklerin sesi duyuldu. Birileri pusu kurdu. Birkaç dakika içinde yüzlerce mermi boşalttılar konvoyun üzerine. Kurtuluşu kaçmakta buldu polis.

Devlet bir köyde asayişi sağlayamıyor diye kıyamet koptu. Polis teşkilatının itibarı sarsıldı. "Rövanş" için Atina’dan özel timler getirildi, helikopterler, zırhlılar. Eşi görülmemiş bir operasyon gerçekleştirildi.

Çarşamba gününe kadar 25 yıldır polis girememişti Zoniana’ya. Avrupa’da hálá bu köye benzer bir yer var mı bilmiyorum.

Sahi, İstanbul’da Hacıhüsrev mahallesinde durum nasıl?

Mitoloji, tanrıların patronu Zeus’un Girit adasındaki Psiloriti dağlarında doğduğunu söyler. Anne Rea, tahtına göz dikerler korkusuyla oğullarını öldüren kocası Kronos’un vahşi içgüdülerinden korumak için burada bir mağarada gizlemiş Zeus’u.

1981 yılından beri AB üyesi Yunanistan’ın Psiloriti dağlarında belki tanrılar değil ama hálá birileri gizleniyor.

Köyün adı Zoniana. Yüksekliği 630 metre. Nüfusu 1500 civarında. AB’nin nüfusu en hızlı artan köyü ilan edilmiş. Her ailenin 4-5 çocuğu var. Sakinlerin yüzde 40’ı aynı soyadını (Pasaris) taşıyor. Tek yabancı var. Arnavut bir damat. Coğrafi açıdan, Girit’in Kandiye ile Rethimnon şehirleri arasındaki bir yerde.

Gayet modern bu iki şehirden 60 kilometre mesafedeki Zoniana, medeniyet açısından onbinlerce kilometre uzakta.

Bir zamanlar keçi besleyerek geçiniyormuş sakinleri. Keçinin eti sütü yetmeyince başka "işlere" girmişler.

Önce komşu köylerdeki tavukları, keçileri çalmışlar, sonra traktör, cip. Ama komşunun suyu ne ki? Zamanla haşhaş, hintkeneviri ekmişler. Aralarından bazıları şehre inip "malı" satmış. Bazıları ise işi büyüterek kokain ticaretine bile girmiş. Yani gelir hırsızlık, soygunculuk, gasp, uyuşturucu üretimi ve ticaretinden.

Zoniana, AB’de nüfus artışından başka bir rekoru daha elinde bulunduruyor. AB’de nüfusa göre en fazla silahın bulunduğu yer. Girit’te gelenektir her ailenin bir silahı vardır. Zoniana’da her sakinin.

Silahlar da hiç öyle duvarlarda asılı değil. Sözgelimi, 1997’de bir komisere bombalı saldırı ve Rethimhon valisine açılan yaylım ateşi, 2000’de bir başka komiserin rehin alınması ya da 2006’da polis konvoyunun pusuya düşürülmesi Zoniana’lıların işi.

Köy, geçtiğimiz günlerde yine gündeme geldi. 14 cip içinde tam 43 polis baskın için girerken, sağdan soldan makineli tüfeklerin sesi duyuldu. Birileri pusu kurdu. Birkaç dakika içinde yüzlerce mermi boşalttılar konvoyun üzerine. Kurtuluşu kaçmakta buldu polis.

Devlet bir köyde asayişi sağlayamıyor diye kıyamet koptu. Polis teşkilatının itibarı sarsıldı. "Rövanş" için Atina’dan özel timler getirildi, helikopterler, zırhlılar. Eşi görülmemiş bir operasyon gerçekleştirildi.

Çarşamba gününe kadar 25 yıldır polis girememişti Zoniana’ya. Avrupa’da hálá bu köye benzer bir yer var mı bilmiyorum.

Sahi, İstanbul’da Hacıhüsrev mahallesinde durum nasıl?

Atina’da bir Türk doktor

Denizli nire, Atina nire... Denizli, Yunanistan’ın başkenti Atina’da ikibuçuk yıldır embriyolog olarak çalışan Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi mezunu Dr. Ayfer Fındık’ın memleketi.

Almanya’da 13 yıl kalarak uzman doktor olan Dr. Fındık, Türkiye’ye dönüp Marmara Üniversitesi ve özel kliniklerde çalıştıktan sonra 2005’te İstanbul’daki Dünya Tüp Bebek Kongresi’nde tanıştığı ünlü Yunanlı doktor Vasilis Ziogas’ın iş teklifini kabul etti.

Önce bir günlüğüne geldi, sonra da üç aylık ilk sözleşmesini imzaladı. Artık Dr. Ziogas’ın Ambelokipi semtinde lüks mü lüks iki katlı kliniğinde, tüp bebek yöntemi ile anne olmak isteyen kadınlara yardımcı oluyor. Mikroskop altında tek bir spermi alıp iğne ile yumurtaya enjekte ediyor. AB pasaportu olduğundan ikamet ya da çalışma izni gibi bir sorunu da yok.

Bu diyar Alamanya ya da ABD değil ki! Türk bilim adamına, Türk doktora pek rastlanmıyor.

Dr. Fındık ile çalıştığı klinikte sohbet ettik. Güleryüzü, gülen gözleriyle karşıladı bizi.

Klinikte göreviniz ne?

- Sorumlu embriyolog olarak çalışıyorum. Genetik araştırma hariç bir tüp bebek merkezindeki her şeyi yapıyoruz. Jinekologlar anne adaylarından aldıkları yumurtaları bana veriyorlar. Gerekli laboratuvar işlerini tamamladıktan sonra mikroenjeksiyonu yapıyorum. Yani tek bir spermi alıp, mikroskop altında iğne ile yumurtaya enjekte ediyorum.

İşler nasıl?

- Yunanistan’da kadınlar Türkiye’ye kıyasla daha ileri yaşlarda evleniyor. Geç yaşta çocuk sahibi olmak istiyorlar. Tüp bebek olayı Türkiye’den daha yaygın. Üstelik Türkiye’de yasak olan donör yöntemi (başkasının sperm veya yumurtasını kullanmak) burada serbest. Bu nedenle Türkiye’den gelen aileler de var. Ayda ortalama 25-30 anne adayına yardımcı oluyorum. Dünyaya gelen bebeklerimizin vaftiz törenlerine bile gidiyorum. Yunanistan’da doğan her 5 bebekten 1’i tüp bebek yöntemi sayesinde dünyaya geliyor.

Atina’ya gelmenize aileniz ne tepki gösterdi?

- Eşim kabul etti hatta destekledi. Her ay İstanbul’a gidiyorum. Evim Fenerbahçe’de. Türkiye’de insanlar malum Yunanistan için çok olumlu şeyler düşünüyorlar.

Ya Yunanlıların Türkiye hakkında düşündükleri?

- Türkiye’deki kadar değilse de olumlu diyebilirim.

Atina’da nasıl yaşıyorsunuz?

- Hollandalı bir bayanla aynı evi paylaşıyoruz. Çokuluslu bir arkadaş grubumuz var. Yunanlılar bizlere kıyasla keyiflerine daha düşkün. Herkes dışarıda. Yaşamayı seviyor.

Yunanistan’ı gezebildiniz mi? Daha ne kadar kalmayı düşünüyorsunuz?

- Birkaç adaya gittim. Santorini’ye hayran kaldım. Daha ne kadar Atina’dayım, bilmiyorum. Burada huzurlu ve mutluyum.

Eh bize teşekkür edip "hoşçakalın" demek kaldı...
Yazının Devamını Oku

Vangelis ile Rinio

3 Kasım 2007
Bu diyarda bugünlerde herkesin dilinde bir aşk hikayesi var. Romeo ile Julyet’in "a la greec" hikayesi. Sonu Shakespeare’in eseri kadar trajik bu hikaye, Girit’te yaşandı. Adanın en güzel sahillerinin bulunduğu İerapetra’nın Kentri köyünde. Kahramanları da 24 yaşındaki Vangelis ile 17 yaşındaki Rinio.

Malum aşk tanrısı Eros, ne dinden anlar ne de kanundan. İki gencin sonu ne olur düşünmeden, geçen yıl haziran ayında fırlatıvermiş oklarını.

Gönül bu, ferman dinler diyenler parmak kaldırsın, sevmişler işte birbirlerini. Yakın arkadaşları ilişkiyi biliyorlardı ama aileler habersiz. Aileler bir tarla yüzünden kavgalı yılardır. Birbirlerine selam bile vermiyorlar köyde.

Birbuçuk yıllık ilişkiyi resmileştirmek, evlenmek istemişler. Hatta hayal bile kurmuşlar, aşklarının önyargılara, gelenek, hasımlıklara üstün çıkacağına inanarak.

Durumu çiftçi olan anne babalarına açmışlar. Ve kıyamet kopmuş. "Evlenmek istiyoruz" dediklerinde cevap "Dünyada olmazzz" imiş.

İki ailenin kavgalı olması bir yana Vangelis ile Rinio’un ikinci bir talihsizliği de vardı. Onlar iki kuzenin çocuklarıydı. Yani uzak da olsa akraba.

Dinen de yasak, kanunen de yasak akraba evliliği Yunanistan’da. Dördüncü dereceden yakın akraba evliliği yapılamıyor. Gençlerin akrabalık derecesi özel bir izinle yasağın dışında, ama köy halkı onları kuzen biliyor, kuzen tanıyor işte. Bilmemkaçıncı derecede de olsa kuzen evliliği akraba evliliğidir onlar için. Girit’in köylerinde de namus ve gelenekler İncil kadar kutsaldır. Hani aileler "he" dese bir daha kimsenin yüzüne bakamazlar. Rinio’nun reşit olmasını beklemek çözüm değildi aileler için. Tek yol ayrılmaları idi.

Haftalar öyle geçmiş. Günün birinde çaresizlik gözlerini karartmış gençlerin. Çıkar yol bulamadıklarından intihar etmeyi takmışlar kafalarına.

Geçen pazartesi tekrar ve son kez buluşmuşlar gizlice. Birlikte uzak, tenha bir yere gitmişler. Vangelis, cep telefonundan dayısını arayarak "Madem aileler ve toplum beraber olmamızı istemiyor, cesetlerimizi birlikte gömsünler" demiş.

Kötü bir şey olacağını anlayan dayı yollara düşmüş ama çifti bulduğunda artık çok geçti. Vangelis’in cansız bedeni otomobilden birkaç adım ötede, Rinio ise otomobilin koltuğunda yatıyordu. Genç kız hálá nefes alıyordu.

Tarım ilacı içmişler hayatlarına son vermek için.

Rinio hastaneye nakledildi. Koma halinde yatıyor. Vangelis’in cenaze töreni yapıldı.

Ah önyargılar, neydi şu gençlerin günahı?

MGK Genel Sekreteri ile sohbet

MGK Genel Sekreterliği nasıl? Geçtiğimiz günlerdeki toplantı nasıl geçti?

- MGK fevkalade önemli bir kurum olmaya devam ediyor. Toplantıda cumhurbaşkanı, bazı bakanlar, iki komutan benim gibi yeniydi. Geçmişte MGK ile ilgili tecrübem vardı ama yine de alışacağız.

Yeni göreviniz için tebrik edenler çok olmalı...

- Evet. Özellikle biri üstünde durmak istiyorum. Fenerbahçe başkanı sayın Aziz Yıldırım, Fenerbahçe antetli bir zarfın içinde tebriklerini yazdı. Ben Galatasaraylıyım, ancak Aziz başkanın bu jestinden çok memnun kaldım. Cevap da gönderdim. Tabii Galatasaray yönetim kurulundan telefonla arayarak tebrik eden de oldu.

Atina’dan uğurlanmanız nasıl?

- Gösterilen ilgiye doğrusu şaşırdım. Başbakan Karamanlis, cumhurbaşkanı Papulyas, parlamento başkanı Siufas, benim için elverişli tarihlerde görüşmeyi kabul ettiler. Yunan dışişleri bakanlığında ayrı resepsiyon ayrı yemek düzenlendi benim için. Bakan Dora Bakoyani de hatıra için hediye bile verdi.

Yunanistan’ın sizde bıraktığı tat ne?

- 1976-1979 döneminde yine Atina’da görev yapmıştım. O üç yıl içinde Türkiye’den tek bir bakan Ahmet Taner Kışlalı gelmişti. Şimdi gelenlerin sayısını tutmak mümkün değil. Sorunlar devam ediyor etmesine de çok şey değişti.

Tatil için gelmeyi düşünür müsünüz?

- Adaları gezmek isterim. Rodos’dan başka adayı ziyaret edemedim.

30 Ekim Salı akşamı TC’nin Atina başkonsolosu Beyza Üntuna’nın Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla verdiği resepsiyonda MGK’nın yeni Genel Sekreteri ve artık eski Atina büyükelçisi Tahsin Burcuoğlu ile yaptığımız sohbeti aktardım.

Kısa... kısa...

Fotoğraf sanırım kendiliğinden konuşuyor. Mutlu bir aile. Baba Panço, anne Rula ve oğul Petro. İstanbul’da Arnavutköy’de Ayazma’nın orada, Neşe gazinosunda, bu sene de sevenleri ile buluşuyorlar. Petro için daha önce yazmıştım. Pop müzik piyasasında aslanlar gibi ben de varım diyebilir. Anne Rula için bir şey demeyeceğim. İster Rumca söylesin ister Türkçe, o sesi bir dinleyin yeter. Panço da eğlenceyi doruğa çıkarmasını çok iyi biliyor.

Yunan futbol liginde aman nazar değmesin takımım AEK, 6 maçta 6 galibiyet ile zirvede. 1926 yılında İstanbul’dan gelen Rumların kurduğu AEK, henüz derby maç oynamadı ama olsun. Son maçta sahaya çıkan 11 futbolcudan 9’u yabancı ve bu sezon gelen oyunculardı. Emektar Brezilyalı Rivaldo (35) dışında diğer yabancıları kim tanıyor bilmiyorum. Önemli olan AEK’nın kazanması.

Galatasaray’ın UEFA kupasındaki rakibi Panionios ise 10 puanla 5. sırada. Yunanistan’ın en eski takımlarından Panionios, 1890 yılında İzmir’de kuruldu. Stadı da zaten bu nedenle Nea Smirni, yani Atina’nın "Yeni İzmir" semtinde. 20 kişilik kadroda 8 yabancı var. Teknik direktörleri ise Alman Ewald Lienen. Panionios eğer Türkiye’de bir takıma benzetilecekse Gençlerbirliği veya Gaziantepsor gibi. Çünkü birçok ünlü futbolcu altyapısında yetişti. Galatasaray şunu bilmeli ki, Panionios şakaya gelmez.
Yazının Devamını Oku

Meyhanedeki kadın

27 Ekim 2007
Günlerden bir salıydı, vakit geç. Beyoğlu’ndaki Cumhuriyet meyhanesinin fasıl programlı üst katında, çalgıcılar paydos etmişti. Klarnetini kutusuna yerleştiriyordu biri, kemanını öteki. Öyle fazla müşteri yoktu. İki büyük grup gidince, iki masa kalmıştı geriye. Birinde beş genç oturuyordu. Üçü delikanlı, ikisi kız. Ötekinde ise daha çok bahar görmüş geçirmiş beş genç. Üçü kadın. Muhabbet havası yoktu hiç meyhanenin. Salonun büyüklüğü, boşluğundan sanki daha fazla hissediliyordu. Türk sanat müziğinin birbirinden güzel eserleri, acımasız saygısız versiyonlarıyla duyuluyordu hoparlörlerden. Zamane teknolojisi cıs-tak cıs- tak ve "biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık".

Olacak iş değil. Ne kadehteki rakı memnun ortamdan ne peynir, ne kavun.

İste o sırada öteki dediğim masadaki kadınlardan biri bilmediğim bir şarkı tutturdu. Ne muhteşem ses. Gayri ihtiyari döndüm baktım. Kumral, uzun saçlı, 30 yaşlarında güzel bir kadın. Yanındaki erkeğin gözlerine bakıp söylüyor. Arada bir de karşısında oturan arkadaşlarına gülümsüyor. Hiç ara vermeden ikinci, üçüncü, beşinci şarkıyı söyledi. Meyhanede çıt yok. Garsonlar bile dalmış dinliyor. Alkışlıyoruz.

Beş şarkıyı, on şarkı izledi. Gençler de eşlik etti, ben de. Artık kadehler memnun, peynir, kavun da.

"Bayrağı" bir ara gençlerin oturduğu masaya devretmeyi denedi. "Hadi sıra sizde" diyerek. Biraz bekledi. Sonra nezaket mezaket bakmayıp bir başka güzel şarkı ile hükmetti boş meyhaneye.

Ne ortamın etkisi ne de kulaklarımın ihaneti söz konusu. Ses kadife gibi. Tek falso yok.

"Rahatsız ediyorsak söyleyin" deyiverdi. Cevabım: "Muhteşemsiniz".

Dikkat ettim de her şarkıda yanındaki erkeğin göğsü kabarıyordu. Yerden göğe kadar haklı adam.

Gitmek üzere kalktılar. Hálá şarkı söylüyordu kadın. Selamlaştık. Teşekkür ettim. Saate baktım. Nasıl da geçmiş vakit.

Dünyanın her yerinde yaşanabilir böylesi güzellikler. Adını, tanrıların patronu Zeus’un, kıskanç karısı Hera’yı bilmemkaçıncı kez aldatmak için boğa kılığına girip birlikte olduğu Evropi’den alan Avrupa’nın onca diyarında, onca mekanda, insanların birlikte şarkı söylediklerine tanık oldum.

Ancak, o salı gecesi o meyhanede o kadının "ciğerimden yanıyorum ben bu defa başka" derken boş masalara, duvarlara nasıl hayat verdiğini, oradaki üç beş insanın keyfini nasıl da değiştirdiğini unutmayacağım.

AYRI DÜNYALAR

Ege’de, Meriç’te aynı havayı tennefüs eden iki ülkenin insanlarını ne kadar da farklı konular meşgul ediyor bugünlerde.

Yunanistan’ın gündemini bir aktarayım:

Bu diyarda seçimler 16 Eylül’de yapıldı ve Başbakan Kostas Karamanlis zor da olsa dört yılığına iktidarını korudu. Ancak, seçimin galibi bir günde unutuldu. Herkes 17 Eylül’den beri seçimlerin mağlubu sosyalist Pasok partisindeki fırtınayı konuşuyor. Partide başkanlık seçimleri 11 Kasım’da yapılacak. Başkanlık koltuğunda ya şimdiki lider Yorgos Papandreu kalacak ya da eski Kültür Bakanı Evangelos Venizelos oturacak. Her ikisi de bu aralar şehir şehir dolaşıp sanki iki ayrı partinin lideri imiş gibi seçim propagandası yapıyorlar. Pasok taraftarında oluşan genel kanı "eğer yenilikçi, çağdaş, sosyalist bir Pasok istiyorsak Papandreu, yok eğer Karamanlis hükümetine güçlü bir muhalefet yapacak geleneksel bir Pasok istiyorsak Venizelos" şeklinde. Bence, 16 Eylül seçimlerindeki yenilginin şoku nedeniyle yıldızı parlayan Venizelos’un kazanması zor. Yorgos’un iki seçim yenilgisine rağmen liderliğini koruması ihtimali daha fazla.

Bir başka seçim yarışı ise göründüğü kadarıyla Yunanistan kilisesinde yaşanacak. Geçtiğimiz yıllar içinde Türkiye’ye ve Türklere karşı açıklamalarıyla sık sık gündeme gelen Yunanistan kilisesinin lideri Atina Başpiskoposu Hristodulos kendi yaşam mücadelesini veriyor. Karaciğer nakli için ABD’ye gitmişti, ameliyat sırasında kanserin metastaz yaptığı görülünce nakilden vazgeçildi. Bazı din adamları Hristodulos’un istifasını ve yeni başpiskopos seçilmesini istedi. Hatta bazıları kulis faaliyetlerine bile başladı. Sanırım, Hristodulos da bu süreci başlatmakta gecikmeyecek.

Yunanistan ile Makedonya Cumhuriyeti arasındaki "isim" anlaşmazlığı ise bu aralar dış politikanın 1 numaralı maddesi. Makedonya, NATO üyeliğine kabulünün arifesinde ve AB ile ilişkilerini de geliştirmek istiyor. Yılllardır "Makedonya Yunan’dır. Bu ismi değiştirin" diyen Atina şimdilerde NATO ve AB için tutuşan Üsküp’ü veto ile tehdit ediyor.

BM’nin çözüm için son bir arabulucuk teşebbüsü olacak. Atina, ısrarının bir netice vermeyeceğinin farkında ve artık içinde "Makedonya" kelimesinin bulunduğu bir isme razı. Buna karşı daha önce Yunanistan’ın ambargosuna maruz kalan ve bayrağını bile değiştirmeyi kabul eden Üsküp daha fazla manevra gücüne sahip. Bunun nedeni de ABD, Rusya ve bazı AB ülkelerinin bile "Makedonya Cumhuriyeti"ni tanımış olmaları.

Türkiye’nin ise gündemi malum. Kamuoylarını meşgul eden konulardan yola çıkarsak eğer, yanyana yaşasak bile ne kadar iki ayrı dünya değil mi?
Yazının Devamını Oku

Ablalarının peşinden koşan çocuk Rodos’ta

20 Ekim 2007
Annem Katerina, ben ve iki ablamı bildiği kadarıyla dindar büyüttü. Her gece uyumadan önce evdeki ikonaların önünde kısa bir dua okurduk. Yılda iki defa, Noel ve Paskalya bayramları öncesi birer hafta oruç tutardık. Bayram günlerinde mutlaka kiliseye giderdik. İstanbul’da 1960 ve 70’li yıllarda Noel ve Paskalya dönemlerinde özellikle Taksim’deki Aya Triada ile Beyoğlu’ndaki Panayia (Meryem Ana) kiliseleri dolup taşardı. Bayram günleri ya da arifelerinde cemaat adeta bu iki kilisede buluşurdu. Uzak yakın akrabalarımız, öğretmenlerimiz, arkadaşlarımız, küçüklerimiz, büyüklerimiz.

Kilisede hep annemizin yanında durur, büyükler ayini yürüten din adamının dediklerini tekrarladıklarında biz de ağzımızı açıp kapayarak aynı şeyi taklit etmeye çalışırdık. Ayin bittiğinde de avluya çıkar tanıdıklarımızla selamlaşır, tanımadıklarımızla bazen tanışma fırsatı bulurduk. Ablalarım Eli ve Maro nedense ayin bitmeden hep kaybolurlardı. Annem "git çağır" dediğinde, onları yaşıtları delikanlılarla avlunun bir köşesinde katıla katıla gülerken bulurdum. "Erkek" gibi kaşlarımı çatarak "Annem arıyor. Hadi gidiyoruz" derdim. Delikanlıların bana hoş görünme çabalarını tartışmasız terslerdim.

Yıllar yılları kovaladı. Evde akşamları ikonaların önünde dua süresi yarıya indi, sonra da tamamen tarihe karıştı. Oruç ise her defasında delik deşik edildi. Ancak, bayram günleri kiliseye gitmek adeti hiç değişmedi. Ablalarım evlenmiş, eşleri ile geliyorlardı artık. Annemin yanından kaçan bu kez bendim. Avluda genç kızlarla sohbet eden de. Onların "erkek" gibi kaşlarını çatarak "Annem çağırıyor. Haydi gidiyoruz" diyen küçük kardeşlerine hoş görünmek için aklı sıra espri yapan da.

İstanbul’da delikanlılığa ilk adımımı attığım zamanlarda camiye de gitttim, Müslümanların yaptıklarını taklit ederek namaz da kıldım. Türk arkadaşlarla oruç bile tuttuğum oldu. Ama ertesi gün canım bir şeye sıkıldığında, üzüldüğümde, Tanrı’dan yardım istediğimde yine kiliseye gitttim, mumumu yaktım, duamı okudum. Parayla, pulla elde edilemeyen bir zenginliktir bu. Kitaplarda yazmaz, filmlerde de göremezsiniz. İstanbullu Rumum işte. Ve İstanbullu olarak, Ramazan Bayramı’nda Rodos’ta Müslümanlarla birlikte Kanuni Sultan Süleyman döneminde inşa edilen İbrahim Paşa Camii’nde kılınan bayram namazında hiç yabancılık çekmedim.

Hatırladıklarımı ve orada gördüklerimi elverdiğince tekrarladım. Tabii fotoğraf da çekmeye çalıştım. Camiden çıkarken de ailemin sağlık ve mutluluğu için Tanrı’dan yine yardım istedim. Her kiliseye gittiğimde yaptığım gibi.

Namazdan sonra bayram tebrikleri için gidilen Hafız Ahmet Ağa Kütüphanesi’nin avlusunda ve dışında gördüklerim ise yıllar sonra bana Aya Triada veya Panayia kiliselerinin avlularını hatırlatttı. Aynı anneler, aynı kaçamak yapan kızlar, aynı o kızların peşlerinde koşan erkek kardeşleri. Bence gerçek bir bayram yeriydi kütüphanenin avlusu. Nazik mi nazik hal hatır sormalar, tertemiz güleryüzlü çehreler. Çok yakınımda hissettim o insanları.

Ben nasıl İstanbullu Rum isem, onlar da Rodoslu Türkler işte...

Olur ya bir bayram tatiliniz için nereye gitmekte kararsız iseniz ve havalar açıksa Rodos tüm güzellikleriyle sizi bekliyor.

Rodos’un otobüsleri

Şövalyeler adası Rodos’un tam göbeğinde, 1920 yılında inşa edilen neoklasik belediye binasında başkan Hacis Hacieftimiu, ziyaretine gittiğimiz Ertuğrul Özkök, Mehmet Yılmaz, Sedat Ergin, yardımlarına teşekkürü buradan borç bildiğim T.C’nin yeni başkonsolosu İhsan Yücel ve bendenizi çok sıcak karşıladı. Rodos’un belediye başkanı merkez sağcı Yeni Demokrasi Partisi’nden, valisi ise sosyalist Pasok’tan. Çıkarları ortak olunca her şey sütliman, işe siyaset karışınca durum değişiyor. Kendisinden aldığımız bilgilere göre, adaya her yıl gelen turist sayısı 1.5 milyonun üzerinde. Bunların 170 bini turistik yat ve gemilerle gelenler. Belediyenin bütçesi 120 milyon Euro ve bunun 85 milyon Euro’luk bölümü merkezden yani Atina’dan gönderiliyor. Başkan Hacieftimiu da Türk vatandaşları için uygulanan vizeden şikayetçi. "Ne yapabiliriz ki AB’nin yasaları öyle" diyor. Adada belediye otobüslerinin filosu yenileniyor. Türkiye’den 8 yeni otobüs satın almışlar.

İstanbul yine İstanbul

Atina dönüşüm İstanbul üzerinden oldu. İstanbul’da kaldığım 20 saat içinde şahit olduğum bir olay da, bu şehirde insanın canının sıkılmasının imkansız olduğunu bilmem kaçıncı kez teyit etti.

Yer Beyoğlu. Balık pazarındaki meyhanelerden birisi. Üç genç kız ve bir delikanlı çıkıyor. İçkiyi fazla kaçırmış olsa gerek, genç kızlardan biri hemen terk edilmiş binanın kapısında kusmaya başlıyor.

Ve işte o anda "mucize" oldu. Üç sokak çalgıcısı yanına gelip çalmaya başladı: "Hatırla sevgili o mesut geceyi"...

Kız kusuyor, adamlar çalıyor: "Beni mecnun etttin, sen de olasın... Aşkımı inkar edersen Allah’tan bulasın."

Delikanlı şaşkın ne yapsın, ne desin? Diğer iki genç kız gülmekten kırılıyor.

O an aklıma sık sık tekrarladığım üç kelime geldi:

İstanbul, memleketim işte.
Yazının Devamını Oku

Sanatçının mutluluğu

13 Ekim 2007
Başkentin sembolü Akropolis mabedinin eteklerindeki Herodion amfisinde, Mora Yarımadası’ndaki yangınzedelere yardım için düzenenen iki konser de muhteşemdi. Buralarda eşi pek görülmemiş şekilde 5’er saatlik konserlerin ilki özel bir televizyon tarafından naklen yayınlandı. Yunanistan’ın 1 numaralı stand-up’çısı Lakis Lazopulos’un sunduğu konserlerde yaklaşık 100 sanatçı ünlü besteci Mikis Teodorakis’in eserlerini seslendirdi.

Çok duygulu anlar yaşandı. Sözgelimi ilk gün sahnedeki ilk davetli sanatçı değil, Altınoluk ve Midilli belediye başkanları İsmail Aynur ve Pavlos Voyacis idi. Belediye Başkanı Aynur "Böyle bir felaket bizde yaşansaydı eminim siz de yardıma koşacaktınız" deyince büyük alkış koptu. Mora yangınzedelerine 20 bin zeytin ağacı fidanı gönderen Altonoluk belediyesi şimdi de Ege’nin bazı başka belediye ve ticaret odaları ile birlikte bin ton hayvan yemi göndermeye hazırlanıyor.

Teodorakis konserlerinin ikinci "Türk sürprizi" Zülfü Livaneli oldu. Livaneli ilk gece Maria Faranduri, ikinci gece de Glikeria ile sahneye çıktı. Farklı kulvarlarda koşsalar bile ikisi de kaliteli Yunan müziğinin büyük isimleri.

"Leylim Ley" inletti Herodion amfisini. Livaneli konser afişlerinde de en üst sıradaydı. Mikis ile yanyana oturdular. Yanlarında da Savunma Bakanı Evangelos Meimarakis.

"Türkiye’de depremler olduğunda Mikis ile birlikte Avrupa’da konserler vermiştik. Mora yangınzedeleri için konsere katılmayı kendime borç bildim" dedi Livaneli.

Konserlerin en duygulu anları sonlardaydı. 82 yaşındaki Teodorakis, zor ayağa kalkabilse de mikrofonu eline alıp kendi şarkılarını söyledi. Zor çıkıyordu sesi ama binlerce kişi ayakta... Mutluluğu yüzünden okunuyordu.

Bir sanatçı başka ne ister ki?

Herkese iyi bayramlar dilerim.

Sessiz milletvekili

Parlamento kürsüsünde o "konuşurken" çıt çıkmadı. Kürsüden inerken de hangi siyasi partiye mensup olursa olsun sağcısı, solcusu bütün milletvekilleri onu alkışladı.

49 yaşındaki Dimitra Arapoğlu yıllarca bilgisayar başında yazıcılık yaptıktan sonra, çalıştığı işyerleri kapanınca aşırı milliyetçi LAOS partisinin lideri Yorgo Karancaferis’in sahibi olduğu Tele-City televizyonunda iş buldu. Bir süre sonra ekrana çıktı ve beğeni topladı. Karancaferis’in teklifini kabul ederek varoş semtlerinin bulunduğu Pire 2. bölgesinden miletvekili adayı oldu. Gönüllü bir yardımcı alarak yanında kapı kapı dolaştı, ne yapmak istediğini anlattı. 16 Eylül seçimlerinde yaklaşık 3700 oy topladı ve seçim sistemi sayesinde parlamentoya girdi.

Hükümet için güvenoyu görüşmeleri yapılırken, parlamento kürsüsünde kendine özgü şekilde işsiz iken neler çektiğinden bahsetti. Kapıların yüzüne nasıl kapandığını anlattı. Sonra da şaka yollu "İnşallah parlamento kapanmaz" dedi.

Dimitra Arapoğlu 2.5 yaşından beri sağır. Düşüncelerini duygularını dudak, yüz ve el hareketleri ile anlatabiliyor.

Milletvekili olarak ilk konuşmasında tercümanın yardımıyla özürlülerin haklarını korumak için vargücüyle mücadele vereceğini söyledi.

Parlamento başkanlığı Arapoğlu için dört tercüman tuttu. Kimi kendi konuşmasını tercüme edecek, kimi de meslektaşları konuşurken ne dediklerini ona anlatacak.

Yunanistan’da 40 bin sağırın yaşadığı tahmin ediliyor. Devlet bu insanlara 18 yaşına kadar ayda 213 Euro yardım veriyor. Arapoğlu hem bu insanların "sesi" olacak hem de bütün özürlülerin umudu.

Muhallebicimiz de var

Atina’da kebapçımız da (Köşebaşı, Tikke v.s) var, baklavacımız (Güllüoğlu) da. Canımız meyhane çektiyse sorun yok. Bazı şarküterilerde (Tünel, Gondola, Benitto) sucuk, pastırma, mantı bulabiliyoruz.

Hatta İstanbul’un yufkasını, beyaz tatlısını, turşusunu, reçelini bile özlemiyoruz artık. İnanmayacaksınız belki ama Türkiye’den kabak çekirdeği, bulgur, fasulye, mercimek bile geliyor.

Daha geçenlerde Türk malı dil peyniri, gül reçeli, kağıt helva aldım. Güllaç gördüm raflarda. Tabii Türkiye’deki fiyatların çok çok üstünde ama olsun. İstanbullu Rum’un masasında bir parça dil peyniri saatler sürecek tatlı muhabettler için iyi bir vesiledir.

Atina’da her şey var da, düne kadar muhallebicimiz yoktu. Rumların semti Paleon Faliron’da artık "Sarayli mallebi and cofee" var. Bu semtteki en eski pastanelerden olan çatal, çörek, açmasıyla ünlü Divan’ın sahibesi Rum Despina ile Ermeni arkadaşı Anuş elele verip çok şeker bir mekan açtılar. Su böreği, limonata, vişne suyu, tavuklu pilav, çorba, sahanda yumurta ve tüm süt tatlıları. Sütlacın, keşkülün kasesi bile İstanbul’u hatırlatıyor.

Avrupa’nın birçok şehrinde Türk ürünleri satan marketler var, Türk yemekleri yapan lokantalar. Atina’dakiler farklı. Rumlara nostaljiyi yaşatıyor, Yunanlılara da bir şekilde "Türkiye"yi tanıtıyor.

Farklı çünkü, daha 7-8 yıl önce Yunan başkentinde patatesçinin tezgahında "Türk malı değil" diye yazan etiket görmüştüm. Türk sabunlarının nasıl başka bir ülkenin ürünüymüş gibi pazarlandığına şahit olmuştum.
Yazının Devamını Oku

Tarih yazan tarih kitabı

29 Eylül 2007
Yunanistan’da hani neredeyse bir milletin ölüm-kalım savaşına döndürülen, ilkokul 6. sınıf tarih kitabının hazin ve son derece düşündürücü öyküsünden bahsedeceğim bugün. Eğitim bakanlığının açtığı yarışmada, aranan kriterlere uygun bir grup yazar-tarihçi-sosyolog-öğretmen iki yıl önce bir araya gelerek, 1987’den beri okutulan tarih kitabının yenisini yazmaya koyuldu.

Gerçekten de öncekilerden hayli farklıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nu öncekileri kadar kötülemiyordu. 1821’de başlayan Yunan bağımsızlık mücadelesi ile ilgili abartılar öncekileri kadar fazla değildi. "Küçük Asya Felaketi", yani 1922 Kurtuluş Savaşı için öncekileri kadar "düşmanca" ifadeleri yoktu. 1974 Kıbrıs olaylarına bakışı ise öncekilere kıyasla daha yumuşaktı.

Kitap, geçen ders yılı başladığında öğrencilere dağıtıldı. İlk başta kimsenin pek itirazı olmadı.

Bir süre sonra, birileri çıkıp "tarihimizi saptırıyorlar" diye bağırdı. Bir anda aşırı milliyetçiler ve kilise kenetlendi: "Evet... Tarihimizi de saptırıyorlar, çocuklarımızın milli vicdan duygularıyla da oynuyorlar".

"Bu kitabı okutmaktan utanç duyuyoruz" diyen öğretmenler, "çocuklarımız elden gidiyor" diyen veliler çıktı ortaya.

Tepki dalga dalga yayıldı. Kitap, koskoca ülkenin gündeminde ilk sıraya oturdu. Birileri ekranlardan görünsün diye Yunan milli bayramındaki resmi geçit töreni yapılırken, Ortaçağ’daki gibi kitabı ateşe verdi. Yaktı, üzerinde zıpladı.

Sonra kimileri kitabın arkasında para spekülatörü George Soros’un olduğunu, kimileri ise Yorgos-Papandreu-İsmail Cem anlaşması uğruna, yani Türk-Yunan ilişkilerinin düzelmesi uğruna bir milletin tarihinin yok edildiğini söyledi.

Kamuouyu araştırmalarının zamanı gelmişti. Kitabın tek sayfasını bile görmemiş binlerce insan "istemeyüz" dedi anketlerde.

"Aydınlardan" pek öyle karşı çıkan olmadı. Birkaç sestiler topu topu çabucak susturuldular. Muhalefet partilerinden de çıt yoktu.

Tepkiler ülke sınırlarını aştı. Kıbrıs Rum kesiminde de okutulan aynı kitap için Papadopulos yönetimi "veto"sunu koydu. Kitabı okullardan toplatıp Atina’ya iade ettiler. "Ya yenisini yazın ya da biz kendimiz yazarız" diyerek.

Başbakan Kostas Karamanlis, tepki çığ gibi büyüyünce geri adım attı. Ders yılının bitmesiyle kitapta değişikilikler yapılmasını emretti.

Atina Akademisi, Pedagoji Enstitüsü, 103 "hata" buldu. Yazarlar, içleri buruk da olsa kitabı yeniden mercek altına aldı. "Hata"ların 94’ü düzeltildi. Geri kalan 9’u için bile "öğretmenler ve öğrenciler karar versin" denildi.

Ve kitap ağustos sonlarına doğru basım için matbaaya gönderildi.

Derken, erken seçim ilanı geldi. Kitap yeniden değere bindi. Bu kez, yapılan değişikliklerin tatmin edici olmadığı iddiaları ortaya atıldı. Hatta "hele bir kitabı görelim biz ne yapacağımızı biliriz" tehditleri bile yükseldi.

Karamanlis, bu meseleden oy kaybı telaşı içine girince, yeni ders yılının başlamış olmasına rağmen kitabın matbaada bekletilmesi, okullara dağıtılmaması emri verildi.

Yunan halkı kararını çoktan vermişti bu "günahkar" tarih kitabı için.

Uzun yıllardan beri parlamentonun müdavimi, eğitim bakanı Marietta Yiannaku’yu ilk kez milletvekili seçmedi. Yiannaku birkaç gün sonra da bakanlık koltuğundan oldu.

Yeni eğitim bakanı Evripidis Stilianidis’in ilk icraatı, söz konusu tarih kitabını tarihin tozlu raflarına kaldırmaktı. Yeniden eski kitap okutulacak bu yıl.

Tarih, devletlerin elinde jilet gibidir. Doğru kullanıldığında tertemiz bir yüz, yanlış kullanıldığında kesik, çizik, kan izi.

Yıllardır bu ülkede yaşıyorum. İyi, temiz yüzünü defalarca gördüm. Defalarca "ha keşke bu Türkiye’de de olsaydı" diye düşündüm. Ne var ki kötü yüzü de bu diyarın zaman zaman karşıma dikiliyor. Tıpkı tarih kitabının öyküsünde olduğu gibi.

Kitabın "Kötü Türk" imajını hafifletmekten başka "suçu" neydi allahaşkına?

Her şeyin deniz olduğu yer

Rüzgarın yüzleri okşayarak varlığını az da olsa hissettirmeye başladığı Atina gecelerinde, yolum başka neresi olacak ki? Bu diyarda herkesin "Turkolimano" (Türk limanı) bildiği, adı 1960’lardan sonra "Mikrolimano" olarak değiştirilen restoranlar ve kafelerle dolu minnacık koy da tam önümde.

Yeni bir mekan dikkatimi çekti. "Artisti Thalassa". Yüz metre kadar geride İtalyan mutfağı "Artisti Macaroni"nin balık ve deniz ürünleri şubesi.

Duvarlarda gök mavisinin hakimiyeti, masa ve sandalyelerde de kendini gösteriyor. Denizin kenarında bir masaya oturdum. Dikkatimi ilk çeken önümdeki tabak, çatal, bıçak ve tuzluktu. Hepsi de dalgalı. Ege’nin dalgalalarından esinlenmişler.

Su ve şarap bardağı, masadaki yerini aldığında maviyi ve dalgayı yine yaşadım. Karışık deniz tabağı, salata ve gerçek şarap sevdalıları beni affetsin Sauvignon Blanc, yani bir beyaz şarap siparişi verdim.

Kerevit ile yoğurt karışımı dip ve salata kayıklarda geldi. Oturmuşlar kayıkların tıpatıp benzeri, mavi ve beyaz tabaklar düşünmüşler. Keyiflendim. Bir yanımda deniz, kimi heybetli kimi değil sallanan tekneler. Önümde denizi dalgayı çağrıştıran onca güzellik. Kulaklarım da mutlu. Eski bir Yunan şarkısı çalıyor. "Alimono", yani "eyvahlar olsun". Hiç sevmemişlere, hayatın tadını bilmeyenlere, hiç gözyaşı dökmeyenlere eyvahlar olsun.

Karışık deniz tabağında, biber ve domates ile birlikte şişe geçirilmiş ızgara ahtapot dilimleri, sarmısak esintili karides, iri dilimlere kesilmiş kalamar tava ve marida (gümüş ile izmarit arası) balığı.

Böyle bir ortamda yudum yudumu, kadeh kadehi kovalamaz mı? Kovalar tabii.

Biraz etraftaki masalarda yapılan sohbetlere kaptırdım kendimi, biraz denize baktım. Biraz da kendime kapandım.

Geceyarısı oluyordu neredeyse.

Turkolimano, yeni adıyla Mikrolimano tıkabasa doluydu. Şen kahkahalar yükseliyordu dörtbir yandan.

Yunan gemisinde Türk komutan

Geçen hafta Yunan seçimlerinin heyecanına düşmüştük, meğer neler olmuş neler.

Akdeniz’de görev yapan NATO Daimi Deniz Komutanlığı Grubu 2’ye (SNMG2) ait 6 ülkeden 7 savaş gemisi, 17-20 Eylül tarihleri arasında Yunanistan’ın Pire limanını ziyaret etti.

Türkiye, Yunanistan, ABD, İtalya, İspanya ve İngiltere’nin toplam 7 savaş gemisinden oluşan gücün, bu dönemki komutanı Türk, Tuğamiral Sinan Ertuğrul.

Tuğamiral Ertuğrul, NATO gücünde yeralan savaş gemisi Oruç Reis’te, sadece Yunanlı gazetecilerin katıldığı bir basın toplantısı düzenledi ve SNMG2 hakkında bilgi verdi. Hatta birlikte fotoğraf bile çektirdiler. Bu başlı başına güzel bir şey.

Ama durun, daha bitmedi. Tuğamiral Ertuğrul, Yunan firkateyni "Aegean"da (Ege) düzenlenen resepsiyonda ev sahipliği yaptı ve davetlileri karşıladı. NATO şemsiyesi altında bile olsa bir Türk denizci, Yunan savaş gemisindeki davette ev sahipliği yapıyorsa bu son derece sevindirici.

Öğrendiğimiz kadarıyla, asker ve diplomatların katıldığı davette Yunan firkateyninde görevli bir subay, şu anekdotu anlatmış:

"Tek sorun, Türk subaylar bizim gemiye geldiklerinde Türk kahvesi, bizim de onları ziyaret etiğimizde Yunan kahvesi istememizdi. Sonunda bu anlaşmazlığa çözüm bulduk. Artık birbirimizi ziyaret ederken Türk-Yunan kahvesi söylüyoruz".
Yazının Devamını Oku

Atina-İstanbul hattında

22 Eylül 2007
Mora Yarımadası için Atina’daki tren garı "Stathmos Peloponisu", aynı zamanda Atina-İstanbul ve Atina-Tiran otobüslerinin hareket noktasıdır. Atina-İstanbul hattında pazar hariç her gün bir otobüs çalışır. Bir gün Türk, bir gün Yunan otobüsü. Hareket saati 19.00.

İstanbul’a giderken Lamia, Larisa, Selanik, Kavala, İskeçe, Gümülcine, Dedeağaç, Keşan ve Tekirdağ’da durur otobüs. Kahve molası, yemek molası, çay molası.

Atina’dan hareket ederken 5-10 yolcu vardır genellikle. Yaşlı İstanbullu Rumlar, Asyalı eski SSCB’liler, kuruşunu sayan Avrupalı turistler. Herkes istediği koltuğa oturur, uykusu geldi mi bedeni yan koltuğu, ayakları da karşı koltuğu işgal eder. Ayakkabıları çıkarmak, çorap kokusu, horlamak, sigara içmek vs serbest olan yasaklardır. Cep telefonlarından konuşanlar "Tamam palamut getireceğim" ya da "Kapalıçarşı’da bileziği değiştireceğim" tarzı vaatlerde bulunur. "Resmi dil" Rumcadır.

Otobüs sabahın 6’sında İskeçe’ye geldi mi bütün bunlara paydos. Şenlenir ortalık. "Sen de mi Mehmet Aga", "Bursa’da torunum evleniyor", "Cazibe Teyze ne o emekli maaşını almaya mı geldin?", "Sacide kızım okul bitmedi mi?" tarzı sataşmalar. "Resmi dil" artık Türkçe.

Gümülcine’den hareket sırasında boş koltuk yoktur.

Kipi hudut kapısında, İpsala hudut kapısında işlemler 10 dakika da sürebilir, 2 saat de. Vizesiz bir yabancı turist, illa da valizlerin indirilmesini isteyen ya da işini yapmakta geciken bir memur, hudut kapılarında bekleme süresini belirleyen faktörlerdir.

Hudut kapılarındaki bekleyiş, yolcuların birbiri ile tanışması için iyi bir vesiledir. Otobüs İpsala’yı geçtikten sonra varolmayan bir dil egemenliğini ilan eder. Türkçe-Rumca karışık.

Gümrüksüz eşya satan mağazalara hücum, Meriç Nehri’nin her iki yakasında geçerlidir.

Neredeyse öğle vakti. Radyodan, ne bileyim Serdar Ortaç’ın sesi gelir: Yazdığın mektupları tekerr tekerr yakacağım, attığın mesajları tekerr tekerrr..

Tekirdağ’ın köftesi mi yapıyor nedir? Bu yaklaşık 20-22 saatlik yolculukta son 150 kilometre çekilmez olur.

İstanbul Esenler garına gelindiğinde, yolcunun Türk’ü olsun, Rum’u olsun hiç konuşmamalarına rağmen Asyalı turisti, Avrupalı turisti de "tanıyarak" iniyor otobüsten.

Hepsi bu kadar uykuyu nereden buluyor Allah aşkına?

Size birşey hatırlatıyor mu

Takvimler 2004 yılının şubatını gösterirken Yunanistan’da seçimlere bir ay kalmıştı. Dönemin sosyalist Pasok partisi lideri ve Başbakan Kostas Simitis, ufuktaki seçim yenilgisini görünce, belki sonuç değişir umuduyla, dışişleri bakanlığındaki performansı sayesinde halkın sevgisini kazanan Yorgo Papandreu’ya parti başkanlığı yolunu açtı.

Pasok’un kurucusu Andreas Papandreu’nun oğluydu ne de olsa. Büyük bir ismi taşıyordu ve küskün Pasok taraftarını yeniden yuvaya döndürebilirdi.

Olmadı... Yorgo ile seçimlerde yüzde 40.5 oy alarak sekiz yıl sonra muhalefete düşen Pasok’ta "yenidir, gençtir, alışır" düşüncesiyle, daha çiçeği burnunda iken yenilgiye uğrayan başkana yine de zaman tanındı.

Sonra zaman işlemeye başladı. Parlamentoda konuşmalar, medyaya açıklamalar, Karamanlis hükümetine eleştiriler.

Yunanistan’da sol yüzde 60’a yakın tabana sahiptir. İktidarda ise merkez sağcı bir parti vardı. Bu ülkenin hasta vatandaşı için "hastane koridorlarında yatakların işi ne?", emeklisi için "millet aç", işçisi için "hükümet zam yapmazsa sine-i millet’e gideriz" diye bağıracak ana muhalefet lideri gerekti.

O ise hálá dışişleri bakanı imiş gibi diplomasi yapıyordu. Eleştirisi ölçülü, parlaması ölçülü. Hiç ağzından kötü bir laf çıkmadı, hiç kükremedi. Sözgelimi eğitim, sağlık gibi hayati konulardaki önerileri en gelişmiş, en zengin ülkelerdeki sistemlerdi. İsveç, İsviçre modelinden bahsetti.

Bu ülkenin halkı Akdenizli. Damarlarındaki kan sıcak yani. Liderini "ilahi güçler" ile donanmış ister, karizmatik ister. Beden diliyle de konuşmasını, karşılaştığında ona dokunmayı, eli ile teması ister.

O ise Sosyalist Enternasyol’in başkanlığı, küreselleşme gibi "dünya sorunları" ile meşguldu.

Baba Andreas ne kadar halka yakın ise oğul Yorgo o kadar uzak.

Ve yine seçimler geldi çattı.

Halk, Mora Yarımadası’ndaki büyük yangınlarda devletin acizliğinden dolayı öfkeli mi öfkeli. Başbakan Karamanlis köşeye sıkışmış. Hani üstüne gitse, hani "yeterr, gidin" diye kükrese olacak iş sanki.

O ise öyle yapmadı. "Hükümete yüklenmek zamanı değil" dedi. Kapalı kapılar ardında ise çalışma arkadaşlarına, devlet aciz kalmışsa bunda 20 yıl iktidarda olan Pasok’un da payı bulunduğu gerçeğini anlattı.

Sakin, uzlaşıcı demokrat kimliği ağır bastı.

Sonuç kendisi için de, Pasok için de tam bir hezimet..

Yorgo, üç buçuk yıllık ana muhalefet partisi liderliğinde Yunan toplumunu, yaşadıklarını, değişimlerini anlayamadı. Halk ile bütünleşemedi. Aksine halktan uzaklaştı.

Bu size bir şey hatırlatıyor mu?

Ve seçim yenilgisi sonrası...

Yorgo, geçen pazartesi sabahının ilk saatlerinde çıkıp "Partiden yeniden güvenoyu isteyeceğim" dedi. Hemen ardından da eski kültür bakanı Evangelos Venizelos "ben de varım" diye ortaya çıktı. Anketler Pasok taraftarlarının yüzde 70 oranında Venizelos’u istediğini gösterdi.

Papandreu kalacak mı gidecek mi, ekim başına kadar bileceğiz.

Bir başka pencereden bakarsak eğer, yüzde 4 oy farkla seçimleri kaybeden, yüzde 38 oranında oy toplayan bir siyasi parti liderinin "ipi" çekilebilir bu ülkede. Lider de yenilginin sorumluluğunu üstlenerek partisi içindeki muhalafetle boy ölçüşmekten çekinmiyor.

Bu size bir şey hatırlatıyor mu?

Ve eğer yine bir başka pencereden de bakarsak, lider adayı Venizelos, 1990 yılında parti muhalefette iken girdiğinde, Yunanistan’ın en genç anayasa profesörüydü. "Melek yüzlü şeytan bakışlı" Venizelos, son derece bilgili, birkaç bakanlıkta görev yapmış ve yüzde 100 politikacı. Partinin tabanında önemli bir taraftar kitlesi de var.

Eh bu da size bir şey hatırlatıyor mu?

Cafe ülkesi

Bu diyarın dört bir yanında kiliseler ile birlikte en sık karşılaşacağınız yerler kahveler ve cafe’lerdir.

Girit’ten Dedeağaç’a kadar her şehrin, her kasabanın, her köyün meydanında rastlayabilirsiniz. Atina, Selanik ve büyük adalarda, sadece cafelerin olduğu sokaklar vardır. Hemen hepsinde ayrı bir estetik bulabilirsiniz. Plastik sandalyeler, masalar çok azdır. Büyük yerleşim merkezlerindeki cafe’lerde yazın sıcağında bile tazyikli su püskürtmeli vantilatörler ve klimalar sayesinde açık havada serinleyebilirsiniz. Küçük köylerdeki kahvehanelerin bile bence bir güzelliği bir orijinalliği var. Ahşap masalar, hasır sandalyeler.

Şimdi de rakamlar...

Yunanistan’da yaklaşık 20 bin cafe ve kahve işletiliyor. Yıllık ciro 1 milyar Euro’nun üzerinde. Her Yunanlı günün ortalama 40 dakikasını bu mekanlarda geçiriyor. Bu açıdan Yunanlılar, İtalyan ve İspanyollar’ın önünde (ortalama günde 10 dakika). Finlilerden (ortalama günde 30 saniye) hiç bahsetmiyorum.

Kazanç o kadar iyi ki, Finansbank’ı satın alan Yunan Etniki Bankası (NBG) bile bu sektöre el attı.

Bir cafe açmak isteyen 60-400 bin Euro’yu gözden çıkarmalı. Kiralar ise yerine göre 30 bin Euro’ya kadar çıkıyor.

Espresso, capuccino 2-5 Euro’dan satılıyor. Kahvenin toptancıda kilosu ise 1 Euro’nun altında.

Vesselam kahveler, cafeler altın çağını yaşıyor suyun bu yanında.

Rahatlarına, eğlencelerine düşkün insanlar da keyif yapıyor işte.

Not: Geçen hafta gönderdiğiniz geçmiş olsun mailleri için teşekkür ederim. İyileşeğiz tabii. Sancının, acının hiç şansı yok.
Yazının Devamını Oku