Yorgo Kırbaki

Bedia veya Agapi

3 Mayıs 2008
Bedia, 1940’lı yıllların başlarında Büyükada’nın en güzel genç kızlarından biriydi. Annesini küçük yaşta kaybetmiş, iki kız kardeşi ile birlikte, dadılarla, ahçılarla büyümüştü. Babası tüccar. Adalılar diliyle "çorbacı". Kimler talip çıkmadı ki ona? Han, saray sahipleri.

Kalbi bir erkek için farklı atmaya başladığında mevsimlerden yazdı. Büyükada’nın tadına doyum mu olur? Delikanlı yakışıklı, zengin de üstelik. Yağ tüccarı Niko Cavuris. Türkiye’de yaşayan Yunanistan vatandaşlarından.

Aşk, baş dönmesidir, aşk dil, din farkı mı tanır? Sevdi Niko’yu Bedia. Sevdi sevmesine de babasına nasıl söylese, nasıl "Baba gönlümde bir Yunan var" dese?

Diyemedi. Üzülür diye babasıyla konuşmadı.

Evlenmeleri için yalvaran Niko’ya "Babam hayatta iken olmaz" cevabını verdi.

İstanbul’da, Büyükada’da tam 7 yıl gizlice buluşarak yaşadılar aşklarını.

Baba öldüğünde de evlendiler.

Evlerde davetler. Salonlarda tangolar, valsler. Dünyanın dört bir yanına seyahatler.

1956 yılını gösterirken takvimler, Niko, İyon denizindeki Kefalonya Adası’ndaki depremzedelere yardım için para ve giyecek, yiyecek toplamış İstanbul’da.

6-7 Eylül 1955 olayları sonrası, Türk-Yunan ilişkileri zaten limoni, iddialar öyle ki, Ankara’da birileri iyi gözle bakmamış bu işe. Türkiye’yi terk edecek Yunan vatandaşları listesinde en üst sıralardan birinde olduğunu öğrenen Niko, valizlerini Yunanistan için hazırlarken, Bedia’ya "İstersen benimle gel, istersen burada kal" dedi.

Hiç tereddüt etmedi karısı. Varını yoğunu satıp çok büyük bir parayla Atina’ya kocasının yanına geldi. Bir süre sonra da vaftiz oldu. Agapi adını aldı... Yani Sevgi.

Atina’daki yaşamı İstanbul’dan pek değişik değildi çiftin. Davetler, seyahatler. Yunan Kraliyet Ailesi’nin yakın dostları olmuşlardı.

Niko büyük bir yağ fabrikası kurdu. Çift, sosyete semti Kolonaki’de, tarihi Akropolis mabedi manzaralı saray gibi bir evde oturuyordu. Çocukları yoktu. Hayır işlerine, iyiliklere adadılar yaşamlarını.

1962’den sonra kendisi gibi Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan Yunan vatandaşlarına kucak açtı Niko. Fabrikasında işe alıyor, çocuklarına vaftiz babalığı yapıyor, yaşlı ve yoksul olanların yardımına koşuyordu. Bedia veya Agapi de hep yanında.

Kimsesiz yaşlılar için Yunan başkentinde koskoca bir arazi alıp "Skepi" (Çatı) adını verdikleri bir yurt inşa ettirdiler.

Niko 1972 yılında öldüğünde, karısına büyük bir servet bıraktı. Bir de kendi serveti eklenince, Bedia Atina’nın en zengin kadınlarından biri oldu. Yaşı 50’yi geçmişti ve hálá güzeldi.

Sonrası, sonrası karışık biraz. Bir avukat ve onun karısıyla tanışıyor, dostlukları ilerliyor, servet nasıl değerlendirilir, nasıl korunur habersiz Bedia. Bu çifte genel vekaletname veriyor. Avukata aşık mı oldu? Kesin bir şey söylenemez.

Birkaç yıl daha rahat yaşam ve düşüş...

Evler de gitti, saraylar da, hisseler de eridi tahviller de. Beş parasız kaldı, sefil kaldı Bedia.

Son "kalesi" olan tek oda evi de Niko’nun akrabaları bir gecede çırılçıplak bıraktılar. Bir tek albümlere, o mutlu günlerin kanıtı siyah beyaz fotoğraflara dokunmadılar.

Onu tanıyanlar, Niko’yu tanıyanlar, Cavuris çiftinden iyilik görenler yardıma koştu. Ama ne kadar? Bir sene, iki sene, beş sene... Bir süre de yıllardır evinde çalışan hizmetçisi baktı bu hanımefendiye.

İyice yaşlanmıştı. Niko ile birlikte inşa ettirdikleri yurda, "Skepi"ye yatırmayı düşündüler dostları. Çoktan elden gitmişti, çoktan el değiştirmiş "tüzük" değiştirmişti:

"Parasız kimseyi kabul edemeyiz" dendi. Oysa parasızlar için o kadar para harcayıp kurmuşlardı burayı.

Son günlerini bir hastanede geçirdi. Gözlerinde parıltı olduğu anlar, kendisiyle Türkçe konuşulduğunda idi.

Bu fani dünyaya veda etmeden bir gün önce Türkçe "Hanımefendi size yarın ne getirelim?" diyen bir tanıdığına, tek kelime ile cevap verdi: "Ölümü"...

Ertesi sabah da bitti Bedia veya Agapi.

Hayatın her iki yüzünü zerresine kadar yaşayan bu hanımefendinin öyküsünü, sadece insanlık namına son gününe kadar yanında kalan İstanbullu Rum avukat İrini Noti’den dinledim ve sizlerle de paylaşmak istedim.

Kıyamet Kilisesi’nde kavga

Hürriyet’in 21 Nisan tarihli sayısında da vardı haber. Kudüs’de, "Kıyamet Kilisesi"nde, Yunan ve Ermeni din adamları arasında "kilisede kim daha fazla kalacak" kavgası çıktı. Tören için bekleyen iki cemaat mensupları da karışınca kavga büyüdü. Yumruklar konuştu. Kıyamet koptu. İsrail güvenlik güçleri duruma müdahale etti.

Meğer, Kudüs’te Yunanlılar ile Ermeniler arasındaki bu kavganın siz deyin 10, ben diyeyim 12 yüzyıllık geçmişi varmış.

Kıyamet Kilisesi, Ortodoks alemi için çok büyük önem taşıyor. Hazreti İsa’nın öldüğü, gömüldüğü ve yeniden dirildiği yer burası. Her yıl Paskalya Bayramı arifesinde bu kilisede yakılan "Kutsal Işık", bir mumdan bir muma tüm dünya Ortodokslarına yayılır. Ayrıca, "Kutsal Işık"ın sadece Kudüs Patriği tarafından yakılabildiğine, yani her yıl bir "mucize"nin yaşandığına inanılır.

Bu kilise, bugünkü şekli ile ilk kez 4. yüzyılda, Hazreti İsa’nın mezarının bulunması üzerine inşa edildi. İlahiyat profesörü Angeliki Hacioannuya’ya göre, Hazreti İsa’nın gömüldüğü yerde, güzellik tanrıçası Afrodit için MS 135 yılında Roma İmparatoru Adrianos tarafından inşa edilen bir tapınak varmış.

"Kutsal Işık" ise ilk kez MS 162’de yakıldı. Bazı din adamları kandillerini yakmak için yağ bulamamaktan şikayet etmişler. Kudüs’te o dönemin piskoposu Narkisos da kuyudan su almalarını söylemiş. Su yağa dönüşmüş, kandiller yanmış. Yani yine "mucize".

Yunan din adamları ve araştırmacılarına göre "Kıyamet Kilisesi"nde Ermeni din adamı ilk kez 9. yüzyılda görülmüş. Ermeni din adamları 14. yüzyıla kadar Kudüs’deki varlıklarını sürekli güçlendirmiş.

Rivayetlere bakılırsa, 1580 yılında Ermeniler Kudüs valisine rüşvet vermiş. Hem bol miktarda para hem de 20 bakire. Vali de Yunan cemaatin kiliseye girişini ve ayin yapmasını yasaklamış. Ermeniler sevinç içinde "Kutsal Işık"ı kendileri yakacakları umuduyla kiliseye geldiklerinde, kapıda Yunan cemaati dua ediyor bulmuşlar. Birdenbire kapıdaki büyük sur yıkılmış. "Mucizeyi" gören Müslüman bekçiler de, Yunan cemaatin kiliseye girmesine izin vermiş. Hatta bekçilerden biri Hristiyan olmuş, dindaşları da onu yakmışlar. 1634 yılında ise Kudüs Patriği Teofanis, Rus Çarı Mihail’e Ermenileri şikayet eden bir mektup yollamış. Mektupta "Bekçiler bizi dışarıda bıraktı. Ancak yer sarsıldı, deprem oldu. Kutsal ışık tüm kiliseyi aydınlattı. Cemaatimiz ağlayarak Tanrı’ya teşekkür etti. Bunu gören Ermeniler de yaptıkları ayıbı örtbas etmek amacıyla, konuşmamaları için Müslüman bekçilere para verdiler" dedi.

Ortodoksların aksine Katolikler "Kıyamet Kilisesi"ndeki mucizelere inanmazlar.

17. yüzyılda Kudüs’e giden bir Katolik papazın mektubunda şunlar yazılı: "Kadınlar naralar atıyordu. Sanki gökyüzü açılmış gibi ellerini yukarıya doğru kaldırıyorlardı. Binlerce kişi koşuyordu. Hazreti İsa’nın mezarı başında bekleyen Türkler ve Yunanlar, daha çok koşmaları ve daha çok bağırmaları için kalabalığı dövüyorlardı. Tabii o kadar kargaşada kilise zangır zargır titriyor gibiydi. Herkes ’mucize mucize’ diye bağırıp kendinden geçiyordu."

Kudüs’te Ermeni ile Yunan cemaatleri arasındaki rekabet, kavga, bir bakıma "iktidar" için. Tarihte, imparatorların, padişanların Kudüs’te kimi zaman biri, kimi zaman öteki için verdiği hak ve imtiyazları korumak hatta güçlendirmek için.

Yunan din adamlarına göre, Ermenilerin derdi "Kıyamet Kilisesi"nde törene katılmak değil, bizzat töreni yönetmek.

Atina’dan bakış böyle. Ermenilerin görüşünü de öğrenebilirsem yazarım.
Yazının Devamını Oku

Huzurlarınızda Mazo

26 Nisan 2008
Yaşı genç sayılır, ancak kulvarında hayli zamandır zirvede. Pop’tan tutun da eski Yunan şarkılarına kadar pek çok türü aynı başarıyla icra edebiliyor. Buralarda şarkılarını bilmeyen, mırıldanmayan, hatta avazı çıktığı kadar bağırarak söylemeyen yoktur. Varsa da bu kendilerinin sorunu. Her CD çalışmasında en az iki üç sükse garanti. Aşkın Nur Yengi’nin "Benimsin"i (Mu lipis) veya Rober Hatemo’nun "Senden Çok Var"ı (İse Foveri) da onun için bestelendi. İlk o söyledi. Sadece bu kış sezonunda sahne aldığı "Fever" müzikholünde 120 bin, evet yanlış okumadınız, 120 bin kişi onu dinlemeye, izlemeye gitti. Türkiye’de içkili bir eğlence yerinde sanırım hiçbir sanatçı böyle bir sayıya ulaşamaz.

Sesi bir yana, sahne performansı, hareketleri, kostümleri, müşterilerle diyaloğu bir başka, bambaşka.

Sözü uzatmayalım. "Suyun Öte Yanından" sunar. Karşınızda, Yunanistan’da gece hayatının, sahnelerin tartışılmaz 1 numarası, imparatoru, Yorgos Mazonakis (İnternette Giorgos)!.. Ya da halkın deşiyiyle Mazo (Yunancada J harfi yoktur. Z kullanılır. Mazo’dan kasıt da Majo-sist).

Sahnede kaç saat kalıyorsunuz, kaç şarkı söylüyorsunuz?

- En az ikibuçuk saat. Söylediğim şarkıların sayısını ben de bilmiyorum. Yunanistan’da gece hayatı diğer ülkelerden farklı. Sanatçı yılda 5-7 ay sahneye çıkabiliyor, severleri ile bu kadar süre beraber olabiliyor.

Kaç CD’niz var?

- 12, yenisiyle 13 (Mutlaka dinlemenizi tavsiye ederim). Tabii satışlar tüm dünyada olduğu gibi Yunanistan’da düşüyor. Korsan CD’ler, internet büyük sorun.

Bu ülkede nasıl oluyor da, bu kadar çok yeni şarkı üretilebiliyor?

- Arz-talep meselesi. O kadar çok eğlence yeri var, o kadar çok sanatçı sahne alıyor ki. Rekabet büyük. Yeni şarkılar, kaliteli şarkılar da bu rekabetin parçası.

Türk müziği hakkında neler biliyorsunuz?

- Çok şey. Bir kere Sezen Aksu hayranıyım. Size açıkça itiraf edeyim, eğer benim için bir şarkı yazarsa, inanın büyük bir mutlulukla seslendiririm. Ebru Gündeş’in bazı şarkılarını da biliyorum. Türkiye’de saz santçıları da çok kaliteli. Son CD çalışmamdaki bir şarkımda Türk sanatçılar çaldı.

Türkiye’ye gitmek ister miydiniz? TV’ye çıkmanız, ya da bir Türk sanatçıyla birlikte konser vermeniz teklif edilse kabul eder miydiniz?

- Büyük bir sevinçle. Yeter ki her şey iyi hazırlansın. İstanbul’a gittim, çok beğendim. Bakın ninelerim İzmirli. Çiftetelliyle, dümbelekle büyüdüm.

S’agapo... M’agapas

Gece yarısını geçti mi saatler bu şehirde, ta perşembeden pazara kadar ağızbirliği etmişlercesine onlarca müzikholden tek bir kelime yükselir: S’agapo. Yani seni seviyorum.

Desibelin, libidonun, adrenalinin bence İstanbul’a, Barcelona’ya, Paris’e fark attığı Atina’da en küçüğü 500, en büyüğü 2 bin 500 kişilik bu mekanlarda söylenen şarkıların sözlerinde eğer "S’agapo" yoksa mutlaka "M’agapas", olmadı "Agapi mu", olmadı "Agapa me" vardır. Yani seviyorsun, sevgilim, sev beni...

Öyle "Osman Aga", "Ormancı", "Emmoğlu", "Berivan", "Eski Dostlar" tarzı, yıllar yılı verdikleri mesajları da, insanların dinlerken nasıl coştuklarını da anlayamadığım (anlamam da şart değil) şarkılar söylenmez müzikhollerde. Teodorakis, Hacidakis, Loizos ve daha nice ünlü bestecilerin eserleri, kapılardaki "face control"den pek geçemez. Belki de bu yüzdendir, Haris Aleksiu, Yorgos Dalaras, Yanis Parios ve Marinela gibi efsanevi isimler nice zamandır konserlerle yetiniyorlar.

Mükemmel sayılabilecek ışıklandırma ve havalandırmanın bulunduğu, dev sahnelerinde yüzlerce kişinin dans edebildiği müzikhollerde masalar, yalnız gelen erkeklerin, yalnız gelen kadınlarla tanışıp bir başka geceye randevu vermemelerini neredeyse imkansız kılacak kadar yakındır birbirine.

Viski ya da şarap, kuruyemiş ya da meyve işgal eder masaları. Saat 23.00’te başlayan ve 05.30 sularında sona eren uzun gecelerde, sahneye ya da masadan masaya atılan binlerce karanfilin yeri de ayrıdır.

Yaş, nesil, sınıf ayrımı yoktur. Bir masada 16 yaşındaki öğrencileri, yan masada emeklileri görebilirsiniz. Yeter ki yürekleri genç olsun, yeter ki eğlenmeye iştahları.

"Gece" 03.00’ten sonra başlar. Sahnelerde, masaların, sandalyelerin üstünde, ya da bulunan boş bir metrekarede dans eden yüzlerce, binlerce insan.

Kasımda başlar kış sezonu, nisanda biter. Bir ay sonra da yaz sezonu açılır, ta eylül sonlarına kadar... Sahnelerin ağır topları yazları pek çalışmaz.

Eğer bu diyara uğradıysa veya uğrayacaksa yolunuz, mutlaka bu mekanları ziyaret edin. Çünkü, tarihi Akropolis mabedini veya dın dın bir buzukinin çaldığı turistik lokantaları görüp "Atina’ya gittim" diyenlere cevabım, "Siz Brüksel’e gittiniz de haberiniz yok" olacaktır.

Bir lig iki şampiyon

Bir ülkenin futbol liginde iki şampiyon olur mu? Bir tek bu olmamıştı Yunanistan’da, artık bu da oldu.

Geçen pazar günü Pire’deki Karaiskaki Stadı’ndaki Olimpiakos taraftarları da, Atina Olimpiyat Stadı’ndaki AEK taraftarları da takımlarının lig şampiyonluğunu kutladılar. Futbolcuları omuzlarına aldılar. "İşte şampiyon" diye tezahürat yaptılar.

Bu diyarda masa başında Olimpiakos, sahalarda ise AEK şampiyon. Puan cetveline baktığımızda 30 maçta Olimpiakos 70, AEK da 68 puan topladı. Kağıt üzerinde kırmızı-beyazlılar son 12 yılda 11. defa şampiyon oldular.

Buna karşı, Olimpiakos 3 puanı, Selanik’te oynadığı ve 1-0 kaybettiği Kalamaria maçında futbol mahkemesine yaptığı itiraz sayesinde kazandı. Kalamaria, bu maçta bir sezonda üç ayrı takımda oynayan bir futbolcuya ilk 11’de yer verdiği için mahkeme kararıyla 3-0 yenik sayıldı. Küme düşen Kalamaria’nın UEFA’ya başvurusundan bir sonuç çıkmadı.

İstanbullu Rumlar’ın 1926 yılında kurdukları, benim de taraftarı olduğum AEK, mahkeme koridorlarında değil de futbol sahalarında oynanan maçların skorları esas alındığında ligi, Olimpiakos’tan 1 puan önde tamamladı. Yani o da "şampiyon" (gönlümüzde tabii).

AEK’nın bütçesi de kadrosu da, Türkiye (İddaa dahil) ve pek çok yabancı ülkede yatırımları bulunan en zengin işadamlarından Sokratis Kokalis’in sahibi olduğu Olimpiakos’tan çok ama çok daha kısıtlı. Ligin bitimine üç hafta kala oynanan kader maçında da Olimpiakos’u 4-0 yendi. Ama masa başında bunlar yetmedi. Şimdi kurallar herkes için geçerli, bir diyeceğimiz yok ama bir buruk içimiz işte.

AEK, Şampiyonlar Ligi elemelerine mi, yoksa UEFA Kupası’na mı katılacak? Bu, ilk kez uygulanan baraj maçları sonunda belli olacak.
Yazının Devamını Oku

Aşk-nefret

19 Nisan 2008
Ferrari’den 1, Mercedes’den 3, Porsche’den de 2 arabası, sosyete adası, günah adası Mikonos’da 7 milyon Euro değer biçilen villası, Atina’nın lüks sayfiye semti Vuliagmeni’de bir o kadar eden villası daha var. Daireler, arsalar, biri 30 diğeri 13 metre uzunluğunda iki tekne de onun. Halen 2. ligdeki Yanya takımının da sahibi. Hisselerini almak için tam 10 milyon Euro saydı. Saatlere düşkündür. Sadece Bulgari marka bir saati bileğine takmak için ta 600 bin Euro ödedi.

Avukattır kendisi ve aylık geliri 500 bin Euro’yu buluyor dedikodulara bakılırsa.

Gençliğinde topçu olmaktı hayali. Ne var ki amatör kümeden ikinci lige transfer olduğu sezon, bir maç sırasında yediği tekme ile futbol hayatı söndü. Kramponlarını asınca, dört elle derslerine sarıldı. Selanik Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Borç para bulup, daha 24 yaşında iken küçük bir ofis açtı.

Adını ilk duyurduğunda, takvimler 1979’u gösteriyordu. Bu diyarın karakollardan ve cezaevlerinden firarları ile ünlü mafya babası Vangelis Rohamis, arkadaşları ile birlikte bir polisi öldürmek ve sayısız soygun yapmak iddiasıyla yakalanmıştı. Savunmasını üstlendi. Arkadaşları müebbet hapse çarptırılırken Rohamis beraat etti.

Sonrasında hem Allah "yürü ya kulum" dedi, hem de meslektaşlarının mesleki itibarlarını riske atmamak için reddettikleri davaları üstlendi. Müşterileri hep katiller, hep uyuşturucu kaçakçıları, hep dolandırıcılar. Ortak yanları müşterilerinin, bankalardaki sıfırları bol hesapları.

Zamanla Yunanistan’ın en ünlü avukatlarından birisi oldu. Televizyonlara çıktı. Sivri dili ve akıllı çıkışları sayesinde ekranlarda "star"lığı yükselmekte gecikmedi. Hatta bir keresinde aleyhinde yayın yapan bir programı basarak, sunucuyu dövmeye kalkıştı. Yaka paça götürdüler.

Evlendi bir zamanlar. Yahudi asıllı karısı genç yaşta öldü. Acısını unutmakta pek öyle gecikmedi. Çok kadınla adı duyuldu. Ortak yanları sevgililerinin, güzellikleri.

Aleksis Kuyias, 7 yıl önce yaşı 50’yi bir iki bahar aşmıştı ki, neredeyse yarı yaşındaki manken Evi Vatidu’yu tanıdı. Hani "ve Tanrı kadını yarattı" türündendi Evi.

Dört ay gezip tozduktan sonra dillere destan bir düğünle evlendiler. İki de çocukları oldu.

"Onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine"...

Birkaç hafta önce başka bir aşk hikayesi yazmıştık. Hani, Yunanistan’ın 53 yaşındaki "un imparatoru"nun 27 yıllık karısını boşayıp 20 yaşındaki Ukraynalı dilberle evlenmesi hikayesini. O erkeğin penceresinden aktarmaya çalışmıştık aşkını. Tepki de almıştık.

Bugün bahsettiğimiz erkek de zengin, erkek de ünlü, erkek de yaşını başını almış. Kadın da çok genç, kadın da çok güzel...

Ama farklı insanlar, farklı kaderler işte..

Avukat ile mankenin mutluluğu öyle uzun sürmedi. Aleksis çok ihtiraslı biriydi. Despot, otoriter. Kendinden başka kimseyi pek dinlemeyen, kafasına eseni yapan. Evi de evinde oturup çocuklarını büyütecek kadın değildi.

Kavgalar, dayaklar, tehditler, şantajlar...

Mahkeme tek celsede boşadı çifti. Nafakaya gelince sıra, kadın 24 bin Euro istedi ayda. Çılgına döndü adam. Yine baskınlar, kavgalar, dayaklar... Çocukları kaçırmalar, gazetelere birbirlerine etmedik hakaret bırakmadıkları demeçler vermeler.

İki yabancı, iki düşman oldular. Sayısız davalar açtılar birbirlerine.

Aleksis Kuyias, belki de hayatının bu en zor davaları için savunmasında şunları söylüyor: "Model iken uyuşturucu kullanan arkadaşları vardı. Evlendiğimizde üç ayda kredi kartlarından 30 bin Euro harcadı. Benimle haftada bir defa bile yatmak istemiyordu. Evimizi, arkadaşlarının yasak ilişkileri için otele çevirmişti. Cep telefonuna sürekli farklı erkeklerden mesajlar geliyordu. Evli iken başka erkeklerle birlikte oldu. Boşandıktan sonra da çocuklarımıza bakacağına, kendinden 6 yaş küçük sevgilisi ile gönül eğlendirdi."

Evi Vatidu ise bir demecinde "Adamın her şeyi sahte, her şeyi yalan. Tanıştığımızda yaşını bile gizledi. Olduğundan 5 yaş küçük tanıttı kendini. Gerçek yüzünü gördüğümde değiştirmeye çalıştım olmadı. Hep kavga, hep dayak. Bıktım sonunda. Boşanmak istediğimi söyleyince büyük tepki gösterdi. Yıldırmak için elbiselerimi ve ayakkabılarımı bile geri aldı. Faturalarımı ödeyemediğim için evde üç aydır elektrik kesik."

Bakalım hakimlerin karşısında neler diyecekler?

Bence, avukat da manken de pek masum değil sanki...

Üniversitelerde seçimler

Bu diyarda, üniversitelerde öğrenci kurulları için seçimler bildim bileli keyifli, şamatalı geçer. Siyasi partilerin büyük önem verdiği bu seçimler öncesi, fakültelerin her yanı afişlerle, panolarla dolar. Birkaç metre arayla kurulan standlarda "hür bağımsız eğitim" propagandası yapılır. Avazı çıktığı kadar bağıran öğrenciler arasında tartışma da eksik olmaz, kavga da. Siyasi partiler, üniversiteleri kendilerini destekleyen öğrenciler aracılığıyla "ele geçirme" çabalarında etkinlikler düzenleyemez. Bir partinin düzenlediği konferansı, karşı görüşlerdeki öğrencilerin basması, olay çıkarması normal karşılanır.

İki gün sürer oy kullanma işlemleri. Sonuçlar da hep aynıdır. Her siyasi parti "biz kazandık" der. Kimse de "nerden nereye siz kazandınız" demez.

Üç aşağı beş yukarı, öğrenci olduğum 1970’li yılların sonlarından bu yana pek de bir şey değişmedi..

Daha doğrusu değişmedi zannediyordum.

Efendim, bir zamanlar, üniversitelerdeki etkinliklerin hemen tümü siyasi içerikli idi ve müzik çaldığında bile hoparlörlerden Theodorakis, Loizos, Markopulos gibi siyasi kimlikleri de olan bestekarların eserleri duyulurdu.

Gazetelerde okudum. Geçenlerde Gümülcine’deki hukuk fakültesinde, ana muhalefet partisi sosyalist Pasok’un seçim etkinliğinde Julia Aleksandratu davetli imiş. Şimdi bu kızcağız, kimdir nedir diye anlatacağıma, yandaki fotoğrafa bakın yeter. Öyle babasının ya da Pasok partisinin hatırına da seyahat etmemiş Gümülcine’ye. Tam 4 bin Euro almış bu "ekstra" için. Gümülcine’deki Trakya Üniversitesi’nde, seçim etkinliklerinde en fazla 100 öğrenci toplanırken, Julia’yı izlemeye tam 700 kişi gitmiş.

Yani slogan "Hür bağımsız eğitim ve Julia Aleksandratu."

Kralın kızı

Teodora 25 yaşında. Londra’daki Yunan kolejinde okurken, merasimlerdeki piyeslerde rol yeteneği ile dikkatleri çekti. Üniversite çağı geldiğinde ailesine "tiyatro" deyince pek karşı çıkan olmadı. Önce Londra, sonra da Boston’da eğitim gördü. Öğrencilik yıllarında eski Yunan trajedilerinde rol aldı. Eğitimini tamamladı, şimdilerde de profesyonel sanat yaşamına başlamak için valizlerini Los Angeles’a hazırlıyor.

Teodora’nın "aile geleneklerine" hiç de uymayan bir yaşam şekli var. Ne atlarla ilgilendi, ne de yatlarla. Kendi gibi biriyle evlenerek çocuk doğurup davetten davete koşmayı düşünmüyor. Varsa yoksa tiyatro.

Soyadı yok Teodora’nın. Çünkü o devrik Yunan kralı Konstantin’in kızı ve kraliyet ailelerinin soyadları olmaz.

Sarayda doğmadı. Londra’da büyüdü. Babasının bir zamanlar kralı olduğu ülkesi Yunanistan’ı da ilk kez 12 yaşında iken gördü prenses Teodora.

Kral babası, kraliçe anesi Anna Maria ve ağabeyleri Pavlos, Nikolaos ile ablası Aleksia’dan çok farklı bir yön çizdi kendine.

Sanat yaşamında, kral veya kraliçeleri eleştiren, hatta "ti"ye alan eserlerde rol alıp almayacağı merak konusu tabii.
Yazının Devamını Oku

O duvar yıkıldı

12 Nisan 2008
Ne zaman Kıbrıs’a, Lefkoşa’nın güneyine gitsem o duvarın oralardan geçerdi yolum. Beton, tel örgü. Turistler toplanırdı, dürbünle karşıya bakardı. Adanın ikiye bölünmüş olmasının "sembollerinden" biriydi Lokmacı Kapısı.

Kıbrıs’ta 1956’dan beri onca olaya, onca kan dökülmesine şahit olan ve bu yüzden de kimileri için "ölüm mili" diye adlandırılan "Uzun Yol", yani Lefkoşa’nın tarihi çarşısında, insanları tam 45 yıl ayıran o duvar artık yok. /images/100/0x0/55ead05ff018fbb8f898622e

Gazetelerde okuyorum, anlaşmazlık çıkmış, Rumlar kapıyı bir iki saatliğine kapatmış sonra yine açmış. Hiç mi hiç ilgilendirmez. Ben şu iki fotoğrafa bakarım.

Tarih, Kıbrıs’ta 3 Nisan 2008’de Türkler ile Rumları ayıran bir duvarın daha yıkılmasından bahsedecek.

Tabii geçişleri BM Barış Gücü denetliyor, kimlik, pasaport gösteriliyor. Olsun, gün gelir bu da geçer.

Öğrendiğim kadarıyla, cesur bazı Rum işadamları zaten "Yeşil Hat" yakınında terk edilmiş ve enkaza dönüşmüş binaları satın almaya başlamışlar. Bir armatör, alışveriş merkezi açacakmış. Kıbrıs’a asker olarak gitmiş ve orada kalmış bir Yunanlı ise "Yeşil Hat"a 50 metre mesafede "Karvunomagiremata" (geniş anlamda Mangal Lezzetleri) adlı bir mekan açmış.

Lokmacı, Kıbrıs’ın en pahalı yeri olursa hiç şaşırmayın. Hatırladığım kadarıyla, 2005 sonlarıydı ve Lokmacı Kapısı’nın açılması gündeme gelmişti. Yok üstgeçit yapıldı, yok üstgeçit yıkıldı, yok sen 10 metre uzakta, yok ben 20 metre yakında kavgası yaşandı. İki toplumun yakınlaşmasını duymak bile istemeyen Rum Yönetimi’nin eski lideri Tasos Papadopulos, her güçlüğü fırsat sayıp açtırmamıştı bu kapıyı.

Yeni lider Dimitris Hristofyas ve KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, 21 Mart’taki ilk buluşmalarında bir nefeste aştılar zorlukları.

İlk gün çıkan anlaşmazlık eğer 1 saat içinde çözüldüyse iyiye işaret.

Kıbrıs sorunu elbet çözümsüz ve dimdik ayakta. Elbet iki tarafın "federasyon" derken, "eşitlik" derken kastettikleri şeyler farklı. Elbet, Annan Planı gibi büyük bir fırsat kaçırıldı. Yeni bir çözüm planı ortaya çıktığında da görüş ayrılıkları, suçlamalar tavan yapacak elbet.

Ancak, Ledra Caddesi’nde yürüyüp, beton duvarın üstündeki tellerden "karşıyı" izlemeyi "müze ziyareti" sayan turistlerden özür dileriz.

O şov bitti. O duvar yıkıldı.

5 çayı

Tuhaf, çok tuhaf

En yakınken en uzak,

Senin bir sevgilin var,

Muhtemelen benim de olacak,

Gizli bölmelere

Saklamış gibiyiz,

Bütün yaşananlar,

Biter mi... bitince aşk?..

Olur da yolun düşerse

Bir kahveye uğra derim,

Ya da beş çayına.

Bir yudum sohbete beklerim...

Çok ayıp mı olur?

Yakışık almaz mı davetim?

Bu kadar zor mu her şey?

Canımın içi seni çok özledim...

Ben de uzun bir yola gittin farzederim

Kandırırım kendimi ne yapayım...

Bütün hatıralarıma da saygılar arzederim

Ama unutur muyum asla, niye unutayım"

Atina’nın vitrini Kolonaki meydanında, yağmurlu bir çarşamba, genç bir kadın kulağıma fısıldadı bu mısraları. Sonra da ağır başlayan, nakaratında yükselen melodiyle.

Genç kadın, Ziynet Sali... Kulağıma fısıldadığı şarkı "5 Çayı" Söz ve müzik... eh başka kim olabilir? Sezen Aksu.

Damardan veriyor desem yeterli mi? Öyle ki Yunanistan’ın ünlü söz yazarlarından Sofi Papa, "5 Çayı"nı dinler dinlemez kalemi alıp Yunanca sözler yazdı. Bakalım hangi Yunan şarkıcı seslendirecek Sezen’in yeni şarkısını.

Ziynet her adımını dikkatli atıyor. Gırtlağı iyi, organizatörü iyi. Her çalışması bir öncekinden kaliteli. CD’si piyasaya ne zaman çıkacak bilmiyorum. Bildiğim, Sezen Aksu klasiklerinden "Ah İstanbul’u" da Yunanca okuyacağı.

Ziynet’in sesinden "5 Çayı"nı ilk dinleyenler arasında olmak mutluluktu benim için. Yıllar önce Yunanistan’ın gelmiş geçmiş en büyük sesi Haris Aleksiu ile birlikte konser vermek için Atina’ya geldiğinde tanıştığım Sezen Aksu’ya "Ya şarkılarınızla aşık oldum, şarkılarınızla ayrılıklarımın tadını çıkardım" dediğimde, cevabı "Aşk, benim işim bu" olmuştu.

Kaç bahar geçti, hálá Sezen Aksu’nun şarkılarını dinliyorum ve hálá "işini yapıyor" Sezen Aksu.

Kabahat Çinlilerde

"Siparişinizle, şirketimizin yeni bir elemanı ilgilenmişti. Çok üzgünüm ancak elemanımız büyük bir hata yaptı. Saf L-tyrosine maddesi yerine, henüz araştırma aşamasında olan bazı başka maddelerin de bulunduğu L-tyrosine harmanı gönderdi. Bu yanlışlık için özür dileriz. Siparişinizi yeniden göndereceğiz. Saygılarımla Sou Lee."

Merkezi Şanghay’da bulunan Auspure adlı bir firmadan, Yunanistan’a gönderilen ve hiçbir şekilde yasal belge teşkil etmeyen bu e-mail, Atina’da kopan yeni doping skandalında kimse pek "ay canlarım, yanlışlığa kurban gitmişler" demedi.

Dünya Halter Federasyonu ve Dünya Anti-Doping Ajansı’ndan (WADA) uzman bir heyet, Pekin’deki Olimpiyat Oyunları öncesi şubat ayında gizlice Atina’ya gelip, Yunanistan’a onca Olimpiyat, onca Dünya ve Avrupa şampiyonlarında madalyalar kazandıran ve "dream team" (rüya takımı) diye bilinen halter mili takımının hazırlıklarını yaptığı kampı "basarak" 13 sporcuyu doping testinden geçirdi.

Malum sporcuların kullanması yasak ilaçlar, müsabakalardan 3-5 ay önce kullanıldığında hem işini yapıyor, hem de müsabakalar sonrası tahlillerde iz bırakmıyor. Dünya Halter Federasyonu da, WADA da bu durumu bildiklerinden doping kontrollerini uluslararası müsabakalara 3-5 ay kala yoğunlaştırıyor.

Geçenlerde WADA’nın açıklaması Yunan başkentinde bomba gibi patladı. İdrar örnekleri alınan erkek ve kadın 13 milli halterciden 11’i dopingli çıktı. Bir diğer deyişle Yunan Halter Milli Takımı’ndan sadece 2 sporcu temiz çıktı.

Türkiye’deki doping skandallarından biliyorsunuzdur, sporcular çıkıp "yasak ilaç kullanmadık", yöneticiler ve teknik kadro da "yasak ilaç kullandırmadık" dediler.

Gözler, 1990’lı yıllardan beri Yunan Milli Takımı’nın başantrenörü olan İstanbullu Rum Hristos Yakovu’ya çevrildi. O bir şey demeden istifasını sundu. Federasyon, mesele aydınlanıncaya kadar kızağa çekilmesini tercih etti.

Yakovu’nun avukatı, yukarıdaki e-mail’i "kanıt" göstererek "Suç Çinlilerde. Yanlış ilaç göndermişler. Nereden bilebilirdik?" deyiverdi.

Kim inandı, o başka mesele...

Gümrük belgesi ve fatura bulunamadığından ilaçların Yunanistan’a yasal yollardan gelmediği de anlaşıldı.

Yunan Halter Milli Takımı, görünen o ki Pekin Olimpiyatları’ndan başlayarak en az 2 yıl uluslararası müsabakalardan men cezasına çarptırılacak.

"Koskoca bir takım dopingli çıkarsa, mutlaka ilaçlar karışmıştır" diye bir Çin atasözü bilmiyorum. Buna karşı "Gerçek ortadadır. Yalanı bulmak, uydurmak gerekir" diye bir Çin atasözü var.

Simi’nin keçileri

Takdime gerek yok sanırım Simi’yi (Sömbeki) biliyorsunuz. "Yabancı Damat" dizisinde Niko ile Nazlı’nın tanıştıkları şu canım adayı. Yazları kartpostalı anımsatan limanındaki Türk tekneleri ile ünlü Simi’yi.

Ada halkı dertli mi dertli bu zamanlar. Simi, 15 bin civarında evsiz barksız dağ keçisinin istilasına uğramış adeta. Karınlarını doyurmak için kurak dağdan yerleşim bölgelerine inip ne bulsalar yiyorlar. Daracık sokaklarında adanın, köpek veya kediden çok dağ keçisi volta atıyor.

"Ne çiçek kaldı ne de yeşil. Çöplüklerde bile bir şey kalmadı" diyor ada sakinleri. Deniz Ticaret Bakan Yardımcı Panayotis Kamenos, eşi ile Simi’yi ziyaretlerinde, dağ keçilerinin kötü niyetlerinden epey zor anlar yaşamışlar. Belediye Başkanı Elefterios Papakaludakis ile Metropolit Hrisostomos’u çağıran bakan yardımcısı, "Yahu bu ne böyle, bir çare bulalım" demiş.

Ancak Belediye Başkanı "Hay hay... İşte size proje. Keçileri, yerleşim bölgelerinden uzak bir alanda tutabiliriz. Maliyeti 600 bin Euro" deyince çark etmiş hemen: "Tamam bir şeyler verelim ama bu kadar parayı bulamam".

Bakan yardımcısının çözüm arayışından habersiz keçiler, nüfusu 2 bin civarındaki Simi’de nisan güneşinin tadını çıkarıyor.
Yazının Devamını Oku

Türkçe kitabımız

5 Nisan 2008
"Azınlık

Hudutta bir yolcu

Asmalık’ta istimlak edilen bir tarla

Yeni Cami’ye giren bir cemaattir.

Azınlık

Yasak dağ bölgesinde

Yürekleri salt coşkuyla dolu

Kader dolu gözlerdir.

Azınlık

Yarısı kopmuş bir minare

Almanya’da bir işçi

İzmir’de Ege’ye bakan bir gelin

Ve Rumeli türküleri dinleyen ninemdir"

Batı Trakyalı Rahmi Ali’nin "Azınlık" şiirinin bu mısralarını Yunanistan’da hazırlanan bir "pilot" ders kitabından ödünç aldım.

İtiraf edeyim, Batı Trakya’nın benim için bugüne kadar neredeyse meçhul edebiyatından örneklerin yanısıra, bu bölgede Türkçe yayımlanan gazete ve dergilerden seçilmiş metinler "Türkçe Kitabımız" adı altında 208 sayfada toplanmış. Tam 43 Batı Trakyalı ozan, aydın ve yazarın eserlerini barındıran rengarenk kitabın her sayfasında eski-yeni fotoğraflar ve genç insanların hoşuna gidecek karikatür resimler var.

"Türkçe Kitabımız"ı farklı kılan bence en önemli özellik, hazırlayanların 4 Batı Trakyalı Türk ve 2 İstanbullu Rum olması. Herkül Millas yönetiminde Tuncay Balta, Koray Hasan, Aydın Bostancı, Evren Dede ve Dimos Yağcıoğlu aylarca bu kitap üzerinde çalıştılar. Batı Trakyalılar’ın kendileri için bir ders kitabını kendileri yazmaları dikkat çekiyor.

Aile sevgisi, öğretmen sevgisi, sağlık gibi her okul kitabında rastlayabileceğimiz konuların yanısıra, Batı Trakya Türk azınlığına münhasır konular işlenmiş. "Dilimiz", "Geleneklerimiz", "Mahallemiz" gibi.

Batı Trakya’da Türk çocuklarının eğitim konusu epey karışık. Ortaokul ve lise eğitimi veren Gümülcine’deki "Celal Bayar" ve İskeçe’deki "Türk Lisesi"nde okutulan kitaplar bir kültür protokolü çerçevesinde Türkiye’de hazırlanıyor, Yunanistan’da denetleniyor ve son şekli ile Türkiye’de basılıp gönderiliyor. Geçmişte bu kitapların aylarca tren vagonlarında beklediğine şahit oldum. Yunan devleti bir dönem bu ders kitaplarını kendisi hazırlamak istedi. Dağıtılan kitaplar Batı Trakya Türklerince itibar görmedi, toplatıldı, Atina’ya geri gönderildi. Ancak, ilişkilerin düzelmesiyle bu iki lisedeki öğrenciler, ders kitaplarını daha düzenli temin edebiliyorlar.

Sözünü ettiğim "Türkçe Kitabımız" bu liselerdeki öğrenciler için değil, Batı Trakya’da Yunan okullarına giden 3-5 bin civarında azınlık öğrencisi ve Türkçe öğrenmek isteyen Yunan öğrenciler için hazırlandı.

Herkül Millas "Amaç azınlığın kendi okul kitabını hazırlayabileceğini göstermekti. Azınlık kimliğine bir saygı gösterisi sayıyorum" diyor.

Öğrendiğim kadarıyla AB’nin maddi desteğiyle hazırlanan "Türkçe Kitabımız"ı Yunan Eğitim Bakanlığı kabul edecek mi bilmiyorum. Tıpkı, Türk azınlık içinde nasıl karşılanacağını bilmediğim gibi. Ancak şüphesiz önemli ve cesaretli bir çalışma.

Çello ile piyano birleşirse

Hürriyet’in Atina bürosunun konuğu iki genç kadındı, iki sanatçı. Biri Türk, biri Yunan. Sedef Erçetin ile Maria Papapetropulu. Çellist biri, piyanist öteki.

Paris’te 18 yıl önce tanıştılar. Birlikte konserler verdiler. Şimdi de stüdyoya girip ilk ortak CD’lerini doldurdular. Schumann, Bach, Rachmaninoff’dan başka çağdaş Yunan bestecilerden Mentis ve Ksantulis’in eserlerini icra ediyorlar. CD’nin son parçası ise tam bir sürpriz. Parçanın adı "Metamorfosis". Türk ve Yunan halklarının ortak müziğinden esinlenerek bestelemiş Sedef Erçetin. Papapetropulu ile birlikte bu çalışmaları için "Ege’nin iki yakasından dostluğumuzun göstergesi olarak, müzik sevgisiyle, klasik ve modern bestecilerin tanınmış eserlerini bir araya getirerek romantik bir atmosfer yarattık" diyor.

Metamorfosisis için de "Tarih boyunca yaşanan iki ülke arasındaki benzerlikler ve değişimler beni her zaman etkilediğinden, bu duygularımı notalara aktarmaya çalıştım"...

Sohbet sırasında gülüşleri, samimi davranışları, esprileri ve birbirlerine iltifatları ile takdir ettiğim Erçetin ve Papapetropulu, pazartesi günü Atina’da "Çello ve Piyano İçin Konser"de sahne aldılar. Gidemedim. Yunan besteciler arasında eşsiz bulduğum Manos Hacidakis’in iki şarkısını da icra etmişler.

Bu her yönüyle güzel "düet"i alkışlıyorum.

Acar polis Zina

Baharın buram buram kokular yayıp, bangır bangır "geliyorum" dediği Atina’da, yaşlandıkça daha çok kızdığım pasaklılığımla dalga geçercesine, çalışma masamın çekmecelerine sıkıştırdığım yüzlerce buruşmuş kağıdı ayıklamaya uğraşırken, gazetelerin birinde ilginç bir haber ilişti gözüme: "Yunan başkentinde görev yapan her üç polisten biri ya siyasetçileri ya da devlet yetkililerini koruyor."

Habere bakılırsa, Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas için 190, Başbakan Kostas Karamanlis için 150, ana muhalefet lideri Yorgos Papandreu için 50, her bakan için 8, her bakan yardımcısı için 6 polis görevlendirilmiş. Eski başbakanlar, diplomatlar, şu bu derken koruma ile görevlendirilmiş polislerin sayısı 3 bini geçiyor.

Siyasetçilerin korumaları genellikle naziktir. Sözgelimi gazetecileri öyle kabaca uzaklaştırmalarına filan rastlamadım pek.

Şimdi bu "koruma ordusu" arasında çok "farklı" birine değinmek istiyorum.

Cumhurbaşkanı Papulyas’ın hizmetinde görev yapıyor. Şehrin tam göbeğinde, Parlamento binasının arka cephesine ve binbir türlü ağacın bir arada bulunduğu Kraliyet Bahçesi’ne bakan "İrodu Attiku" Caddesi’nde, başbakanlığın hemen bitişiğindeki cumhurbaşkanlığının kapısında rastlamak mümkün ona. Cumhurbaşkanı bir yere gidecekse, korteje eskortluk ediyor. Kortejde koskoca bir motosikletin üzerinde en önde gidiyor Zina Theodorellu.

Daha okul yıllarında sevmiş motosikleti. Bir buçuk yıl görev yaptığı cumhurbaşkanlığından önce de trafik polisi olarak dolaşmış Atina’da. Kortej gideceği yere ulaştığında motorundan inip kaskını çıkarıyor, uzun sarı saçları rüzgarla buluşuyor. Bedenini sımsıkı saran deri üniformasını düzeltiyor.

Ne dersiniz? Dikkaten kaçması mümkün mü hiç Zina’nın?
Yazının Devamını Oku

Meşale yola çıktı

29 Mart 2008
Tanrıların patronu Zeus’un hem kardeşi hem de karısı, kıskanç mı kıskanç Hera’nın hizmetçi rahibeleri (Hieries), bedenlerinin tüm hatlarını cömertçe gözler önüne seren uzun beyaz giysileri ile tapınağa doğru ağır adımlarla ilerlediler. Başrahibe (Prothieria), elindeki meşaleyi iki eli ile tutup gökyüzüne doğru kaldırdı ve "Ey ışık ve aydınlık tanrısı Apollon, bize ışınlarını gönder ve misafirperver Pekin şehri için kutsal meşaleyi yak. Ve sen, ey Zeus, yeryüzünün tüm halklarına barışı bağışla" dedi.

Apollon da Zeus da dinledi başrahibeyi. 21. yüzyılın teknolojisi de elinden geleni yaptı elbet ve Olimpiyat meşalesi bir kez daha yandı.

Gözlerindeki mutluluğu gizlemeyen başrahibe, meşaledeki ateşi, önünde diz çökmüş erkek sporcu ile paylaştı. Ateş meşaleden meşaleye yayıldı sonra. Bu kez yolculuk ta Pekin’e kadar.

Eski Yunan’daki Olimpiyat oyunları canlandırıldı ardından. Bugünkü gibi ne idiği belirsiz spor dalları yoktu tabii. Koşu, disk atma, güreş...

Hera tapınağı önünde meşalenin yakılması, aynı zamanda Olimpiyat Oyunları’nın başlangıcı sayılır. Eski Yunan’da, bu oyunlar aynı zamanda savaşların bir kenara bırakıldığı ateşkes dönemiydi.

Eski Yunan medeniyetini belki de en iyi şekilde canlandıran Olimpiyat meşalesinin yakılması töreni, dört yılda bir Mora Yarımadası’ndaki Olimpia kasabasında tekrarlanır ve her defasında büyük hayranlıkla izlerim.

Bu topraklara neden "medeniyetin beşiği" deniyor, günümüz Yunanlıları arasında neden "kainata biz ışık verdik, sonunda ise karanlıkta kaldık" deniyor, töreni izlerken anlamak mümkün.

Eski Yunan’da ilk olimpiyatların MÖ 776’da yapıldığı tahmin ediliyor.

Kimin icat ettiği konusunda ise rivayetler çeşitli. İlk oyunların Olimpia kasabasında, tanrılar arasında yapıldığını söyleyenler var. Zeus güreşte Satürn’ü (Kronos), Apollon da koşuda Hermes’i yenmiş.

Bir başka versiyona göre, Mora Yarımadası’nın (Peloponez) adını aldığı kral Pelopas, kazandığı bir savaş için tanrılara teşekkür etmek amacıyla ilk oyunları düzenlemiş.

Bu işin mucidinin yarı tanrı Herkül olduğunu ileri sürenler de yok değil.

Kadınlar arasındaki yarışların anası ise Tanrıça Hera’ya teşekkür için az önce belirttiğim Pelopas’ın karısı Hippodami.

Çağdaş anlayışla ilk Olimpiyatlar, 1896’da Atina’da yapıldı. Bu görüşün babası da Fransız Pierre de Coubertin.

1896’da, ta 1936 Berlin Olimpiyatları’na kadar meşale yakılması töreni yoktu. Dünya Olimpiyat Komitesi, 1934 yılında Atina’da toplandığında, Olimpia kasabasını da ziyaret etmiş. Komitenin Alman üyesi Dr. Levald ortaya atmış fikri: "Oyunlar hangi ülkede yapılırsa yapılsın bir şekilde Yunanistan ile bağlantılı olmalı".

Olimpiyat meşalesinin dünya turu da öyle başladı. Tabii o dönemde "Naziler bunu kendi propagandaları için keşfettiler" diyenler de oldu.

Törene ve meşalenin diyar diyar dolaşıp sonunda Olimpiyat Oyunları’nı düzenleyen ülkeye ulaşmasına, radikal Ortodokslar da karşı çıkıyor. Çünkü bu şekilde, çok tanrıya inanan "Olimpistlerin" ekmeğine yağ sürüldüğünü iddia ediyorlar.

Günümüzde her şeyin "ticari reklam aracı" haline dönüşmesi, ideolojisine tamamen zıt olmasına rağmen olimpiyatları da etkiledi şüphesiz. Sponsorlardan geçilmiyor. Sözgelimi Yunan Olimpiyat Komitesi’nin web sayfasını açtığımda, karşıma bir meşrubat firmasının (aman canım Coca Cola’nın işte) ne "iyilikler" yaptığını okudum.

Sembolü, beş kıtayı simgeleyen birbirine geçmiş beş halka, sloganı da Latince "Cirtius, Altius, Fortius" yani "daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü" olan Olimpiyat Oyunları, her şeye rağmen insanlığın övgü kaynaklarından birisi olmaya devam ediyor.

Kıbrıs zirvesi ardından

İster Türk-Yunan ister Kıbrıs zirvelerinde olsun, gazetecinin, kapalı kapılar ardındaki havayı koklayabilmek için ilk yaptığı şeylerden biri, liderlerin görüşmeden çıktıktan sonraki açıklamalarıdır.

Resmi açıklamalarda "şeytan" satır aralarında gizlidir. Bir kelime bile önemlidir. Kimin söylediği, nasıl söylediği ve hatta söylerken diğer liderin yüz ifadesi bile kendi önemini taşır. Liderler, gazetecilerin karşısına çıktığında bazen göz uçlarıyla birbirlerini süzerler.

El sıkışırken halleri, birbirlerine hitap şekilleri, konuşurken ses tonları, bunlara da dikkat etmeli gazeteci.

Giriş konuşmalarından sonra kaç soruya cevap verdikleri, cevap verirken birbirilerine jestleri de kendi anlamını taşır.

Hatta bu dönem "moda" liderlerin taktıkları kravatların rengi bile "mesajlar" gizliyor.

Tıpkı geçen hafta Kıbrıs’taki Mehmet Ali Talat-Dimitris Hristofyas görüşmesinde olduğu gibi. İdeolojileri belli, ikisi de "yoldaş"lar ya, kırmızı rengin hakim olduğu kravatlar seçtiler.

Ancak iki lider, kravatlarının benzerliğinden çok ama çok öte mesajlar verdi. Yanlış hatırlıyor olabilirim, ama ilk kez bir Kıbrıs zivresinde dikkatimi çeken bir şey oldu.

Genellikle bir lider bir soruyu cevaplandırırken, öteki lider bir şey söylemek ihtiyacını hissettiğinde, bu yanlış anlaşılmalara yol açmaması içindir. Yani "bakın o öyle diyor ama benim için durum şu" demek istemesidir.

Talat ve Hristofyas’ın cevaplarında dikkat ettiğim şey, birbirlerini tamamlayıcı şeyler söylemeleri idi. Görüş ayrılıklarını ortaya koyabilecek sorulardan ustalıkla kaçınmaları da dikkatimden kaçmadı.

Bundan dolayı ikisine de teşekkür ederim.

Belli ki iki tarafı ayıran şeyleri şimdilik bir kenara bıraktılar, iki tarafı birleştiren, yakınlaştıran unsurları öne çektiler ve farklı pozisyonlarda, farklı görüşlerde olmalarına rağmen çözüm sürecinin yeniden başlaması için iradelerini ortaya koydular.

Bundan sonrası elbettte büyük zorluklara gebe. Elbette büyük anlaşmazlıklar çıkacak. Elbet umutlar da, sinirler de ciddi sınavlardan geçecek. Gün gelecek belki geriye doğru adımlar bile atılacak. Ne var ki tam dört yıllık ataletten sonra Kıbrıs sanki nefes almaya başlıyor. Umut sanki geri dönüş yolculuğuna hazırlanıyor.

Türk-Yunan ilişkileri tarihinde, Kıbrıs tarihinde, sorunlara gerçekten çözüm isteyen siyasetçiler olmuştur. Ancak, çözüm isteyen liderlerin aynı zamanda yönetimde olmamaları büyük şanssızlıktı. Türk-Yunan ilişkilerinde son yıllarda bu açıdan şeytanın bacağı kırılıyor gibi.

Lefkoşa’daki zirvede ise Talat ile Hristofyas, "muhteşem ikili"yi oluşturabilecekleri hissini verdiler bana. Aralarındaki eski dostluktan başka, sanki gerekli "kimya" da var gibi geldi.
Yazının Devamını Oku

Zico Bey... Bu yazıyı oku

22 Mart 2008
Demek Chelsea çıktı yolumuza. Nasıl eleriz? Zico ne yapmalı? Takım 4-4-2, 4-3-3 ya da 3-5-2 mi oynamalı? Alex, Aurelio’dan aldığı pasla ceza sahasına girerken sağına mı yoksa soluna mı bakmalı? Zor, çok zor... Her şeyi yönetimden, Zico’dan ve oyunculardan beklemek yerine harekete geçmeye karar verdim.

Önce yılık iznimi alıp İstanbul’a gelmeyi ve tesislerin orada bir çadır kurup her geçen futbolcuya "Aslanım benim. Kesin İngiltere fatihim" diyerek moral vermeyi düşündüm. Vazgeçtim.

Sonra yine yıllık iznimi kullanıp, çadırı Chelsea tesislerinde kurmak geldi aklıma. Her geçen futbolcuya "Çelsi çelsi, pabucumuzun tersi" şeklinde tazahüratın muhtemel sonuçlarını değerlendirdim. Yine vazgeçtim.

Üstelik ne vaktim var, ne de param Londra’lara gidecek. Olsaydı da bu yaştan sonra değişecek değilim, kalkıp yine İstanbul’a giderdim.

Kamışla buzlu neskafelerimi (Frappe) bir biri ardınan yudumlarken, bulunduğum yerden, Atina’dan bir şeyler yapmam gerektiğine karar kıldım.

Ve sonunda buldum. Bendeniz, aynı zamanda AEK takımı taraftarıyım. 1926 yılında İstanbul’dan buralara gelen Rumların kurduğu çilekeş, şampiyonluk nedir unutan, kendi stadı bile olmayan AEK’nın taraftarı. Dolayısıyla, Olimpiakos takımını sevmem ya da muhatap olmam düşünülemez. Ancak, fedakarlık Fenerbahçem için ise helal olsun.

Chelsea, çeyrek finale Olimpiakos takımını eleyerek çıktı. Son 12 yılda 11 Yunan ligi şampiyonluğu bulunan Olimpiakos, bu yıl da en yakın rakibi Panatinaikos’dan 2 puan önde ve şampiyonluğun en yakın adayı. Chelsea’ye elenmenin faturası ise kırmızı-beyazlı takımı çalıştırdığı 3 yıl ve birkaç ay içinde 3 lig şampiyonluğu kazandıran teknik direktör Takis Lemonis’e kesildi. Yerine İspanyol Jose Segura getirildi.

İşte aradım taradım ve Lemonis’i bulup Chelsea’yi konuştum. Hani bir tüyo kaparım umuduyla. Daha ne yapayım?

-İki maçta Chelsea’den ne tat aldınız?

-İstikrarlı bir takım. Savunma organizasyonu çok iyi. Boş alan bulduğunda çok tehlikeli oyuncuları var.

-Peki zayıf yanları?

-Pek göremedim. Chelsea’ye karşı bir takımın şansı olabilmesi için kontrataklarla oynaması ve maçın son saniyesine kadar oyunu kontrolü altında tutması gerekir.

-Duran toplarda nasıllar?

-Özellikle tehlikeliler. Topa çok iyi vuran oyuncuları var.

-Rakibin duran toplarında, savunmaları nasıl?

-İki maçta da Olimpiakos’un tehlike yarattığı pozisyonlar hep duran toplardandı. Sanırım Fenerbahçe de burada Chelsea’ye sorun yaratabilir.

-İngiliz takımının hangi oyuncularına özellikle dikkat etmek gerekir?

-İki veya üç oyuncuya yönelik tedbire dayalı bir sistem çöker. Çünkü bütün oyuncular iyi. Savunmanın iki kanadı da çok iyi ileri çıkıyor.

-Chelsea yenilmez mi?

-Yenilmeyecek takım yoktur. Ancak maç öncesi bir teknik direktörün de yapabileceği çok şey yok bu takıma karşı. Eğer son saniyeye kadar kontrolü elinizde bulundurabilirseniz bir şeyler olabilir.

-Başka?

-Bir de İngiltere’deki maçın ilk 20 dakikası çok önemli. İngiliz takımları ilk 20 dakikada daha tehlikelidir.

Lemonis futbolu iyi biliyor. Yıllarca da Olimipakos formasını giydi.

Benim görüşümü sorarsanız, bu yaştan sonra değişecek değilim, yani kesin tur atlarız.

GB’de yaprak sarma

Atina’nın tam göbeğinde, parlamento binasının tam karşısında, Sintagma (Anayasa) meydanında, neredeyse bu ülkenin tarihi kadar eski bir otel var. Sadece lüks bir otel değil bu. Kapılarını açtığı 1874 yılından bu yana, sadece başkentin değil tüm Yunanistan’ın sosyal, siyasi, ekonomik yaşamında adından bahsettirmiştir. Geçen 132 yıl içinde, her şeyi ile fakir Yunanistan’ın, bugün her şeyi ile zengin Yunanistan’a geçişinin canlı tanığıdır Grand Bretagne (Büyük Britanya) oteli.

Krallar, devlet başkanları, başbakanlar, zenginler, ünlüler geçti odalarından. Salonlarında günlerce konuşulan davetler düzenlendi, tangolar, valsler çalındı, dans edildi. Dış cephesinde çok küçük değişiklikler yapıldı. Girişi, odaları, restoranları değişimlere uğradı ama eski heybetinden birşey kaybetmemesine hep itina gösterildi.

Grand Bretagne’nin üç restoranı var ama en ünlüsü 1976 yılında açılan GB. 20. yüzyılın başlarındaki art-deco stili dekoru, leziz Akdeniz mutfağı ve seçkin müşterileri ile apayrı bir yeri var bu mekanın.

GB otelin giriş katında, pencereleri Sintagma meydanına bakıyor. Atina’da protesto gösterisi olmayan gün hemen hemen yok. Bu durum da düşünülmüş, özel panjurlar sayesinde bir anda dış dünya ile ilişki kesilebiliyor.

Bugünlerde GB’de özel mi özel bir mönü var. Yunan sosyetesi, siyasetçiler, işadamları, sanatçılar, zengin turistler bu mönüyü tadıyor. Başlangıç olarak meze tabağı, sultan üçlüsü, zeytinyağlı kereviz ve karışık ya da toros salatası. Ana yemekler, ev yapımı mantı, etli yaprak sarma, kuru fasulye, çoban kavurma, cızbız tabağı ve levrek buğulaması, tatlılar da dondurmalı irmik helvası, karışık tatlı tabağı, sakızlı muhallebi, kayısı veya kaymaklı ayva tatlısı.

Türk mutfağı Atina’da hiçbir zaman bu kadar lüks bir mekana girmemişti.

Ankara Sheraton Oteli’nin yiyecek içecek müdürü Hasan Bozkurt ve şef Zeki Açıköz beraberlerinde usta iki aşçı ile birlikte, Yunanlılara Türk mutfağının kebaptan ibaret olmadığını kanıtladılar.

Keşke, kalitesi sürekli çıkışta olan bazı Türk şaraplarını da beraberlerinde getirselerdi.
Yazının Devamını Oku

Erkek severse

14 Mart 2008
Uzak diyarlardan business class mevkiinde uçan aşk tanrısı Eros, Atina’daki Elefterios Venizelos Havaalanı’nın dışhatlar geliş bölümünde "bunda yürek var, bunda yok" deyip, kimseye görünmeden voltasını atarken, uzun sarı saçlarının, melek gibi masum yüzünü örtmemesi için itina gösteren genç bir kadın, yaşı başı ve hali vakti yerinde erkeğe yaklaşarak elindeki parayı uzattı: "Acaba 10 Euro bozuğunuz var mı? Valizim ağır, araba alacağım, 1 Euro gerek".

Herhalde epeydir "bunda yürek yok, bunda da yok, bunda da" diyordu Aşk Tanrısı... Bir an şaşıran erkeğin düşünmesine fırsat vermeden, okunu aldı, yayına taktı, gerdi ve zınnnn.. Yine tam isabet:

"Rica ederim. Buyurun 1 Euro vereyim. Ayrıca valizinize de yardımcı olayım."

Kadın 20 yaşında. Ukraynalı Anna Kulieva. Ülkesinde, üniversitede okuyor. Yunan dili ve edebiyatı. Ayda 250 Euro’luk bursla 90 gün için dil öğrenimine gelmiş.

Adam 53 yaşında, Yunanlı Kostas Lulis. Ülkesinde "un imparatoru." Zengin mi zengin. Üstelik tanınmış köklü bir aileden. Evli ve boyundan büyük bir oğlu, bir de kızı var. Ayrıca, çok dindar. O kadar ki, 1990-93 arasında Ortodoks áleminde "keşişler diyarı" olarak bilinen Kuzey Yunanistan’da Halkidiki Yarımadası’ndaki özerk yönetimli Aynoroz’un "sivil yöneticisi" yani guvernörüydü.

Genç kadın teşekkür etti. Erkek, gözlerini bir an bile üzerinden ayırmadığı genç kadının valizini aldı. Çıkışa doğru yöneldiler.

Aşk Tanrısı, bahse girerim ki "Elalem kart bir zampara ile bir Nataşa’yı nişanladım sanacak. Amaaan varsın öyle sansın. Ben yüreği olan bir kadın ile bir erkeği seçtim" diyordu arkalarından.

- Otomobilim kapıda, şoförüm bekliyor. Nereye gidecekseniz bırakayım...

Reddetmedi genç kadın. Yolda, telefon numaralarını verdiler birbirlerine.

Serveti epey sıfırlı Kostas Lulis, muhafazakarların yaşadığı Volos şehrindeki evine, ailesine gitti. İşine verdi kendini, un fabrikalarına.

Yaz da gelmişti. Geceler uzun, sıcak. Herhalde 27 yıllık eşiyle tatil hayalleri kuramıyordu artık.

Neden, niçin sormayın, ben de bilmiyorum, bir gün aradı işte Anna’yı. Sonrasında, sonrasında Volos limanından dilere destan yatıyla Ege adalarına yelken açtılar. Masmavi deniz, bembeyaz küçük evler.

Tam 10 gün sürdü yolculuk. Her gün de bir sürpriz yapıyordu sevdiğine.

Canım Skopelos Adası’nın kuytu bir yerinde demir atmıştı tekne. Bir sabah birlikte yakındaki mağaraya yüzdüler. Kayalığa çıktıklarında Anna’ya "Şu taşı gördün mü? Altında sanki bir şey parlıyor" dedi.

Anna taşı kaldırdı.

İsminin başharfinin yazılı olduğu pırlanta bir yüzük...

Sürprizin böylesi. Bir gün öncesinden böyle bir jesti düşünebilmek. Kızanlar çıkabilir ama bence helal olsun..

Anna, şekli şemali masalardakine pek uymasa da düşlediği prensi bulmuştu. Kostas, kendinden tam 33 yaş küçük bir kadının gözlerinde yakalamıştı aşkı.

Yoo öyle üç, beş günlük bir gönül macerası uğruna her şeyi havaya uçuracak adam değildi. Sadece aşıktı. Sadece hayatını Anna ile yaşamak, sadece onun saçlarından yakalamak istiyordu baharı... Vicdanı, beyni ve kalbi ile çok mücadele etti. "Kim ne derse desin. Servetimin bir bölümünü bu genç kadın tüketse bile ne olur" diye düşündü en sonunda.

Volos’taki evine, ailesine döndüğünde birkaç ay bekledi. Gizli gizli buluşuyordu aşıklar. Sonra onca yıldır aynı yastığa baş koyduğu karısına boşanmak istediğini söyledi. Kıyamet koptu. Hazırlıklıydı, aldırmadı.

"Aaa körolası, bu yaşında azdı" demek zor değil. Bir düşünsek şöyle, kaçımız, sorunsuz ancak hiçbir faydası da olmayan evlilikler yaşadık-yaşıyoruz? Ve kaçımız bu tip evliliklerin sadece güzel anılarını (mutlaka vardır) tutup aklımızda "hadi eyvallah" diyebildik?

Kostas Lulis, dedim ya az önce, dindar adamdı. Bir zamanlar yöneticisi olduğu Aynoroz’un yolunu tuttu. Bir zamanlar tanıdığı ihtiyar keşişlere sevdiğini, Anna’sını anlattı. Yol göstermelerini istedi "ruhani baba"larından. Kimi "Tövbe de... Yaptığın zina. Büyük günah işliyorsun" kimi ise "din aşkı takdis eder" nasihatinde bulundu.

Aynoroz’dan dönüşünde önce eşi ve kızıyla masaya oturdu ve milyonlarca Euro değerindeki gayri menkullerini devretti. Sonra da oğluna fabrikalarının yüzde 51 hissesini.

Geçenlerde Ukrayna’nın başkenti Kiev’de peri masallarındaki gibi bir düğünle evlendi Kostas ile Anna.

Genç eşine, bu defa Rus Çariçesi Katerina’nın taktığı paha biçilmez kolyenin bir benzerini hediye etti.

Ve kiliseden el ele çıkarken "Eğer cennet varsa, o zaman cennet gözlerinde" diye fısıldadı.

Balayındalar, nerede bilmiyorum...

ÜÇ OLGUN ADAMIN GECESİ

Stelyo, Levon ve Yorgo o unutulmaz salı gecesi 21.00 sularında buluştu. Uzun gece akşam yemeğiyle başladı. Kaşar peynirinin içinde eridiği tavuk rulosu, minnacık yuvarlak patates ve Yorgo’nun kurduğu turşu.

Sofrayı toplayıp, koltuklara gömüldüler. Sehpadaki kasede bekleyen kabak çekirdeklerini çıtlatma zamanı.

Saat 21.45: Birbirlerine iyi şanslar diledi üç "olgun" adam...

Saat 21.55: Tuhaf tuhaf baktılar birbirlerine. Kafalarını "olmadı yine" dercesine bir sağa bir solla salladılar.

Saat 22.05: Yorgo birden bire koltuktan fırladı ve koskoca bedenini yere attı. Levon bağırıyordu. Stelyo yerinde kıkır kıkır gülüyordu. Stelyo, yapısı itibarıyla "ağır" adamdır. Sözgelimi çekirdeği elinin iki parmağından ağzına götürmesi, eğer güzergahta yere düşmezse, hayli zaman gerektirir. Ama bakışları daha hızlıdır.

Saat 22.15: Bir parmak içki içse enginlere yelken açmakla tanınan Levon "Bana bir kadeh buzlu viski getirin. Bu gece uzun" dedi. Stelyo dedik ya "ağır" adam Levon’a şöyle bir bakıp kafa salladı. "Bence de" filan demesi vakit alır. Çocukluğundan beri korku filmlerini izlemeyen Yorgo ise yerinde duramıyor, evin dört bir yanında dolaşıp duruyordu nedense.

Saat 22.25: Üçünden de aynı anda aynı küfür sesi yükseldi. Oysa tam da umutlanmışlar, tam da sevinmişlerdi...

Saat 22.35: O gece daha yaşanacaklarla ilgili koyu bir sohbete daldılar. Birbirinden farklı fikirler çarpışıyor. Yaşasın demokrasi...

Saat 22.45: Kásede çekirdek kalmadı.

Saat 23.20: Yorgo yine fırlayıp kendini yere atıyor. Bu defa başka versiyonda. Cebindeki bozuk paralar etrafa saçılıyor. Yerde el, ayak kıvranıyor. Günahı ne ki bilinmez, parke zemine vuruyor. Levon, sevinçten mi yoksa bir kadeh viskinin tesirinden mi meçhul, o anda Stelyo’nun kucağına oturuyor. Stelyo, dedik ya "ağır" adam, buna rağmen yerinden kalkacakmış gibi hareketler yapıyor. Ama şanına şöhretine gölge düşürebileceği düşüncesiyle vazgeçiyor.

Saat 23.30: Umut capcanlı. Üçü de sevinç içinde ama 30 dakika daha nasıl geçer?

Saat 24.00: Geceyarısı... Rus ruleti oynamanın vakti mi şimdi? Levon, viskiden hızını alamamış şampanya olsa içerim diyor. Yorgo, yılbaşından kalma gazoz şişesi boyutunda bir şampanya olduğunu söylüyor. Stelyo, bu konuşmaları gülümseyerek izliyor.

Saat 00.20: Yorgo, başka nerede olacak, yine yerlerde sürünüyor. Kalkıp bir ara Stelyo’nun koluna art arda bilmem kaç yumruk indiriyor. Levon ile kucaklaşıyor. Şampanya açılıyor..

Saat 02.30 "Eğer kalp krizi geçirmediysek bugün, sağlamız" diyerek vedalaşıyor üç "olgun" adam.

Fenerbahçe’min yazdığı İspanya destanını 48 ile 49 yaş arasında kararsız bendeniz, 59 yaşındaki eniştem Levon ve 62 yaşındaki kuzenim Stelyo işte böyle yaşadık.

Kaşkollarımız, Atina’da balkona astığımız bayrağımız, sarı-lacivert formalarımızla...

Fenerbahçe sen çok yaşa...

MAKSAT EĞLENCE GERİSİ BAHANE

"Sarakosti" öncesi "Kathari Deftera" arifesinde "Apokries" vardı ve binbir kıyafete bürünüp binbir şekilde eğlendi insanlar buralarda.

"Sarakosti," Paskalya Bayramı öncesi 40 gün süren oruç dönemi. "Kathari Deftera" bu orucun ilk günü olan "Temiz Pazartesi", "Apokries" de (Apukurya) geniş anlamda oruç arifesi, yasaklar öncesi son günler.

Cumartesi ve pazar acayip keyifliydi Atina. "Apokries" münasebetiyle düzenlenen karnavalların en ünlüleri Patras ve İskeçe şehirlerindekiler ama başkent de pek geri kalmadı. Gündüz, orta hallillerin semtlerinden Moshato’da geçit töreni vardı. Brezilya’dan dans topluluğu bile getirmişler. Gece ise turist semti Plaka ile eğlence merkezi Psiri’de iğne atsanız yere düşmezdi.

Birbirlerine konfetiler atıyor, kar spreyi sıkıyordu insanlar. Çoğunun ellerinde plastik sopalar, geçenin kafasına, sırtına vuruyorlar.

Kızmak yok. "Ulan sen bunu nasıl yaparsın" filan demek de...

Prenseslerin, korsanların, papazların, hayat kadınlarının, süperman’lerin, dansözlerin, gorillerin gecesi. Herkes bir kıyafete bürünmüş dolaşıyor, gülüyor, eğleniyor işte.

Pazartesi, yani "Temiz Pazartesi"nde uyandığımda şehrin iki büyük tepesinden birisi olan Likavitos’dan salıverilen rengarenk uçurtmalar gördüm gökyüzünde.

Adettir, uçurtma günüdür "Temiz Pazartesi." Yenen yemeği de ekmeği de özeldir bu günün. Mayasız, susamlı "Lagana" yenir. Kırk günlük orucun ilk günüdür ve et, balık, süt ürünleri filan yenmez. Kan yok ya içinde, gelsin kalamarlar, ahtapotlar, karidesler, ıstakozlar. Gelsin helva, zeytin, salatalar. Şarap da geri kalmasın. Kadehler dolsun.

Halk gelenekleri, dini vecibeleri çok ama çok değiştiriyor bazen. Bence iyi de oluyor.

Sözgelimi "Temiz Pazartesi"de ayıp mı ayıp sözleri, dil sürçmesiymiş gibi söylemek, ayıp mı ayıp şeyler çağrıştırmak adetini, din duysa öfkesinden çatır çatır çatlar.

"Sarakosti" yani oruç dönemi taa Paskalya Bayramı’na kadar sürecek. Din adamlarından ve dindar yaşlılardan başka pek kimse 40 gün oruç tutmaz buralarda. Halk için oruç dönemi 4-5 gün, bilemediniz en fazla bir hafta sürer.
Yazının Devamını Oku