28 Haziran 2008
"Gözden uzak, gönülden ırak" sözünü çürüten dostlarım vardır. Aylar, hatta yıllardır görmediğim. Üstelik bunlardan bazılarını hayatımda iki üç kez görmüşümdür topu topu. Ancak, telefonda seslerini duyduğumda yüreğimden sevgi taşar, mutlu olurum. Hal hatır sorarken bile kalplerimiz konuşur. Buluştuğumuzda da gözlerimiz. Bakışlarımız anlatır çok şeyi, her şeyi... Kalbin aynası ne ki zaten?
Bazen aynı frekanslarda olduğumuzu göstermek için kafalarımızı sallarız sadece. Yeter... Yeter. İşte bu dostlarımdan biri aradı geçenlerde: "Haber çıkabilir sana diye düşündüm, Sevan Bıçakçı Atina’da."
Ne yalan söyleyeyim, internette dolaşırken okuduklarımla, Türkiye’nin önde gelen bu takı tasarımcısını daha önce duymadığım ve tanımadığım için kızdım kendime. Onca ödül, onca başarı. Yazılanlar bir yana, tasarımcının resimlerdeki eserlerine de hayranlıkla baktım uzun süre.
Aradığımda, sıcacık samimi bir ses vardı karşımda. Birkaç saat sonra Sevan Bıçakçı ve çalışma arkadaşı Emre Dilaver ile bu diyarın Nişantaşı’sı, Kolonaki Meydanı’nda kahve içiyorduk.
Telefondaki ses ile aynı sıcaklığı, ayni samimiyeti olan güzel bir insan vardı karşımda. "Ağabey" diyerek girdi sohbete.
Bir gece öncesinin yorgunluğu vardı üzerlerinde. Yunanistan’da moda dünyasının, şov dünyasının en büyük isimlerinden Lakis Gavalas’ın daveti üzerine gelmişler. Gavalas, dünyanın ünlü giyim ve aksesuvar markalarının Yunanistan’daki temsilcisi. Van Cleef & Arpels’in temsilcisi desem sanırım yeterli.
İstanbul’da, Sevan’ın Kapalıçarşı’daki dükkanına gitmiş, yüzükleri, takıları görünce gözlerine inanamış. O gün bugündür tam bir Sevan Bıçakçı hayranı Gavalas. Bu genç yaştaki ustayı Yunanistan’da tanıtmak için ne gerekiyorsa yapmaya hazır.
Önce akşam yemeği yemişler, sonra da Atina’nın gece hayatına hücum. Kim mi vardı yanlarında? Takdime gerek yok sanırım, Anna Visi... Bu diyarın magazincileri bile, ABD’de sanıyordu Yunanistan’ın bu en büyük seslerinden birisi olan sanatçıyı. Birkaç hafta önce bu köşede röportajını yayınladığımız, Atina gecelerinin "imparatoru" Yorgos Mazonakis de sabaha kadar eğlenen grubun içinde.
Sevan’ın takılarını vitrinlerinde sergilemek için Yunanlı mücevheratçılar yarışa girdi desem yeridir. Kessaris, Vurakis gibi büyük markalar peşinde koşuyor Sevan’ın.
O acele etmiyor. Nasıl ve kiminle çalışacak karar vermiş değil.
İş görüşmesinden iş görüşmesine koşuşturduğundan, kısa bir Atina turuna çıkmamız önerime sevindi.
Sahile doğru yol alırken otomobilde suyun bittiğini uyaran lamba yandığında, Sevan "Ağabey genç adamız, iner iteriz" diyecek kadar mütevazı.
Turkolimano’yu, Pasalimani’yi dolaştık. Gülerek, kahkahalar atarak.
Akşam için Gavalas yeni bir organizasyon düzenmişti; Atina sosyetesinden bir grupla yemek. Daveti, Türkiye-Hırvatistan maçı nedeniyle nazikçe geri çevirdim.
Ayrılırken, İstanbul’da, Atina’da yine buluşma sözü verdik. İddialı konuştu: "Sana en muhteşem kebabı yedireceğim. Tepside gelecek."
Sevgili Sevan bilesin, o bahsettiğin kebabı tatmadan bir gün önce hiçbir şey yemeyeceğim.
İşler tıkırında da...
Türkiye ile Yunanistan arasında 1998 yılında 200 milyon dolar düzeyinde olan ticari ilişkiler, 2007’de 3.2 milyar dolara ulaştı. 2008 sonu için tahmin 3.7 milyar dolar. Rakamlara bakılırsa, ticarette her şey iyi gidiyor ama hiç suyun bir veya öteki yanında partneri hani derler ya kazıklayan işadamı yok mu?
Bildiğim bir örnek var en azından. Beyoğlu Güzelleştirme ve Koruma Derneği Başkanı, İşadamı Nizam Hışım’ın, Yunan firması Everest grubu ile İstanbul’da iki İtalyan restoranı açma teşebbüsü hüsranla sonuçlandı. Nizam Hışım, bu işte 150 bin Euro kaybetti. Elinde belgeleri, kanıtları var ama hakkını alamıyor.
İşte, T.C.’nin Atina Ticaret Müşavirliği’ne giderken, aklımda bu soru vardı.
İlk ziyaretimdi. Beklediğimden çok farklı bir ofis buldum. Modern, her şey tıkır tıkır çalışıyor. Başmüşavir Bülent Tuncer, "Business center kurmayı planlıyoruz buraya. Türk işadamı, Yunan işadamı geldiğinde, istediği takdirde işini, toplantısını yapabilsin" diyor.
Birkaç dakika sonra kafamdaki soruyu sordum:
Hiç mi kazık atmıyorlar birlirlerine?
İşleri iyi gidenler bize uğramaz zaten. Her gün en az 1 şikayet geliyor. Kimi malını zamanında göndermiyor, kimi parasını alamıyor. Kiminin aldığı mal bozuk çıkıyor.
Siz ne yapıyorsunuz?
Önce şikayet edeni dinliyorum, sonra karşı tarafla konuşuyorum. Buluşturmaya çalışıyorum, yeniden anlaşma masasına oturmalarını teşvik ediyorum. Saf insanlar iki tarafta da var.
Mağdurlara tavsiyeniz ne?
Uzlaşma mümkün olmadığında adalete başvurmaları. Bazı avukatların adreslerini de veriyoruz.
İşadamları nelere dikkat etmeli?
Anlaşma yaparken, yatırımlarını riske atmayacak yöntemler bulsunlar. Pürüz, anlaşmazlık halinde ne yapacaklarını önceden kağıda döksünler. Önceden bizi de haberdar ederlerse faydası olur.
Bu arada belirtelim, Yunan işadamı Türkiye’de sermaye yatırımı yapmak, Türk işadamı ise Yunanistan’a tekstil, makine ve mobilya satmak çabasında genellikle. Yunan işadamlarının son zamanlarda Türkiye’deki gemi inşa sektörüne ilgisi arttı.
Söz dönüp dolaşıp yine vize sorununa geldiğinde, Başmüşavir Tuncer, "Sehengen kuralları var, tamam. Ancak, Yunanistan’a yüzbinlerce Euro yatırım yapacak bir Türk işadamı kesinlikle güçlüklerle karşılaşmamalı" diyor.
Ticaret müşavirliğinin kapısını 2007 yılında yarısı Türk, yarısı Yunan 3 bin işadamı çalmış.
Tuncer, Yunanistan’ın Türkiye’den hiçbir farklı bulunmadığı görüşünde. Atina’nın da "İstanbul-Ankara arası bir yer" olduğu... Yunan başkentinde 9 aydır görev yapan Başmüşavir’in hedefi, "hukukçusunun, piyasa araştırmacısının, uzman ekonomistinin, hatta şoförünün bile olacağı bir ticaret müşavirliği".
Bakan Kürşad Tüzmen’in ticaret ofisleri projesi bütün bunları öngörüyor.
Güven veren bir ofis ortamında tavşan kanı çaylarımızı içtik. Geri dönüş yolunda, çok değil 10 yıl öncesi geldi aklıma. O zamanlar ziyaret ettiğim müşavirlikleri düşündüm. Ne kadar çok şey değişmiş.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2008
Yıllardan 2004, aylardan Ocak. Yunanistan, iki ay sonra yapılacak genel seçimlerle yatıp kalkıyordu. Tüm kamuoyu araştırmaları, sosyalist Pasok’un seçimleri kaybedeceğinde, merkez sağcı Yeni Demokrasi Partisi’nin de 1993’te bıraktığı iktidara döneceğinde birleşiyordu. Dönemin Pasok lideri ve Başbakanı Kostas Simitis, iyi dillere göre "belki bir şey değişir" umudu, kötü dillere göre ise "yenilgiyi hazmedemeyeceği" düşüncesiyle, parti başkanlığından istifa edip, o koltuğa o güne kadar Dışişleri Bakanı olan Yorgos Papandreu’nun oturması için yolu açıyordu.
2004 seçimlerini kaybetti Pasok Partisi, ama seçmeni de yeni liderine zaman tanımakta kararlıydı.
Yıllardan 2007, aylardan Eylül. Ülkede yine seçimler yapıldı ve Papandreu yine kaybetti. Üçbuçuk yıllık bu süre içinde yerel seçimlerin de, Avrupa Parlamentosu seçimlerinin de akıbeti farklı değildi. Panhelenik Sosyalist Hareketi’nde (PASOK) yenilgi, hani alışkanlık haline gelmişti.
Homurdanmalar, çatırdamalar, hatta isyanlar gecikmedi. Babasının; Andreas Papandreu’nun kurduğu partide Yorgos için "gitsin" sesleri yükseldi. Parti içindeki muhalefetin başını, Kültür Bakanı Evangelos Venizelos çekti. Boy ölçüştüler, Papandreu kazandı. Tarih, o yarışta Simitis’in sanki Venizelos’a göz kırptığını yazacak.
Yorgos Papandreu yeni vizyon, yeni isimler, yeni siyaset vaat etti. Aylar geçti üstünden. Değişen sadece mevsimlerdi. Kamuoyu araştırmaları Pasok’un dört yıl önce başlayan düşüşün bir türlü engellenemediğini gösteriyordu. Yeni Demokrasi Partisi ve onun lideri Başbakan Kostas Karamanlis, iktidarın getirdiği yıpranmadan nasibini alıyordu ama seçmen Pasok’a, Yorgos Papandreu’ya değil, küçük partilere kayıyordu.
İşler kötü gidiyordu vesellam. Papandreu’nun koltuğu yine tartışma konusu oldu. Dedikodular, imalı sözler, bel altı vuruşlar.
Yıllardan 2008, aylardan Haziran. Ve kıyamet günü geldi çattı. Pasok ve diğer muhalefet partileri, Avrupa Anayasası olarak bilinen Lizbon Anlaşması için referandum yapılmasını isteyen bir gensoru verdi parlamentoya. Papandreu hararetle savundu referandum talebini tabii ama kürsüye çıkan selefi Simitis, herkesi şaşırtarak tam tersini yaptı. Referanduma gerek olmadığını, Pasok’un iktidarda iken referandum istemediğini söyledi.
Parlamentoda onca zamandır yan yana oturan eski lider ile yeni liderin bu derin görüş ayrılığı, elbette Başbakan Karamanlis ve Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani’nin çok işine yaradı.
Sıra mektuplara geldi sonra. Papandreu, kendisine liderlik koltuğu yolunu açan Simitis’e partinin kapısını gösterdi ve "Madem siyasi görüşümüze katılmıyorsun, seni parlamento grubundan ihraç ediyorum. Ancak, o kadar teşrikimesai yaptık. Dolayısıyla bu ihraç kararımı resmen uygulamaya koymayacağım" diye yazdı. Simitis’in cevabı ise "Ne bu partiyi kuran baban, ne de ben öyle siyasetler izlemedik. Üst üste seçim kaybediyorsun. Pasok küçülüyor. Benim için ise ne düşünüyorsan yap umurumda değil" oldu.
Köprüler yıkıldı. Kamuoyu araştırmalarına göre Pasok seçmeninin yarısı Papandreu, yarısı Simitis’i haklı buluyor.
Siyasette kadirşinaslığa o kadar da sık rastlanmıyor. Halef selefini, selef halefini an geliyor vuruyor, yıkıyor Ha bir de, hangi müessesede olursa olsun işler iyi gitmeyince dırdır, kargaşa hiç dinmiyor.
Mitoloji ve bugün
Mitoloji der ki, evvel zaman içinde, bu diyarda Jason (İason) diye biri babasından tahtı çalan amcası Pelias’a "O makam benim hakkım" dediğinde, "Sıkıysa al. Git önce Altın Post’u getir sonra bakarız" cevabı almış. Arkadaşlarını, savaşçılarını almış yanına Jason, "Argo" adlı bir tekneye binip bugünkü Yunanistan’ın Volos limanından ta bugünkü Gürcistan’ın Potin şehrine, o zamanki adıyla "Kohlis Ülkesi’ne" yol almış.
Altın Post iktidarın ve zenginliğin sembolü idi. Kohlis Ülkesi’nin kralı Aietes, "Amcam, babama delikanlı davranmadı ver şu postu" diyen Jason’a belki de "Senin annen güzel mi? Ne diyon sen? Postu istiyorsan ona layık olduğunu göstermelisin" cevabını verdi.
- Ee, nasıl olacak bu iş?
- Gayet basit. Önce ateş püsküren öküzleri yeneceksin, sonra da dişlerinden asker çıkaran ejderhayı.
Bunları nasıl yapacağını kara kara düşünürken Jason, bir çift gözün kendisine hayranlıkla baktığını hissetti.
Bir kadın... Kral Aietes’in kızı, büyücü Medea (Midia).
Demek "neyi bildiğin değil, kimi tanıdığın önemli" gerçeği, Milat’tan 3 bin yıl önce de geçerliymiş. Biraz kakara, biraz kikiri vermişler mercimeği fırına.
Kadın sırılsıklam aşık. Büyü yapmış ve Altın Post’u koruyan o dişlerinden savaşçı çıkaran ejdehayı uyutup sevdiği erkeğin iktidar ve zenginlik sembolünü çalmasına olanak sağlamış.
Birlikte binmişler "Argo" teknesine ve geriye dönüş başlamış. Şüphesiz Kral Aietes’in "kızını dövmeyen dizini döver" sözünden haberi yoktu. Kızmış, öfkelenmiş. Askerlerine "Haydi teknelere, bulup getirin" demiş demesine ama atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmiş.
Mitoloji üç aşağı beş yukarı "Argonotların Seferi"ni böyle anlatır.
Gelelim günümüze...
Yunanistan, mitolojiiyi canlandırmak için tam 6 yıl önce bir proje başlattı. Bu çerçevede Kohlis Ülkesi’ne giden "Argo" teknesinin tıpatıp benzeri inşa edildi. Ardından çeşitli ülkelerden kürekçiler bulundu ve yeni "Argonotların Seferi" için geriye sayışa geçildi.
Ne var ki Türkiye’den Boğazlar ve Karadeniz’den geçiş izni verilmedi. Gerekçe olarak da "güvenli geçişin sağlanamayacağı" gösterildi. Türk medyasında bu işin arkasında başka "emeller" bulunduğu yazıldı.
Benim işim Atina’dan bildirmek. Bildireceğim de, sözkonusu projeyi hazırlayan "Navdomos Enstitüsü" yetkililerinden Apostolos Kurtis"in, Türkiye’nin red cevabı için "dayanılmaz derecede şaşırtıcı" dediğidir.
Yunan yetkililer "Argo"yu illa da yola çıkarmakta kararlı idiler. Çeşitli alternatifler üzerinde duruldu. Sonunda "Bir riyavete göre, Jason aynı yoldan dönmedi. Tuna ve Adriyatik’ten geçti" görüşü benimsendi.
"Argo" bu satırlar yazılırken yola çıkmış olmalıydı. Tam iki ay süreyle 88 kürekçi asılacak küreklere, tam 37 limana uğradıktan sonra da yeni "hedefe", yani Venedik’e ulaşacak tekne.
Euro 2008
Umutlar büyüktü, beklentiler de öyle. Sponsorların reklam uğruna mübalağaları ile çıta yüksek mi yüksek. Euro 2004’te herkesi şaşırtarak kupayı kaldıran Yunan Milli Takımı’ndan aynı başarı bekleniyordu. Hiç değilse, bir önceki Avrupa Şampiyonu unvanına yakışır bir derece.
Sıkı mı sıkı savunma, kısa paslarla orta sahada top öldürmek, rakibi oynatmamak, hatta sinirlendirmek ve duran toplarla her maçı 1-0 kazanmak taktiği ile dört yıl önce Portekiz’de mucizeyi gerçekleştiren Yunan Milli Takımı, Euro 2008’e de aynı zihniyetle, aynı futbolu oynamak için gitti.
Evdeki hesap çarşıya uymadı. Tüm rakipleri bu "formülü" çözdü ve Yunan Milli Takımı, grubunda İsveç, Rusya ve İspanya’ya yenilerek şampiyonada erken havlu attı.
Düş kırıklığı mı? Hayır. Başarısızlığın faturası, ne Alman teknik direktör Otto Rehagel’e ne de futbolculara kesildi.
Medya olsun, bu diyarın insanı olsun, herkes Rehagel için, futbolcular için "Dört yıl önce o mucizeyi gerçekleştirdiler. Başarısızlık da hakları" dedi.
Eleştiriler Yunan Milli Takımı’nda gençleşmeye gidilmesi, 2010 Dünya Kupası için yeni bir kadro kurulması yönünde idi. İlla da başarısızlığa bir suçlu aranacaksa, adres olarak "futbolun patronu" yani Yunan Futbol Federasyonu gösterildi.
Medya, 70 yaşındaki teknik direktör Rehagel’i incitmemeye, üzmemeye özellikle özen gösterdi. Rehagel de medyaya çatmamaya.
Taraftar, 2-1 yenildiği İspanya maçından sonra, herşey bittikten sonra bile futbolcuları tribünlere çağırdı. "İşte işte şampiyon" diye tezahürat yaptı.
Bir yandan bu manzara, diğer yandan Türk Milli Takımı’nın grubundaki maçları ile ilgili gereksiz, manasız açıklamalar, yorumlar. Herkes biraz bekleyemez miydi?
Bunun ötesinde, burada herkes İsviçre ve Çek Cumhuriyeti maçları için Türk Milli Takımı’na şapka çıkardı. "Bizdeki 2004’teki hırs ve azim, bu defa Türkler’de var" ve hatta "Kupayı kaldıracaksa niye başkası olsun, komşu Türkiye olsun" diyenler çıktı.
"Euro 2008"in Avusturya ve İsviçre’de düzenlenmesine üzülüyorum desem yeridir.
Eğer hepimiz inanmış olsak, eğer herkes üstüne düşen görevi yapsa, miliyetçilik, önyargı olmasaydı, bugün bütün dünyanın gözleri, Ege’nin iki yakasına çevrilmişti. Türkiye ile Yunanistan’ın "Euro 2008"e ev sahipliği için ortak başvuruları pek çok şeyin aşılması için iyi bir fırsattı.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2008
Yunanistan’da "günün adamı kim?" diye sorarsanız, cevabı Tilos Adası Belediye Başkanı Anastasios Aliferis olacaktır. "Niye?" derseniz, Ege’nin bu küçük adasında, kilisenin ve adli makamların ateş püskürmesine rağmen, Aliferis eşcinseller arasında ilk nikahları kıydı da ondan.
Tepkiler o kadar yoğundu ki, geçtiğimiz günlerde sabahın 7’sinde kıymak zorunda kaldı nikahlarıı. Çünkü, o saatlerde adalarda herkes uyur, herkes akşamdan kalmadır.
Belediye Başkanı da ikisi kadın, ikisi erkek dört eşcinseli aynı anda evlendirdi. Birkaç saat sonra ifade vermek üzere Rodos Adası savcılığına çağrıldı.
Eşcinseller arasında evliliği öngörmemiş yasalar, ama yasaklayan bir yasa da yok. Suç işledi mi işlemedi mi Tilos Belediye Başkanı, buna muhtemelen hakimler karar verecek. Savcının emri, bu mesele çözülünceye kadar kıyılan nikahların "resmiyet" kazanmaması.
Anastasios Aliferis’e Rodos savcısına ifade verdikten hemen sonra ulaştık telefonla:
Aleyhinizde dava açılacak mı?
- Bilmiyorum. Yasalarda belirtilmeyen bir suç için yargılanmam isteniyor. Bırakın Yunan yasalarını, Avrupa hukukunda da eşcinsel evliliğini yasaklayan bir madde yok. Avrupa hukuku tam aksine, her türlü ırkçı ve insanlar arasında dini tercihleri nedeniyle ayırımcı eylemlerin karşısında.
Türkiye’de Lambda İstanbul Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Travesti, Transseksüel (LGBTT) Dayanışma Derneği, mahkeme kararı ile kapatıldı. Türkiye’den eşcinseller gerekli evraklarla Tilos Adası’na gelirse nikahlarını kıyar mısınız?
- Kıyarım, hem de memnuniyetle kıyarım. Doğdukları yerin makamlarından evli olmadıklarını gösteren evrakları beraberlerinde getirdikleri takdirde nikahlarını kıyarım. Türk eşcinseller de tüm dünya vatandaşları gibi bu hakka sahipler.
Eşcinsel nikahı kıymakla, biraz da adınızdan sözedilmesine mi çalıştınız? Yani işin içinde reklam amacı yok mu?
- Dünya vatandaşı olarak insan haklarına saygıya katkıyı görev sayıyorum. Yunan olarak da ülkemin insan hakları için uluslararası alandaki itibarının sarsılmasını önlediğime inanıyorum.
Din adamlarının tepkilerine ne cevap veriyorsunuz?
- Haksız buluyorum. Çünkü ortada dini bir nikah sözkonusu değil. Medeni nikahın din ile ilgisi yok.
İşte böyle diyor doktor Aliferis ama Adalet Bakanı Sotiris Hacigakis’in görüşü başka. Bakan "Eşcinselerin evlenmesine izin veren kanun maddesi yok. Bu evlilikler yasak" dedi. Buna karşı, eşcinseller derneği, evlenmelerinin yasa ile yasaklanması halinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuracaklarını açıkladı.
Tilos Adası’nda kendisi gibi bir lezbiyenle evlenen Dernek Başkanı Evangelia Vlami’ye göre ise sırada Yanya ve Midilli’de eşcinsel nikahları var.
Sarkozy Atina’yı nasıl fethetti
Onca kış, onca bahar, onca yaz, ne yabancı liderler geldi geçti bu diyardan, ama Fransa Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy kadar sevileni hatırlamıyorum.
Eskiler, Yunanistan’ın 1 Ocak 1981’de AB üyesi olmasında çok büyük payı bulunan Fransa’nın eski cumhurbaşkanı Valerie Giscard D’Estaing’in de 1970’li yılların sonlarında Yunan halkının gönlünü fethettiğini söylerler.
Sarkozy, bildiğim kadarıyla, Yunan parlamentosunda bugüne kadar konuşan dördüncü ya beşinci yabancı lider. Türkiye, Kıbrıs, Makedonya, Yunan medeniyeti ve Yunanistan-Fransa ilişkileri hakkında söyledikleri ile parlamentoda sağcısı solcusu farketmeden, tüm Yunan miletvekilleri tarafından bir değil, üç değil, beş değil tam yedi defa alkışlandı.
Sarkozy’nin Türkiye hakkındaki sözleri ile başlayalım: "Ortada, 1960 yılından beri Türkiye’nin AB üyeliği konusu var. Demek ki mesele basit değil. Türkiye ile yakın bir bağlantının, Avrupa için de Türkiye için de en iyi cevap olduğuna inanıyorum".
Anladığım kadarıyla "AB üyeliği yok" demektir bu.
Yunanistan’ın bu konudaki resmi politikası "Türkiye kriterlere tam uyarsa AB’ye tam üyelik hakkıdır". Yani Fransa’dan hayli farklı bir politika. Sarkozy, Yunanistan’ın bu politikası hakkında da bakın ne dedi:
"Biliyorum bu konu Yunanistan için hassas. Sizlerden her birinizin (Yunanlı milletvekilleri) tarih ve coğrafya için çelişkili duyguları olabileceğini de biliyorum. Bildiğim bir şey daha var, o da çoğu kez başka şeyler düşündüğümüz ama gönlümüzde başka şeyin olduğudur. Mantığımız başka, gönlümüz başka şey söyler. Yunan toplumunu anlıyorum". Benim anladığım Fransa Cumhurbaşkanı şunu söylemek istedi: "Aslında Atina’nın gönlünde yatan benim görüşlerimden pek farklı değil ama..."
Kıbrıs konusunda Yunan-Rum tarafının sık sık tekrarladığı "Lefkoşe’deki duvar yıkılmalıdır" sloganını hatırladı Sarkozy.
Selanikli dedesinden bahsetti, Yunan medeniyetinden ve sonunda "Yaşasın Yunanistan, yaşasın Fransa... Yaşasın iki ülkenin yeni ittifakı. Yunanlılar Fransızlar’a, Fransızlar da Yunanlılar’a sırtlarını dayayabilirler" dedi.
Memnuniyeti her halinden belli Başbakan Kostas Karamanlis ile görüşmesinden de "haber" çıktı Fransız liderin.
Göçmen kaçakçılığına karşı mücadele amacıyla Avrupa’nın bir sahil muhafaza gücü oluşturmasında mutabık kaldılar.
Sarkozy, Yunanistan’ı kastederek "Bir AB üyesini, bu kadar geniş sınırları tek başına korumaya bırakamayız. Çünkü, bu sınırları aşan her göçmen bütün AB’yi ilgilendirmektedir. Ayrıca, Yunan-Fransız ortak sahil koruma biriminin oluşturulması fikrini de çok olumlu buluyorum" dedi.
Tamam ortada daha bir şey yok, ama ileride çok ciddi sıkıntılara yol açabilecek bir şey bu. Eğer bir AB gücü, eğer bir Yunan-Fransız gücü oluşturulursa günün birinde, hangi deniz sınırlarını koruyacak?
Bunu ötesinde, öğrendiğim kadarıyla Sarkozy, Başbakan Kostas Karamanlis’ten Yunanistan’ın Fransa’dan savaş uçağı ve savaş gemileri satın alacağı sözünü koparmaya çalışmış.
Şimdi de madalyonun öteki yüzü.
Onca kış, onca bahar, onca yaz bu diyardan gelip geçen ona yabancı lider gördüm Sarkozy kadar rahatına rastlamadım. Özgüveni, insanlarla iletişimi, samimiyeti dikkatimi çekti.
Yanında yoktu ama eşi Carla Bruni’nin "ruhu" Sarkozy’nin 24 satlik Atina ziyaretinde Fransız lideri sanki bir an bile yalnız bırakmadı.
Girit günlerim
Girit Adası’nın dağlarında Arhanes adlı kasabada masalar kurulmuştu öğle vakti. Kasaba sakinleri, hakkında onca hikaye duydukları Türkler’i belki ilk kez görüyordu.
Protokol masasında Devlet Bakanı Mehmet Aydın, eşi, ABD’nin Atina Büyükelçisi Daniel V. Speckhard ve eşi, Arharnes Belediye Başkanı ile papaz Yorgi de oturuyordu.
Şarabını içiyor, konuşuyor, arada bir sakalını düzeltiyordu. Sıcağın ve şarabın etkisiyle bir süre sonra kara cüppesinin ve altındaki gömleğin birkaç düğmesini açtı. Girit şarkıları (mantinates) çalarken orkestra, kalkıp oynadı.
Kulağıma "Papazlıktan başka meyhane de işletiyor" bilgisi ulaştığında, kasabanın yerlisi garsona sordum: "Yok canım. Onun şirketi büyük (kiliseyi kastediyor). Gerek yok ki başka iş yapmasına. Keşke bana da öyle bir şirket nasip olsa".
Papaz Yorgi’ye yaklaşıp ne içtiğini sordum: " Evlat, ya Girit rakısı ya şarap. Asla karıştırmam".
İrakliyon (Kandiye) şehrinin 18 kilometre uzağındaki gerçek bir cenet parçası Agia Pelagia’da düzenlenen 5. Türk-Yunan Gazeteciler Konferansı sonrası gittiğimiz bu kasabadaki din adamının rahatlığı inanılacak gibi değildi.
Gelelim konferansa... Öncelikle Temas Grubu üyesi olarak, gerek Türkiye’den gelen misafirlerin bazen şaşırtıcı taleplerini yerine getirmek için (örnek: En fazla 80 metre mesafedeki toplantı salonundan, otel girişine kadar araç bulmak) ya da Yunan tarafının özellikle ilk günkü organizasyon bozukluğu nedeniyle (örnek: valizler, çantalar kayboldu) koşuşturmaktan, ha üstelik bir de Nicola Sarkozy’nin Atina temaslarını izleyebilmek için uzun bir süre odamda televizyonun karşısına mıhlandığımdan bu konferansın "havasına" tam giremedim.
Turizm ilişkileri ve iki ülke siyasi ilişkilerinin normalleşmesi durumunda medyanın rolü gibi konular ele alındı.
Şu sonuçları çıkarmak mümkün:
1. Gazeteciler Konferansı 1999 yılından beri devam ediyor. En uzun ömürlü Türk-Yunan iletişim platformlarından biri. İki ülke arasındaki önemli sorunlardan hemen hiçbiri çözümlenmediğinden ne pahasına olursa olsun ayakta tutulmasında yarar var.
2. Son bir yıl içinde Türkiye, Yunan medyasının manşetlerinden düştü. Belki konjonktür öyle, belki Yunanistan’ın dikkati başka yönlere çevrilmişti, belki manşete çıkacak "haber" yoktu ama düştü. Bu çok iyi de, küçük bir handikapı var. Hiçbir önem taşımayan bir "haber" gazetelerde yer bulabilmek için abartılıyor bazen.
3. Katılım daha üst düzeyde olmalı. Türk tarafından geçen toplantılarda katılım hep üst düzeyde idi. Yunan tarafı ise bir iki istisna hariç aynı şeyi yapmadı.
4. Konferans için organizasyon aylar öncesinden başlamalı.
Plaj havlusu ile reklam
Duydunuz mu? Lokumun, baklavanın patenti derken, Kıbrıslı Rumlar Guinness Rekorlar Kitabı’na girmeyi de başardı.
Nasıl mı? Dünyanın en büyük plaj havlusunu imal ederek.
Rum Kesimi’nde Paralimni Belediyesi ile Eolos adlı bir turizm şirketi, Protara adlı sahil köyünü tanıtmak amacıyla yaklaşık bir ay önce işe koyuldular ve tam 1900 metrekarelik bir alanı kaplayn 64x31 metrelik plaj havlusu diktirdiler.
Havlu, geçtiğimiz günlerde de Guinness Rekorlar Kitabı’ndan bir yetkilinin huzurunda, Protara sahilindeki Fig Tree Bay adlı plajda serildi, Amerikalılar’ın 40x23 metrelik plaj havlusu rekoru kırıldı.
Rekorlar kitabına giren havlu, 18 günde dikildi ve 100’den fazla gönüllü çalıştı. Turizm sezonu bittiğinde bu dev plaj havlusu küçük parçalar halinde kesilecek ve imalatında çalışanlara hatıra olarak dağıtılacak.
Bence iyi bir reklam yolu bulmuşlar Rum organizatörler.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2008
Ta Nea gazetesindeki haberi okuduğumda nasıl sevindim anlatamam. Telefona sarıldım hemen. Anadolu Ajansı’nın Batı Trakya’da deneyimli muhabiri, dostum Mehmet Hatipoğlu’nu aradım ve yardım istedim. Birkaç dakika sonra aradığım insana ulaşmıştım. Füsun Suka, 48 yaşında, Gümülcine’de yaşıyor. Eşi, doktor Hasan Ahmet, Cerrahpaşa mezunu. Mesleğinin yanısıra durmadan şiir yazıyor. Hem Türkçe, hem Yunanca. Batı Trakya’da hem Türk hem Yunan gazetelerinde yayınlanan şiirlerini yakında iki kitapta toplayacak. Kızı Şefahat ise Trakya Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden yeni mezun. 18 yaşında iken Şefahat, Türkçe ve Yunanca şiirlerinden oluşan bir kitap yazmış.
Füsun Suka’nın dünyasında paletin, fırçaların, boyaların yeri apayrı. Allah vergisi yeteneğini 10 yıl süreyle ressam Dinos Mostanidis’in yanında geliştirdi. Bugüne kadar üçü Gümülcine, biri de Kırklareli’nde dört kişisel sergi açtı.
Füsun Hanım’ın gerek geçen salı günü Ta Nea gazetesinde, gerekse bugün Hürriyet’te konu olmasının nedeni, 10 yıldan beri faaliyet gösteren resim atölyesi.
4 yaşından 40 yaşına kadar öğrencileri var. Türk-Yunan ayırımı olmaksınız 50 öğrencisine resim sanatını öğretiyor. Naime, Şerife, Sema, İoanna, Andrea, Areti yanyana, birarada dinliyorlar öğretmenlerini, ressamlığa ilk adımları atıyorlar. Atölyedeki dostluk bağları, dışarda, sokakta da devam ediyor.
- Atölyeyi nasıl açtınız?
- Dostlarımın, tanıdıklarımın teşviki sayesinde oldu. Herkes sanatımı genç kuşaklara öğretmemi tavsiye etti. Batı Trakya Yüksek Tahsilliler Derneği’nin himayesinde çalışıyoruz.
- Öğrencilerinizin yarısı Türk, yarısı Yunan. Hiç sorun çıkmıyor mu?
- Kesinlikle hayır. Hep birlikte çalışıyor, hep birlikte yaratıyoruz. Sanatın insanları, halkları birleştirdiği söylenir hep. Biz atölyede bunu gerçekleştirdik.
- Resime ne zaman başladınız?
- 20 yıl önce. Resim, hassassiyetlerimi, duygularımı dile getirmenin yolu benim için.
Batı Trakya gerçeklerini bildiğime inanıyorum. Yunan devletinin çok değil, daha 10-15 yıl öncesinde insanlık adına kabul edilmez engellerini, ayırımcı politikalarını... Son yıllardaki değişikliği de biliyorum. Türk insanının en azından günlük hayatını rahatlatan çözümleri. Ve Batı Trakya’da eğitim gibi, mütfü seçimi gibi, etnik kimlik gibi önemli meselelerin hala dimdik ayakta olduğunu da.
Bildiğim bir şey daha var. O da bu bölgenin Füsun Suka gibilerine ihtiyacı olduğu.
Bir Amerikalı bir Ermeni, bir Rum
Atina şehir merkezinden uzaklaşalı daha bir saat bile olmamıştı. Şehrin güneyinde kilometrelerce uzanan sahilin neredeyse sonlarına yaklaştığımızda tabelada Nea Fokea yani Yeni Foça yazıyordu.
Bu şirin sahil kasabasında yanyana dizili balık meyhanelerinden Kima’da, yani Dalga’nın önünde durup, denizle buluşan masaların birine oturduk.
Ahtapot ızgara, kalamar tava, karides güveç, cacık, grek salatası, ha az da barbun. Elbette uzo eşlik edecek. 20’lik bir Plomari. Midilli’de imal edilen onlarca uzo arasında bence en kalitelisi.
Üç kişiydik masada ve Türkçe konuşuyorduk aramızda. Turkish Daily News’un Yayın Yönetmeni David Judson, gazetenin muhabiri Vercihan Ziflioğlu ve bendeniz.
Yani bir Amerikalı, bir Ermeni ve bir Rum vardı masada.
David ile ikinci buluşmamızdı. İlk buluşmamızda Pire’de, Turkolimano’da demlenmiştik. Ayrılırken de "Sen Türk’sün be David", "Sen Türk’sün be Yorgo" demiştik birbirimize. İlk kez karşılaştığım Vercihan’ın ödül töreni için geldiler Atina’ya. 2003 yılında öldürülen İsveç Dışişleri Bakanı’nın anısına verilen Anna Lindh Ödülü’nü almak için. Kültürlerarası diyalogun gelişmesini teşvik eden ve Brüksel’deki Uluslararası Gazeteciler Federasyonu tarafından düzenlenen Avrupa’nın en prestijli gazetecilik ödüllerinden birisini, hem Türkiye’den hem de Doğan Grubu’ndan bir meslektaşımızın alması ne güzel.
Kıskandım mı? Elbette kıskandım.Vercihan’a da bunu söyledim. Yüzündeki mutluluk ifadesine bir zerre katkıda bulunduğumu görmek de ayrıca keyif verdi.
Vercihan 5 bin Euro para ödülü de aldı. Şakalaştık: "Atina’da birkaç gün kal, şu parayı yiyeyim".
Ödülünü Yunanistan Kültür Bakanı Mihalis Liapis’den aldı Vercihan. O gün Atina’da bulunan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay da törene katıldı. Konuşmasında, "Bu hafta Türkiye için güzel bir hafta oldu" dedi ve yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da en iyi yönetmen ödülünü almasını hatırlatarak "Bugün de Vercihan bizi Atina’da gururlandırıyor" diye ekledi. Bakan Günay, TC’nin Atina büyükelçiliğinde verilen yemekte de Vercihan’a bir kolye hediye etti.
Vercihan’ın ödüle layıkgörülen çalışmaları, haberleri, kültür kulvarında Türk-Ermeni yakınlaşmasına yönelikti.
İstanbul ziyaretlerimdeki insan manzaraları anlatıyordum, kahkahalarla gülüyorduk. David de öyle.
Arada bir dayanamayıp "Yahu David, Washigton’da hiç bu olur mu" diyordum. Haydi yine kahkaha.
Vakit ilerlemişti ve farkında değildik. Müessesenin ikramı ravaniden tattık.
Dönüş yine sahil yolundandı.
Bir ziyaretin ardından
Yunan Genelkurmay Başkanı General Dimitris Grapsas’ın 23-25 Mayıs’da gerçekleştirdiği Türkiye ziyareti çok konuşuldu buralarda. Ziyaretten birkaç gün önce, Türk Dışişleri Bakanlığı’nın resmi internet sitesinde, özellikle Batı Trakya ile ilgili bölüm için hayli gürültü koptu Atina’da.
Yunan Dışişleri, Türkiye nezdinde diplomatik girişimlerde bulundu. Öğrendiğim kadarıyla, Türk tarafı da bu vesileyle Yunan Dışişleri’nin internet sayfası ile ilgili memnuniyetsizliğini dile getirdi.
Ardından, Yunan medyasında son zamanlarda pek rastlamadığım "ihlal iddiaları" yine başgösterdi. "Türk uçakları Ege’de şu noktada uçtu ve Yunan hava sahasını ihlal etti" diyen haberler.
İşin tuzu biberi de, Nato’nun Ege’de Limni yakınlarındaki Bozbaba (Ai Strati) Adası’nda, Yunan tarafınca planlanan bir tatbikata AWACS tipi casus uçağı gönderemeyeceğini duyurması oldu. Nato, bu bölgedeki adaların silahsız ya da silahlı olması konusunda, Atina ile Ankara arasında yıllardır süregelen sorunda tarafsızlığını sürdürdü. Sonuçta Yunan tarafı tatbikatı iptal etti.
İşte böyle bir ortamda ana muhalefet partisi Pasok, Yunan Genelkurmay Başkanı’nın Ankara’yı ziyaret etmemesini istedi. Bence, iç tüketime yönelik fırsatçı bir tavır. Kaldı ki, Pasok iktidarda iken iki genelkurmay arasında yakınlaşma sağlanmasına çalışmıştı.
Grapsas, Ankara’ya gittiğinde Atina’da bu defa "23 Mayıs, Ege’de Türk uçağıyla çarpışması sonucu hayatını kaybeden Yunanlı pilotu anma günüdür" diyerek, tepki gösterenler çıktı. Yunan Genelkurmay Başkanı Ankara’da iken, Türk Dışişleri’nin, Yunanistan’da 19 Mayıs’ta sözde "Pontuslu Rum soykırımı" etkinlikleri ile ilgili açıklaması ise Atina’daki yaygaranın daha da büyümesine sebep oldu.
Oysa, Grapsas’ın Ankara ziyareti buradan izleyebildiğim kadarıyla son derece başarılı ve yapıcı geçti. Hem kendisinin hem de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın açıklamaları bunu gösteriyor.
Doğrusunu isterseniz, bu ziyaret öncesinde ve sırasında Atina’da kopartılan gürültüyü öyle çok fazla önemsemedim. Çünkü, buna benzer "filmleri" çok gördüm. Uzağa gitmeyelim, Başbakan Kostas Karamanlis’in daha geçen ocak ayındaki Ankara ziyaretine tepkileri hatırlamak yeter. O zamanlar da "Karamanlis gitmesin" ya da "Anıtkabir’e gitmesin" sesleri yükseldi.
Kamuoyunu etkiliyor mu sesler? Az veya çok etkiliyor ama iyi ki yönetimlerde aklı selim sahibi insanlar var.
Girit’teyim, Pire’deydim
Bugün 5. Türk-Yunan Gazeteciler Konferansı için Girit Adası’nda olacağım. İraklion (Kandiye) şehrinin dışında, Agia Pelagia sahilinde. Bakir kalmış yerlerine hayran olduğum Girit izlenimleri haftaya.
Salı akşamı Pire limanında idim. Posidonia denizcilik fuarı için Pire’ye yanaşan Karadeniz gemisindeki davette. Türk ve Yunan armatörler, turizmciler birlikte güzel bir gece yaşadılar. Türk rakısı ve şarabı pek sükse yaptı. Önümüzdeki yıl döner de olacağı sözünü aldığımdan büfe için yorum yok. Orkestra tek kelimeyle şahane idi. Yunaca şarkılar da söylediler. "Çile bülbülüm çile" çalarken Yunan dostlara "Allah" diye bağırmayı öğrettik.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2008
Andreas Vgenopulos 55 yaşında ve Yunanistan’da bu dönem en çok konuşulan isim. Babası deniz kuvvetlerinden emekli. Atina Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra deniz hukuku üzerine ihtisas yaptı. Birkaç tanınmış avukatın yanında staj gördü ve 1983’te ilk ofisini açtı. Adını ilk kez 1997’de Atina Borsası’nda büyük paralar kazandığında duyurdu. Banka kurdu (Marfin Bank), yabancı yatırımcılar buldu. Allah da "yürü ya kulum" deyince bugün ülkenin en büyük yatırım şirketi haline gelen Marfin Investment Group’u (MIG) kurdu.
Balkanlar’da, Türkiye dahil her yerde yatırımları var. Rusya’da, Ukrayna’da da öyle. Bankacılık, sağlık, turizm, gıda, telekomünikasyon, denizcilik ve daha pek çok sektörde peşpeşe büyük atılımlar yaptı. En büyük özelliği, cebindeki nakit para. Dubai’den gelen 5.2 milyar Euro sayesinde, ne satılıyorsa bu diyarda alıyor.
Onu tanıyanlara göre "sadık dostları ve amansız düşmanları" var. Gençliğinde eskrimciydi. 1972 Münih Olimpiyatları’na katılmıştı. Dostları için iş hayatında da aynı taktiği uyguluyor: Hücum. Beklenen sonucu getirmedi mi? Yeniden hücuma hazırlanmak için savunma...
Evli ve üç çocuk babası Andreas Vgenopulos’un yaşamı son derece sakin. Davetlerde, eğlence yerlerinde pek görünmez.
Gelelim bu başarılı işadamının "günün adamı" olmasının ve siyaset ile medya dünyası tarafından yaylım ateşine tutulmasının nedenine.
MIG’in proföyünde, Yunan Telekomünikasyon Şirketi (OTE)’nin yaklaşık yüzde 20 hissesi de vardı. Yunan hükümetinin, yüzde 4.5 hisse ile birlikte OTE’nin yönetimini Alman Deutsche Telekom’a verilmesini kararlaştırması üzerine, hisselerini değerinin çok üzerinde Almanlar’a sattı. Parasına para kattı Vgenopulos.
Anamuhalefet lideri Yorgo Papandreu ile Sol Koalisyon Partisi’nin 33 yaşındaki genç lideri Aleksis Çipras’ın, OTE’nin satışında karanlık noktalar bulunduğunu söyleyerek, kendisine ve sahibi olduğu MIG şirketine suçlamalarda bulunmaları üzerine, bu iki politikacı aleyhinde 2 milyon Euro’luk tazminat davası açmaktan çekinmedi.
Evet, bir işadamı politikacılardan tazminat istiyor.
"Ben deli değilim. Sistemi de çok iyi biliyorum. Ancak, yanımda 52 bin kişi çalışıyor. Patronları için sahtekarlık ya da kara para gibi iftiralar duymalarını istemiyorum. Siyasette de söylenebilecek sözlerin sınırı vardır. Ben paralarını şirketlerime yatıran hissedarların hizmetçisiyim. Siyasetçiler de halkın hizmetçisi. Bana saygı göstermeleri gerek" diyen Vgenopulas, davalardan vazgeçmek için kendisinden resmen özür dilenmesini istedi.
Medyayı da karşısına almaktan çekinmedi. Aleyhinde yayın yapan Yunan Star Televizyonu’na tam 150 milyon Euro’luk tazminat davası açtı.
Star televizyonunun sahibi, bu ülkenin en zengin ailelelerinden olan petrolcü Vardinoyanis’ler. Bu aile aynı zamanda Yunanistan’ın üç büyüklerinden Panatinaikos’un da sahibi. Vgenopulos şimdilerde bu kulübü de satın almak için uğraşıyor.
Eh Papandreu, Çipras muhalefetin sesleri, dolayısıyla Vgenopulos "iktidarın adamı" söylentileri dolaştı başkentte doğal olarak.
Ne gezer...
Daha geçenlerde OTE’nin satışı ile ilgili parlamento komisyonunda ifade verdiğinde, "Ben bu işten büyük para kazandım. Ama devlet çok şey kaybetti. Almanlar’a sürülen bütün şartları ben de kabul ettim ama OTE’yi bana vermediler" deyince işin öyle olmadığı anlaşıldı.
Siyaset kulislerinde Yunanistan’da "bir Berlusconi doğuyor" dedikoduları dolaşıyor. "Siyaset benden uzak" diyor Vgenopulos ama belli mi olur?
Her şeye rağmen şanslısınız
Mevsimlerden bahardı, yaz kapıda. Sıcak-serin bir mayıs gecesi, İstanbul sokaklarında bilmemkaçıncı kez kaybolduğumda, karşıma çıkan salaş meyhanenin kapısında "Ahırkapı Balıkçısı" yazıyordu.
Dün gibi hatırlıyorum. Beş, bilemediniz altı masa vardı sokakta. Vakit geçti, biri boştu oturdum. Meyhanenin içine baktım. Dört beş masa daha. Lakerda, beyaz peynir ve bir iki mezenin sergilendiği dolap. Hepsi bu. Ha bir de yanda bir kapı. Orada bir usta, hem balık pişiriyor, hem meze hazırlıyor, hem bulaşık yıkıyor adamcağız.
"Ahırkapı Balıkçısı"nın sahibi, garsonu ve "halkla ilişkiler uzmanı" 60 yaşlarında biri. İlk bakışta "kimbilir kaç tanker rakı içmiştir bugüne kadar", ikinci bakışta da "kimbilir kaç tanker rakı içirtti bugüne kadar" diye düşündüren biri. Son derece nazik, son derece iyi niyetli. Roma takviminde içinde "R" harfi olmayan aylarda balık yenmez (mayıstan ağustos sonuna kadar) kuralının, küçük olta balıkları için geçerli olmadığına inandığımdan istavritte karar kıldım.
Muhteşem bir lakerda, beyaz peynir ve çoban salatayla donatılan masamda demlenmeye başladım. Tam yanımda bir çift oturmuş. Kadın sürekli işinden bahsediyor. Erkek tahammül ediyor. Aralarında pek de masum olmayan bakışlar gecikmiyor. Hangi renk gözden çıkarsa çıksın o kaçamak, o eşssiz bakışlar. Arka masada kalabalık bir grup. Yarısı yabancı. Herhalde muhhabet erken başlamış olsa gerek ki, İngilizce’nin yavaş yavaş eksildiğini algılıyor kulaklarım. Türkler aralarında şakalaşıyor. Kadın kahkahaları yükseliyor.
Önümdeki masada da orta yaşlarda üç erkek. Hoş sohbet, içiyorlar.
Karşımda bir bakkal dükkanı. Kimbilir kaç saat sokakta oynamaktan yorulmuş çocuklar meşrubatın tadını çıkarıyorlar gül.erek.
Gökyüzünde yıldız savaşı mı vardı ne? Meyhanedeki kasetçalardan Zeki Müren’in sesi geliyordu: İnleyen nağmeler, ruhumu sardı...
O ortamda tek başına oturan biri için cep telefonu vazgeçilmez bir icat. Ancak, dikkatli olmakta da yarar var. Çünkü, parmaklar bazen daha sonra pişman olabileceği bir numarayı çevirebiliyor. En iyisi, en sağlamı benden fazla İstanbul aşığı ablam Eli’yi aramaktı. Koskoca bir yıl içinde topladıklarını, her yıl eylül ayında 15 gün içinde İstanbul’da harcayan Eli’yi:
- Abla her şeyi bırakıp gel ya buraya.
- Afiyet olsun sana. Üç ay sonra oradayım.
Nar gibi kızarmış beş-altı istavritin olduğu tabak geldiğinde, keyfim hani derler ya çakırdı.
Önümdeki masada oturan üç erkek hesabı istediklerinde, meyhanenin sahibi-garsonu-halkla ilişkiler uzmanı şöyle bir baktı yenenlere içilenlere ve "100 lira yeter" dedi. Onca yıldır Atina’da yaşıyorum, onca yer gezdim böyle hesap işi görmedim. Çok hoşuma gitti.
Vakit geceyarısına yaklaşıyordu. Yan masadaki çift susmuş, sadece gözleriyle konuşuyordu. Yabancıların olduğu grup uykuya gitmişti. Bakkal kepenkleri indiriyordu. Gökyüzünde yıldızlar birbirlerine nispet yapıyordu.
- Hesabı rica edebilir miyim?
- 40 lira yeterli.
Taksiye binip bu güzelliğe son verecek kadar acımasız değilim. Sokaklara daldım yine. Önünde lüks arabaların beklediği bir başka balıkçı meyhanesinin (Giritli) önünden geçtim. Birkaç metre mesafe sadece ve iki ayrı dünya.
Türkiye’nin gündemini yakından takip etiğime inanıyorum. Evet, sorunlar çok. İnsanların çektiği sıkıntıları da biliyorum. İstanbul’dan ibaret olmadığının da bilincindeyim Türkiye’nin.
Ancak her şeye rağmen, insan ilişkilerinin dimdik ayakta durduğu, duyguların hálá çok değer taşıdığı, renk cümbüşü bir ülkede yaşadığınızdan, inanın çok ama çok şanslısınız.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2008
Hiç kıpırdamadan, vücudunuzun tek bir uvzunu hareket ettirmeden ne kadar durabilirsiniz? Dahası, birileri yanınıza gelip öyle put gibi dururken sizi izlemeye koyulsa, gülse, konuşsa, bakışlarınızı bir noktaya dikip neredeyse göz kapaklarınızı bile oynatmadan kaç saniye, kaç dakika bekleyebilirsiniz? Deneyin... Bahse girerim 1 dakika, 2 dakika, hadi 3 dakika. Bu diyarda, Yunanistan’da birileri tam 60 dakika kalabiliyor öyle. Hem de binlerce insanın gözü önünde. Hem de onca gürültüden, onca korna sesinden etkilenmeden.
Az da değil sayıları, 120 kişi. Koskoca bir saat boyunca hareketsiz kalabilmelerinin yanısıra, kıyafetleri de, yürüyüşleri de bir başka.
"Fermeli" denen yelek giyerler mesela. Dikilmesi en az 6 ay alır. İğne, ipliği ile birlikte kumaşı onbinlerce defa delip geçer. Bir yanlış, bazen binlerce dikişin sökülmesine sebep olur. Fiyatı 10 bin euro.
"Fustanela" denen etek de giyerler. Tam 400 piyeti vardır eteğin (Yunan’ın Osmanlı yönetimi altında kaldığı yılların simgesi) ve 30 metre hase kumaş gerektirir.
"Tsaruhia" denen çarıkları 3.5 kilo tartar. Her bir çarığın köselesinde 120 çivi çakılır. Üstündeki ponponun dikilmesi de en az 600 dikişle sağlanır. Bir çift çarık, kunduracının bir haftasını alır. Gömlekleri, kemerleri, çorapları, her biri ayrı özelliklidir, hepsi el emeği göz nurunun ürünüdür. Kışlık kıyafetleri başkadır, yazlıklar başka.
Atina’ya gelenler görmüştür, gelmeyenler de duymuştur muhtemelen Yunan muhafız askerini, Efsun’u, "Tsolias"ı.
Şehrin, Atina’nın tam göbeğindeki Sintagma (Anayasa) meydanında parlamento binası önünde 24 saat aralıksız nöbet tutarlar. Yabancı liderlerin resmi ziyaretlerinde, milli bayramlarda da görev yaparlar.
Kışlaları, parlamento binasından biraz ötede, cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık konutlarının bulunduğu İrodu Attiku caddesindedirler.
Boylu boslu, hani bir bakışta bile "yiğit" dedirtecek geçlerden seçilir efsunlar. En kısası 1.88, en uzunu 2.05 metre olmalı.
Özel eğitimden geçerler. Nöbet süresi 60 dakikadır. Nöbetçi olanlar günde 4 defa put kesilir. Süngülü M1 Garrand tipi tüfek taşırlar omuzlarında. Nöbete giderken efsun, çarığını hızla bir yere vurur, sonra ayağını bel izasına kadar kaldırıp adımını atar.
Bu şov pazar günleri saat 11.00 oldu mu, daha bir "resmi" yapılır, nöbet değişimi daha uzun sürer. Ellerinde kameraları, fotoğraf makineleri yüzlerce turistin istilasına uğrar Sintagma Meydanı.
Efsun askerleri, Yunan bağımsızlık mücadelesinin bir sembolüdür.
Bu memlekete ilk geldiğimde üniformalarını da, yürüyüş tarzlarını da, öyle kımıldamadan durmalarını da yadırgıyor, gülüyordum. Zamanla beğenmeye hatta zevkle izlemeye başladım onları.
HÜR YAŞAMIŞ YAZARIN HİKAYESİ
"Zorba"nın, "Günaha Son Çağrı"nın, "İsa Yeniden Çarmıha Geriliyor"un ve daha nice eserin yazarı Nikos Kazancakis’in hayat hikayesi anlattığım. Zamanın, hani neredeyse kaleme aldığı her satırını haklı çıkaran hür bir yazarın hikayesi.
Girit adasında, İraklion (Kandiye) şehrinin bugünkü adıyla Mirtia Köyü’nde dünyaya geldiğinde takvimler 18 Şubat 1883’ü gösteriyordu. Babası tam bir despot. Kaptan Mihal, çattı mı kaşlarını, bağırmaya başladım mı, kaçacak delik arardı. Çok korkardı babasından. Evde kopan her fırtınada biricik limanına sığınırdı. Annesi madam Maria’nın kucağına.
Okumaya hevesliydi, liseyi bitirdikten sonra 1902 yılında Hukuk Fakültesi’ne yazılmak için Atina’ya geldi. Kaptan Mihal otoriterdi otoriter olmasına da sandıkları altın doluydu. Biricik oğlundan da esirgeyecek değildi parayı.
Öğrencilik yılları edebiyat dünyası ile tanıştığı dönemdir. İlk romanını 1906 yılında yazar ve "Karma Nirvani" diye müstear isimle imzalar.
Eğitimini tamamlamak için Paris’in yolunu alır. Birkaç yıl sonra Yunanistan’a döndüğünde ise daha doğru dürüst kaleme sarılmadan 1. Dünya Savaşı patlar. Gönüllü olarak askere gider. 1919’da dönemin başbakanı Giritli Elefterios Venizelos, onu sosyal yardım bakanlığı genel müdürü görevine atar. Bir yıl bile geçmeden Venizelos seçimleri kaybedince "devlet adamlığı" biter.
Artık uzun yolculuklar zamanıdır, Avusturya, Almanya, İtalya. Sonra da iki gazetenin muhabiri olarak Filistin, SSCB, İspanya, Kıbrıs.
Kitapları birbiri ardına yazmaktadır ama hálá pek tanıyan yoktur kendisini. 1928’de Atina’da "Alambra" tiyatrosundaki bir konuşmasında Sovyet modelini övünce kıyamet kopar. Gazetelere haber olur. Aleyhinde soruşturma açılır.
Bir yıl sonra o zamanki adıyla Çekoslavakya’da bir çiftliğe yerleşir. Fransızca yazdığı "Toda-Raba"ya imza olarak "Nikolai Kazan" adını kullanır. Fransızlar yıllarca bu kitabı Rus bir yazarın kalame aldığını zanneder.
Denemediği yazı türü yoktu nerdeyse. Gitmediği görmediği diyar da.
1938’de "Odissea"yı tamamlar. Tam 13 yılık bir çalışmanın ürünü. Tam 33.333 satırlık tercüme...
2. Dünya Savaşı sırasında, Homeros’un diğer büyük eseri "İlyada"nın tercümesine verir kendini.
Sohbetlerini kendi iç dünyasında yapmaktadır. Homeros ile, Eflatun ile, Dante ile, Nietzsche ile, Bergson ile, Hazreti İsa ile, Budha ile, Lenin ile konuşmaktadır.
Nazi işgali bittiğinde "Sosyalist İşçi Haketinin" lideridir ve aynı zamanda Themistoklis Sofulis hükümetinde (1946) devlet bakanı. Nobel ödülüne aday gösterilmesi gündeme gelir. Sofulis iktidardan düşünce o muhazakar devletin "günah keçisi" seçilir. Çünkü "kızıl"dır.
Kaçış başlar, kovalamaca da. Yıllarca sürer bu saklambaç. Bence en sevilen eserlerini bu dönemde yazdı.
Devlet yetmiyormuş gibi 1953 yılında kiliseyi de alır karşısına. Bir kitabında Hazreti İsa’nın hayatına başka bir pencereden baktığı için aforoz edilmesi istenir. O, "Sayın din adamları... Lanetinize bir temenni ile cevap vereceğim. Vicdanınızın benim kadar rahat olmasını dilerim" demekle yetindi. Dönemin Fener Patriği Athinagoras’ın sayesinde aforoz edilmekten kurtuldu. Aynı kitap, sadece Ortodoks kilisesinin değil, Katolik kilisesinin de öfkesine hedef oldu. "Yasak kitaplar" listesine dahil edildi. Vatikan’a iki satırlık bir mektup yazdı: "Tanrı, mahkemene itiraz ediyorum."
Bir iltihaplanma sonucu sağ gözünün kör olması, gönlündeki, beynindeki ışığı karartamadı.
İki kadın sevdi hayatında. Galatia’yı ve son gününe kadar yanında kalan Eleni’yi. Ömrünün son döneminde pek değişen bir şey yoktu. Seyahatler, kitaplar. Sanki yer ile gök arasında bir köprü kurmak istiyordu. Çin ziyareti dönüşünde kan kanseri teşisi kondu ve 26 Ekim 1957’de Almanya’da bir hastane yatağında verdi son nefesini.
Birkaç gün sonra da doğduğu topraklarda, Girit’teki cenazesine binlerce seveni katıldı. Mezar taşında "Hiçbirşey ummuyorum. Hiçbirşeyden korkmuyorum. Özgürüm" diye yazıyordu.
ATİNA’DA BİR KULÜP
Atina denen şehrin merkezinde, yıllardan 2008 olmasına rağmen hálá kadınların girmesi yasak bir mekan var. Müdavimleri erkek sadece. Şakaklarına ak düşmüş, kimi ekonomi, kimi siyaset, kimi sanat dünyasında başarılı erkekler. Kapıdan içeri girebilmek için üye olmaktan başka kılık kıyafet de önemli. Takım elbise, kravat şart.
5 Ekim 1875’de kurulan Atina Kulübü’nden bahsediyorum. Neredeyse 1.5 asırdır faaliyet gösteren bu kulüp, İngiliz asillerinin "exclusive clubs"larının bir versiyonu.
Tüzüğü gayet açık. Taş çatlasa üye sayısı 1.000’i geçmeyecek. Taş çatlasa 8 katlı binada büyük yemekhanenin olduğu odanın dışında kadın figürü görülmeyecek.
Şehrin en işlek cadelerinden Amerikis’deki bu kulübün salonları ağır mı ağır mobilyalarla, pahalı mı pahalı halılarla, değerli mi değerli tablolarla vazolarla döşenmiş. Spor salonu da var. Popüler spor dalı, eskrim tabii.
Başkanlığını halen çağdaş Yunan edebiyatı profesörü Fedon Bubulidis’in yaptığı bu "aristokrat erkekler kulübünde" siyasetçiler, devlet adamları, gazete yöneticleri, işadamları kahve veya şarap kadehi eşliğinde rahat bir ortamda sohbet ediyorlar.
Cuma öğlenleri ise yemekte buluşur üyeler. Kulübün kendi şarabı, bonfile, patates.
"Atina Kulübü"ne değil üye, aday olmak bile zor, hatta çok zor. Bu yıl sonunda üyeliklerine karar verilecek adayların toplamı 8.
Eskiler ile yeniler arasında terbiyede kusur edilmiyor hani. Yeniler, eskilere hep "siz" diye hitap ediyorlar. Eskiler de yenilere baba nasihatları veriyorlar.
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2008
Yıllardan 1968 aylardan Ekim. "68 Mayıs"ının artçı depremleri devam ederken, dünya medyası dikkatini Yunanistan ile İtalya arasındaki İyon denizinde, Lefkada adasının güneyinde küçücük bir adacığa çevirmişti. Skorpio adasına. Düğün vardı. Çift, 1957 yılındanberi tanışıyordu. O zamanlar kadın başkasıyla evliydi, erkek de bir başka kadınla "büyük aşkı" yaşıyordu.
Erkeğin dillere destan yatı "Christina" 1963 Ekim’inde İstanbul’da boğazın sularını yararken, biraz eşsiz manzara, biraz güneş, biraz ay, biraz yıldızlar eh işte ilk "kıvılcım"ı hissettiler. Onlar için daha önemlisi belki de ortak yanlanını keşfetttiler: İhtiras.
Birkaç ay sonra kadın dul kaldı. Kocası bir cinayete kurban gitti. Çocuklarına adadı kendini. Erkek ise yaşadığı büyük aşktan sıkılmaya başlamıştı sanki. Çapkınlıklarını cümle alem biliyordu artık.
Sonrası biraz muğlak. Anlaşılan mercimeği fırına vermişler. Gizlice kakara-kikiriler. Evleneceklerini, 15 Ekim 1968’de ilk "Boston Herald Traveler" gazetesi duyurdu.
Gerçekten de 5 gün sonra, erkeğin sahibi olduğu Skorpio adasında düğün vardı.
Kadın "Valentino" imzalı gelinlik giyiyordu, başında duvak diye beyaz bir kurdele. Parmağında etrafı elmaslarla çevrili kalp şeklinde koskoca bir yüzük yüzük (Rivayetlere bakılırsa 1.2 milyon sterlin). Kulaklarında aynı şekil küpeler.
Erkek de heyecanlı idi bu minnacık adanın, küçük kilisesine girerken. Yanlarında çocukları. Hristina, Aleksadros, Karolina, John-John.
Düğünü izlemek için dünyanın dört bir yanından gazeteciler geldi Yunanistan’a. Sadece birkaçına kısmet oldu adaya ayak basabilmek.
Gelin, öldürülen ABD Başkanı John F.Kennedy’in dul eşi 39 yaşındaki Jackie, damat da İzmir göçmeni ünlü armatör 62 yaşındaki Aristotelis Onasis.
Kilisedeki dini ayinden sonra, barındaki iskemleleri balina testisi derisiyle kaplanmış, muslukları altın "Christina" teknesinde davet, sonra da balayı.
Aşk evliliği değildi diyorlar, katılmamak mümkün değil. Hayatta istediklerini almayı bilen iki insanın birlikteliği işte. Gelin, kendisinin ve çocuklarının geleceğini teminat altına alıyor, damat da sanki şampiyona verilen "kupa" imiş gibi o dönemde adından en çok söz ettiren kadına sahip oluyordu.
Evlilik şartları kağıda kaleme dökülmüştü. Geline ödenecek maaşa, ekstralara, hatta ayda en az kaç kez birlikte olacaklarina varıncaya kadar.
Aristo (Aristotelis’in kasıltılmışı) öyle fazla sadık kalmadı karısına. Düğünden bir ay sonra Paris’e uçtu. Yıllarca yaşadığı "büyük aşkı" nın yanına:Divanın, tanrı vergisi sese sahip soprano Maria Kallas’ın yanına. İhaneti iliklerine kadar hisseden ve uğruna sahneleri terk ettiği erkeğin evlendiğini duyduğunda "Mutlu olanlar için mutluyum" demekle yetinen kadının yanına.
Evliler, çok ender buluşuyorlardı artık. Davetlerde, genelikle "ortak" bir çıkarları olduğu zaman. Aristo, 1975 yılında 69 yaşında iken dalak ameliyatı sırasında kalbine yenildi. Jackie 1994 yılında 66 yaşında iken gırtlak kanserine.
Dalgaların kayalıklara acımasızza vurduğu 20 Ekim 1968’de Skorpio adasındaki düğün derler ya 40 gün 40 gece sürdü. Dahası 40 yıl da konuşuldu.
Grev mağduru bu hırsızlarane ceza verilir?
Osmanlı’da önemi malum Yanya şehrinde yakalanan iki genç polise suçlarını itiraf etmekte gecikmediler: "Evet biz çaldık. Çaresizdik".
Hırsızlık suçuyla hakim karşısına çıkacak iki genç ne ev soydular, ne de dükkan. Ne de kapkaççılık yaptılar.
Sadece birkaç litre benzin çaldılar.
Yunanistan’da 10 gündür devam eden ve bu satırlar yazıldığında akıbeti meçhul kamyon, tır, tanker şoförlerinin grevi, tatil için motosiklet ile Atina’dan Yanya’ya giden iki genci hırsızlığa itti.
Nasıl döneceklerdi Atina’ya? Koskoca ülkede grev nedeniyle bir damla benzin yok. İstasyonlardaki pompaların üstünde hep aynı kağıt: Yakıt bitti..
Çaresizlik içinde bir istasyondan ötekine koşarken yolda park etmiş bir motosikletten benzin çalmak geldi akıllarına. Ve yoldan geçenlerin ihbarıyla yakalandılar. Bakalım cezaları ne olacak? Hafifletici nedenler gözönünde bulundurulacak mı?
Yanya’daki hırsızlık olayı bir yana şoförlerin grevi tüm ülkeyi sarstı. Başkent Atina ölü şehir adeta. Trafiğe çıkan araba yok denecek kadar az. Taksiciler çalışmıyor. Bir istasyonda benzin olduğu haberi-dedikodusu yayılınca herkes oraya üşüşüyor. Uzun kuyruklar, kavgalar, bir bidon benzin için karakolluk olanlar... Ya da normalde litresi 1.20 euro olan kurşunsuz benzine, 2 euro ödemeyi teklif edenler.
Daha bitmedi. Kamyonlar, tırlar çalışmıyor ya, süpermaretlerin rafları boş. Birkaç domates, ya da biraz süt için mücadele veriyor insanlar.
Grevden çiftçi dertli, balıkçı dertli, ev sahibine "çıkacağım" sözü verip taşınamayan kiracı dertli..
Zam istiyor, sosyal güvence istiyor, şehirlerararası yollara haftasonları da çıkmak istiyor kamyon, tır, tanker şoförleri.
Onca zamandır grevlerde kaos yaşanmasına alıştım. Bu diyar insanı 2. Dünya Savaşı’nda işgali, sonrasında da iç savaşı yaşadı. Açlık, sefalet çekti. Bir teneke yağ için evini, bir parça ekmek için evdeki eşyasını satan oldu. Zor yılların ardından bolluk geldi. AB üyeliği de eklenince iyice rahata, lükse alıştı. Artık sıkıntıya gelemiyor pek. Dahası 60 yıl öncesindeki o zor yıllar genine mi işlemiş nedir? Endişeye, paniğe kapılıyor.
FARKLI BİR DAVET
Geçen hafta Atina’nın eğlence merkezlerinden Psirri Mahalesi’ndeki "En Elladi" tavernasında yaşadığım gece gibi, gazetecinin hem işini yaptığı hem de gönlünce hoş vakit geçirdiği davetler çok azdır. Atina Pandion (Siyasal Bilimler) Üniversitesi’nden geldi davet: Türkiye’den Bilgi Üniversitesi’nden 15 öğrenci ve birkaç öğretim üyesi ile Yunan öğrencilerle birlikte akşam yemeği yiyecekler. Türk öğrenciler, Pandion Üniversitesi’nin davetlisi olarak geldiler. Önce başkenten 3 saat mesafedeki antik Delfi kasabasında Yunan öğrencilerle Türkiye-Yunanistan-AB ilişkilerinin ele alındığı panele katıldılar. Öğrendiğim kadarıyla, görüş ayrılıkları epey ayyuka çıkmış panelde ama toplantı salonundan çıktıklarında bir yumak oluşturmuşlar.
Türk ve Yunan öğrencilerin eğlenceli son gecelerini paylaşmaktan mutluluk duydum. Sadece iki üç günlük bu beraberliklerinin, Türk-Yunan ilişkilerini geleceği için ne kadar önemli olduğunu, kendi sözleriyle aktarayım: Okuyoruz, duyuyoruz da temas başka bir şey. Hiçbir bilgi temasın yerini tutamaz, Yunan bir arkadaş, ne olur beni çocuklarınıza anlatın, dedi. Bunu asla unutmayacağım!
Salatalar kondu masaların ortasına, mücver ve köfte sonra. Sıkışık oturduk en ufak rahatsızlık duymadan. Güldük, ortak şarkılar mırıldandık. Gülümseyerek çıktım tavernadan. Üç kişilik orkestra eski mi eski rebetikolar çalıyordu. Bir çingene çocuğu yaklaştı yanıma, Yunanca "alsana şu çiçeği" dedi. Türkçe, git kızzz, deyince de, ağabey al hediyem olsun, dedi.
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2008
İlias Mamalakis’i tanımayan yoktur bu diyarda. Yunan televizyonlarında yemek programlarının 1 numarasıdır. Diyar diyar dolaşır, lezzetleri keşfeder. Yemek üzerine çok sayıda kitabı, çok sayıda ödülü var. Binbir lezzetin sevdasına, 40 yıllık mesleği mali müşavirliği bıraktı. 1999 yılından beri televizyonların en sevilen "star"larından biri.
İngilizce ve Fransızca konuşuyor. Aşçı değil, gazeteci-yazar ve "gezgin bir tat sevdalısı" olarak tanımlıyor kendini.
Türk mutfağının ayrı bir yeri var Mamalakis’te. Kameramanı ve ekibiyle tam 40 ülke dolaştı bugüne kadar. Türkiye’de iki program yaptı. Karadeniz, Akdeniz ve Doğu Anadolu’ya da giderek lezzet sırlarını keşfetmek niyetinde.
Ekrandan anlatırken bir yemeği, o yörenin, o ülkenin kültürünü de medeniyetini de aktarıyor. Tatlı mı tatlı dilli üstelik. Tuza "tuzcuk", bibere "bibercik" diyecek kadar.
Mamalakis, geçenlerde Atina’da bir başka büyük usta ile buluştu. Karaköy Güllüoğlu baklavalarının sahibi Nadir Güllü ve Atina’daki mümessili Aris Prodromidis, Yunanistan’ın "yemek sihirbazı"nı başkentin sosyete semtlerinden Kifisia’daki şubelerinde ağırladılar.
Mamalakis-Güllü "zirvesini" kaçıracak değildim herhalde.
Tatlı yediler, tatlı konuştular. Nadir Güllü’nün günde 300 kilo baklava sattığını duyduğunda şaşakaldı Mamalakis. Politikacılardan yakındı, sonra "Ben ve Nadir bu işi daha iyi çözeriz" diyerek espri yaptı.
Baklavalı, paskalya çörekli sohbetimizi kaydetmeye başladım:
- Türk mutfağını nasıl buluyorsunuz?
- Çok beğeniyorum. Bir kere bütün zeytinyağlı yemekler güzel. Patlıcanı özellikle çok lezzetli pişiriyorlar.
- Kebapları mı, Osmanlı mutfağını mı?
- Osmanlı mutfağını.
- Peki kebaplar?
- Onlar da muhteşem ama her gün yemek için değil. Bizdekilere kıyasla etler Türkiye’de daha yağlı.
- Programlarınızdan birinde, İstanbul’da kalın tuzla pişirilmiş balık tarifi yaptınız.
- Çok lezzetliydi. Balıkta kalın tuzu Arnavutlar kullanır. Yunanistan’da bazı adalarda da balık aynı şekilde pişirilir. Bu arada balık derken, kalkanı unutmayalım. Çok nefis.
- Türk tatlıları?
- Onlar da çok güzel. Ama hamur tatlılarında, şerbetli tatlılarda bu işin anası Suriye.
- Türk mutfağı ile Yunan mutfağını kıyaslarsak, hangisi daha zahmetli?
- İstanbul’da beş yıldızlı otellerin şefleri ile yemek yaptım. Çok emek, çok bilgi gerektiren yemekler pişirdiler. Şimdi evlerde ne oluyor bilemem. Biliyorsunuz evlerde yemekler daha basit hazırlanır. Ancak, şunu belirtmek isterim. Doğu Akdeniz mutfağına haksızlık edilmiştir. Fransızlar, İtalyanlar ve İspanyollar kendi mutfaklarını dünyaya daha iyi tanıttılar ve her yerde restoranları var. Biz ve Türkler bu işi beceremedik. Yöresel kaldık. Sınırlarımızı çok aşamadık.
- Türkiye’de yemek dışında izlenimleriniz?
- Kapadokya’ya kadar gittim. Türklerin misafirperverliğini anlatamam. Bizi hiç bilmeden, tanımadan ağırladılar. Kapadokya’da mesela belediye başkanı olsun, milletvekilleri olsun bize yardım etmek için ellerinden geleni yaptılar. Komik gelmesin ama Kapadokya’da insanlar Türkiye ile Yunanistan arasında sorunlar olduğunu bilmiyor. İnsanların başka sorunları var.
- AB’de baklava, lokum patenti meselesini nasıl görüyorsunuz?
- Bunlar saçmalık. Baklava ne Kıbrıs ne de Türk. Sözgelimi Bizans tarihi ile ilgili kitaplarda, baklavanın bir versiyonunu bulabilirsiniz. Malzeme hemen hemen aynı. Susam ve karabiber de var içinde. Lokuma gelince, Türkiye’de Hacı Bekir’in lokumunu kimse yapamaz. Yani 40 patent de alsanız bir şey değişmez. Yemeğin vatanı yoktur, yöresi vardır.
- İyi bir yemeğin sırrı?
- Taze ve kaliteli malzeme, pişirmede ustalık ve yaptığınız şeyi sevmeniz.
Sürdü gitti öyle sohbet. Mamalakis, kazandibiyi tattığında vakit hayli ilerlemişti.
Dış politika tanker gibidir
Türk-Yunan ilişkilerinde yaprak kıpırdamıyor dense yeridir. Muhtemel bir fırtınadan önceki sessizlik değil bu. Kostas Karamanlis’in 49 yıl sonra ilk Yunan başbakanı olarak yaptığı Ankara ziyaretinin ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile vardığı mutabakatın sonuçlarını görmeye başlıyoruz sanki.
Görünen o ki, Ankara da Atina da gürültüsüz patırtısız, kamuoylarının tepkisini çekmeden, çalışmalarını olumlu istikamette sürdürüyorlar.
Bu hedefte özel görevler üstlenen dışişleri bakanları Ali Babacan ile Dora Bakoyani, birkaç gün önce Strasbourg’da Avrupa Konseyi toplantısı sırasında bir araya geldiler. Açıklamalarına bakılırsa, ikisi de ilişkilerin gidişatından memnun. Bakoyani Türk-Yunan ilişkilerinin düzelmesinin "100 metre yarışı değil maraton" olduğunu söyledi. Ülkelerin dış politikalarının sürat teknesi olmadığını, en ufak manevranın bile zaman gerektiren dev bir tanker olduğunu da ekleyerek katılıyoruz.
Farkında mısınız Ege’de sular duruldu. Çipuraların Kardak Kayalıkları’nda yumurtlama dönemleri (aralık-şubat) geride kaldı. 1988 yılından beri bazen resmi, bazen gayri resmi, bazen tek taraflı, bazen iki tarafın da uyguladığı yaz aylarında askeri tatbikat yapılmamasına ilişkin moratoryum dönemi de yaklaşıyor.
Altı ay önce Genelkurmay Başkanı olan Dimitrios Grapsas, mayıs sonlarında ilk Ankara ziyaretine hazırlanıyor. Grapsas’ın selefi, şimdiki İçişleri Bakan Yardımcısı Panayotis Hinofotis ile Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt arasında iyi bir dostluk, iyi bir "kimya" oluşmuştu. Birbirlerine "Takis" (Panayotis’in kısaltılmışı) ve "Yaşar" diye hitap ediyorlardı. Yeni Yunan Genelkurmay Başkanı’nın ilk Ankara ziyaretinin başarılı geçmemesi için hiçbir neden görmüyoruz. Bu arada, iki ülke silahlı kuvvetlerinin arama kurtarma birlikleri 12-16 Mayıs tarihlerinde Yunanistan’da ilk kez ortak tatbikat yapacaklar. Bu tatbikatların ilki 2006 yılında Türkiye’de yapılmıştı.
Kıbrıs’tan gelen haberler de iyi aslında. Belki çalışmalarını sürdüren teknik heyetlerde ve çalışma gruplarında anlaşmazlıklar çıktığı duyuluyor, belki bir taraf "Annan Planı", diğer taraf da "öyle bir şey yok" diyor ama Mehmet Ali Talat ile Dimitris Hristofyas arasındaki "flört" güçlenerek devam ediyor. Çarşamba gecesi, iki lider Slovakya büyükelçiliğinin davetinde yeniden biraraya geldiler. Rum basınında yayınlanan kamuoyu araştırmaları da çözüm umutlarının kıpırdandığı yönünde.
Dikkkatimizden kaçmayan bir nokta da Yunan basınının tavrı. Son zamanlarda birkaç çirkin, aslı astarı olmayan ve dolayısıyla "hedeflerine" ulaşamayan istisnaları saymazsak, mevcut ortamı bozmaya yönelik yayınlara pek rastlamıyoruz. İnşallah öyle gider.
Ne diyelim?.. Aman nazar değmesin.
Seviyorum... Yia sena liono
Yazın müjdecisi, tepedeki güneş, sahillerdeki canlılık ve bedenleri örtmeye çalışan minnacık bez parçaları değil sadece. Bu diyarda, kışlık eğlence mekanlarının kapanması da yazın habercisi. Yazlık mekanların adamakıllı açılması mayıs sonunu bulur. İşte bu "ölü dönem"de de yazın sükse şarkıları çıkar piyasaya.
Önce, cıvıl cıvıl bir şarkı. Klibi, Yunan müzik kanallarında sürekli gösteriliyor bugünlerde. "Seviyorum... Yia sena liono (senin için eriyorum).
Türkiye’de birkaç yıl önce "m’agapai...den m’agapai" (seviyor-sevmiyor) şarkısıyla hayli sükse yapan Ancela Dimitriu’nun genç sanatçı Tolga Futacı ile düetinden söz ediyorum. Türkçe-Yunanca şarkılar daha önce de söylendi ama sanırım ilk kez güfte iki dilde de aynı kelimeleri içeriyor.
Ege’nin iki yakasında da sıcak yaz gecelerinin gözdesi olacağına şüphe yok şarkının. Minare yıkılmış ama mihrap yerinde Ancela’nın "Seviyorum"lu yeni CD’si piyasaya çıktı. "Ta ida ola", yani "Her şeyi Gördüm" adını vermiş. Sevenlerine duyurulur.
Şimdi de "Pame Hawaii", yani "Hawaii’ye gidelim". Bestesi ithal bu Latin nağmeleriyle dolup taşan şarkı pek popüler. "Yeter artık evde kalmayalım. Motosiklete atlayıp, tek teker üzerinde Hawaii’ye gidelim" diyor. "Gidelim de para yok. Bankadan çekelim. Şifremi unuttum. Thomas seni telefondan arıyorum nerdesin? Evde ne kadar para varsa topla ve gel Hawaii’ye gidelim" diye ekliyor.
Alkisti Protopsalti, Yunanistan’da, hani derler ya sanatçı gibi sanatçılarından. Haris Aleksiu, Yorgos Dalaras ekolünde. Yıllardır kalitesini koruyor. Merak edenler "Pame Hawaii"yi internetten dinleyebilir.
Yazının Devamını Oku