Yonca Tokbaş - Kelebek

Altın pusula ve Ferrari

6 Aralık 2010
Yeni yılın yaklaşmaya başladığı zamanlar fenalık geliyor bana.

Kara kara kime ne hediye alacağımı düşünüyorum. Bu hediye alma olayı bende büyük bir sancı. Sancı çünkü; gidip şıpadanak hediye alamıyorum. Zaten aldığım hediyeler de bir garip oluyor. Hediyenin maddiyatıyla alakam yok. Bazen sıfır liraya, kendi uydurduğum şeyleri veriyorum. Ama o kişi ve o hediye kafama yattığı için bana çok güzel geliyor. İçime siniyor. Bazen sırf içime sinmedi diye hiç hediye alamadığım, sürekli elim boş gittiğim de oluyor.
Neyse uzun lafın kısası, oğluma ve kızıma da ne alacağımı bilemedim. Baktım işin içinden çıkamıyorum, çocuklara “Noel Baba’ya mektup yazın!” dedim. Çocuklarda en sevdiğim şey de bu, sapına kadar saflık! Belli bir yaşa kadar öyle saflar ki: “Bak şuradan uçan eşek geçiyor, aaa tüh kaçırdın göremedin!” desen inanıyorlar.
Bu “saf saf inanma” dönemini kesin son damlasına kadar değerlendirmek lazım. İşte benim de o saf saf inanma dönemindeki iki çocuğum, oturdular nasıl ciddi bir mektup yazma işine giriştiler anlatamam size. Sayfalarca yazdılar, sayfalarca.
Onlar uyuduktan sonra gittim sinsice, nedir yahu bu kadar istedikleri, bir fikrim olsun ki alabileyim diye açtım okudum güzelce.
Kızım yeni yıl hediyesi olarak altın pusula dilemişti. O kadar hayret ettim ki! Bütün dünyayı, asla yönünü kaybetmeden gezebilmek ve her zaman eve dönüş yolunu kolayca bulabilmek için altın bir pusula istiyordu.
Oğlumsa, küçük kırmızı bir Ferrari araba diliyordu. Arabasına atlayıp dünyayı gezmek, canı sıkılırsa evine çabucak dönebilmek için hızlı bir araba olarak bildiği Ferrari’yi istiyordu.
Bunun üzerine Çin malları satan bir oyuncakçıda plastik, boyuna asılabilen bir pusula buldum. Evde onu altın sarısına boyadım. Kutuya yerleştirip hediye paketi yaptım. “Korkusuzca dünyayı gez!” yazdım.

Yazının Devamını Oku

Yüzde 3

3 Aralık 2010
Hikayesini hiç bilmiyordum. Sağdan soldan kulaktan dolma cümleler vardı sadece aklımda. Sonra giderek daha çok şey öğrendim hakkında. Her adını duyduğumda tüylerim diken diken olmaya başladı. Duruşu, uğraşı, çabası, tavrı inanılmaz etkiledi beni.

Daha yeni, Avrasya koşusu sırasında gördüm. Uzaktan bakıştık. Yüzüm kızardı gözlerinin içine bakınca. Nasıl centilmen, nasıl tatlı, öyle gururlu bir duruşu vardı ki; o kalabalığın içinde fark etmemek, hissetmemek imkansızdı.

Yüzüm kızardı dedim çünkü; hep medya tarafından alakalı alakasız ilgi gösterildikten sonra vaat edilen ve yerine getirilmeyen sözlerle uğradığı hayal kırıklıklarını anlatmışlardı bana.

Medyayı da geçtim, 20 yıldan fazla devlete hizmet etmiş bir öğretmen olarak, yalnızlığa mahkûm edilmiş olması da inanılmaz bir haksızlıktı ayrıca.
Çok kızdım pervasızlığımıza, vurdumduymazlığımıza ve şovmenliğimizin varabildiği noktaya...

Aramaya, konuşmaya, elimden bir şey gelir mi diye sormaya bile cesaret edemedim o yüzden. Elimde olmadan ya ben de hayal kırıklıklarına bir yenisini eklersem diye çekindim.

Ama geçen gün elime geçen davetiyeyi görünce, yazmayı daha fazla erteleyemedim.

Polatlı’da 2004 yılında geçirdiği trafik kazası sonucu boynu kırılan resim öğretmeni Tuğrul Cankurt’dan bahsediyorum.

Tuğrul Öğretmen, o kazada omuriliği felci olarak vücudunun yüzde 97’sini kullanamaz hale gelmiş. Vücudunda kalan yüzde 3’lük hareketi kullanarak, sağ koluna bağladığı fırçayla resim yapıyor. Bedeninin yüzde 3’üyle resim yapmaya devam ediyor, hâlâ!

4 Aralık 2010 Cumartesi, yani yarın, saat 18:00’de Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde sergisinin açılışı var. Sergi 10 Aralık Cuma gününe kadar devam edecek.

Tuğrul Cankurt’un resimlerinin satışından elde edeceği gelir hem kendi ihtiyaçları hem de TOFD’ye bağışlamak istediği akülü sandalye için çok önemli. Çok önemli!

Doğduğum, büyüdüğüm, adam olduğum, insana değer vermeyi öğrendiğim, ilk tiyatroya, ilk konsere, ilk sergiye gittiğim yer Ankara. Biliyorum, Ankaralılar yalnız bırakmayacak Tuğrul Öğretmeni önümüzdeki hafta boyunca!

Yonca
“AnGaralı”

Askıda Atölye

Santralistanbul, bünyesinde Enerji Müzesi ve Çağdaş Sanatlar Müzesi bulunan bir kültür-sanat kompleksi. Hafta sonlarında çocuklar için inanılmaz güzel, bir sürü bilim ve sanat ağırlıklı atölyeler yapıyorlar; ama tabii hepsi ücretli. www.santralatolye.com adresinde her türlü bilgi var.
Bu atölyelerin ücretli olması demek, bu ülke koşullarında bunlardan bir tek belirli bir sosyo-ekonomik grubun yararlanması demek.
Santralistanbul ekibi, imkanı olmayan çocukların da yararlanabilmesi için neler yapabileceklerini düşünürken, akıllarına tıpkı “Askıda Kahve”, “Askıda Ekmek” uygulaması gibi “Askıda Atölye” fikri gelmiş.
Bu atölyelere katılım parasını kendi çocuğu için ödeyebilecek olanlardan ve tabii gönüllü olan ailelerden, bir atölye parası yerine birden fazla atölye katılım ücreti alıp maddi olanaksızlıkları nedeniyle bu imkanlardan yararlanamayan çocuklara da ulaşmaya çalışıyorlar.
Uygulama çok yeni ve alışılmadık bir şey olduğu için henüz çok katılım yokmuş, ama onlar devam etmeye kararlılar. Şimdilik bu güzelliği sadece bulundukları Eyüp/Alibeyköy bölgesindeki çocuklar için uygulayabiliyorlar. Ama gelen çocukların “müze” denen yerde eğlenceli zaman geçirmeleri, bilimle, sanatla ilgili bir uğraşın içinde olmaları, oraya bir daha ve bir daha gelme isteği ile geri gitmeleri, Santralistanbul ekibinin en büyük motivasyonu.
Haberiniz yoksa diye duyurmak istedim. Yılbaşı için hem kendi çocuğunuza hem de tanımadığınız bir çocuğa “Askıda Atölye” hediye etmek, harika olmaz mı ama?

Yonca
“Askıda Anne”

İyi haber

Size iyi bir haber vereceğim demiştim. Vereceğim. Oldu bitti. Müthiş bir şey oldu. Havalardayım uçmaktayım. Daha da büyük hayaller kurmaktayım. ınanılmaz bir koşturma, çocukların sınav haftası, oydu buydu derken yazmayı beceremedim.

Yonca
“beceriksiz”
Yazının Devamını Oku

Ben rengarenk bir Türk’üm

29 Kasım 2010
Bizi tek bir renkle bağdaştırmak çok güç. En sevdiğim özelliğimiz rengarenk olmamız.

Birilerini sürekli bir kalıba ve tanıma oturtmak yarışı çok yoruyor beni. Ama bu “ayrıştırma” muhabbetinden ben de etkilendim. Kendimi inceledim. Alın size ben!
Tüm renklerimi tek tek sırasıyla ele verdim.

1- 33 kişilik şirkette, 17 farklı milliyet, 6 ayrı din, ve muhtelif sayıda ırkla beraber çalışıyorum. Gördüğüm; dinlerin giderek daha kişiselleştiği. Büyük dinler mikrodinciklere bölünüyor gibi. Herkes dinini kendine uydurup adapte etmiş. Herkes dinini kendi istediği şekilde yaşamak istiyor. Güzel adetler, gelenekler giderek daha tatlı, eğlenceli geliyor birçoğumuza. Ben ezelden beri dini ve inancı kişiye özel, inandığı ve kendisi arasında özel bir bağ olarak gördüğüm için zaten, bunda hiçbir sakınca görmüyorum tabi. Cemaat, tarikat gibi konuları ürkütücü buluyorum mesela.

2- Nazara inanıyorum. Çocuklarımı, annemin okuduğu duaların koruduğuna inanıyorum. Bu fikir huzur veriyor bana. Korktuğumda, üzüldüğümde, isyan ettiğimde, O’na sığınma ihtiyacım arttığında, huzuru Allah’da buluyorum utanmazca. Geri kalan zamanlarda eğer bir sorunum yoksa, sadece şükrediyorum. Gereksiz yere O’nu meşgul eden bir kul olmadığımı düşünüp kendimi teselli ediyorum çocukça. 

3- Noel’de çocuklarla Noel Baba gelecekmiş gibi davranıp; yılbaşında ağaç altına dizilen hediyelerle kahkahalar atıp, Hintlilerin Işık Bayramı olan Diwali’de evde ne kadar ışık varsa yakıp Işık Tanrıçası Lakşmi’den bereket bekliyorum heyecanla. Mevsimleri, Yunan Mitolojisindeki Tanrı ve Tanrıçaların afacanlıklarıyla anlatıyorum çocuklarıma. Hıdrellez’i saksımızdaki çöl gülü’ne bağladığımız dileklerle, evin önüne koyduğum mumların üzerinden atlayarak kutluyoruz, her Mayıs ayında.

4- İktidara muhalifim. Muhalefette de kendimi bulamıyorum ama. Beni temsil eden, ya da kendimi ve görüşlerimi yakın bulduğum, sempatizanı olduğum bir grup yok. Ama oyumu hep CHP’ye verdim. İnandığım, alıştığım, istediğim çağdaş medeni laik Türkiye’nin hayaliyle yaşıyorum. Azimle çağdaş Türkiye savunucusuyum. Başım her daim açık ve dik. Atatürk ilkelerine inanıyorum. Atatürk’ü “putlaştırdınız” diyenlere, “Onu bize unutturamayan utansın!” diyorum. Daha iyisi çıksaydı da, dönüp dönüp iç çekmeseydik, hasret duymasaydık bunca sene sonra hala diyorum. Yüzüm Avrupa’ ya dönük; ama hiçbir zaman Avrupa Birliği’ne girme saplantım olmadı. Avrupa prensiplerinde, hukuksal anlamda Avrupai olalım; insanların özgürlükleri eşit ve standart olsun, sosyal güvenliğimiz olsun istiyorum. Yoksa Birlik üyesi olup kültürel renkliliğimizden, her ne kadar zor olsa da, ödün vermek zorunda kalırız diye çekiniyorum.

5- Demokrasi kavramı kafamda giderek daha büyük bir soru işaretine dönüşüyor. Bizde herkes kendi demokrasi tanımını kendine göre yapmış, herkes ona uysun istiyor. E o zaman hooop dön başa, demokrasi dedikleri faşizm oluyor. Demokrasi anlayışımız hep kendi kişisel haklarımızla kısıtlı. Başkasının haklarına tahammülümüz yok asla.

6-

Yazının Devamını Oku

Fok Bayram Seba’da!

26 Kasım 2010
Bu hafta birbirinden eğlenceli haberler aldım. Ama en şekeri ve en doğalı bu! Haber Bodrum Yalıkavak Kızılburun Mevkii’nden.

Yani her yaz sonu gönlümün yarısını bırakıp geldiğim yerden, evimizin oradan. Her kış yazın gelmesini iple çektiğim, bahçeme, zeytin ağaçlarıma kavuşmak için dişimi sıktığım cennetimden; Yalıkavak Seba Evlerinden. Sitemizin Başkanı Celal Zaim Çil’den gelen e-postayı okurken gözlerime inanamadım. Yolladığı fotoğraflara bakarken hele, ağzım kulaklarıma vardı. Bayram süresince bizim oralara bir adet Akdeniz Foku uğramış biliyor musunuz. Bayram zamanı ortaya çıktığı için adı Bayram konulan fok. Hayır, bu Badem değil. Badem dişi ve gençti. Bayram Fok, Badem Fok’dan daha yaşlı ve erkek. 2metre 30 santim boyunda, 280 kilo ağırlığında koskocaman bir Akdeniz Foku kendisi. Haberi gazetelerde de çıkmıştı geçtiğimiz hafta, belki rastlamışsınızdır. Yalıkavak Belediye Başkanımız Mustafa Saruhan Bayram Fok’u korumaya almak için harekete geçip av yasağı çıkarmak için çalışmaya başlamış. Sualtı Araştırmaları Derneği Akdeniz Foku Araştırma Grubu’da, Bayram’ ı envantere kaydetmiş çoktan. İşte bu afacan fok “Bayram Dede” Yalıkavak sularında gezinirken, 20 Kasım’da bizim sitenin iskelesine de uğramış biliyor musunuz. Fok bile biliyor nereye gideceğini işte! Celal Bey ve Ayşen Hanım iskelenin oradan gelen sesleri köpek homurdanması sanmışlar ilk önce, sonra eğilince bir de ne görsünler, Bayram iskelenin altında, gel keyfim gel dinleniyor. Yaklaşık 2 saat orada dinlendikten sonra, atlamış denize, kafasını hiç sudan çıkarmadan son sürat gitmiş derinlere. O 2 saat boyunca çıt çıkarmadan Bayram’ı izlemişler, korkmasın ürkmesin diye. Meğer daha önce Badem’de uğramışmış bizim oraya. Nasıl içim gitti, nasıl mutlu oldum anlatamam. Orada olup bu olaya şahit olsaydım bilmiyorum ne yapardım. Çığlıklarımdan fok şoka girip Türk sularını terk ederdi korkarım. Her işte bir hayır var. İyi ki ben yoktum. Fok Bayram’ın Seba Evleri’ ni ziyaret etmesi, sanki bizim eve misafirliğe gelmiş gibi bir his verip havalara uçurdu beni. Benim için bu da bir çeşit mucize işte! Sularımızda böyle güzel canlıların her şeye rağmen hala dolaşıyor olması, şu güzelim doğamıza canla başla bakmamız, dikkat etmemiz için yeterli gerekçe değil mi sizce de?

Yonca

“fokbirlik”      

 

Twitter Alemi

Giderek daha çok ısınıyorum twitter alemine. Hayır neden ve niçin insan durup dururken 140 karakterde bir şeyler anlatır bilmiyorum, ama insanoğlu garip, yapıyor işte. Hele benim gibi kendini sayfa sayfa döşeyebilen bir insan için, bir çeşit kısa anlatım çalışması gibi oluyor. Twitter sağolsun, hayatımda ilk defa bir şeyleri uzatamıyorum. Neyse konu ben değilim, başkası. En sevdiğim twitleri kim atıyor biliyor musunuz? Şebnem Bozoklu. Çok hoşuma gidiyor, gülüyorum ondan gelen cümlelere ve uydurduğu kelimelere. Geçen gün, sporcu “takipienlerine” yazdı, bayıldım uydurduğu bu kelimeye. Her twiti başka alem. Günüm güzel geçiyor sayesinde.

Yonca

“twitken”

Yazının Devamını Oku

Bayram bitti ben de bittim

22 Kasım 2010
Bu bayram bana ne kadar zor ve uzun geldi anlatamam!

Oysa Dubai’de ben sizler kadar uzun tatil de yapamadım. Pazar ve perşembe çalıştım (burada hafta sonu cuma-cumartesi de)...

Özel sektörün sadece üç gün izin hakkı vardı. Bayram günleri de hafta ortasına düştü malum. Sinir bir durum oldu. Aman ne zor geldi o iki gün işe gitmek of of offf.

Şirkette her türlü saçma geyik döndü tabii. Patrona yalvardık, ama o da hiç umursamadı halimizi. Altı kişi fenalık geçirerek çalışır gibi yaptık işte. Hatta bir ara öğlen ne yiyeceğimizi tartışmak için toplantı odasında detaylı bir sunum bile yapasımız geldi. O kadar bunaldık.

Tek lüksümüz perşembe günü azıcık erken çıkabilmek oldu. Ama zaten olanlar olmuştu. Bu bayram tek iyi şey dört kişilik aile olarak beraber vakit geçirebildik.

Yazının Devamını Oku

Yaralarımı çok seviyorum...

20 Kasım 2010
Sağ dizimde kocaman bir yara izi var mesela. Taaa eskilerden kalma. Annem ve babamla Marmaris’teyiz. Küçücüğüm. Sanırım 4 yaşındayım. Deniz kenarında bir oteldeyiz.
Bu benim anılarıma kaydettiğim ilk otel hatıram. Hayatımda geri gidebildiğim en eski anılarımdan da biri.
Kaldığımız otelin lobisi uzun bir koridor şeklinde. O koridorun sonunda deniz var. O küçücük boyumla, koridorun ucuna doğru baktığımda deniz çok uzak görünüyor. Alabildiğince uzak. Ama eğer koşarsam, sanki çabucak yaklaşabilirim gibi geldi denize. Çok düşünmedim. Ne de olsa çocuğum, düşünmeden yapma özgürlüğüm var. ıçimden koşmak geliverdi birdenbire, ben de başladım koşmaya. Tutmadım kendimi.
Annem “Koşma düşersin!” diye seslendi arkamdan, sesi hâlâ kulağımda. Ama ben annemin ne dediğini duymak istemedim. Gözlerim koridorun ucundaki engin mavi denizde, koridorun sonuna koşarak geldim ve yol aniden bitti! Öyle kötü düştüm ki... Yolun sonunda meğer basamak yokmuş. Yüksek bir duvarmış üzerinde bulunduğum.
Oradan yere düştüm, dizim yarıldı. Kötü yarıldı. Hâlâ daha izi duruyor dizimde. Ben o tatilde, o yara yüzünden denize menize giremedim. Ne zaman sağ dizimdeki ize baksam, o koridoru ve denizi hatırlıyorum.
Annemin sesi geliyor kulağıma, bana “Koşma Yonca düşersin!” diyor, ben düşüyorum ama, annemin adımları hızla yetişiyor bana ve beni yerden kaldırıyor. “Acıdı mı Yonca?” diye soruyor annem. Ben ağlıyorum ama, annem bana sıkı sıkı sarılıyor.
Babam elinde oksijenli pamukla koşarak geliyor, diz çöküyor yanıma. Yarama pansuman yapıyor babam. Yaram çok kanıyor; ama nedense benim canım acımıyor. Annemin kucağında, babamın pansumanıyla çok mutluyum ben o anda.
Yaralarımı seviyorum.
¡¡¡
Sol bacağımın alt kısmında çok büyük ve uzunlamasına bir yara izi var.
Sınıf arkadaşlarımla Fethiye’deyim. 18 yaşımda. Çok özgürüz. Mobilet kiralamaya karar verdik. Kiraladık. Aklımıza her geleni yapacak kadar deliyiz o yaşımızda.
Mobiletin birini ben kullanıyorum. Virajı dönerken fark ettim ki mıcır dökmüşler yola. Çok geç artık o anda, savrulup mobiletle asfalta kapaklanıyorum. Sonra inanılmaz bir yanma hissi bacağımda. Tekerlek döne döne yakmış bacağımı. Kötü, çok kötü bir yara.
Hastaneye gidiyoruz. Doktor uzun uzun pansuman yapıyor, tetanoz aşısı oluyorum. Ağrı kesiciler veriyor doktor.
Çok ağlıyorum. Yürüyemiyorum. Ama tatili, arkadaşlarımı bırakıp eve dönmek de istemiyorum. Annemle babama bu yaptığım aptallığı nasıl söylerim, hiç bilmiyorum. Korkuyorum aynı zamanda.
Annemlere yalan uyduruyorum. “Tekneden atlarken ayağımı kayalıklara çarptım, önemli değil!” diyorum, oysa berbat haldeyim. Arkadaşlarım da bana “Eve dönme, biz seni taşırız.
Sana uygun olacak şekilde tatili yine de beraber yaparız, seni bırakmayız” diyorlar. Hatta birleşip beni taşımak için plastik sandalye alıyorlar.
Beni ona oturtup sırayla sokaklarda taşıyorlar. Benim için yapıyorlar bunu. Kolları kopuyor ağırlığımdan; ama bırakmıyorlar beni.
Canım acıyor, bacağım vahim durumda; ama öyle mutluyum ki! Yarama ne zaman baksam arkadaşlarımı görüyorum. Bana güven veriyorlar. Beni yalnız bırakmıyorlar...
Yaralarımı seviyorum.
¡¡¡
Kendime sordum, “Bak bakalım Yonca, bugünden geçmişine gidince en sevmediğin şey nedir?” diye. Çok düşündüm ama pek bir şey bulamadım.
Bulduklarım vardı aslında; ama onları da azat edip rahatladım.
“Peki geriye izler kalmış mıdır acaba?” dedim. Yüreğime sordum. ızlerimden geriye bir tek tatlı-ekşi anılarım kalmış. Benim izlerim ve benim anılarım. Hayatımın bana kendini hatırlattırdığı izlerine, canımı yakmış olsalar bile, benim oldukları için kızamadım.
Ben onlara minnettarım.
Yonca
“Kadirşinas”*

(Bu yazı 25 Şubat 2009 günü bazı farklılıklarla hurriyet.com.tr köşemde yayınlanmıştı. O eski yaralarım da, yara izlerim de duruyor. Büyürken üzerine her gün yenileri ekleniyor. Ama onlara karşı duyduğum saygı ve hislerim aynı kalıyor.)
Yazının Devamını Oku

Hüzünlü bayram

15 Kasım 2010
Bu bayram kalakaldık olduğumuz yerde. Herkes bayramdan kaçarken, biz gurbet ellerde yaşadığımız için belki de, dört gözle bayram gelsin diye bekliyoruz.

Çünkü normalde ya ailemiz bize gelir, ya biz koşarak onlara gideriz.
Ama bu sefer olmadı, yapamadık. Bir sürü aksilik oldu. Dubai’de yaşamanın bir artısı ülkemize çok yakın olmamız ve bayram seyranın Türkiye ile aynı zamanlara denk gelmesi.
Böylece hem okullar hem de iş aynı anda tatil oluyor, bize de ha deyince ailemize kavuşma şansı doğuyor.
Hele de insan bizim gibi çocuklu gurbetçiyse, çocuklarına bayram ortamını yaşatmak için deli oluyor işte.
İnsan ülkesinden uzak kalınca, her şeyin anlamı çok daha derin oluyor. Gelin görün ki memlekete ulaşmak kolay olup da ulaşamamak da insana fena koyuyor.
Bu sefer bana da çok koydu açıkçası. Garip bir duygusallık çöktü üzerime. Gerçi ne yalan söyleyeyim, Kurban Bayramı benim sevdiğim bir bayram değil. Şeker Bayramı’nı güle oynaya kutlarken, Kurban dendi mi yok olmak istiyorum.
Kurban kesiminin bizde bu kadar tartışılması, beni de etkiliyor.

Yazının Devamını Oku

Erkek dediğin bi çeşit çanta

12 Kasım 2010
Uyyy bi başlık attım, kafama taş yağar mı acaba? Olsun, yağsın. Şemsiye açarız biz de kadınlarla el ele, koruruz kafamızı bi şekilde.

Bu ara çok yaramaz bu Yonca. Enerji fazlası var, geçen aydan kalma. Boşuna atılmadı bu başlık hem. Kızlarla yazışırken çıktı bu laf ağzımdan.
Aynen şöyle dedim: “Her erkek bir çanta; içi çok dolu ve yükü ağır. Taşıması zor ama gelin görün ki onsuz da olmuyor!”.
Hepimizin bir hoşuna gitti, bir döküldük ki aklınız durur. Meğer hepimizin içi ne çok doluymuş. İyi geldi. Hem bu kadar çok kadın aynı şekilde gümbürdediğimize göre, vardır bunda bir doğruluk payı dedim, yazmaya karar verdim.
Bu kadar çok kadın aynı şeyi düşünüyorsa, yanılıyor olamam. Olamam di mi? Yanılırsam da, yanıldım derim gitti.
Erkek bir çanta gibi evet. Yanına almadan olmuyor. Sürekli aynısıyla gezdin mi, modası da tadı da kaçıyor, sıkıcı bile gelebiliyor.
Çok büyük olursa taşıması zor ama gösterişli duruyor; çok küçük olursa pek işe yaramadığı gibi de sıkıntı oluyor, işini görmüyor.
Boynuna assan sırtın, dirseğine taksan kolun ağrıyor. Ama modelleri sürekli takip etmen lazım, onsuz da elin boş kalıyor.

Yazının Devamını Oku