O yazıyı yazdıktan sonra kimliklerimizde en az o hane kadar sorunlu bir başka önemli hane hakkındaki vehameti daha farkettim. Nüfus cüzdanlarımızdaki din hanesine bazı müdürlüklerde siz istemeseniz bile zorla “din” yazdırılırken; kan grubu hanesinin atlandığını, umursanmadığını, “olmasa da olur” denerek geçiştirildiğini, daha da vahimi tahmini kan grupları yazıldığını öğrenip şok oldum. Kan grubu hanesi o belgenin en önemli hanesi. Hatta bana kalırsa kimliklerde diabetliler için de bir hane olabilmeli. Ben sokakta şeker komasına giren insana, ayılsın diye şekerli su içirmeye çalışan çok insana rastladım. Dönelim kan grubu olayına. Nüfus cüzdanlarımızda kan grubu yazılması şart olmalı ve de bu keyfi değil, ciddi ciddi hastaneden alınan bir belgeye dayalı olarak yazılmalı. “Yaz bana ordan bi A rh (+) bakiim!” demekle olmaz bu iş. Tam bu konuyu yazmak lazım derken ben; bizim ADIM ADIM ekibinin fikri geldi ve kan gruplarımızın bulunduğu bir dosya oluşturduk. Benim kan grubum hayli problemli (neyim değil ki!). Ben A rh (-) bir insanım. Bu kan grubunda insan kolay bulunmuyor ve bir tek bu gruptan kan alabiliyorum. Bugüne kadar kan grubu A rh (-) olan hiç kimse tanımıyordum, hep endişe ederdim. Oysa şimdi bir anda bir sürü kandaşım oluverdi, yaşasın! Üstelik insanın kana ihtiyacı olduğu zaman, öyle ha deyince birinden kan alamıyor. Bir sürü kuralı var bu işin. Mesela o sırada tansiyonunuz düşükse kan veremiyorsunuz, belli kilonun altındaysanız veremiyorsunuz, 2 hafta önce antibiyotik kullandıysanız, soğuk algınlığı geçirdiyseniz veremiyorsunuz. Dolayısıyla elinizde sıkı bir liste olması lazım ki, o veremezse öbürü versin. Ayrıca kan bankalarımız kan ağlıyor. Oysa her sağlıklı insan 4 ayda bir kan verebiliyor. Her birimiz gidip 4 ayda bir kan versek kimbilir kaç insanın hayatını kurtarabiliriz. Hatta kendi kendimizi kurtarabiliriz belli mi olur! Bakın ben yazdım, hatırlattım. Önce gidin kan grubunuzu ciddi ciddi öğrenin, kontrol edin; çünkü yıllardır kan grubunu yanlış bilenine de rastladım. Ardından nüfuz cüzdanınızda doğru olarak yazması için harekete geçin. Kendinize kandaşlarınızın bir listesini yapın, sonra da gidin lütfen kan bağışında bulunun. Kendinize ve bir başkasına geç olmadan iyilik edin.
Yonca
“kanlı canlı”
Yarış Takvimi
Öyle güzel sivil toplum organizasyonları var ki spor adına, haberimiz yok; çünkü haber veren yok. Çünkü ilgilenen yok sanıyoruz biz; ama var. Atletizmin tüm branşları için devletin ayırdığı bütçe 4 milyon TL, bir futbolcu parası etmiyor oysa. Hani bari Basın atletizme azıcık sahip çıksa diyeceğim ama, malum onlar da aklını futbolla bozmuş durumda. 2 yıl önce kurulan "Yarış Takvimi" var mesela. "Yarış Takvimi" koşan, bisiklete binen, yüzen herkesin ortak sahip olduğu bir platform. Yurt içinde yapılan yarış tarihlerinin güncel listesini yayınlayıp uzun mesafe koşular, kros, duatlon ve triatlon yarışları organize ediyorlar. Bugüne kadar 7 si yol koşusu, 1 triatlon ve 1 duatlon olmak üzere 9 kez yarış düzenlediler. Bu işi öyle iyi ve profesyonelce yapar hale geldiler ki, 2011 yılı içinde yapacakları 3 koşu yarışı, hem Atletizm Federasyonu’nun takviminde hem de uluslararası takvimde yer aldı. 2010 koşu yarışlarının sonuncusu 21 Kasım 2010 Pazar günü saat 10:00 da yapılacak olan 7. Riva Yol Koşusu. Yarış mesafesi 10km. Start Ali Bahadır Köyü, Mola Cafe (02163194284).?Kavacık’dan Riva’ya giderken (Acarkent’i geçtikten yaklaşık 10km sonra) ikinci Ali Bahadır tabelasından sağa dönünce 500m ilerde sağda. Bilgi ve kayıt için www.yaristakvimi.com sitesini kullanabilirsiniz.
Yonca
“aklıorda”
Bir ah vah çekme durumu sormayın gitsin. Oysa hayatımda duyduğum en saçma, en utanmaz, en arsız ve en kötü bahane yoğunluk. Açık açık harbice: “Yapmak istemiyorum, üşeniyorum vs...” diyebilenlere şapka çıkarırken; “Ay çok yoğunum şekerim..” diyenlere gıcık oluyorum. O kişiye hemen: “Sakın sakın bir daha yoğunum deme!” demek istediğim gibi, o kişiyle uzunca süre görüşmek de istemiyorum. Yavan bir bahane gibi geliyor bana çünkü; baştan savıcı, kolaya kaçıcı endirekt yalan işte. Aslında yazının tam da burasında bir kere daha “Feci gıcık oluyorum!” demek geldi içimden. E dedim gitti. Hırsımı alamıyorum belki de ondan. Neden mi? Çünkü bana “Sence bu dünyada en yoğun kimdir?” diye sorarsanız, “Çocuklar!” derim de ondan. Şu dünyada şu anda yoğun olmayan tek yaratık yok ki! Herkes çok çalışıyor. Hatta çalışmadığını düşündüğümüz insanın da çok işi var. Herkes kendince yoğun. Herkes kendince haklı. Bu durumda kalkıp zaten yoğun olan herkesin diğer herkese “Ben yoğunum!” demesi de ne demek yahu! Niye sürekli yoğunluk yarışı yapma çabamız var anlamadım. Uykuda da aynısı söz konusu. “Uyuyamadım” dediğin anda hep senden daha çok uyuyamamış birileri kesin oluyor etrafında. Bunun da yarışı olmaz ki arkadaş! Ya da şöyle demeliyim, yoğun olmak bir insanı daha başarılı, daha muhteşem ve daha üstün kılmaz. Kılmıyor. Ha kimse sana bulaşmasın, ulaşmasın istiyorsan söyle, o ayrı. Ama çocuklar gerçekten hepimizden yoğunlar. Acıyorum ben onlara. Üstelik bizim yüzümüzden bu kadar yoğunlar. Biz yoğunuz ya, onları boş bırakmak zor geliyor bize. Çünkü boş kalırlarsa iş başa düşer. Ne zavallı bir durum. Üstelik kendimize daha tatmin edici bir yoğunluk bahanesi de sağlamış oluyoruz onları kullanarak. Yani biz yoğunluğun sunisini yaratmayı bile başarıyoruz bence.
Ben insan ne kadar “yoğun” olursa olsun, canı isterse her istediğini yapabileceğine inanıyorum. Canının istememesi durumunda istemediği şeyi açıkça söyleyerek yapmamasını da iyi karşılıyorum. Saygı duyuyorum. Gerisi yavan geliyor bana. Kötü bahane kötü. O yüzden ne olur yoğunluk konusunda sidik yarışı yapmayalım. Arayamadım yoğundum, gelemedim yoğundum, yapamadım yoğundum denmesin bana. Açıkça istemiyorum densin. Nokta.
Yonca
“gayet müsait”
Nâzım ile Brecht
Sema’ yı tanıyor musunuz, Sema Moritz’i? Duyduğum en maziden gelen sese sahip yegane kadın o. İnsanı olduğu yerden alıp başka bir yere götürüp zaman tünelinde yolculuk yaptırıyor insana. Sema’ yı dinlerken insan kendini birden diz altı beyaz dantelli elbise ve uzun uzun incilerle hayal ederken buluyor. Sesi öyle inanılmaz ki, Efsane Hanımlar albümünde “Fikrimin İnce Gülü” nü dinlerken hangi yılda, hangi mekanda olduğumu hep şaşırıyorum. İşte bu önümüzdeki Salı günü, yani 9 Kasım saat 20:30’da İstiklal Caddesi Ses Tiyatrosu’nda Sema, Brecht ve Nâzım’ın şarkılaştırılmış şiirlerini kendisine has özgün bir şekilde yorumlayacak. Kaçırmayın derim. Hayran kalacağınıza, inanılmaz keyif alacağınıza, ve bir süreliğine Nâzım ve Brecht’in yanına yolculuk yapıp geleceğinize eminim. Şimdiden takviminize not edin.
Yonca
Umarım bütün bunları yaşamışsınızdır ve umarım helal olsun dediğim Siemens’den başka birileri daha çıkar da; Bakiye Duran kimdir, neleri nasıl başarmıştır, neler yapmıştır, ve nasıl da herkese örnek bir kadındır duyar, öğrenir ilgilenir; ona ve emeğine sponsor olur da, her şey harika olur. Amin. Bu yazıyı bayağı dolmuş şekilde yazıyorum aslında. İçimde fırtınalar kopuyor. Yılda 2 kere toplam 2 ay süreyle, o aylara mahsus, yardım amaçlı koşu, koşmak, spor vesaire anlatmaya karar verdim. Kendimi bu işi anlatmaya adadım. Evet resmen adadım. “Anlayana” diyerek yola çıktım. Gidebildiğim yere kadar da gideceğim. Aslında verdiğim karar, bu memlekette futboldan başka “şeyler” de olduğunu, yapıldığını; hatta o “şeyler” de kadınların da varolduğunu ve çok da iyi olduklarını kanıtlamakla da alakalı. Derdim size bunu bizzat kendim koşarak, yaşayarak her şeyi naklen anlatmak ve sizleri de spora özendirmek ve harekete geçirmek. Bizi çok feci tembel ve hantal buluyorum. Her türlü saçma veya ciddi sorunumuzu da bedensel hantallığımızın beyinlerimize yansımasına bağlıyorum tamam mı! Oh işte söyledim. “Hadi yemeğe..” dersin herkes parasını da vaktini de bulur kardeşim gelir, “Yürü spora...” dedin mi herkes kaçar. Bu kötü genetik kodumuzu acilen değiştirmemiz lazım. Hem de acilen. Ama biz böyle “faydalı” şeylerden çok çabuk sıkılan insanlarız. Yapamadığımız şeyin bahanesi bol olduğu gibi, yapana da “manyak” gözüyle bakıyoruz. O yüzden, koşuları yazdığım süre zarfında bile bazılarını “baymaktan” korkuyorum düşünebiliyor musunuz ne üzücü! Alın size başka tür bir mahalle baskısı! Bizim memlekette kendi başcağızına çabalayan insanlar hep yalnızlığa mahkumdur. Ay nasıl kızgınım kendime! Çünkü ben de Bakiye’ nin cesaretini yalnız bıraktım işte. Eşşek kafam benim, eşşek! Kim bayılırsa bayılsın demeliydim, haberi alır almaz anında yazmalıydım. Bakiye Duran’ın yazdığı o müthiş “hayat dersi” kitabını, akıl almaz öyküsünü, başardıklarını yazmayı hep erteledim. Erteledikçe de hata ettim. Büyük ve aptalca bir hata. Neyse ki Perşembe akşamı Saba Tümer’de onu karşımda görünce, ekrana kitlendim ve kendime geldim. Zaten beni bırakın, Saba Tümer de kitlendi. Canlı yayında kendisi de itiraf etti; “Biz programın sizinle olan kısmını bu kadar uzun planlamamıştık; ama sizi ve hayat hikayenizi dinledikçe, kısa kesemedim. Çok etkilendim...” dedi. Evet, Saba Tümer 20 dakika diye başlayıp 1 saat konuştu Bakiye Duran’la. Çünkü Bakiye Duran bir efsane; Türkiye’nin TEK KADIN ULTRA MARATONCUSU ve hatta hatta dünyadaki en iyi 5 kadın ultra maratoncudan da biri. Bir başladı mı koşmaya haftada 450-500km koşuyor. Beni duyuyor musunuz, 450-500km dedim! Bakiye 51 yaşında. Samsun’un 5 haneli Hilmiye Köyünde doğmuş. Köyde okul yokmuş. Okul olan komşu köyde de kızların okula gitmesine sıcak bakılmadığından, sırf okuyabilmek için daha uzaktaki köydeki okula, bağları bayırları dereleri koşa koşa aşarak gitmiş çocukken. Siemens sağolsun Bakiye’ yi anlamış, hayran olmuş, yalnızlığa terk edilmişliğine bir son verip sponsor olmuş da, Bakiye Duran’ın “Bir Ultra Maratoncunun Hikayesi - Cesaret Yalnızdır” adlı kitabı bastılmış. Alın kitabı, okuyun. İnsan eğer bir şeyi isterse, yapar kardeşim. Yapar. İstesin yeter. Gerisi bahane! “Kız çocuğudur, yapamaz, olmaz..” filan diyenler olur ya hani, hele bir okuyun da görün kız çocukları neler yapar, yapabilir ve yapacaktır da! Okuyun da kendinize de güveniniz gelsin. Kafanıza koyduğunuz neyse, yapabilirsiniz. Yeter ki uğrunda çalışın, çalışmayı isteyin. Okuyun ve insanın neler yapabileceğini görüp kendiniz karar verin. Takdir edin. Şu sahip olduğunuz güzelim sağlıklı ve çalışan bedeninizi Allah rızası için köreltmeyin. Daha ne desem, bilmiyorum ki!
Bakiye Duran benim için inanılmaz bir örnek ve ilham kaynağı. Kendimce onunkinden farklı ama paralel bir amaç belirledim. Onu kendime örnek aldım, alıyorum. Aynen izindeyim. Azimli, çalışkan ve kararlıyım. Ölene kadar hiç durmadan çalışıp kendimi geliştireceğim. Çocuklarıma bundan başka bir miras bırakmasam da olur. Huzur içindeyim.
Yonca
“Takipçi”
Garmin
En sonunda benim de bir Garmin saatim oldu. Her aklını koşmakla bozmuş insanın bir Garmin’i olması lazımmış. Öyle çok anlatan, öven, tavsiye eden oldu ki, ikna oldum. Hakikaten alet müthiş ve pratik. Binlerce saçma şey yok kafa karıştıran. Ne ihtiyacım varsa var. Süre, mesafe, kalp atışı ve koşu hızım. Budur. Ne cefaymış benimki. Artık koşmak için illa metreleri belirlenmiş bir yere gitme köleliğim bitmiştir. Özgürüm. Bundan böyle gittiğim her yerde bütün yollar, dağlar, bayırlar, ormanlar, ovalar benimdir. Kaçılın koşarak gezmekteyimdir.
Yonca
Bazı sessiz kareler konuşur ya sizinle, aşağıda de hiç susmadan devamlı konuşuyor benimle! “En karizmatik lider fotoğrafı” diye girerseniz İnternet’e google' da araştırmak için, karşınıza bu fotoğraf çıkacak bir kaç saniye içinde.
Bir de bu fotoğrafı buldum. Hiç görmemiştim daha önce.
Atatürk 1935 yılında Ege Vapurunda, salıncakta sallanıyor, hem de ayakta! Manevi kızı Ülkü, paçalarına dolanmış, oyun oynuyor aynı karede babasıyla. Atatürk’ün o yüzündeki güzel ve çocuksu kahkahaya bayıldım, bakmalara doyamadım. Mutluluğunu göstermekten gocunmayan bir edası var. “Kim ve her ne olursan ol, içindeki küçük ve saf çocuğu gayet güzel yaşatabilirsin işte!” diyen bir karedir bu benim için. Alnın açık, başın dimdik durabiliyorsan milletinin karşısında, kendin gibi, içinden geldiği gibi olmaktan korkmazsın asla. Sıfatın, mevkin ne olursa olsun, istediğin gibi hatta ayakta bile binersin o yaşta salıncağa. Bu fotoğraflara uzunca süre sessizce baktım. Bugün 29 Ekim 2010, Cumhuriyetimizin 87. yılı. Bir şeyler yazmak istedim. Önce tıkandım, yazamadım. Sonra açıldım.
Bugünkü halimize bakıp şunları düşündüm.
Herhalde Atatürk, hiçbir dönemde bugünkü kadar çok ve haksızca eleştirilmedi, hiçbir dönemde bu kadar abuk subuk tartışmaya konu edilmedi, hiçbir dönemde bu kadar unutturulmaya yeltenilmedi, hatta hiçbir dönemde, bu içinde bulunduğumuz sözde “liberal” ve “demokratik” ve “özgür” geçinilen günlerde olduğu kadar, hakkında yazılan kitapların dağıtımı bile bazı “tutucu” semtlerde bu kadar engellenmedi.
Hayallerim ve planlarım arasında neler var neler! Dünyanın en cümbüşlü, en neşeli cenazesini planladım mesela kendime. Onu ayrıca bir yazı olarak yazdım. Bir gün paylaşırım belki de.
Arkadaşlarım, çocuklarım, eşim, ailem ve hatta bazen tanımadığım ama gördüğüm bir insan veya bir yer için bile hayal kurup, planını yapıp uygulama çabasına girebilirim.
Aslında son derece sinir bir durum. Çünkü, siz ne kadar plan yaparsanız yapın, hayatın sizin için ne planladığını bilemediğimiz için, bazen bazı planlarınız ve hayalleriniz çok feci şekilde elinizde patlıyor.
Eğer aşırı düzen düşkünü bir tipseniz bir de, buna çok kötü bozulup bunalıma girme olasılığınız çok yüksek.
Çünkü nedendir bilinmez, kafama o şeyi bir kere koydum mu, ne olursa olsun, olsun isterim. İsterdim yani. Eskiden.
Yaptığım bir planı uygulayamadığım zaman ölüp ölüp biterdim. Pusulam şaşardı. Yetmez, bir de hemen hayata küsüverirdim. Kırılırdım. “Bir daha mı asla!” naraları atar, tövbeler eder, bir daha aynı şeyi yapmaya yeltenmezdim.
Bence, pes etmek dedikleri şey de bu aslında. Kendimce buna uydurduğum kılıf da şuydu: “Canım, zaten çok da istemiyordum, iyi oldu”.
Hiç kusura bakmayın bunun tek suçlusu da asla laf dinlemeyen, kendini hep çok akıllı zanneden işgüzar halkımızdır. Haftalardır her kanaldan bas bas yayın yapılıyor ‘Avrasya koşusu için elinizi kolunuzu sallayarak gelmeyin. Herkes başvuru yapmak ve de öngörülen sayıda göğüs numarası almak zorunda!’ diye. Neden bu koşunun bir başvuru tarihi var sizce? Yani bunca uğraş keyfi mi? Kim dinledi yetkilileri, kim okudu yazılanları, kim taktı uyarıları? Hiç kimse. Niye bu göğüs numarası veriliyor peki, şıklık olsun diye mi? Katılımı görmek önlem almak, güvenliği sağlamak için. Ben kendi tanıdıklarıma bile laf dinletemedim ki! ‘Geliriz, aradan sıvışırız’ diyen, ipini koparan geldi. E şimdi resmi başvuru 10bin, gelen 100bin olursa bu izdihamla kim nasıl başa çıksın? Madalya dağıtan araçları talan edenler olmuş. Tam bize yakışan gayet sportif bir hareket. Hırsızlıktır bu. Peki başvurusunu yapan, numarasını alan yüzlerce kişi enayi mi? Ayıp ayıp. Ayıbını geç, tehlikeli! Birilerini suçlamak çok kolay inanın. Peki insan hiç bunda benim hata payım ne diye bir kere de kendine sormaz mı? Avrasya koşusu panayır alanı değil. Oraya gelen kuralına uygun şekilde gelmeli. Panayır startda ve finişde olur, parkurda değil. Önce şu kafalar acilen yenilenmeli, yenilenmeli de, ülkede futbolun bile hakkında sadece geyik yapılan bir spor olduğu, onda da şiddet ve küfürün prim yaptığı düşünülürse, bilmem o saate kadar nasıl sabretmeli.
Yonca
‘sinirli’
Şoktayım
Şoktan nasıl çıkacağımı bilmiyorum. Upuzun bir destan yazasım var. Tek korkum hislerimi istediğim kadar iyi anlatamamak. 17 Ekim Pazar günü 32.Avrasya Maratonu’nda 15km boyunca doğuştan engelli Serkan Uman’ ı ADIM ADIM Oluşumundan bir ekiple beraber iterek koştum. Takımdaki çürük elma bendim. Aralarında en yavaş koşan, en az iten de bendim. Ekibin finişe tüm takımlardan geç varmasına neden olan da bendim. Ne kadar çok antreman yaparsam yapayım, hızlı koşamıyorum. Kaplumbağayım derken gerçeği söylüyorum. Neden mi şoktayım peki? Çünkü gün geliyor insanın anası, babası, çocuğu, eşi, sevgilisi, en yakın arkadaşı bırakıp çekip gidiyor. Ortada kalıyor insan bazen, öylece. Oysa benim beraber koştuğum takım arkadaşlarım, ısrarla: ‘Beni bırakın basın gidin, ben arkadan gelirim’ dememe rağmen beni bırakmadı. Koşudan 5 dakika önce tanıştığım o güzel insanlar, ‘Serkan’ ı nasıl bırakmayacaksak, seni de bırakmayız Yonca’ diyerek, geride kaldığımda ellerini sırtıma koyup beni tatlı tatlı ittirip bana güç kaynağı olarak beni hızlandırıp aralarına aldılar. Hayatımda ne böyle bir güç aldım, ne de böylesi güzel bir destek gördüm. Bunca senedir çalıştığım çokuluslu şirketimde yaptığım onlarca takım çalışması bir hiçmiş. Ben hayatımda ilk defa TAKIM olmak nedir, bir amaç uğruna gönül ve güçbirliği yapmak nedir yaşayarak, ter dökerek, tüylerim her attığım adımda diken diken olarak öğrendim. Adım Adım Oluşumu çatısı altında toplanan bu çılgın insanlar çok acayip bir şey yapıyorlar. İnsanlara farkındalık yaratmak, birilerine fayda sağlamak için beden güçlerini, gönüllerini, ruhlarını, bacaklarını, terlerini ortaya koyuyorlar. Kimisi yürüyerek, kimisi koşarak, kimisi tekerlekli sandalyesinde orada olarak bir diğer insanın hayatına değmeye, işe yaramaya çalışıyor. Hiçbir beklentileri ve çıkarları da yok. Sadece spor yapıyorlar. 15km’yi 1 saat 43 dakika 48 saniyede koştuk. TEGV için topladığım bağışlarla 300 çocuk 1 sene boyunca eğitim alabilecek. Bağışlar yağmaya devam ediyor. Bu yaşadığım tecrübe bana, ölsem de gam yemem dedirtti. Yeni hedefim de belli. 6 Mart 2011’de, Runtalya Uluslararası Antalya Öğer Maratonu’nda yarı maraton, yani tam 21km koşacağım. Çıtam hayli yükseldi.
Yonca
‘çalış çabala’
“Sen böyle doğdun, hiç uyumadın. Biz de seni hastaneye götürdük, hastanede baktılar, “bu çocuğun bi şeyciği yok, enerjisi fazla ondan uyumuyor!” deyip bizi gerisin geri eve yolladılar” dedi. Annemler de kaderlerine boyun eğip beni böyle kabul etmişler. E ben de kabul ettim beni. Kendimi sokağa atamayacağıma göre, elimden geldiğince iyiye kullanmaya çalışıyorum olan enerjimi. Zamane sersemiyim! Ben kendim, iki çocuk, çalıştığım gayet çokuluslu işim, üzerine hurriyet.com.tr, üzerine haftada iki Kelebek, üzerine Elele, üzerine ev, üzerine bence hepsinden önce eş ve ailesel bin türlü şey ve bunlar da yetmez bir de gönül işim koşarak farkındalık yaratarak hayata destek verme vesaire vesaire vesaire! Sizce Yonca kafayı yemez mi normalde? E yer. Ama bundan zevk almayı öğrendim bir şekilde. Zamane karışığıyım! Okullar açılsın diye her gün yalvarıyorum. Okullar açılıyor, tatil olsun diye dua etmeye başlıyorum. Çocukların bu okul-aktivite-ödev-arkadaş buluşması olayı içinde kendimi kaybediyorum. Sürekli alarm kuruyorum, sürekli çalan alarmları susturuyorum. Sonunda aptala dönüyorum. Sabah 5:45 kalkış. Jet hızıyla saç-baş-makyaj yapış ve bir türlü akşamdan karar verdiğim kıyafeti giyemeyiş, hep yeniden seçme krizine giriş. Çocukları ciyak ciyak kaldırış. En acilinden binbir maymunlukla kahvaltı ediş sonrası onları okula postalayış. Koş Yonca işe. Zamane işkoliğiyim! Çalış, konuş, toplan, derlen, hazırlan, geril geril geril yay gibi ol ve çık işten. Hiçbir iş bitmemiş. Ama elden ne gelir? Hiç. Devam. Koş eve. Çocuklar, ödevler, kavgalar, gürültüler, barış imzalamalar, gülüşmeler, ağlaşmalar, binbir zahmet akşam yemeği, çocukları yıkayış ve yatağa atış. Çabuk giyin ve çık koşmaya. Koş Yonca Koş. Zamene sportifiyim! Gel eve al duş. Haydiii ikinci mesai başlar acele. Aç bilgisayarı, oku biriken e-postaları, cevapla okurları, yaz yazıları. Yaz yaz yaz. Zamane yazarıyım! Çabuk yolla yazını, gecikme. E uyku mu gelir bu adrenalin üzerine. Olsun uykunu getirmelisin. Gir yatağa hele gelir. Yani hiç insan tüm bunların altından kalkabilir mi? Yooo! Ben de kalkamıyorum. Ama oturup “ah vah!” çekmek yerine devam ediyorum. Zamane savaşçısıyım! İşten ayrılamam. Bir kişi çalışıp 2 çocuk büyütmek imkansız. Ev tipi kadın da değilim. Madem hayat böyle, ben de kendime pratik şeyler uydurdum onları uygulamaya başladım. Zamane pratikçisiyim! Et suyu yapıp buz kalıplarına dolduruyorum kalıp kalıp dondurup kullanıyorum. Pınar Calimano’dan öğrenmiştim salçaya da aynısını uyguluyorum. Pek rahat ediyorum. Ağlayan çocuk için üzerinde “sabır” yazan tıpa uydurdum. Hayali. Varmış gibi kulağıma takıyorum. Saçmalayanı bilerek duymuyorum. Kafamda çaldırmaya başladığım müzik eşliğinde sırıtmayı deniyorum. Bunaldım mı çok, kendimi kapatmak yerine hemen arkadaşlarımı bize çağırıyorum. Cinnet mi geldi, odama girip yastıklara yumruk atıp çok rahatlıyorum. Halden anlamayana halimi anlatmayı denemiyorum. Zaman kaybı. Beklentilerim kendimle ilgili. Herkesi kendi beklentilerine havale ediyorum. Depresyona girecek gibiysem kendimi spora veriyorum. Kırdıklarımdan af diliyorum. Sabah gözümü açar açmaz müzik açıyorum. Eve ses getiriyorum. Ruj sürmeyi alışkanlık edinme çabasındayım, deniyorum. Kırmızı ruj moral oluyor. Anasını satayım sürüyorum. Hiiiç utanmadan defolarımdan konuşuyorum. Kendimle sürekli dalga geçiyorum. En büyük terapi buymuş. Kim ne demiş umursamıyorum. Her daim ama her daim hayal kuruyorum. Gerçek olmuşlarcasına da neşe duyuyorum. Yemeyen çocuğa takmıyorum. Acıkıyor elbet. Bekliyorum. Kendimden başka kimseyle inatlaşmıyorum. Ağlamak gelince içimden, kendime soruyorum. Değer mi Yonca? Ucunda ölüm var mı Yonca? Çaresiz mi Yonca? Cevabım hepsine hayırsa kuruyorum sofrayı, diziyorum mezeleri. Yapıyorum bir balık, bir salata. Açıyorum rakıyı, koyuyorum uzun, kalın altı ağırca bir bardağa. Zamane kadınıyım nasıl olsa! Hayata içiyorum. Uzun, kalın ve ağır olsun, sımsıkı tutsun gücümüz bizi ayakta. Zamane balığıyım rakı bardağımda...Sağlığımıza!
Yonca
“tutkun”*
*Bu yazıyı Garanti Emeklilik ve Elele’nin birlikte yürüttüğü Zamane Hatunları yarışmasına destek amaçlı yazmıştım. Yarışmanın birincisi ‘Yeniden başlamak’ adlı hikayesiyle Ayşegül Güngör oldu, hikayesiyle bizi inanılmaz ağlattı. www.zamanehatunlari.com sitesine girip bir okuyun. Bayılacaksınız.
Yonca nerede?
Dün Avrasya’da 15km koştu ve koşu sonrası acilen eşyalarını topladı ve eve, Dubai’ye döndü. Bugün işbaşı yaptı; çünkü daha fazla izin alamamıştı. O yüzden size bugün Avrasya haberlerini bu köşeden veremedi. Ama olan biteni hurriyet.com.tr den anlatacak, kalın tetikte. Yonca yorgun, ama çok huzurlu. Çok selam söyledi size.
Yonca
Bu koca dünyanın tek kıtalarası koşusu Avrasya, TEK! Nasıl ki İstanbul’ un eşi benzeri yok, Avrasya Maratonu’ nun da eşi benzeri yok. Geçen sene ilk defa katıldığımda köprünün üzerinde öylesine dilim tutulmuştuki yaşadığım şeyin güzelliği karşısında, içimi inanılmaz bir hüzün kaplamıştı. Nasıl nasıl nasıl bizler böylesi bir olayı yalnız bırakırız ve nasıl Adidas, Nike, Google gibi şirketler gelip sponsor olmaz diye fenalık geçirerek yazılar yazıp SPOR A.Ş. nin kapısına dayanmıştım. Hayalim; Avrasya Maratonu’nun tüm dünyanın gözünün üzerinde olduğu, İstanbul’un panolarla donatılıp otellerin Avrasya koşusu yüzünden kitlenecek olduğu bir spor turizmi bombasına dönüşmesiydi. Bunun için de elimden ne geliyorsa yapmaya karar vermiştim. Benim elimde bu köşe var. Bu köşenin gücü inanılmaz, ben de bunu kullanırım dedim. Gazetem de bir gün bile bana: “Yeter Yonca, bıktık senin şu koşmandan!” demeden, bu konuyu bıkmadan usanmadan dillendirme şansı verdi bana. Siz okurumlarım da sağolun sabırlı çıktınız. Destek oldunuz bana. Bir kez olsun “Eeeh sıktın Yonca!” demeyi bırakın, arkamdan Avrasya’ ya katılıp hatta bağış bile yaptınız TEGV’ ye benim adıma. Şu memleketimin dünyada spor niyetine sanki sadece futbol varmışcasına yaşadığı ve maalesef onda bile hüsran yaşattığı bu ortamda, bu bile inanılmaz bir aşama. Derken, Spor A.Ş. nin başına Atom Karınca gibi bir adam, Alpaslan Baki Ertekin geldi. Alpaslan Baki Ordulu ve 3 kız babası. Tam da Ordulular gibi sözünün eri, çalışkan ve kararlı bir insan çıktı. “Ben ben ben” demeden, Avrasya’ yı olması gereken hale getirmek için 1 yıldan kısa sürede ekibiyle inanılmaz şeyler başardı. Önce ADIM ADIM Oluşumu’nun tüm tecrübesini aldı karşısına hepsini dinledi. Yardımseverlik koşusununa değer verdi. Olayın önemini kavradı. Eksik gedik sorun ne varsa hepsine çözüm bulmak için yapılması gerekenler nedir, bu iş nasıl yukarı çekilir, bu işi bilen ülkelerde nasıl organize olunuyor hepsini not etti. Dubai’ye geldiğinde toplantı yaptık. Beni sabırla dinledi. Size bir toplantı sırasında ne kadar sinir bozucu bir insan olduğumu anlatamam. Gözüdönmüş bana güven verdi. Tek kelimeyle: “Hepsini yapabiliriz!” dedi, fazla söze hacet bırakmadan planı yaptı ve aynen harekete geçip en önemlisi uyguladı. Dünyanın TEK kıtalararası maratonunda Türkiye’nin İLK yardımseverlik koşusu yapma adımını atan, biraraya geldiği ilk günden bugüne 300 sporcusuyla, 450 adet yardımseverlik koşusu düzenleyerek, 6.000 bağışçıdan 730 bin TL bağış toplayarak 3.000 kişiye yardımcı olan ve her bir sporcusunun, sadece koşarak 10 kişiye yardımcı olmasına vesile olan ADIM ADIM Oluşumu sporcularına SPOR A.Ş. ilk makarna partisini bile verdi. Dahası da var; Akşam, Nike, Coca Cola, Medical Park, THY Avrasya Maratonu sponsorları oldu. İnanın bunları yazarken, şu memleketin uğrunda ter döktüğü sporunu yaşayarak yazan tek kadın yazarı olan ben, çok mutluyum, çok çok çok. Hepinize teşekkür ederim. Ben bu Pazar 15km koşup hemen Dubai’ye döneceğim. Size olan biteni en kısa zamanda hurriyet.com.tr deki köşemden hem fotoğraf hem de kamera çekimlerimle aktarıp paylaşacağım. Tabanlarımıza kuvvet dileyin. Bu Pazar İstanbul ADIM ADIM kanatlanacak. Hepinizi Koş Yonca Koş diye çığlık atmaya, bizlere destek olmaya 15km finişine bekliyorum. Avrasya sen de bekle beni. Adım Adım kanatlanmaya koşarak geliyorum gerdanına!
Yonca
“uçaradım”
Serkan UMAN
Ben Serkan. 21 yaşındayım. Doğum anında oksijensiz kalma sonucu doğuştan omurilik felçli ve bedensel engelliyim. 21 yıldır tekerlekli sandalyeye bağımlıyım. Türkiye Omurilik Felçlileri Derneği aracılığı ile, bir seneden beri Adım Adım Oluşumunu tanıyorum. Oluşumdaki herkes sivil toplum kuruluşlarına koşarak, yüzerek, yürüyerek; yani sporun her dalını kullanarak yardımcı oluyorlar. Ben de bu sene ilk defa onlarla 32. Avrasya Maratonuna katılacağım. Yonca Tokbaş, Nermin Fenmen, Tanyar Ablak, Galip Akkaya, Tevhide Koçak ve Nilgun Baskır beni 15km boyunca itecekler. Bu benim için hayatımda bir ilk. TOFD’ li bir engelli olarak akülü tekerlekli sandalye bağışı için koşuyorum. Engelli vatandaşlarımızın özgürlüğüne kavuşması, istedikleri her yere rahatça gidebilmeleri, kimseye bağımlı kalmadan özgür olabilmeleri için koşuyorum. 1 akülü sandalye ne demek biliyor musunuz? Ben anlatayım. Sandalyem yokken yardımsız dışarıya çıkamıyordum. Akülü tekerlekli sandalyem olduğu gün, aküsü bitene kadar sandalyemi kullandım. Hani bir bebek ilk yürümeyi öğrendiği zaman oradan oraya kendini atarak yürür ya, ben de o gün o bebek gibiydim. İlk defa yürüdüğümü hissettim. Özgürlüğümü elde ettim. Bu sayede iki tane kursa gitmeye başladım. Bir tanesi grafik tasarım kursu, ikincisi de İngilizce kursu. Sizleri de harekete geçmeye çağırıyorum.
Kaç çocuk oldu?