Yonca Tokbaş - Kelebek

Gribe çare

11 Ekim 2010
İnanılmaz ama gribe doğal bir çarem oldu! Komik bir doktorum var bu Dubai’de. Adam aslında “Chiropractitioner” (uy bu nasıl bir kelime) ve Akupunkturcu.

Bu “kayroprektişinırın” bizdeki karşılığı tam olarak nedir bilemiyorum. Kırık çıkıkçı bile olabilir mi acaba? Neyse lafı uzatmanın anlamı yok; adam süper ve bana çok iyi geldi, geliyor. Bana sürekli doğal ve bitkisel şeyler öğretiyor ve amanın aman nasıl da iyi geliyor (çok fazla yor yor yor oldu ama, oldu). Bir de ben hayatımda bu kadar sakin bir insan görmedim. Adamın adı Abbas ve Doktor Abbas Harikalar Diyarındaymışcasına mutlu bu hayatta. Oooh sakin sakin konuşuyor benimle. Sakinlikten kopacağım bu gidişle. Ocak ayından beri sayesinde ağrı kesici hapa bile ihtiyacım olmadı ve beni de bir neşe aldı, tü tü tü nazar etmesin kimse. Ya ağrıyan yerimi kütürdetiyor ve geçiyor, ya da yarım saat akupunktur yapıyor mis gibi oluyorum. Geçenlerde yine panik içinde “Doktor Abbas eyvah her an grip olabilirim; ama olamam imdat!” diye gittim. Bana şunu önerdi: bir adet yeşil soğanı (ben kendisine uzun soğan derim) alıp doğruyorsunuz, 2-3 adet kahverengi doğal şeker (yerine bal da olabilir) ve taze zencefil dilimleriyle beraber güzelce kaynatıyorsunuz. Kahverengimsi soğanlı ve yoğun zencefil kokan komik ve ilginç bir şey oluyor. İçilecek kadar ılınınca da lüp lüp içiyorsunuz. Ben sıcak içmeye kalkıp dilimi közledim de, ben ettim siz etmeyin. Sonra da başlıyorsunuz beklemeye. Neyi mi? Amanın aman, sanki sizi baştan aşağıya hortumla sulayan biri varmışcasına soğuk soğuk terlemeyi. Ben ömrümde hiç böyle terlemedim. Kesin doğduğum günden beri ne kadar mikrobum varsa hepsini o terle aynen atıverdim. Şimdi çok iyiyim. Size de tavsiye ederim. Ettim.

Yonca

“steril” “mikropsavar” “gripkovar” “gribikaçık”

 

Derin Akar 9 yaşında

Varşova'da yaşıyor. 3 yıldır yardım amaçlı koşuyor. Geçen sene Haiti depreminde, bu sene de Pakistan'da yaşanan sel afetinde yıkılan okulların yapılması için okulunda düzenlenen koşulara katıldı. Attığı her tur için bağışçıları (anne ve babası) okulda oluşturulan hesaba para aktardı. Geçen sene koşu ve diğer aktivitelerle Haiti'ye bir okul kazandırdılar. Bu sene de aynı şeyi Pakistan için yapmayı hedefliyorlar. Bu yılki koşusuyla 50Avro bağış topladı. Derin attığı minicik adımları büyüyünce, bir gün kendi başına bir okul yaptırmayı hayal ediyor.

 

Selçuk Koçum

Yazının Devamını Oku

Almanya-Türkiye maçı

8 Ekim 2010
Avrupa ?ampiyonası Eleme Grubu maçımız var bu gece malum.

Maç, hele de milli maç, bizim için hep harika bir toplanma-eğlenme-bağırma-çağırma-deşarj olma ortamı oluyor. Ne kadar arkadaşımız varsa hepsini bize çağırdık bu gece. Eve sığmışız, taşmışız, fenalık geçirmişiz hiç umurumda değil.

Çok şükür arkadaşlarımız da pek takmıyor bu durumu. Hiç kimsenin bir beklentisi yok. Maksat muhabbet olsun, bir arada olalım.

Aslında maç da bahane, çünkü amacımız hınzırca ama şahane! Maçı bizde seyretmek için çok şeker bir şart koştuk herkese. Uğruna, 17 Ekim’de 15km koşacağımız Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nın Mardin Savur Birimi’ne, en az 1 çocuğun 1 yıllık eğitimine yeten 60 TL’yi yatırmayan hiç kimse bize gelemiyor.
Parasını yatırıp dekontunu bana yollayan da hem maça hem de pilav üstü dönere hak kazanıyor.

Yazının Devamını Oku

Bahane bulmak yaptığımız en iyi iş

4 Ekim 2010
Ben size kestirmeden deyivereyim bitsin; hantal ve tembeliz.

 Neden mi? “Haydi yemeğe!” der anında buluşuruz; “Gel şurada beraber iki adım yürüyüş yapalım” deriz herkes toz! Ne de çok bahanemiz var spora gitmemek, o totoyu yerinden kaldırmamak için anlatamam. Her bahane de gayet makul, mantıklı ve ikna edici. Daha doğrusu insanın kendini kandırması için mükemmeller. Ama o kadar. İnsanın kendinden başka düşmanı yok. Oysa bu kafayı ve bünyeyi bir kere kandırdın mı bittin; çünkü hep kandırman gerekiyor. Hele şu devirde en güzel üç bahane de şu: çocuklar, zaman ve para. “Hadi canım sen de!” diyorum bunları duyunca. İçinden spor yapmak gelmiyor ama söyleyemiyorsun. Sevmiyorsun ya da ve bunları bahane ediyorsun.

Gerçek bu. Gerçeklerden kaçıyorsun. İnanın bana sevmemeyi anlarım, çünkü olası ve gerçek bir neden. Ama insan sağlıklıysa ne çocuğu, ne işi, ne parasızlığı, ne de zamansızlığı asla bahane filan olamaz valla. Neden mi? Engelliler engel tanımıyor da ondan. Elimiz, kolumuz, bacağımız sağlığımız bomba gibi; ama hep çok mazeretimiz var. İsteyen çocuğunu da alıp yanına, sporunu o minicik bebeğiyle beraber yapıyor. Yeter ki gönlü olsun insanın, gönlü. Spordan kastim de gidip illa bir spor salonuna yazılmak da değil ki, parayı bahane edin. Tin tin tin yürüyebiliriz. Bütün sokaklar bizim. İş ve zamansızlık da bahane değil. Size yemin ederim değil. Dizilere, zarta zurta öyle çok vaktimiz var ki. Ha bir de şu var: “Ay nasıl yorgun geliyorum eve, şöööyle bir ayağımı uzatmak hakkım yaniii!”...

Aha işte yanlış algı budur. İnsan çıkıp 2 adım yürüyünce yorulmuyor şekerler, dinleniyor. O televizyon karşısında inanın bana insanın ruhu beter oluyor, bedeni nasıl olmasın. Neyse. Hava koşulları da bahane. Sıcak olunca az giyinirsin, soğuk olunca daha kalın. Ama siz yine de boşverin bu dediklerimi. Ben bahanesi bol olanlar için de çözüm buldum. Biz de çare asla tükenmez netekim! Ben kendimi attım sokağa hepimiz adına da koşuyorum. Boş boş koşmaktansa birilerine fayda sağlamak için de ADIM ADIM Oluşumu’na katıldım.

Ha zannetmeyin ki bu olaya dahil olmak için illa koşmak gerek. Hayır gayet yürüyerek de katılabilirsiniz. Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı Mardin Savur Birimindeki çocuklar için 17 Ekim’de, Avrasya’da koşuyorum. Omuriliği felçlisi bir arkadaşı iteceğiz 4 kişi 15km boyunca. İttiğimiz ağırlık yaklaşık 100kg. Ama hiç korkmuyorum. Zorlanmayacağıma da eminim. 1 Eylül’den beri toplam 66.4km koştum antreman için. Devam da ediyorum antremanlarıma. Yaptığım şeyin güzelliği, amacım ve bizimle yürüyen o çocuklar ve engelli arkadaşlarımın çabası ayaklarımı yerden kesip her türlü ağırlığı hafifletiyor inanın. Eğer katkıda bulunmak isterseniz TEGV’ nin verdiğim hesap numarasına bağış yapın lütfen.1 çocuk 1 yıl boyunca 60TL’ ye eğitim alabiliyor. Şaka değil bu, gerçek. Lütfen destek olun bana, siz de birilerine anlatın benim size anlattığım gibi. Türkiye’de ilk ve tekiz. Giderek çoğalıyoruz. Avrasya’da koşan, yürüyen toplam 150 ADIM ADIM üyesiyle hedefimiz 250BinTL bağış toplamak ve Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmek. Ben nasıl olsa 1TL için bile olsa, 1 çocuk için bile olsa koşacağım. Ama biliyorum bir sürü çocuk okuyacak ben koştukça. 1 çocuk değişince Türkiye değişecek sonunda. “Sağlam kafa sağlam vücütta” sözü boş değil. Ondan, ha gayret Koş Yonca Koş. Sakın yılma.

Yonca“yılmaZ”

Yazının Devamını Oku

Kadınlar çok alem

1 Ekim 2010
Şimdi ben hiç çaktırmadan sürekli kendimi kontrol ediyorum ya oram büyüdü mü, buram şişti mi, kilo aldım mı, aman bunu yemeyeyim, aman bunu yapmayayım diye ve bunu her kadın her gün yapıyor ya aslında; yani her kadın kafayı yemiş şekilde aklını kendisiyle bozmuş ya...

E madem sürekli hepimiz aynı şeyleri yapıyoruz neden o zaman bunu, yani kendimize ettiğimiz işkenceleri, birbirimizden köşe bucak saklıyoruz hiç anlamıyorum. Aman birisi duyar mucizem ortaya çıkar sihiri bozulur mantığı mı, yoksa yapmayı beceremezsem rezil olurum korkusu mu, o da yapar benden güzel olur derdi mi, kıskançlık mı, fesatlık mı, ne bu? Bir sürü konuda bu böyle ama. Estetik yaptıran yaptırmamış gibi davranıyor, hapla incelmeye çalışan hastalansa bambaşka bahaneler sıralıyor. Mesele sadece güzellik konusu da değil. Kadınlar mutlaka gerçeği saptırma halinde. Çocuğunun gittiği okuldan memnun değildir, ama söylemez. Hep en iyisiymiş gibi anlatır. Hatta kocası ağzından kaçırır olay olur. Çok gülerim. Çocuğunun saçma sapan eleştirilesi huyu suyu vardır sır gibi saklar, sanki dünyanın en süper çocuğu gibi o kendininkini över, ama sen seninkini övünce laf eder. Kocası gıcıktır ve bunun farkındadır ama ballandırmalara doyamaz. Zannedersin adam beyaz atlı prens! Parası yoktur var der, borçtan fenalık geçirir ama milyarder gibi takılır. Kavga eder, aramız süper der.. bin tane sayabilirim örnek. Neden bu yalan dolan palavra? Sonra kalkıp ben çocuğumun defosu, kocamın gıcık olduğum huyu, kendimden nefret ettiğim hallerim, okulla asla anlaşamadığım şeyleri söylediğimde safsalak duruma düşüyorum öyle mi? Millet ya nazar olacak deyip anlatmıyor, ya da yarası var örtüyor, ya da olmayanı varmış gibi gösterme hastası haberi yok. Bunun adı da olmuş ketumluk sözümona! E ben neyim bu durumda? Keko! Ay bence çok saçma, zor ve sağlıksız bir durum. Bu artık özgüven sorunundan da öte bir alışkanlık olmuş hepimizde. Koyversek gitse ve rahat etsek. Yeterince dert varken bir de uydurma hayatlar yaşamak çok zor değil mi? Okula gıcık oluyorum. Titiz koca çok zor aha şuraya yazıyorum. Bu ay maaş yok ve koca ay nasıl geçecek hiç bilmiyorum. Sürekli hayal kurup herkesi perişan ediyorum. Sessiz sakin kızım birden benden çok konuşmaya başladı, suskun olduğu zamanları özlüyorum. Oğlum tabakta hiçbir şey birbirine değmesin istiyor, o da titiz oldu başıma deliriyorum. İş yerindeki komşumu boğasım var, yapamıyorum, çatlıyorum. Ama şimdi bunlar gerçek ama hiçbiri yokmuş ve öyle değilmiş gibi yapıp, sağa sola pispis sırıtıyorum. Trala la la laaaa, Cuma Cuma yandan yandan sıyırıyorum galiba! Hayırlara vesile ola.

Yonca

“soytarı”

 

Nermin Fenmen

Nermin 54 yaşında, Bilkent Üniversitesi’nde öğretim görevlisi. 5 yıl önce, harita ve pusulayla araziye yerleştirilmiş hedef noktalarını sırasıyla dolaşmaya dayanan ve bunu en hızlı yapanın kazandığı “orienteering” sporuyla tanıştı. ODTÜ Orienteering ve Navigasyon Takımı’nın lisanslı sporcusu. Bilkent Üniversitesi’nde Orienteering dersleri veriyor. Haberiniz yok ama bu çılgın kadın, Haziran ayında Polonya’da yapılan Bisikletle Orienteering Masterlar Dünya Şampiyonasında 5. oldu! Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı, Türkiye Omurilik Felçlileri Derneği ve Toplum Gönüllülerine bağış toplamak amacıyla hayatının ilk yarı-maratonunu -ki bu 21km demek- Mart 2010’da Antalya’da koştu, 1280 TL bağış topladı. Nermin 17 Ekim’de Avrasya Maratonu’nda yine yardım toplamak amacıyla 15 km koşuyor. Hem de gözleri görmeyen; ama spor yaşantısından asla ödün vermeyen Necdet Turhan’a kılavuzluk ederek. Amacı, spordan keyif alırken yardıma ihtiyacı olanlara elini uzatabilmek, toplayacağı bağışlarla onların dünyasında küçük bir umut ışığı olabilmek.

 

Galatasaray-Tünel arası yürüyüş

Yazının Devamını Oku

Tuvalette süt sağdınız mı hiç?

27 Eylül 2010
Ofis tuvaletlerinde süt sağarak oğlumu 7 ay emzirdim. İki toplantı arası kan ter içinde tuvalete girerdim; elimde süt sağma makinesi, sütler birikmiş, memeler olmuş taş.

O daracık, nefes almanın üçüncü dakikadan sonra imkansız hale geldiği, hijyen dışı ortamda süt sağardım dakikalarca oğluma. Alet pilliydi. Bir kere pili bitti, kaldım mı öylece çaresiz! Küfür etsem, bağırsam, cinnet geçirsem kaç yazar? Cepten ofisi aradım: “Ben burada bu şekilde kaldım. Çıkamıyorum (sütler akıyor diyemiyorum). Bana aşağıdan pil alıp getirmeniz mümkün mü? Lütfen n’oolur...” Sütler bebeğime yarayacak diye manyakça çırpınırken ben, elim süt torbasına çarpınca hepsi dökülmez mi bir de! Ay ne ağladım o gün anlatamam.

Tuvalette bi başıma, zavallı halime, anneliğime, giden sütlerime, emeğime ağladım. Kızım ateşlenir veya durup dururken birinin gözü şişer. Çocuk işte. Toplantının ortasında telefon gelir, yardımcımız “Koş Yonca!” der, en büyük patron karşımda, ben sunum yapıyorum sözüm ona, başlarım titremeye, ha deyince çıkamazsın ki işten! Çıksan da zaten bitmişsindir.

Herkesin suratında o “Yine mi çocuk!” bakışı, izin alınca birilerinin arkandan sanki seni kayıran varmış da sanki çok ballıymışsın kokan tavrı, yüreğinde bin bir vicdani sızı düşersin ev yoluna, yolda doktordan randevu almak için yalvara yalvara.

Okuldan rengarenk boyanmış eğri büğrü yazılarla yazılmış bir kart gelir: “Şu gün şu saatte okulda gösterimiz var seni de bekliyoruz Anne!” yazar üstünde. Aman nasıl da güzel bir davetiye; güzel kızım, aslan oğlum kendileri hazırlamışlar. İçim erir daha o saniye. Haydi yine izin almam lazım, yine bunu telafi etmek için kendimi paralamam lazım, surat çekmem, açıklama yapmam, ıkınmam sıkınmam lazım. Oysa nasıl da gitmek istiyorum çocuklarımı seyretmeye! Kime nasıl anlatsam ki derdimi?

Yazının Devamını Oku

Hafızamı kaybettim bulamıyorum

24 Eylül 2010
Koşturarak işe başladım.

Dilim dışarıda. Okullar açıldı, amaçlar belirlendi, yapılması gereken işler listelendi, ödevler gelmeye, aktiviteler belirlenmeye, alışveriş listeleri uzadıkça uzamaya başladı ve hayat tıkanıverdi. Kitlendim yine. Dilim dışarıdaydı ya, koptu! Oh iyi oldu.
Ben her sonbahar kitleniyorum. Ayol insan artık bir sene bir öncekinden daha gelişmiş olsun bari değil mi? Yok. Ben hep geri gidiyorum. Hep geri, hep geri.
Size de oluyor mu? Bir ben miyim bu halde?
Sözde zamanı iyi değerlendiren bir tipim, olmasam ne olacak bilmiyorum. Kafam da bulut gibi. Bana her söyleneni iki kere tekrarlatmam gerekiyor. Kulaklarım filan duymuyor sanki. Devamlı bir şeyleri unutuyorum. Devamlı ama. Bir lafa başlıyorum sonu gelemiyor bir türlü. Ne kişi isimlerini hatırlıyorum, ne olayın olduğu yeri ama hâlâ inatla olayı anlatmaya çabalıyorum.
Sussana be kadın! Oysa yaz tatilinde her şey elbet bir şekilde olur şeklindeydi. Oluyordu da. Kafam da çalışıyordu ve henüz hafıza kaybına da uğramamıştım. Hayır yani ne oldu da her şeyi bir anda unuttum hiç bilmiyorum. Kafayı bir yere mi çarptım acaba? Hatırlamıyorum ki!
Çalışan kadının dünyası okullar açılınca daha da bir kabus gibi valla.
Şu okul olayı beni mahvediyor. Sürünüyorum okullar açılınca. Gerçi okullar kapalıyken de sürünüyorum ama o farklı. Bu okullar da çok demode gelir oldu bana. Çocuklar uzay çağında, okullar eskiçağda. Bir de hangisine gidersen git sonuçta öğretilen şeyler hep aynı. Anlatma şekillerine kuş kondursan da çocuğun canı istemiyorsa hayatta almıyor.

Yazının Devamını Oku

Ölümden kurtardık

20 Eylül 2010
Geçen sene çocuklar bana iki adet saksı çiçeği hediye ettiler. Biri pembe çiçekler açan bir çiçek ama adını bilmiyorum; diğeri ise çöl gülü...Çöl gülünün beyaz çiçekleri açınca yayılan bal kokusu tüm mahalleyi kaplar, harika bir çiçektir.

Bu saksı çiçekleri eve ilk geldiklerinde hep mis gibi olurlar zaten, pırıl pırıl. Hiç ölmeyecek, asla solmayacak, hep o günkü kadar güzel kalacak sanır insan. Ama tabii öyle olmaz.
 
Koyarsın bir köşeye, ilk önce rengi atar, sonra yaprakları boynunu eğer, çiçekleri dökülür ve ölür gider. Saksı kalır elinizde. İnsan da “Yok ben nasıl olsa çiçek miçek bakamıyorum!” der, o saksıya yeni çiçek filan ekmez.

Evet, bazen böyle şeyler olur. Ama bana pek olmaz. Kimisi dalga geçebilir ama, benim elim iyi gelir çiçeklere. Yani benim baktığım çiçek, ağaç ölmez. Bugüne kadar ölmedi daha doğrusu. Çok şükür.

Çünkü bende garip bir huy var; elimde tuttuğum boş kutudan bitkilere kadar manyakça bir bağlılık oluyor kalbimde. Hatta zamanında etrafı batırıyor diye bir ağaç dibine bırakmak zorunda kaldığımız minik kakao yağı kutusuna bile “Öksüz kaldı!” diye ağlamıştım da geri dönüp almıştık eşimle.

Yazının Devamını Oku

Meryem Ana çok zengin

17 Eylül 2010
Açılışı berbat olmuş bu haftayı bomba gibi bitirmeliyimdir. Azimliyimdir. Ondan dolayıdırki bugün, yazdan kalma hatıra aktarma günüme hoşgelmişizdir. Eh madem öyle, acilen “Hoşbulduk Efenim” diyelim ve konuya girelim.

***

Madem Kuşadası Güzelçamlı’dayız, üşenmeyelim Meryem Ana’ yı ziyaret edelim istedim. Çocuklarla daha önce Efes ve civarını gezdiğimizde çok küçüklerdi, hiçbir şey hatırlamıyorlardı. Hem yanımızda Filipinlerden Noemi vardı ve herkesin dünyanın ta öbür ucundan ziyarete geldiği yere, bu kadar yakın olup onu götürmemek ayıp olur diye düşünmüştüm. Sabah erkenden kalktık yola düştük. Çocuklar bin tane soru sordu. Bin tane dediysem, hiç abartmadım yemin ederim. Azimle hem araba kullandım, hem hepsine cevap verdim. Dilim tutuldu bir ara. Kekeme filan oluyorum sandım. Soruları cevaplamak için Darwin’den tutun Adem ve Havva’ ya, dinlerin doğuşundan ateizme, doğanın gücünden hayvanlar alemine, bilimden felsefeye artık bildiğim ne varsa anlattım kendimce çocuk dünyasında anlaşılır bir dilde. Kuzenler acıdılar halime. Meryem Ana’ ya varmadan, beni de gömecektik yol üzerine. Ruhumu teslim ettim sayelerinde. Neyse. Selçuk’un dibinde bulunan Bülbül Dağı’na tırmanıp Meryem Ana’ nın evine vardık. Noemi duasını etmek, bizler dileklerimizi dilemek, çocuklara da olayı göstermek için içeri girdik. Her milletten bir sürü insan var. Sırayla dua ediyorlar. Çıt yok. Etrafımızda bulunan insanları ağlayarak dua ederken görünce, tüylerimiz diken diken oldu. Sonra ben çantamdan para çıkardım gittim “Bağış” yazan kutuya attım, iki tane mum aldım. Dileğimi tutucam da, mumu yakıcam da, dikicem de vesaire derken, o ruhani sessizliği oğlumun gür sesi deldi: “Anne, Meryem Ana nerde?”, “Hayatta değil oğlum, öleli çok oldu.”. “Biz burda napıyoruz o zaman?”, “Evini ziyeret ediyoruz canım, şşşşt ama! Yavaş sesle lütfen!”. “Ama o evde yokken evine girmek ayıp değil mi?” (!) (Bana feci gülme gelir ama, kendimi tutarım..) “Değil oğlum. Evi herkese açık.”. “Peki niye o kutuya para attın?”, “Dilek tutmak için.”, “Dileğini kim tutturucak?”, “Meryem Ana...”, “E hani ölmüştü!” (Yonca dumur! Cevap düşünüyor ama çocuğun durmaya niyeti yok ki!) “Anne, peki dileğin oldu mu?”, “Hayır oğlum daha olmadı, şimdi dileyeceğim, sonra olucak. Ay nolur yeter!”. “Ama Anne, dileğin olmadan niye para veriyorsun ki!”. Artık dilek milek görecek hal mi kalır, kahkaha atmadan dışarı çıkayım, onu da çıkarayım diye uğraşırken esas bombayı patlatmaz mı küçük adam: “Anne Meryem Ana çok zengin. Bak, arkada kuyruk var. Her gelen para atıyor. Ben de büyüyünce Meryem Ana olucam!”

Yonca

“kopuk”

 

Perihan Çakır

Peri’ nin yaşı 55. 30 yaşından beri, yani tam 25 yıldır aralıksız koşuyor. 30 yıl çalıştıktan sonra, IBM'den emekli olmuş. Günde 4 saat spor; koşu, yüzme, fitness yapıyor. Haftada toplam 80km koşuyor. Daha iyi bir antidepresan bilmediği, koşu arkadaşları edinip sosyalleşmeye bayıldığı, kendini daha da genç hissettiği için koşuyor. Kendine her türlü faydası olan koşuyu yaparken, başkalarına da fayda sağlamak için bağış topluyor. Azimle çevresindekileri de Adım Adım’ la tanıştırıyor.

 

Yazının Devamını Oku