Sadece babam konusu da değil; 2 çocuk, 2 ülke arasında gelgitler, maddi sorunlar, iş sorunları, taşınmalar, doğum öncesi yaşanan sağlık sorunları vesaire derken travmatik bir şekilde kendimi berbat hissediyordum. Hayat sizin kötü hissetmenize aldırıp da ara vermenize olanak da tanımıyor. Çocuk emzirilmek istiyor, eş ilgi bekliyor, çalışmak gerekiyor, ve hepsi bir arada olunca, bazen insan kafayı yiyor. Bir gün bir broşürde: “Kendini hazır hisseden herkes bir gün hipnoterapiyi dener..” gibi bir şey okudum. Broşürü çantaya attım. Ara ara açtım okudum. Sigarayı bırakmaktan, kilo vermeye; stresten, depresyona bir sürü şeye yardımcı olabileceğini yazıyordu kadın. Merakımı yenemedim. Randevu aldım. Arkadaşımı arayıp: “Seans 2 saat sürüyormuş. 3 saat sonra seni aramazsam, Dubai’ yi ayağa kaldır. Adres ve telefonu şu.” dedim.
Korka korka
Bunları yazmak benim için pek de kolay değilmiş aslında. Ayşe’nin (Arman) benimle yaptığı röportajdan beri her gün soru dolu e-postalar aldığım için, belki birilerine bir faydası olur diye yazmaya çalışıyorum.
Hipnoz nedir, nasıl olacak, başıma ne gelecek, ya kadın beni köpek yapar sonsuza kadar havlarsam gibi, akıllı akılsız bir sürü şey düşündüm giderken. Kadın benimle uzunca sohbet etti. Ben sürekli çaktırmadan beni hipnotize mi ediyor şüphesi yaşadım. Bir sürü soru sordu. 3 kilit soruna indirgedi anlattıklarımı. “Hazır mısın?” dedi, “Korkuyorum..” dedim. Konuştu, bir şeyler anlattı, 100 e kadar saydırdı galiba. Oraları net değil kafamda. Ben zannediyordum ki dünyadan kopacağım. Hiç kopmadım, uyuşmadım. Nasıl bir his biliyor musunuz, gözünüz kapalı ama uyumuyorsunuz, sorulan cevaplara cevap vermemezlik edemiyorsunuz ama aslında kendinizdesiniz. O sordu ben cevapladım. Derken, hayatımda yüzleşmekten en korktuğum, beni en rahatsız eden insanla yüzleşmeye hazır mıyım diye sordu. “Bilmiyorum..” dedim. Tedirgindim. Ya eşim çıkarsa mesela, ya da en sevdiğim arkadaşım? Sonra ne yaparım diye düşünürken, karşımda, aman Allah’ım!, babamın oturduğunu görüverdim. Başladım hüngür hüngür ağlamaya. Ama ne ağlamak kardeşim! Derin, okyanus mavisi gözleriyle bana mahsunca gülümseyerek bakan babam oturuyordu karşımda! Sarılmak istedim, yapamadım. O kadar çok ağlıyordum ki, hiçbir şey yapacak halim yoktu. Babam da ağlıyordu karşımda. İçini çeke çeke hem de, çocuk gibi. Kadın sanki bir beni bir babamı konuşturuyordu. Nasıl yaptığını bilmiyorum; ama oluyordu. Nazikti her şey, ama feci can yakıyordu. Anlatması çok güç. Bıraktım kendimi. İçimde birikmiş ne varsa, beynimin dibindeki çöplükten bile çıkarıp uzaklara, benden çok uzaklara bir yerlere attım sanki. Meğer amma kızgınmışım aşık olduğum babama. Neye kırgındıysam anlattım tek tek. Meğer neler atmışım onca yılda yaşananlardan şu bilinçaltı denen dipsiz kuyuya.
Babam ve ben
Babam bana, ilk defa orada, ben hipnotizeyken: “Sen iyi ve güvenilir bir çocuktun. Sırf sana zarar gelmesin diye, seni korumak için ben abarttım. Sana haksızlık ettim. Benim hatamdı. Ben aslında sana değil başkalarına güvenemedim..” dedi. “Peki baba, neden bunu bana daha önce söylemedin?” dedim. “Çamaşır makinasi alırken kullanma kılavuzu veriyorlar, anne-baba olunca kimse eline çocuk için kılavuz vermiyor. Söylemem gerektiğini bilmiyordum. Bilmediğimi söyleyebileceğimi de bilmiyordum. Lütfen beni affet güzel kızım...” dedi. O anda nasıl oldum biliyor musunuz? Hafifledim, tüy gibi oldum sanki. Ağlarken gözlerim kör olacak sandım 2 saat boyunca. “Baba ben de seni anca şimdi anladım, anne olunca” dedim. Teşekkür ettim. Özür diledim. Yapamadığım bir sürü şeyi dile getirdim. Kadın bana, babamı affetmem gerektiğini söyleyince ama, kalakaldım öylece. İstemedim. “Denemelisin ama!” dedi kadın bana. Durdum. Bilmiyorum ne kadar zaman geçti; ama affettim. Babacığımı affettim en sonunda. O anda sandalyeden kalktı, bana sımsıkı sarıldı ve gitti uzaklara. Kadın beni kendime getirdi. Artık bozuk, yıkık, dökük, Yonca değildim galiba. Hipnozdan sonra uzunca süre sakince arabada tek başıma sessiz sedasız oturdum. Uzaklara baktım. Derin nefes aldım. Şişmiş ve acıyan gözlerimle başbaşa.
Geçtiğimiz Cuma günü de: “Bilin YOBİKO nedir?” diye yazdım ya, amanın aman ne çok tahmin geldi. Ama meğer Yobiko bizim dershanelerin Japon versiyonuymuş iyi mi! Hiç bilmiyordum. Tesadüfün böylesine pişti derler. Birkaç şoku aynı anda yaşadım aslında. Şanslıyım çünkü inanılmaz dikkatli ve araştırmacı okurlarım var. Tam 3 okurum YOBİKO’nun benim bisikletimin adı olduğunu ve hecesi hecesine nereden çıktığını tahmin edip bildi ağzım açık kaldı! Okurlarım Alev Öztaş, Eser Baylakoğlu ve Özlem Aysoy’u harbiden kutluyor, önlerinde saygıyla eğiliyorum. Pes!
Yonca
“şaşiko”
8. Riva 15Km Yol Koşusu
Yarış Takvimi tarafından 2011 yılı için planlanan koşu yarışlarının ilki 30 Ocak 2011 Pazar günü saat 10:00'da, haberiniz olsun. Yarış mesafesi 15km. Yarışın başlangıç noktası yine Ali Bahadır Köyü’nde Mola Cafe’nin orada. Detaylı bilgi ve kayıt için www.yaristakvimi.com sitesine bakabilirsiniz. Meraklısına duyurulur.
Yonca
“atletiko”
Görüntü sesle uyuşmuyor, çekim yapıyorsun ışık berbat oluyor, müzik ekliyorsun sahneye oturtmak için gecelerin gidiyor.
Ben 3 dakikalık klip için 20 saat harcıyorsam, 90 dakikalık bir dizi için insanlar kim bilir ne hallerde diye diye, en sonunda İstanbul’a geldiğimde bir gece Medyapım ekibiyle beraber “Adını Feriha Koydum” dizisinin montajına kaldım; çünkü Vahide Gördüm’e hastayım! “Annem” dizisinden beri nerede acaba diye merak içindeydim, kavuştum mutluyum.
Montaja kaldım dedim ya, aman Allah’ım, ben sade seyirci olarak meğer ne mutluymuşum! Ben bileydim seyrettiğim şey o hale gelene kadar bu kadar çok yoldan geçiyor, yemin ederim daha özenli bir izleyici olurdum. O ne zor iş!
İnanılmaz bir emek var arka planda bizlerin hiç ama hiç bilmediği. Dizinin tanıtımının montaj öncesi ve sonrası halini görünce mesela, feleğim şaştı. Ekip de benim şaşkınlığıma şaştı.
Burak Arıcı yazarın, Zeynep Mayıs Arıcı söyleyenin, “O öyle biliyo!” da kitabın adı.
Burak Arıcı, kızı Zeynep Mayıs’ın 3 yaşından 4 yaşına kadar onlara verdiği cevapları Twitter’da yazarken, 140 karakter yetmeyince bu komik cevapları kitap yapmaya karar vermiş. Yani kitap kızının Twit’lerinden ortaya çıkmış bir bakıma.
Fikre deee, kitaba daaa, Zeynep’in verdiği cevaplara daaa bayıldım.
Yki çocuk annesi olarak, çocuk dünyasından bin bir çeşit cevap ve tepkiyle karşılaşıp, nasıl bugüne kadar böyle bir şey yapmadığıma da yandım. Hatta korkarım kıskandım.
Rakı kadındır, kadın da rakı.
Birbirlerinin halinden, tadından anlarlar.
Hiç konuşmadan anlaşırlar.
Yalnızlık zor ve çekilmez geldiğinden ikisine de, yanlarında mutlaka balık ve peynir ararlar.
Ufak tefek tatlardan ve hatta acılardan da haz aldıklarından, yanında mezesi olmadan duramazlar.
Kadının içindeki beyazdır rakı.
Buğudur, dumandır. Mesafedir.
Nasıl güzel, nasıl ihtişamlı ve nasıl anlamlı. Minicik minicik tomurcuk dolu dalları var. Kopkoyu bir yeşil, insan bakarken o yeşilin içine dalıp gidiyor, öyle derin. Çınar ağacı düşünün; ama minyatürü. Gövdesine bir kart iliştirilmiş. Kartı elime aldım okumaya başladım ve hüngürt! Meğer yılbaşı gecesi tüm arkadaşlarımızı çoluk çocuk bizim evde toplama çılgınlığını gösterdiğimiz için ve de ailecek, büyük küçük, aklımızı ağaçlarla bozduğumuzdan, güzel arkadaşlarımız da bize bir ağaç almışlar! Öyle hoşuma gitti ki ne yapacağımı şaşırdım ve acilen panikledim. Daha önce hiç böyle bodur mu desem ne desem, bonzaimtrak (ama bonzai küçük olur ya, bu onun büyüğü) bir ağaç hiç görmemiştim. Evde mi mutlu olur, dışarıda mı bakılmak ister, ne kadar su, ne kadar güneş hiç bilmediğimden deliler gibi telefona sarıldım, internete girdim, araştırdım. Alındığı yerdeki adamlar: “Bir çeşit bonzai, ister evde ister dışarıda, siz nerede isterseniz orada yaşar.” deyince, dışarıda gözden ırak bir yere bırakmaya gönlüm el vermedi. Yaşıyor o da, nefes alıyor, hem de kim bilir kaç yıldır! Hem zaten hayatta hiç kimse, ağaçlar bile yalnızlığı haketmiyor. Salondaki yerini gözüme kestirdim, hemen başladım saksısını sağa/sola-sola/sağa ite kaka çekmeye. Nasıl ağır, nasıl ağır anlatamam. Belimde zaten kayık 5 disk var, temkinli olmaya da çalışıyorum. Bu arada tabi hemen deli deli konuşmaya da başladım ağacımızla. “Hoşgeldiiin!” dedim, “Ölürüm ama seni asla yalnız bırakmam, bu evde inanılmaz mutlu olacaksın bak gör!” dedim. O sırada saksı fayansın kenarına takıldı ve bir filmin yavaş çekim sahnesi gibi saksısının yuvarlak gövdesi sayesinde yumuşakça hooop üstüme devrildi. Salonun ortasında, minik dev ağacımın altında kaldım iyi mi! Hani böyle böcek ters döner ve bacakları havada debelenir durur ya, uzaktan görüntüm o. Çırpınıyorum ama, kalkmak ne mümkün! Bir süre bekledim, bakladı gelen giden yok, gülme tuttu. “Allahım kendi evimin salonunda, ağaç altında kaldım!” diye kahkahalar attım. Derken yardımcımız Noemi içeri girdi ve beni böcekleme durumda üzerimde ağaçla yerde yatarken görünce şoka girdi. Gidip siteden 2 görevli çağırdı ve ağızlarını kapamakta hayli güçlük çeken ve sürekli sırıtan 2 Hintli ve 1 Filipinli üzerimden ağacı kaldırıverdi. Düşerken ağacımın gövdesine kafa atmışım, dudağımı da ne ara bilmem ısırmışım. Kafamdaki yara 1 haftada kabuk tuttu düştü. Dudağım da geçti. Ağacımsa, salonda oturup kitap okuduğum, televizyon seyrettiğim koltuğumun sol yanında yerini alıp, altında uyuya kaldığım Dubai’deki tek gerçek dikili ağacımız olarak bizim evdeki hayatına başladı. Ne şeker di mi?
Yonca
“ağaçzede”
Dakar Rallisi
Kemal Merkit, 2011 Dakar Rallisi’nde Türkiye adına 9,605 km katetmek için yola çıkalı tam 15 gün oldu. Üstelik Kemal bu rallide Adım Adım’ı temsilen, TOFD için de yarışıyor. Yapacağınız her 10,00 TL bağış karşılığında, rallinin 1 km’sini sembolik olarak satın alabilir ve dünyanın en zor rallisinde manevi olarak Kemal Merkit’i, maddi olarak da omurilik felçlilerini destekleyebilirsiniz. Her türlü bilgiye ulaşmak ve Kemal’in müthiş maceralı güncesini takip etmek için http://www.dakarturk.com e bakabilirsiniz. Hadi Kemal, göster kendini!
Saucony
Çok uzun zamandır düşünüyorum bunu. Eskiden ölüme dair hep çok karamsar fikirlerim vardı. Çünkü insan sevdiği birilerini erken kaybedince ölümden korkuyor. Çok korkuyor! Oysa doğum, hayat, ölüm çok doğal bir süreç. Kabullenmek lazım. Ama bu akşamdan sabaha da olmuyor. Hayatı akışına, oluruna bırakmayı öğrenmek çok zaman alıyor; ama rahatlatıyor insanı. Çok kastın mı, korktun mu, kurcaladın mı sanki en çok korktuğun şey en önce senin başına geliyor, çekim yasası dedikleri bu belki de.
Sakın karamsar veya iç karartıcı gibi algılamayın bu yazdıklarımı; çünkü değil. O kadar inanılmaz bir mucize ki hayat, o kadar güzel ki her şeyiyle; aldığımız nefesten tutun, yaşadığımız her acı-tatlı anısıyla, her türlü uçlarda dolaştığımız duygularıyla, ağlamamızla, gülmemizle hayat öyle güzel ve inanılmaz ki işte, sonunu kötü ve karamsar algılamak çok yanlışmış, anca anlıyorum ben de. Yıllarca düşündüm bunu. “Neden...” dedim, “harika yaşadım!” dediğin hayatın sonlanınca bu kadar çok ağlanıyor? Neden tam tersine yaşanmışlığın, farkında olunmuşluğun, şükredilmişliğin şerefine muhteşem bir parti verilmiyor? Sen hayatını gülerek geçirmeyi önemsemiş, bunu kendine amaç edinmişsen; sen gittikten sonra neden herkes senin için senin adına gülümseyeceğine bunca gözyaşı döküyor, bunca üzüntü yaşıyor? Ben istemiyorum hüzün, ağlama, acı ve gözyaşı. Gerekli gereksiz zaten bir dolu ağlıyoruz icabında. O, hayata dair bir duygusal fırtına.
Ben, tıpkı New Orleans’lı bir zenci gibi uğurlanmak istiyorum. Caz bandosuyla, Mustang bir tabutla. Evet resmen bunu istiyorum şu yaşamakta olduğum, her anına şükretmeyi, çok şükür erkenden ya da tam zamanında, öğrendiğim hayatımın sonunda. Gittiğim yerde barış ve huzur içinde olacağımı biliyorum. Çünkü yaşarken ölü gibi yaşamamak gerektiğini anladım. Nasıl olsa bitecek bu rüya. Vaktini kötü ve acıklı acıklı kullandığıma değmez. Eee derdimiz ne o zaman?
Acı, hayal ve kalp kırıklıklarının olmadığı o diyara göçerken, ruhuma ağlama sesleri yerine müzik değsin istiyorum, ısrarla. Sevmediğim müzik kalmadı zaten. Mesela anılarımın olduğu müzikler çalsın havada. Madonna olsun, Duran Duran olsun, Wham olsun gençliğimden; okulu klibini seyredebilmek için astığımız Billy Jean çalsın bangır bangır mutlaka. Birileri moonwalk yapmayı denesin de olmasın, komik olsun. Tüm sevdiklerim gülümsesin, hafif hafif tempo tutsunlar, sağdan sola salınsınlar, kimse yerinde durmasın hareket olsun, durgunluk olmasın. Bir şarkı biterken, arkasından hangi şarkının geleceğini tahmin etmeye çalışıp, “bundan sonra çalan benim için geliyor!” oynansın istiyorum. Alakasız birine alakasız bir şarkı denk gelsin kahkaha kopsun o anda. Benim yaptığım müzik listesinden oluşan bir cd partiden yadigar olarak dağıtılsın gelenlere. I will surivive çalsın bir ara. Herkes avaz avaz söylesin. Show must go on gelsin onun arkasından, gözlerini kapatırsın ya nakarat kısmında, öyle söylesin herkes. O günün güncel hit parçaları da olmalı kesin. İlla geçmişe kitli kalmamak lazım. Ben onu da yaptım, yani hatıralarla yaşamaktan şimdiki zamanımı kaçırdım bi ara. Çok fena. Anılarla yaşanmıyor. İnsanın sürekli canı acıyor, yazık oluyor Aysel Gürel çok haklıymış o yazdığı şarkıda. “Güncel” öyle güzel, öyle önemli bir kelime ki, insanın sözlüğünde bolca olması lazım.
Neşe istiyorum ben neşe, kahkahaları duymak!
Hayatımı iyi ve tam da istediğim gibi yaşamış olduğumu, hayallerimi gerçekleştirmiş olmamı kutladığımızı hissetmek istiyorum. Tabutum mutlaka Mustang olsun, yeşil ama ‘efsane’ tonunda demem de onunla alakalı. Bi yerinde 4 yapraklı yonca olsun mutlaka. Yaşım ilerledikçe hayatın kıymetini giderek daha fazla anlar oldum ya, kimse ama hiç kimse ağlayarak zaman kaybetsin istemiyorum.
Mutlu olmak zor ve demode, mutsuz olmak çok kolay ve in olmuş. Şu hayatta mutsuzluklara dair onca zaman harcayacağımıza, mutlukluk için kafa yorsak, uğraşsak hiç fena olmayacak. Yaşarken zoru başardıysan da zaten olay bitmiştir. Acıyı uzatmayacaksın fazla.