Tıpkı bir dilek ağacı misali, o dilekleri Hurriyet.com.tr köşemde “Sihirli Dilek Kutusu” na yazıp bağladım. Onları okudukça; herkesin istediği, dilediği, umduğu, hayal ettiği sanki benim hayalim ve benim dileğimmişcesine kendi üzerime alındım. Her birinin sonunda “Amin!” dedim, olsunlar istedim. İnandım da olacaklarına. Kendimi bir ağaç gibi, hele de bir dilek ağacı gibi hissetmek fikri de pek güzel geldi bana. Herkesin inandığı, ümit bağladığı bir ağaç gibi yaşadım o 3 gün boyunca. Yalnız herkesin ne istediğine öylesine dalmışım ki, benim ne istediğimi yazmayı unutmuşum bir yerlere. Oysa ben yazarak düşünüyorum. Konuşurken her şey uçup havalara gidiyor. Zaten öyle çok konuşuyorum ki, kime neyi ne zaman dediğim de belli değil, ne dediğim de! Ama bir şeyleri yazarak kayda geçirdim mi, olmaları için ilk çabam da başlamış oluyor. Alıp gözünün önüne koyuyorsun istediğin şeyi o zaman. Dokunabiliyorsun o şeyin yazılı olduğu kağıda. Dönüp bakabiliyorsun, unutup vazgeçemiyorsun. Dileğini, hayallerini yazdın mı mesela, mecburen bağlanıyorsun o sana, sen ona. O yüzden çok seviyorum yazarak düşünmeyi, hayal etmeyi.
Yani kısacası ben ne istiyorum biliyor musunuz?
Bir bisiklet!
Her yol koşuluna uygun. Kullanması zor olmayan bir bisiklet. Ben bu bisikleti; tüm yolları kendi ayaklarımla çevirdiğim pedallarımla, kendi tekerlerimle, kendi çabamla daha hızlı aşabilmek için istiyorum. Gittiğim yeri görerek, saçlarımda rüzgarını hissederek, uğrunda verdiğim çabadan terlediğimi bilerek, üzerinde oturduğum seleden acıyan totomla hiçbir şeyin acı çekmeden olmadığını hissederek yapabilmek için istiyorum. Yollardaki büyük küçük engel ve tümseklerde sarsılsam da, “dümeni” sıkı tutum mu düşmeyeceğimi, düşsem de çok incinmeden kalkıp devam edebileceğimi bilerek gitmek için istiyorum. Etrafı kirletmeden, doğayı sayarak severek, sağlıkla yola devam etmek için istiyorum. Spor yapmaya devam etmek istediğim için, her seferinde başka kaslarımı da çalıştırabilmek için, bedenimde tembel adele kalmaması için bisiklet istiyorum ben. Yazdıysam elbet olur. Olacak. Bisikletimi alınca sizin için fotoğrafını da çekerim. İstediğim şeyleri istemekle kalmayıp yapmayı da kafama koydum çünkü.
İnsanın en zor savaşı kendiyle. İnsanın en zor barışı da kendiyle. Kafamda her şey çok büyümüştü. Beynim sürekli duman çıkarıyordu, öylesine kızışmıştı. Sanki etrafımda iyi giden hiçbir şey yokmuşcasına, hayatın hep bana yaptığı haksızlıklara, sorunlara, tatsızlıklara, kırgınlıklara takılıp kalmıştım. Resmen kocaman bir ağa takılmış küçücük bir balık gibi hissediyordum kendimi. Beni birileri yukarı çekmeye çalıştıkça boğuluyordum sanki. Sonra, tam olarak ne oldu bilmiyorum; ama sanki kafama bir saksı düştü. Aslında bir sürü saksı arka arkaya düştü. Saatine denk geldi derler ya, öyle oldu. Gittiğim doktorlar, yaptığım onca kendi içime yolculuk, içimi deşme, hipnoterapiden tutun psikanalize kadar denediğim her şey sanki bir yerde buluştu. Tam o buluşma noktasında da hayatıma düzenli spor girdi. Pilates beni bedenimle iletişime geçirdi. Kendime iyilik yapma yetisi getirdi. Derken dangıl dungul son dakika gidip katıldığım koşularıma eşim bir disiplin getirmem konusunda beni ikna etti. Beni elimden tutup parkın etrafında koşmaya götürmesiyle kafamdaki bulutlar sanki o parkın çevresindeki ağaçların mis kokusuyla dağılıverip gitti. Kendimi eve kapatmaktansa kendimi sokağa atmak bana iyi geldi. Yaptığım sporla birilerinin hayatına değdiğim fikri beni değiştirdi. Spor yaparak yorulunca ister istemez mis gibi huzurlu bir uykuya dalmak, beni yavaş yavaş normal bir insana benzetti. Yıllardır uyumadığım huzurlu uykuları uyumaya başladım. Kendi beden ritmimi keşfettim. Mesela geceyi sevdiğimi biliyordum; ama sabah uykusunu sevdiğimi, dahası bana iyi geldiğini bilmiyordum. Kendime 1 saatlik sabah uykusu armağan edecek bir sistem geliştirdim. Kendimle kavga etmeyi bırakıp barışmayı denedim. Kendime sürekli ızdırap çektirmekten ve bundan zevk almaktansa kendimle barışıp kendimi severek kendimden zevk almayı denedim. Oluyormuş biliyor musunuz? İnsan isteyince yaptığı iyi şeyler olduğunu da farkediyor. Kendinde sevilecek şeyler keşfediyor. Hatalarıyla yüzleşip onları kabullenince insan, onları düzeltecek güç de buluyor. Ya da en azından kendini bunu denemeye değer buluyor. Vicdan azaplarına son verebiliyor. 2010 bana insanın en iyi ve tek doktorunun kendi iradesi ve azmi olduğunu öğretti. İnsanın verdiği kararları uygulamasının, inanılmaz bir rahatlama verdiğini öğretti. Bana iyi gelen şeyleri düşünüp bulmayı, onlar için başka şeylerden ödün vermemin kötü değil, tam tersine iyi olduğunu, birileri için bir şey yaptığım sürece huzurlu olduğumu yaşayarak öğretti. 2010 bana, aslında sandığımın aksine azimli olduğumu, çalışmayı sevdiğimi, kendime haksızlık yaptığımı, içhuzurumu bulunca inanılmaz güçlü bir insan olduğumu gösterdi. 2010 hayatımda inanılmaz bir dönüm noktası oluverdi. 2010 bana hiçbir şey için 1 günden fazla üzülmemem gerektiğini öğretti. Asla asla dememeyi, sonsuzca yüzsüzce affedici olmam gerektiğini, en çok da kendimi affetmem gerektiğini öğretti. 2010 bana, her ne şart altında olursa olsun, gülümsemenin hayat kurtardığını, hastalıkları geçirdiğini, dünyayı değiştirdiğini, eşi benzeri bulunmaz bedava bir ilaç olduğunu öğretti. 2010 bana, 16 yıldır kendimi beraberinde diri diri gömdüğüm babacığımla güzelce vedalaşmayı, onunla hasretle ayrı kalabilmeyi öğretti. 2010 yılı bana, insanın düşmeden kalkamadığını, duvara çarpmadan ayılamadığını, istemeden yapamadığını, çalışmadan başaramadığını, terlemeden arınamadığını öğretti. 2010 beni yeniden doğmuşcasına adam etti. 2010 bana öyle iyi ders verdi ki, bundan sonra bir daha kendime kötülük yapmam.
Bitti.
Yonca
“sıfır kilometre”*
(*Yıldızlı dip not: Bu yazım Elele Aralık sayısı içindi. Elele Ocak sayısında gerçekleştirmek istediğim tüm dileklerimi yazdım. “Kanun hükmünde büyülü kararname” koydum adını. İyi mi?:)
Son dakika
Bu yazıyı yollamadan önce çok güzel, beklenmedik, onur duyduğum bir haber aldım durduk yerde! 2011’de mucizeler artacak, evet evet, artık buna eminim işte! Çoook mutlu bir yıl diliyorum hepimize!
Ay ne olur, “Yok artııık!” ünlemi vermeyin ayağımın 41 numara olduğunu öğrendiğiniz için bu cümlede. Evet öyle; ben büyük ayaklı bir kadınım! Gideceğim yere daha çabuk varmak içiiin, attığım her adımda yeri göğü inletmek içiiin, tepem attı mı okkalısından bir tekme savurup rüzgarıyla devirebilmek, denizde palet niyetine kullanmak içiiin vesaire vesaire vesaire. 1 numaradan bi şeycik olmaz deyip sıkış tepiş 40 giysem de, aslında 41 ile rahat ederim. Bu, zamanında hamileyken 25 kilo alıp ısrarla herkese “18 aldım!” demem gibi komik bir şey mesela. Ne giyersem giyeyim, başparmağımın yanındaki iki numaralı o parmak hep bir adım ötede. Hem uzun, hem de bir o kadar da ince. E.T.’ nin o uzun el parmakları görüntüsünde. Valla öyle. Hele açık ayakkabı mı giydim, Ah Melis (Alphan) kulakların çınlasın, o parmak hep yere değer ve de akşam eve dönünce çok gülerim; çünkü bi tek onun altı kirlidir, toz toprak içindedir. En yaramaz parmağımdır, afacandır. Her toza, çamura burnunu en önce o sokar, başına da gelmedik kalmaz. Kadınca bir çabayla, içeri çekerim onu arada gözüm takılınca ama nafile, o yine kafasını uzatır ben konuşmaya dalınca. Her kanepenin ayağına onu çarparım. Her sandalye bacağına takılır, yılda bir kere mutlaka kırar, acısından avaz avaz ağlarım. Hatta bir kere o parmak zaten kırıkken, buzdolabının üzerinde duran mıknatıslı süs zımbırtısı ta oradan kayıp tam da onun üzerine düşüp beni acıdan zıp zıp zıplatmıştı. E uzun olunca ıskalaması da zor haliyle. Anlayacağınız bayağı cefalıdır ömrü o parmağın şu nacizane bedenimde. Acıların parmağıdır, iki numaralı uzun parmağım; ama çok severim kendisini yine de. Onun yüzünden nice beğendiğim, o ennn kadınsı “femme fatale” ayakkabıları alamam, çünkü her parmağımı saklasam, onu saklayamam. Yine de arada dayanamam alır giyerim, eve gelip altına bakıp kirlendiğini görüp ayakkabıya göz kırpıp “Şerefine şekerim, kirlendiğine değdi!” derim. Dr. George Sheehan’ın yazdığı “Running and Being” kitabında okuyunca öğrendim, meğer bunun adı “Morton’s foot” (Morton’un ayağı) sendromuymuş. Parmak benimkisi gibi diğerlerinden açık ara uzun olmasa, 1mm uzun olsa bile, bu bir sendrommuş. Böyle uzunparmaklıgiller daha çok bel ağrısı çekermiş. O yüzden bizler daha iyi ve uzun esneme hareketleri yapmalıymışız spor sonrası. Hatta bu parmağın uzunluğundan kaynaklanan ağrı için, ayak altına bir yastık bile varmış özel. Bunu da yeni öğrendim mesela, tam da belim ağrırken iyi oldu aslında. Yıllardır “Parmağın önde gidenisin!” derdim, yazacaktım onu kaç zamandır, nedendir bilinmez, geçen hafta Melis’in yazdığı ayak estetiği ile ilgili yazıyı okuyunca nasip oldu anca. Melis’in yazısını okurken, bir insanın ayakkabı için ayak estetiği yaptıracak kadar kafayı sıyırmasına acıdım valla. “Rahat bırakın bedeninizi!” diye bağırasım geldi insanlara. 2011’de içhuzuru diledim, kendini beğenme kabiliyeti, kendini sevebilme becerisi diledim bundan muzdarip bütün insanlara. Bu arada, taaa zamanında;
Sindrella’ nın bir Çin Masalı olduğunu, oradaki çirkin üvey kardeşlerin “büyük” ayaklarına sığmayan ayakkabının Sindrella’ nın “küçük” ayaklarına olmasının, Çin’deki inanışa göre, ayakları küçük olan kadınların daha akıllı ve güzel olduklarından kaynaklandığını, küçük ayaklı kadınların daha iyi olduğunu düşündüklerini, benim 41 numara postallara baka baka anlatmıştı Oya Başak Hocam okulda. Sonra dehşet içinde ayaklarıma bakan bana dönüp, “Yonca’cım sen istisnasın, sakın bunu kafana takma, seni böyle sevecek adam da çıkar!” demişti de kahkahayı basmıştık sınıfta. Sanırım ben işte o günden beri barışığım bu durumla. Ayol büyük ayak masallara konu olmuş, uzun parmak desniz bir sendroma ad vermiş baksanıza! Hem, o parmak bu kadar uzun olmasaydı ne bu kadar çok şey bilecektim, ne de yazabilecektim hakkında. E üstelik beni koca ayaklarımla seven bi adam da var yanımda, 2 koca ayaklı minik çocuğum da...
Her şerde bi hayır vardır mutlaka.
Yonca
“uzunparmak”
Hiç aklınıza gelmeyecek şeyler, ayağınıza getiriliveriyor. Paranın gözü kör olsun hakikaten! Geçtiğimiz ay Formula 1 şerefine Prince bile geldi Abu Dhabi’ye düşünebiliyor musunuz! Ve benim eşşek kafam çok geç ayıldı. Basiretim bağlandı. Göz göre göre kaçırdım dibime gelen Prince’i. Aramızda dönen en büyük geyik Prince’in “hayli bel altı müstehcen” şarkılarını Abu Dhabi’de söyleyip söyleyemeyeceği olmuştu. Söyleyememiş tabi ama, buna rağmen ortamı yıkmış! Prince’den ağzım yandığı için Guns N’ Roses’ ı kaçırmadım. Abu Dhabi’nin girişindeki Yas Adasında bulunan Yas Arena konser alanına varmak için çocuklarla kilometrelerce yürüdük. Bu arada burası dünyadaki ilk ve tek Ferrari World’ün dibinde. Konsere giderken yanımızdan dünyanın en hızlı Ferrari roller coaster’ındaki araçlar vznnn diye geçip durdu, feci bi şey! Axl Rose’u sahnede görünce kardeşim de ben de aynı anda şoka girip ikimiz birden: “Aaa Özkan Amcam sahnede!” dedik. O Axl Rose gitmiş, yerine yemin ederim benim Özkan Amcam gelmiş. Bu kadar mı benzer bir insan ötekine ve nasıl olur da bir insan bu kadar değişir? Adamın enerjisi tamam, ama tipi Amcamla aynı. GN’R eski ekip olmasa da konser iyiydi. Zaten yeni gitaristleri DJ Ashba, öyle yakışıklı ve karizmatik ki ve dinleyiciyi öyle manyakça elinde tutuyor ki, Axl’den çok ona kitlendik. Üstelik DJ Ashba’ nın işaret parmağının üzerinde 4 yapraklı Yonca dövmesi vardı. Bir de kotu inanılmaz güzeldi, kotuna ve sürmeli gözlerine bakmaktan ne dinlediğimi unuttum bir ara. Konseri aylardır deliler gibi bekleyen, şarkıları ezberleyen oğlum, o çılgın gitar solo eşliğinde bir ara gayet arabeskçe yere Kadir İnanır misali çömelip “Uykum geldi!” deyince, öldük gülmekten. Eskisi gibi heyecanla ve ciyak ciyak dinledim Sweet Child O’ Mine ve Welcome to the Jungle’ı. Yalnız ortam inanılmaz acayipti; kendini yerden yere atan sarhoş Hintlilerle, inanılmaz bir “hareketsizlik” içinde dinleyen Emirlikli kadınlar, saçı başı dağıtmış şipidik terlikli Avrupalılarla, Eyfel Kulesi yüksekliğinde topuklularıyla sanki diskoya gelmiş kılıklı Ruslar, kucağımda ağzı açık uyuklayan oğlumla, büyülenmiş kızım ve ben, konserden de ilginç görüntülerdi bence. Düşündüm de, 48 yaşında bir Axl Rose, grup dağılmış olsa da, tek başına bir bütünü temsilen hala 20bin kişiyi kitliyor sahneye ve müziğe. Adam son nefesine kadar deliler gibi çalıştı sahnede. Sanırım insanın arkasında bıraktığı, üzerinde taşıdığı efsanevi mirasla başetmesi hiç kolay değil. İçim burkulsa da, takdirle, özlemle dinledim. Anıları tazeledim. Bir garip oldum. Bir de, insanın gençken kendine nasıl baktığı çok önemli. İnsan birden çökmüyor; ama zamanında yaptıklarının bedelini belli bir yaşta hızla ödemeye başlıyor orası kesin. Axl’in yüzünde sanki bu “suni çöküntü” vardı. Yoksa 48 yaşındaki Axl Rose’un 68 yaşındaki Amcama benzemesi olacak iş değil. Zamanında kullandığı tonlarca uyuşturucu, korkarım şimdi acısını feci çıkarıyor. O güzel gözlerine rağmen, efsane bandanasının altından sarkan saçları içindeki incecik yüz hatlarını özleyerek, hayal ederek seyrettim onu ben...
Yonca
“konserolog”
Sıcak Şarap
İki senedir bu ay “Sıcak Şarap Gecesi” yapıyorum. Bu sene yaptığım sıcak şarap kesinlikle öncekine göre çok daha iyiydi. Çünkü içine tarifte olmayan bir şey ekledim. Yazıyorum şimdi. Hele de bu soğuk ve karlı günlerde siz benden de çok keyif alırsınız içerken. Şarabın illa pahalı olması gerekmiyor. İtalyan olsun yeter :). Bal, kahverengi şeker, portakal dilimleri, tarçın çubukları, nutmeg (bizde ne olduğunu bulamadım; ama çok yakışıyor Dalya sağolsun), 2 bütün portakal ama üzerine dekoratifçe sapladığım (Ayşen sağolsun) karanfilleriyle, 1 portakal suyu ve sıkı durun şimdi, BODRUM MANDALİNAsı ekledim buzluktan indirip dilim dilim ve suyunu da sıkarak tencereye. Önce bu karışımı kısık ateşte şeker eriyene kadar ısıttım. Jamie Oliver öyle diyor çünkü. Efendim bu baharatlar iyice birbirine karıştıktan sonra şaraba eklenirse etkisi iyice kafa yedirten cinsten olurmuş. Oldu valla. Sonracığıma, Grand Marnier ve Cointreau ile beraber şarabımı ekledim bu baharat şöleninin üzerine. Bu arada eğer canınız başka şeyler eklemek istiyorsa ekleyin gitsin, gönül ve damak işi. Kimisi defne yaprağı, vanilya ekliyor mesela. Sonra, ennn kısık ateşte tıngır mıngır ısıttım. Buharı tüttü mü üzerinde, kalın bardaklarda hemen servis yaptım. Sakın şarabı fokur fokur kaynatıp alkolü kaçırmayın ama. Olmadı, Grand Marnier ve Cointreau eklersiniz alkolü kurtarmak için icabında. Şerefimize, sağlığımıza. Kutlayanına, Mutlu Noeller bu arada.
Yonca
“Mey-Zen”
Sanki okumamışım gibi, internette belki 10 ayrı kişiden geldi yazısı bana da. Bir kere daha okudum her defasında. Herkes Facebook’ta paylaştı yazıyı. Twitter’da retweet eden edeneydi. Yazı inanılmaz doğru bir tespit üzerinden yola çıkıp cuk diye oturdu yerine. Yine.
“Gençlik insanın başına hayatta bi kere gelir...” diyordu Yılmaz Özdil. Öyle.
Yazıyı okurken içim acıdı. Hemen kendimi sorgulamaya başladım. Kendi çocukluğumu, gençliğimi düşündüm durdum. Anılarımı yokladım. Dağılmalarımı gözden geçirdim, toparlanabildim mi diye...
Film şeridi gibi, azıcık da panikle, kendi çocukluğumu-gençliğimi yaşayıp yaşayamadığımı irdeledim yazı üzerinden ben de. “Lanet olsun ben de yaşayamamışım!” demeyi hiç istemedim. Hatta ürktüm o karara varmaktan.
Çocuklarıma baktım sonra. Endişeyle hem de! Çünkü; yaşayamadıklarımın acısını çocuklarımdan çıkartabiliyor olabileceğim ihtimaliyle/hissiyle karşılaşmayı da istemedim. Çok fena geldi bu duygu bana.
Ne de olsa yaşayıp yaşayamadığımız şeyler bir tek bizim hayatımızı şekillendirmekle kalmıyor, bizim aracılığımızla bizden çıkan nesillere de feci yansıyor. Bütün bunları düşünürken, birden bambaşka bir şeyi fark ettim. İnsanın, başına bi kere gelen gençliğini yaşayamamış olmasından daha beteri de var biliyor musunuz?
Kendi yaşayamadığı şey için “Ben yaşayamadım bari çocuğum, bari etrafımdaki gençler yaşasın” diyememesi! Oysa ben hep şu cümleyi duyarak büyüdüm: “Aman biz yapamadık, bari çocuklar yapsın...”
Bir cumartesi sabahıydı. Ben, İstanbul’da öğrenci evimde uyuyordum, sabah telefon çalıp da annem nefesi titreye titreye “Yonca baban! Bir şey oldu, gel. Kalp!” dediğinde...
O an, çok şey değişti hayatımda. Uçaklar kaçtı, hava berbattı, acele ettikçe geciktim Ankara’ya. Havaalanında, telefon kulübesinde öğrendim babama olan “şeyin” gidişi olduğunu.
Deli gücü derler ya, o geldi birden bana, ankesörlü telefonu bir vuruşta yere indirdim. O an anladım ben acısından dövünen insanları ayıplamamak gerektiğini.
Görevliler geldi, havaalanı doktoru geldi yanıma. “Uçacağım!” dedim. Gittim. Uçtum babamın yancağızına. Geç gidebildim.
Uçakta, saçma ama, hep “Yok, babam kesin felç oldu. Olsun ben ona bakarım. Ama eğer alana beni karşılamaya Gülüm de geldiyse o zaman, o zaman...” diye tekrarladım deli deli. Cümlenin gerisini hiç tamamlayamadım. Tamamlayasım gelmedi.
İndim Ankara’ya. Alanda Gülüm’ü görünce anlamak istemediğim şeyi bir güzel anladım. İşte ta o günden geçtiğimiz cuma gününe kadar, her aralık ayından nefret ettim. Her sonbahar yaprak dökümünde aralık ayı geliyor diye kendi sonbaharımı doğadan önce ben kendim getirdim. Yas tutmalara, hasrete, hüzüne, hesaplaşmalara, içimdeki ağıtlara doyamadım.
Do-ya-ma-dım.
Hani ben yardım amaçlı koşuyorum ya, hani ADIM ADIM Oluşumu’nun Türkiye’de bir ilk olduğunu, Avrupa ve Amerika’da bu işin inanılmaz bir boyutu olduğunu, insanların spor aracılığıyla rekor seviyede bağışlara imza attığını, insanların, kurumların, koca şirketlerin spor aracılığıyla farkındalığa davet edildiğini yazıp anlatmaya ve bunu bizde de yaygınlaştırmaya çalışıyorum ya. Hani bu konuyla alakalı binlerce e-posta gönderip, yazıp, koştuğum kilometreleri Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı için bağış topluyorak koşuyorum diyorum ya... İşte o gönderdiğim bağış mektuplarımdan biri de Bristol-Myers Squibb’in İnsan Kaynakları ve Kurumsal İletişim Müdürü Göknil Akça’ya gitmişti. BMS onkoloji, hepatit, merkezi sinir sistemi, kardiyovasküler ve metabolizma hastalıklarına odaklanmış dev bir biyofarmasötik ilaç şirketi. İkna etmesi en zor şirket türü, çokuluslu kurumsal şirketlerdir. Hele de bağış gibi hukuksal anlamda da son derece hassas konular sözkonusu olunca inanılmaz zorlarlar insanı. Ama Göknil çetin ceviz bir Türk kadını. Dayanıyor Genel Müdür Asistanı Tüten Yolukar ile birlikte BMS Türkiye Genel Müdürü Chris Stijnen’in kapısına. Chris yardım amaçlı koşu nedir çok iyi bildiği için olaya sıcak bakıyor. Allah’ım ne şanslıyım ben! BMS, TEGV’ i didik didik ediyor. Bir sürü evrak istiyorlar, bir dolu soru soruyorlar, deliler gibi araştırıyorlar. TEGV inanılmaz şeffaf bir yapıya sahip. Gidin sorun ne sormak isterseniz anında hesabını verirler. BMS Yönetimi tatmin oluyor. Ama süreç birkaç hafta sürüyor. Nasıl zor dayandım nasıl zor, anlatamam size bu süre boyunca. Üstelik bu sene BMS 15. yılını kutlayacak. Anlamlı bir şey yapmak istiyorlar, onlar da. Türkiye’de tam 185 çalışanları var. Onay alınıyor. Karar çıkıyor: “Yonca 15km yi TEGV için, çocukların eğitimi için, 1 Çocuk Değişir Türkiye Değişir kampanyası için koştu ya, biz de 185 çalışanımız adına 185 çocuğun eğitimine destek olacak kadar bağış yapacağız şirketimiz adına.” diyor BMS.
Evet, Bristol-Myers Squibb TAM 185 çocuğun eğitimine yetecek kadar bağış yaptı TEGV’e. Ben 1 çocuk için de koşarım diye yola çıkmıştım ama, hayallerimin ucu hep kurumsal dev bağışlara uzanıyordu, ve oldu en sonunda.
Avrasya’da TEGV için 15km koştum ve BMS’in yaptığı bu boyuttaki İLK kurumsal bağışımla birlikte toplam 467 çocuğun eğitimine katkım oldu. 467 çocuk!
Sizce bundan daha mutlu bir haber olabilir mi bana? Olamaz. Hele bir de bu işte ikinci bir mucize var ki.. o da kaldı Pazartesi yazıma.
Yonca
“minnettar”
Chris Stijnen